Ana Sayfa Edebiyat “Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz…” Denize Doğru – Orhan...

“Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz…” Denize Doğru – Orhan Veli

Denizi, hep çadırımın kapısından görüyorum. Mihnete alışmış insan, zaman zaman, her şeye boş vermesini de biliyor. Bir aralık dedim ki kendi kendime: “Adaam, sen de! Çekiver kuyruğunu. Gelmezse gelmez. İster çalıştırır, ister çalıştırmaz.” Yürüyüverdim denize doğru. 

Buraya da öyle bir kara şehrinden, denize en aşağı iki yıl hasret kaldıktan sonra geldim. Bir taşla iki kuş vuracağım. Hem bir iş bulacak, çalışacağım; hem de deniz kenarında olacağım. Gelgelelim, daha ikisi de olmadı. İş, yol çavuşluğu işi.Bu yol müteahhidinin yanında kâtiplik gibi bir şey.

Ne yapacağımı da doğru dürüst bilmiyorum ama, galiba, işçilerin çalışmalarına bakacak, gündeliklerini yahut haftalıklarını dağıtacak, müteahhidin bu bölgedeki hesaplarını tutacağım. Günde beş lira para verecekler; fena para değil. Yine işler aksi gitmese. Gitmeye başladı da onun için söylüyorum bunu. Müteahhit, benim gelişimden bir gün evvel bilmem nereye gitmiş; bir hafta sonra dönecekmiş. “Gelirse beklesin,” demiş. Bana bir çadır verdiler; o çadırda yatıp kalkıyorum.

Sözde deniz kenarında olacaktık. O da olmadı. Gerçi, bulunduğum yer denizi görmüyor değil; görüyor görmesine, ama en aşağı bir, bir buçuk saatlik bir yerden. Önümüz dümdüz ova. Denizle bir gibi. Ondan sonra da alabildiğine deniz. Denize de pek benzemiyor, kurşun bir levhaya benziyor.

Buraya geleli üç gün oldu. Ama şöyle bir kıyıya gidip o yosun kokusunu koklayamadım. Şöyle bir eğilip elimi suya değdiremedim. O eski hasret hep içimde.
Beş lira için fena para değil dedim. Dedim ya, nedir beş lira şu zamanda? Şehirde olsam nasıl geçinirim bu parayla? Ev kirası mı veririm, üstümü başımı mı yaparım, karnımı mı doyururum, tramvaya otobüse mi binerim, kitap mecmua falan mı alırım, tiyatroya sinemaya mı giderim, hısım akrabam varsa onlara yardım mı ederim, evli barklıysam çoluğuma çocuğuma mı bakarım. Aklı durur vallahi insanın. Günde beş lira! Ecirlikten başka bir şey değil. Hoş o ecirliği de hak edemedik ya daha. Ya gelse de müteahhit, “Ben başkasını buldum, kusura bakma; sen dön geldiğin yere!” deyiverse ne yaparım?

Hem, ne diye ukalalık ediyorum? Biz bu dünyaya ecir gelmişiz, ecir gideceğiz. Ben de müteahhit olacak değilim ya! Ne hakkım var: “Ben neden beş lira kazanayım da o beş yüz lira kazansın,” demeye. Ben işsizim, o müteahhit. Ben fakir bir aileden gelmişim, o zengin bir aileden. Ama benim okumuşluğum varmış da onun yokmuş; kimin umurunda? O, işini biliyor, ben bilmiyorum. Mademki biliyor, yaşamak da onun hakkı. Ben köylü cıgarası içemem; o isterse, viski içer; ben kahveye gidemem, o bara gider; ben tramvaya binemem, o otomobile biner; hakkı değil mi?

Denizi, hep çadırımın kapısından görüyorum. Mihnete alışmış insan, zaman zaman, her şeye boş vermesini de biliyor. Bir aralık dedim ki kendi kendime: “Adaam, sen de! Çekiver kuyruğunu. Gelmezse gelmez. İster çalıştırır, ister çalıştırmaz.” Yürüyüverdim denize doğru. Yürüyüverdim diyorum ya, dünyanın yolu! Öyle ha deyince yürünmüyor. Yolda çalışan, taş kıran işçilerin çekiç sesleri neden sonra kayboldu. Serildi mi önüme dümdüz bir ova! Git git bitmiyor. Ha vardım, ha varacağım, diyorum; bir de bakıyorum, deniz hep o uzaklıkta. Etrafta ne insan, ne de cin; koskoca ovada bir başımayım. Bir aralık, sağımda solumda, acayip otlar, sazlar, kamışlar belirmeye başladı. Bitki denilen şeyin hiç de böylesini görmemişim o güne kadar; içime bir korku düştü. Önüme bakıyorum, kimse yok; ardıma bakıyorum, kimse yok. Ne bomboş bir dünya; aklıma birdenbire Beyoğlu Caddesi geldi. Nasıl da tıklım tıklımdır! İnsanlar birbirine çarpa çarpa yürürler. Kimi omuz vurur, kimi birinin ayağına basar, kimi duvar dibinde bir kadını sıkıştırır. Öyle caddelerde, acele bir de işim oldu mu, ne kadar güç ilerlerim! Ben koşmak isterim, önümdeki adam ya sevgilisiyle konuşmaktadır, ya bir dükkânın camekânını seyretmektedir. Yanından sıyrılayım derken istemeye istemeye bir tarafına çarparım. Olmaz mı böyle şey? Olur, olur; adam kızar; dönüp bana:
– Kör müsün? der.
Ben de kızarım:
– Ne sallanıyorsun alık alık? derim.
– Patladın mı? Geçersin elbet! der.
– Patladım, patlamadım, sen bir kere ona karışamazsın. Daha terbiyeli konuş! derim.
– Ulan, der, sen bana ne hakla sen diyorsun? Benim kim olduğumu biliyor musun?
– Ya, sen? derim. Sen ne hakla bana ulan diyorsun?
– Ulan da derim, her bir boku da derim, eşşoğlu eşek.
Sanki onun eşek demesiyle eşek olacakmışım gibi, büsbütün alevlenirim:
– Eşşoğlu eşek babandır!
– Ulan senin sinsileni, sülaleni…
Bir anda etrafımızı çeviriverirler. Kalabalığın arasında bir polis peyda olur. Adam bar bar bağırmaya başlar:
– Davacıyım! Davacıyım, polis efendi. İşte, bu kadar şahidim var! Bana bu kadar kişinin içinde…
Polis:
– Bırakın gürültüyü de, der, merkeze kadar teşrif edin kozunuzu orada paylaşırsınız.
Adam hâlâ bağırmaktadır:
– Haydi, yürü bakalım merkeze! Kozumuzu orada paylaşırız.
Bizim iş hapı yutar tabii. Düşeriz karakolun yoluna. Yolda kendi kendime düşünürüm: “Ne desem karakola gidince?” diye. Herhalde önce kim olduğumu sorarlar. İşte o zaman celallenirim: “Bilmiyor musunuz benim kim olduğumu? Ben bu memleketin…” Hayır, bu usul iyi bir usul değil. Ya tanımayıverirse polis? Öyle ya, okuyup yazması yoksa tanımayabilir. Üstelik, öbür adam da mühimce bir adamsa? Mesela bilmem ne müdürü olduğunu söyleyiverirse? Tabii, benden çok onun sözünü dinlerler. Onun için ben beklerim. Önce o adam söylesin, kim olduğunu, sonra ben. Büyükçe bir unvanla çıkarsa karşıma, ben ondan da ağır bastığımı hissettirmek için, alçaktan alıyormuş gibi bir cevap veririm:
– Ben, derim, müdür falan değilim. Ben alelade bir vatandaşım.
Politikaya girişmenin tam sırası.
“Bu memlekette hak sahibi olmak için mutlaka…”
Açarım ağzımı yumarım gözümü.

Orhan Veli
Hoşgör Köftecisi

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version