Ana Sayfa Edebiyat “BİR ÜLKE GEREK BİZE, TERK ETMEK İÇİN BİLE OLSA!” PAVESE’NİN İZİNDE –...

“BİR ÜLKE GEREK BİZE, TERK ETMEK İÇİN BİLE OLSA!” PAVESE’NİN İZİNDE – ALEJANDRO ZAMBRA

1

Cesare Pavese’nin doğduğu kasabaya gidebilirim,” demiştim editöre, biraz gelişigüzel, Piedmont’u zihnimde belli belirsiz canlandırarak ve yolculuğumu bir parça meşru kılacak bir anma etkinliği bile uydurmaksızın. Sonra vesilenin ancak bu kadar cuk oturabileceğini fark ettim: Pavese bundan tam yüz sene önce -ne eksik ne fazla- Santo Stefano Belbo’da, Cuneo kentinin Cenova, Torino veya Milano’dan ulaşılabilen dört bin nüfuslu kasabasında doğmuştu. Torino’yu, Pavese’nin gerçek şehrini, hayatının büyük bölümünü geçirdiği ve 1950 yılında ölmeye karar verdiği şehri daha sonra görmeye vakit bulacağımı düşünerek Milano üzerinden gitmeye karar verdim. Sonuçta Torino’ya gitmedim ve aldığım fazla büyük bölge haritasından endişeyle takip ettiğim çok sayıdaki aktarmanın birini neredeyse kaçırdığım için az kalsın Santo Stefano’ya da gidemeyecektim. Trenlerimi kaçırma korkusu o meşhur haritayı her açışımda diğer yolculara dirseği geçirme korkumla kapışıp durdu.

2

Kasabaya varır varmaz istasyona yakın bir restoranda garsonluk yapan Romanyalı kız kardeşler Anka ve Alina’yla tanışıyorum. Alina, kasabanın yerlisi olan sevgilisiyle üç yıldır burada yaşıyor. İngilizce bilmiyor, o yüzden her yaz Santo Stefano’ya kız kardeşini görmeye ve çalışmaya gelen Anka’yla iletişim kuruyorum. Anka, İtalya’da başka hiçbir şehre gitmemiş. Canının sıkılıp sıkılmadığını sorunca evet diyor bana, çünkü Rumence şöyle dursun, burada neredeyse hiç kimse İngilizce bilmiyor (ve çoğu da hâlâ Piedmontçayı ilerletmeye çalışıyor). “Kasabada Şilili biri var,” diyor bana. “Tanışsanıza.” Buraya Şilili aramaya değil, Cesare Pavese’nin doğduğu evi görmeye geldiğimi söyleyerek karşılık veriyorum. “Ama Şilili seninle tanışmak isteyebilir,” diyor. Kibarlık olsun diye, ben de onunla tanışmak isterim, diyorum.

Anka bana kasaba merkezine oldukça yakın olan Marconi sokağındaki makul fiyatlı bir pansiyonu, Il Borgo Vecchio’yu tavsiye ediyor. Arabalarıyla oraya götürüyorlar beni; arka koltukta oturuyor, üç oyuncak ayıya yarenlik ediyorum. Anka’ya, Alina ve sevgilisinin çocuğu mu var, diye soruyorum. Anka çocukları olmadığını ama Alina’nın sevgilisinin çocuktan farksız olduğunu söylüyor. Sonra konuştuklarımızı kız kardeşine tercüme ediyor ve yolculuğun geri kalanı boyunca gülüşüp duruyorlar.

3

Neruda’nın hemşerisi olan birinin çıkacağı yolculuk değil bu. Mutlu şair kültüyle büyüdük biz; şairin en ufak bir dürtmede metaforlar yağdıran, evler ve kadınlar biriktiren ve hayatını onları (hem evleri hem kadınları) donatmaya adayan biri olduğu düşüncesiyle büyüdük. Şairlerin evlere ve kadınlara ilaveten pruva süsleri ve beş litrelik Chivas şişeleri topladığını düşünerek büyüdük. Bize göre, edebiyat turizmi gringo’lar[1] veya olağanüstü hikâyelerle büyülenmek için para vermeye can atan Japonlar içindi.

Neyse ki Santo Stefano Belbo’da, geçimini üzüm bağlarından sağlayan ve can sıkıntısını epey andıran bir istikrar içinde yaşayan bu kasabada, bunların hiçbiri yok. Santo Stefano’da çocuklar çok küçük yaştan itibaren bu kasabada büyük bir yazarın doğduğunu ve bu yazarın hiçbir zaman mutlu olmadığını öğreniyorlar. Bu kasabanın çocukları çok küçük yaştan itibaren intihar kelimesini öğreniyorlar. Bu kasabada çocuklar zamanından önce biliyorlar ki Pavese’nin de dediği gibi, lavorara stanca[2].

Pansiyon rahat. Odaya kırk avro ödüyorum, Milano’ya kıyasla sudan ucuz. Aile aşağı katta yaşıyor; Monica, Gabriel ve çocukları: bana selam vermeyen ama selam vermemek için kendilerini tutar gibi gülümseyen dokuz yaşında bir kız ve dört yaşında bir oğlan. Gabriel’in hostelin karşısındaki sokakta bir şarap dükkânı var. Sonunda birbirimizi anlayacağımıza olan sarsılmaz bir güvenle dur durak bilmeksizin konuşan Monica’nın aksine İngilizce biliyor. Anahtar kelime Pavese. Monica’nın söylediği ve benim anladığım tek kelime Pavese.

Manzarayı daha yeni yeni sindiriyorum. Dingin bir yeşil, insanın gözlerine çörekleniyor ve her şey tek bir uzun bakışa sığıyor sanki: vadi, tepe, kilise, Ortaçağ’dan kalma bir kulenin yıkıntıları. Ay ve Şenlik Ateşleri’nin geçtiği yerleri arıyorum. İmgeyi Belbo Nehri’ni ve Canelli yolunu, romandaki yok oluş noktasını, dünyanın başladığı noktayı gösterecek şekilde ayarlıyorum.

Sonra beni Cesare Pavese Çalışmaları Merkezi’ne götürmek isteyen Monica’ya razı geliyor, Merkez’de esasen bir birinci baskılar teşhirinden oluşan yüzüncü doğum yılı anma sergisini geziyorum. Zeminde Merkez’den Pavese’nin doğduğu eve giden yolu gösteren bir dizi aralıklı daire var. Günlerden Çarşamba ve ev yalnızca haftasonları açık ama görevliyle irtibata geçersek evi yarın ziyaret edebileceğim. O zamana kadar, Pavese’nin mezarlığın girişindeki şeref bölümünde bulunan mezarına bir ziyareti sıkıştırıyorum araya.

Pavese’nin güncesini tekrar okumak bende nasıl hayal kırıklığı yarattıysa -uçakta Yaşama Uğraşı’nı okudum ve bir zamanlar kitabı neden bu kadar sevdiğimi anlayamadım- Ay ve Şenlik Ateşleri’nin geçtiği kasabayı ziyaret etmek de bir o kadar karmaşık bir his uyandırıyor bende. Pavese anılarının içinde anı arayışına çıkmış birinin baş dönmesiyle harekete geçerek bu manzarayı samimi sorularla sorguya çekmişti. Güney Denizleri’nin bazı dizelerini ve Pavese’nin en iyi şiiri olmasa da benim en sevdiğim şiiri olan Acı’yı düşünürken bastığım toprağın ayırdına varıyorum yavaş yavaş: “Yirmi yaşında olduğum sabahlar geçti gitti artık. / Yarın yirmi birim: yarın sokakta yürüyeceğim; / Her taşı hatırlıyorum, her koca gökyüzü dilimini.” Yürümeye devam ettikçe yeğlediğim Pavese’yi tekrar buluyorum, tam olarak Ay ve Şenlik Ateşleri’nin Pavese’sini: “Bir ülke gerek bize, sırf orayı terk etme zevkini tatmak için bile olsa,” diye tekrarlıyorum ezberden. “Kendi ülken demek yalnızsın demektir, o ülkenin insanlarında, bitkilerinde ve toprağında senden bir şeyler olduğunu biliyorsun demektir, sen orada değilken bile o yuvana hoşgeldin demek için seni bekliyor demektir.”

Uykuya dalmadan önce birbirinin aynısı olan iki resimdeki farklılıkları arayan biri gibi manzaraları kıyaslıyorum. Bütün gece uyumayıp o dünyayı hayal edeceğimi, başkasına ait o anıları ölçüp biçeceğimi zannediyorum bir an ama gerçek şu ki biraz sonra uyuyup kalıyorum.

4

Fotoğraf çekiyorum, bir sürü fotoğraf. Özellikle sevdiğim bir fotoğraf var; bir çocuk ayakkabısı dükkânının vitrininde Pavese’nin portresi asılı. Her yerde onunla ilgili anıştırmalar, çizimler, grafitiler var: Santo Stefano Belbo kasabası, şaire saygı duruşunda bulunuyor ve güzellik barındırıyor bu çaba. Ama Pavese’nin yüzüncü doğum yılı kulakları sağır etmiyor. Neruda kadar çekici bir karakter değildi o. Çok şükür.

Pavese için Santo Stefano, kökenlerinin bulunduğu ve hayal kurduğu yerdir, çocukluğun tiyatrosudur. “Modern sanat, bebekliğe dönüştür,” der güncesinde. “Sanatın daimi güdüsü bir şeyleri keşfetmektir; en saf haliyle ancak çocukluğun anılarında vücuda gelebilecek bir keşif.” Düşüncesi, Charles Baudelaire’inkine benzer: dirilip her şeyi sanki ilk defa görüyormuş gibi gözlemleyen, nekahet dönemindeki sanatçı. Pavese bu düşünceyi bir adım ileri taşır: “Sanatta, ancak masumiyetle öğrenilenler iyi ifade edilebilir. Sanatçının tek yapması gereken, sanatçı olmadığı bir zamana dönmek ve esini orada bulmaktır, o zaman da çocukluktur.” Pavese doğduğu kasabayı idealize ediyordu ama bunu orayı muğlak bir bölgeye çevirerek yapıyordu. Ay ve Şenlik Ateşleri’nin Amerika’da yaşayıp servetini edindikten sonra evine dönen karakterinin döndüğü yer, hem sevilen hem nefret edilen bir yerdir.

Cesare Pavese

Benim gibi, sırf Pavese’nin -görüp öğrendiğime göre insanda hiçbir esin uyandırmayan bir ev olan- doğum yerini ziyaret etmek için Santo Stefano’ya gelen yabancılar olduğuna eminim. “Şair bu yatakta doğmuştur,” diyor bana rehber ve bu sözler, küçük Cesare’yi cinli gibi ağlarken düşündürmekten başka bir işe yaramıyor. Geliş sırasına göre yan yana asılmış, hiç de iyi olmayan çizimlerle tıklım tıkış doldurulmuş galeri var bir de. Rehber bunların her yıl yazarın anısına düzenlenen yarışmanın kazananları olduğunu söylüyor. Şimdi birincilik ödülleri ve mansiyonlardan geçilmeyen bu duvarların bir zamanlar memnuniyet veren bir çıplaklığı yansıttıklarını düşünüyorum. Ama gösterilen hürmetin dağınıklığı belki de daha iyidir.

Italo Calvino’ya göre, Piedmont’taki Langhe bölgesi yalnızca şarapları ve trüf mantarlarıyla değil, aynı zamanda orada yaşayan ailelerin çaresizliğiyle de meşhurdur. Bunu söylerken Calvino’nun aklında Ay ve Şenlik Ateşleri’nin burada açık etmeyeceğim gaddar sonunun olduğu kesin. Yavaş yavaş işten eve yürüyen bu insanların dünyasında çaresizlik emareleri arıyorum gülünç bir halde.

Anka’dan bir mesaj alıyorum: “Saat sekizde, Fiorina Bar’da, Şililiyle buluşacaksın,” diye yazmış Hello Kittyli bir kâğıda. Aniden bugünün tam da 18 Eylül olduğunun farkına varıyorum. Şililinin bugünü memleketlisiyle kutlamaktan memnun olacağını tahmin ediyorum. Bir CD satın alıp bilgisayarımdaki bütün Şili müziklerini ona kopyalıyorum. Ama Şilili Luis meğer Arequipa doğumlu bir Peruluymuş. Yine de veriyorum ona CD’yi. Luis otuz beş yaşında ve altı senedir İtalya’da yaşıyor, dört sene önce de Santo Stefano’ya yerleşmiş. Su pompası fabrikasında çalışıyor. “Pavese’yi daha önce hiç okumadım,” diyor aniden, durduk yere: “İnsanın kendi derdi kendine yetiyor,” diye ekliyor, çok da haklı.

Luis’in arkadaşlarıyla sohbet ediyorum. Yirmi altı yaşındaki Fabio içlerinde en canayakını. Yavaş yavaş konuşup birbirimizi anlamayı başarıyoruz. Okumayı sevmediğini söylüyor ama Santo Stefanoluluğun hakkını veren her Santo Stefanolu gibi Pavese’nin eserlerini gayet iyi biliyor. “Bu kasabadan bahsettiği için seviyorum onu,” diyor. “Ama içten içe de sevmiyorum,” diye kendi kendini düzeltiyor, sesli düşünür gibi, o an orada karar verir gibi: “Yok, Pavese’yi sevmiyorum.

Ben de Şililiyi, Neruda’yı sevmiyorum,” diye karşılık veriyorum.

Pavese’nin birkaç şiirini ezbere biliyorum,” diyor Fabio gülerek.

Ben de Neruda’nın bazı şiirlerini ezbere biliyorum,” diyorum, gülmeye devam ediyoruz ve artık sıradaki Nebbiolo şişelerini birlikte devirebileceğim bir arkadaşım var.

5

Wisława Szymborska, İntiharın Odası şiirinde, eyleminin açıklaması olarak geride yalnızca bir bardağa yaslanmış boş bir zarf bırakan bir adamın intiharıyla yüzleşen arkadaşlarının yaşadığı şaşkınlığı anlatır. Cesare Pavese ise on beş sene boyunca, tamamlandığından beri bir başyapıt olarak okuduğumuz, çok uzun bir intihar mektubu yazmıştır. Pavese, Yaşama Uğraşı’nda dört yüz sayfa boyunca intihar düşüncesini bir hedef veya kutsal sembolmüş gibi, ortaya çıkan karikatürü hafifletmek güçleşinceye dek büyütüp besler. Ne Wisława Szymborska’nın gizemli dostudur karşımızdaki ne de Borges’in bir şiirinde “Hiç kimseye hiçlik miras bırakıyorum” diyen intihara meyilli adamdır. Aksine, Pavese mirasının farkındadır: Arkasında önemli bir ustalık eseri bıraktığını bilir, yüksek şiir yazdığını bilir, romanlarının zaman sınavını başları dik geçeceklerini bilir. Pavese’nin hayatını sonlandırmak için hiçbir sebebi yoktu ama bu sebepleri icat etme, gerçek kılma işini üstlendi. Yaşama Uğraşı kuramların ve planların, hicivlerin ve konudan sapmaların bir kaydıdır ama okumaya devam ettikçe üstün gelenin, neredeyse her zaman aşırı ve yer yer oldukça saçma olan marazi düşüncelerin anlatımı, yavaş yavaş çocuksu bir ihtiyara dönüşen yaşlanmış bir gencin düşünceleri olduğuna şüphe yoktur. Belki Pavese’nin güncesinin kıymetini hakkıyla bilmek için o genç veya o ihtiyar gibi olmak gerekiyordur. Belki Yaşama Uğraşı’nı okumak için intihara meyilli olmak gerekiyordur. Ama Ay ve Şenlik AteşleriKumsalÇalışmak Yorar veya Ölüm Gelecek ve Senin Gözlerinle Bakacak gibi kitaplardan keyif almak için intihara meyilli olmak şart değil.

Yaşama Uğraşı’nın en büyük meziyeti, Pavese’nin eserlerine dair ipucu vermesidir: Pavese’nin aşk hayatına göndermeleri çıkaracak olsaydık elimizde ince ve mükemmel bir kitap kalırdı. Şimdi kitapta bir sürü gereksiz sayfa varmış gibi geliyor bana: Örneğin, kadınlarla ilgili izlenimleri Ay ve Şenlik AteşleriYalnız Kadınlar Arasında veya şiirlerinin bazılarındaki samimi veya en azından gerçekçi kadın anlayışına uymuyor. Pavese zaman zaman güçbela nüktedan ve daha ziyade kaba saba oluyor: “Hiçbir kadın para için evlenmez, bir milyonerle evlenmeden önce ona aşık olacak kadar zekidir hepsi.” Mizojinisi sık sık ilkeldir: “Bir domuzla karşılaşmak her erkeğin başına gelen bir şeydir. Sevgi dolu ve düzgün bir kadınla karşılaşmak ise pek azının başına gelir. Her yüz kadından doksan dokuzu domuzdur.

Çivi çiviyi söker deyişini yorumladığı bir pasajdaki humor daha komik ve daha karanlıktır: Kadınlar için her şey çok kolay, der, çünkü onların tek yapması gereken yeni bir çivi bulmaktır ama erkekler doğarken sahip oldukları çividen başka çivilerinin olmamasıyla lanetlenmiştir. Bu ifadelerde humor var mı, emin değilim yalnız: “Hayat kadınları para için çalışır. Ama hangi kadın önceden hesap kitap yapmadan kendisini bir erkeğe verir?” Sıradaki espriyi ise her halükarda çok iyi buluyorum: “Kadınlar düşman ırktır, Almanlar gibi.

Pavese’yi stand-up komedisinin öncüsü gibi tasvir etmekle ona haksızlık ettiğim doğru ama onu yermek, bizzat Pavese’nin önerdiği oyunu devam ettirmek demek. Yaşama Uğraşı’ndan çıkabilecek kısa veya o kadar da kısa olmayan bir diğer kitap, onun edebiyat söz konusu olduğunda kendi kendini kırbaçlamasına ilişkin. Pavese başlarda -anlaşılabilir şekilde- yazdıklarından şüpheye düşer: Dilinden, dünyasından, toplumdaki yerinden yakınır, şiirlerini geri çeker, onları baştan yazmayı veya hiç yazmamış olmayı diler. Reddedilme zevkini, hep sıfırdan başlama zevkini deneyimlemek ister: “Dünyayı kuvvet ve zevk hareketlerini tasvir eden banal bir galeri şeklinde basitleştirdim. Bu sayfalarda bir hayat temaşası var, hayatın kendisi değil. Tekrar baştan başlamayalım.” Öylesine bir gözlem değildir bu çünkü kendi etiği vardır: Sanatçı; başarısının, eserlerini tehdit ettiği daimi bir amatördür. Ama Pavese o kadar çok şikayet eder ki onu dinlemek bazen katlanılmaz bir hal alır. Başlardaki yakınmalarının hemen ardından kendisini gerçekten tatmin eden, olmayı hep çok istediği biri gibi olmasını mümkün kılan muazzam bir eser inşa etmiştir. Ama hâlâ şikayet etmektedir, hem de artmıştır bu şikayetler: “Sana diyorlar ki: ‘Kırk yaşındasın ve isim yaptın, kuşağının en iyisisin ve tarihe geçeceksin; müstesnasın, özgünsün… Yirmi yaşındayken hayalini kurduğun başka bir şey var mıydı?’” Verdiği yanıt bir bakıma dokunaklıdır: “Yola devam etmek, daha da ilerlemek, bir kuşağı daha yutmak, bir dağ gibi ebedi olmak istiyordum.”

6

Pavese iyi bir dosttu, diyor Natalia Ginzburg, çünkü dostluk karmaşıklık barındırmaksızın, kendiliğinden yaşanan bir şeydi onun için: “El sıkışı ihtiyatlı, sıkılgandı: birkaç parmağını uzatır, sonra geri çekerdi; tütününü kesesinden çıkarıp piposunu dolduruşu gizli saklı, pintiydi; ve paraya ihtiyacımız olduğunu biliyorsa bize para verişi apansızdı; o kadar ani ve apansızdı ki ağzımız açık kalırdı.” Aile Sözlüğü’nün bir pasajında ve Küçük Erdemler adındaki o kısa ve güzel kitaptaki kısa ve güzel bir denemede Natalia Ginzburg, kendisi ve ilk kocasının Pavese’yle birlikte Einaudi’de çalıştığı yılları anımsar – şairin alışmakta güçlük çektiği zor zamanlar: “Bazen çok mutsuz olurdu ama epey bir zaman boyunca, yetişkin olmaya karar verdiğinde bu mutsuzluk illetinden kurtulacağını zannettik; üzüntüsü bir oğlan çocuğunun üzüntüsüne benziyordu – ayakları henüz yere basmayan, hülyaların kısır, yalnız dünyasında yaşayan bir oğlan çocuğunun kösnül, pervasız melankolisi.

Natalia Ginzburg’un görüşleri kapsamlıdır ve taşı gediğine oturtur: “Pavese’nin hataları bizimkilerden daha ciddiydi. Bizim hatalarımız dürtülerin, izansızlığın, aptallığın ve dürüstlüğün ürünleriydi. Onunkiler ise basiretten, akıllılıktan, hesap kitaptan ve zekadan ortaya çıkıyordu.” Ginzburg daha sonra bir dost olarak Pavese’nin esas erdeminin ironisi olduğunu ama iş yazmaya veya sevmeye gelince aniden bir ciddiyet nöbetine tutulduğunu belirtir. Bu önemli bir gözlem ve doğrusunu söylemek gerekirse Pavese’yi yeniden okurken tepemde heyula gibi sürekli dikilip duran bir düşünce: “Şimdi onu düşündüğümde bazen en çok onun ironisini hatırlıyor ve ağlıyorum çünkü o ironi artık yok: kitaplarında ondan hiç iz bulunmuyor ve insan onu yalnızca onun şimşek gibi çakan o fena gülümsemesinde bulabiliyor.” Bir dostun kitaplarında ironi olmadığını söylemek çok şey anlatıyor. İşin aslı, Yaşama Uğraşı’nın uzun pasajlarında humor, yer yer zerk edilen sarkazmla veya yalnızca safdillik kroşeleriyle sınırlı.

Natalia Ginzburg’a duyduğum giderek büyüyen antipati,” diye yazar Pavese 1946’da, “onun yine sorgusuz sualsiz bir kendiliğindenlikle, doğada ve yaşamdaki pek çok şeyi sorgusuz sualsiz cepte bilmesindedir. Sürekli bir vıcık vıcıklık içindedir – doğum, canavar, ufak tefek ihtiyar kadınlar. Benedetto Rognetta, Natalia’nın samimi ve iptidai olduğunu keşfettiğinden beri yaşamak mümkün değil artık.” Aralarındaki dostluk bu iğnelemeleri mümkün kılar ve Ginzburg da kendi keskin, hassas üslubuyla karşılık verir: “Onun basit doğasını içine hapsettiği düşüncelerin gülünç kıvrımlarını hepimiz gayet açıkça görüyorduk; biz de ona bir şeyler öğretmek istedik – daha basit, daha az boğucu yaşamayı. Ama ona bir şeyler öğretmeyi asla başaramadık çünkü biz savlarımızı ortaya koymaya yeltenir yeltenmez elini kaldırıp bütün bunların zaten gayet farkında olduğunu söylerdi.”

Çokbilmişin değil, samimi ve ilkel olanın yanında olduğumu belirtmem gerekir burada. Çünkü hiç kuşku yok ki Pavese çokbilmişin tekiydi. Kendi kendine attığı nutuk tam da bu sebepten insana aklını kaçırtacak bir hale bürünür. Her halükarda, en iyi bildiği şey, ucu bucağı olmayan bir acıdan muzdarip olduğuydu: “Belki de benim gerçek özel niteliğim budur; deha değil, iyilik değil, başka bir şey değil. Bu hisse, vücudumda bundan etkilenmeyen tek bir hücre bırakmayacak kadar saplantılı olmak.” Bir ihtimal dostu Natalia’ya gizliden gizliye hak veriyordu. Pavese’nin güncesinden, belki de ızdırabının anahtarını sunan şu bölüm geliyor aklıma: “Başkalarının acısını paylaşarak merhametli yaşayamayan insanın cezası, kendi acısını dayanılmaz bir azapla yaşamaktır. Acıyı kabul edilebilir kılmanın tek yolu, onu müşterek kaderimiz seviyesine yükseltmek ve diğer acı çekenlerle duygudaşlık göstermektir.

7

Bu yazıda bir şeyler ters gitti. Niyetim hayran olduğum bir yazarı doğduğu yerde anmaktı ama hayranlığımın söndüğü açık. Pavese’yi hiçbir zaman sevmemiş bir arkadaşımla konuşuyorum bunu telefonda. “Belki de Yaşama Uğraşı’nı ilk okuduğunda,” diyor, “intihar etmek istiyordun. Her edebiyat öğrencisi intihar etmek ister,” diye ekliyor ve ben de gülüyorum ama Pavesyen bir ciddiyetle hemen hayır, diye cevap veriyorum, hiçbir zaman intihar etmek istemedim ben. Belki o zamanlar, yirmi yaşındayken, Pavese’nin çalkantıyı ifade etme şeklinden, devasa gözüken ve buna rağmen tasvir edilebilme olasılığıyla boy ölçüşemeyecek bir ızdırabı eksiksizce betimlemesinden etkilenmiş olabilirim. Tuhaf, şimdi düşünüyorum da: Pavese dille boğuşur, kendisine ait yeni bir İtalyanca veya yeni bir İtalyanca inşa eder; topluluğun sözcüklerini ve zamanının sorunlarını geçerli kılar. Formüllere bağlı kalmaz, beyanlara veya sahte soyaçekimlere güvenmez. Bu bakımdan mükemmel bir yazardır. Ama başka bir bakımdan da küçük yaralarını sergilemenin özlemini çeken zavallı bir adamdır. Pavese’yle ilgili bu kadar çok şey bilmemiz gerekli miydi, merak ediyorum. Onun iktidarsızlığını, erken boşalmalarını ve mastürbasyonlarını bilmenin herhangi bir kimse için gerçekten önemi var mıydı, merak ediyorum. Sanmıyorum.

Pavese alelacele yaptığı bir gözlemin üstünü kapatmak veya daha sıklıkla olduğu gibi, hâlihazırda son derece yüksek olan yoğunluğun derecesini artırmak için güncesini yeniden okur, yeniden doldururdu. Yaşama Uğraşı’nda, bolca öz-gönderme ve ikinci şahıs kullanımı Pavese’nin retorik stratejilerini teşkil eder. İkinci şahıs azarlar, aşağılar ama bazen de yüreklilik telkin eder: “Cesaret, Pavese. Cesur ol.” Ortaya çıkan etki bana elzem gelmemiştir hiç: bu bölümlerin hepsi birinci şahısla daha iyi ifade edilebilirdi. İkinci şahıs, özün karmaşıklığından ziyade bölünmenin zorluğunu aktarır ve hep duyumcu gözükür: “Sende doğurganlık armağanı da var. Kendinin, kaderinin efendisisin sen. Meşhur olma derdinde olmayan herhangi bir adamın olabileceği kadar meşhursun. Ama bunların hepsinin sonu gelecek.” Ancak bazı kısımlar dikkate şayandır: “İnsanların seslerini, yüzlerini hatırladığından daha iyi hatırlıyorsun. Bir şeylere işaret eden, spontane bir yanı vardır sesin. Elinde yüz varken sesi düşünmüyorsun; elinde ses varken -ki hiçbir şeydir bu- ondan bir kişi yaratıyor ve bir yüz arıyorsun.”

8

Bazı sayfaları çabucak baştan okudum ve şimdi tekrar kıymetini biliyorum onun: bir kez daha seviyorum Pavese’yi.

9

Daha önce hayranlık duyduğumuz manzaralara hayranlık duyarız yalnızca,” diyor güncesinde. Santo Stefano Belbo, aradan geçen yıllarda çok değişti mi acaba? Değiştiğine eminim. Ama burayı tekrar görseydi, Pavese’nin öyle kolay kolay fark edilmeyen bir kalıcılığın ayırdına varacağını düşünmek istiyorum.

Beni Milano’ya geri götürecek treni beklerken Ay ve Şenlik Ateşleri’nin işaretlediğim bölümlerini tekrar okuyorum. Kasaba, Pavese’nin betimlediği şiddeti, toprağa bağlı bir hayatın anlamsızlığını geride bırakmış artık. Tepede yakılan şenlik ateşlerini hayal ediyor, romandaki Nuto’yu ve aksak çocuğu anımsıyorum; Pavese’nin o ince, karanlık kitabı inşa edebilmek için faydalandığı mesafeyi hesaplamaya çalışıyorum.

Santo Stefano Belbo’yu sevdim mi? Sanırım, sevdim galiba, veya Pavese’nin orayı sevdiğini bilmeyi sevdim. Pavese için kasabanın cazibesi, üstü kapalı bir yadsıma sahasını her daim beraberinde taşıyordu, benim başıma gelen de buydu: Pavese’nin güncesinden nefret ettim -onun çok sevdiği günceden nefret ettim- ve diğer kitaplarını çok sevdim. Bir sonuca varmıyorum, veya varıyorum, ama başladığım yere çok benziyor bu: Pavese, söyleyeceği her şeyi Ay ve Şenlik Ateşleri’nde söylemişti. Geri kalanı, hayatı, uzun bir dipnottur, ertelenmiş bir intihara eşlik eden uzun bir nottan fazlası değildir.

Hâlâ istasyondayım. Çok erken gelmişim. Artık manzaraya bakmamaya, kitaba odaklanmaya karar veriyorum. Okuyorum: “Trenle her yere gidilebileceğini ve rayların bittiği yerde limanların başladığını, gemilerin bir zaman çizelgesine göre kalktığını, dünyadaki her şeyin bir yollar ve limanlar ağı, bir şeyleri yapan ve bir şeyleri yıkan, bir yerden bir yere giden insanların meydana getirdiği bir çizelge olduğunu ve gittiğin her yerde becerikli insanlar ve ahmak insanlar bulunduğunu Nuto söylemişti bana.

Trene binmeden hemen önce “Dünya bir şeyleri yapan ve bir şeyleri yıkan, bir yerden bir yere giden insanlarla doludur,” diye tekrarlıyorum yüksek sesle, tuhaf bir şakayı tekrarlar gibi.

Alejandro Zambra
Kaynak: Granta (12 Eylül 2013)
Çeviren: Çağla Taşkın -parsomenfanzin.com


[1] İsp. Hispanik veya Latino olmayan kimse.
[2] İt. Çalışmak yorar.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version