Ana Sayfa Edebiyat “Bazı umutlar başka zamanlarındır” Üç Aynalı Kırk Oda, Karanlık İşaretler – Murathan...

“Bazı umutlar başka zamanlarındır” Üç Aynalı Kırk Oda, Karanlık İşaretler – Murathan Mungan

Sıcak yaz geceleri açık havada avlulara kurulmuş tahtlara serilen beyaz cibinlikli yataklarda, kışları soba başlarında, ya da herkesin etrafında toplaşıp ayaklarını uzatarak ısındığı büyük mangalların üzerine örtülen kalın yorganların altında, her mevsim mahmur öğle uykuları için uzandığı ve her zaman mis gibi sabun kokan keten örtülü sedirlerde, çoğu kez başlarını iki yana acıklı acıklı sallayarak ezgili ezgili konuşan karanlık suratlı halaları tarafından eski çağlarda geçen bir korku hikayesi gibi anlatılan, doğumuna ait bu ilk hikaye, çocukluğu boyunca kendini bir suçlu gibi hissetmesine, kendinde gizlenmiş bir kötülük aramasına neden olmuştur. O da diğerleri gibi, doğumunda karanlık bir işaret, sonuçları sonradan ortaya çıkacak kötü bir esrar arayıp durmuştur.

Sonraları, yörede her zaman yaygın bir biçimde kabul görmüş olan, “kesesiyle” doğan çocuğun, ileride ailesine, ocağına bet-bereket taşıyan, seçilmiş, kutlu bir kişi olacağının işareti sayan köylü inanışlarından, kimi zaman açık, kimi zaman saklı bir gururla söz edildiyse de, ruhunun derinliklerinde yankılanıp duran, doğumunda duyduğu dünyaya ilişkin o ilk canhıraş çığlıkların karanlık anısını, Ali’nin kulaklarından hiçbir şey silememiştir.

Kulakcinleri, onu ilk ziyarete geldiğinde, kulaklarının diğer insanlarınkinden farklı duyduğunu ona söylediklerinde, yıllardır içinde bir kuşku olarak taşıdığının doğrulanmasından duyduğu sevinç, onun ikinci doğumu olmuştu sanki.
“Bir hikayenin nerede bittiğini bilmek önemlidir. İnsanlar işte bunu bilemezler; hikayenin nerede bittiğini. Çoğu zaman bilemezler…

Bütün yıkımların, mutsuzlukların, üzüntülerin esrarı buradadır. İnsanların hayatlarını hikayeler yönetir aslında. Onlar, kendileri ya da kaderleri yönetir zannederler. Kader denilen şey, inandığımız hikayelerin şaşmaz seyridir yalnızca. Duydukları, dinledikleri, gördükleri, okudukları, inandıkları hikayelerin şaşmaz seyri… Hayatlarını hikayelere benzetmeye çalıştıkları için mutsuz olurlar. Hikayelere inanırlar çünkü. Hikayeleri hayatın kendisi zannederler. Bütün hayatımız hikayelerle kuşatılmışken, inanmayıp da ne yapsın zavallıcıklar? Bütün kutsal kitaplar bile hikayelerle doludur. Tanrı yeryüzüne hikaye biçiminde görünmüştür.”

Değer vermediği düşünceler, hoşuna gitmeyen görüşler karşısında, anlatılan herhangi bir şeye ikna olmadığında, ya da ileri sürülenlere inanmadığında, dedesinin en çok kullandığı söz, “Boş hikaye”ydi. Elinin tersiyle bir hareket yapar ve “Boş hikaye,” derdi. “Bunlar boş hikaye.” Ali’nin çocukluğu boyunca merak ettiği şeylerden biri, dedesinin “dolu hikaye” diyebileceği hikayelerin nasıl olduğuydu. Ama dedesi, hayatı boyunca, hemen her şeye, “Boş hikaye,” dedi. “Ya ölüm?” diye sorduklarındaysa, “Onu ölünce anlayacağız,” derdi. “Belki de hiç anlamayacağız. Öldüğümüzü bile anlamayacağız. Yalnızca yok olacağız. Ardımızda kalanlar, bizim öldükten sonra ruh ya da başka bir şey olarak yaşadığımızı düşünecekler. Onlar ölümün hayatı var sanıyorlar.

Belki ölümün kendine göre de olsa bir hayatı yoktur. Ölüm, kendini de ölmüştür belki… ”
Annesi, “Çocuğun kafasını çok karıştırıyor şu baban! Söyledikleri hiçbir görüşe, hiçbir dine uymuyor, saçmasapan şeyler!
Muska yazar gibi konuşuyor. Tabiattaki her şeyden bir hurafe gibi söz ediyor. Biz ne öğretiyoruz çocuğa, baban neler anlatıyor?
Bak, sonra söylemedi deme, baban sonunda bu çocuğu kendisi gibi meczup edecek!”

Çocukluğu boyunca, hem en büyük eğlencesi, hem en büyük korkusu dedesi oldu. Tuhaf bir yaşlıydı. O zamanlar, dedesi bin yaşındaymış gibi gelirdi Ali’ye. Dünyanın bütün zamanlarını yaşamış gibi gelirdi. Onun yaşı yoktu sanki, ya da masal yaşında bir adamdı. Söylediği tuhaf sözler böyle düşündürürdü. Yaşlı olmasına karşın çevikti. Kuru dal gibiydi kolları, bacakları, gövdesi. Kemikleri ve nefesi kuvvetliydi. Bütün mumları bir anda söndürürdü.

Yatırlara, ziyaretlere gittiklerinde, ilkin, yanmakta olan bütün mumları bir nefeste söndürür, sonra onları tek tek yeniden yakardı.

Bu yaptığının herhangi bir inanışa sığmadığını, niye böyle yaptığını sorduklarında, kayıtsızca şunları söylerdi: “Zamanın dileklerine ateşi yeniden bulduruyorum. Bazı umutlar başka zamanlarındır.”
Kimse bir şey anlamazdı söylediklerinden, yine de söylediklerinin bir hikmeti olduğuna inanırlardı.
Ağaçlara çıkar oturur, günler boyu ağaçlardan inmezdi dedesi.
Ali’ye, “Dünya ağaçlardan başka türlü görünüyor,” derdi. “İnsan ağaçtayken dünyaya kıyamıyor. İnsanlar keşke ağaçlardan hiç inmeselerdi. Ama ben artık çok yaşlıyım. Geceleri soğuk oluyor.”
Ali’nin babası, onun için, “Bir gün hayattan caydı, sonra böyle oldu,” derdi.
Ali sorardı: “Hayattan caymak ne demek?”
“Büyüyünce anlarsın,” derlerdi.
Büyüdü. Anladı.
Dedesi öldükten sonra, Ali dedesini çok özledi.

Çocukluğu boyunca hep, bir gün dedesinin “Dolu hikaye” diyebileceği bir şey yazabilmenin hayalini kurmuştu, sanki dedesinin ölümüyle, kendi hikayesi de yarım kaldı.
Halaları, “Babamız böyle değildi,” derlerdi hep bir ağızdan.
Zaten çoğunlukla hep bir ağızdan konuşurlardı. Katlanmış kağıttan kesilerek yan yana çoğaltılmış kağıt bebekler gibi birbirinin aynı olan bu kadınlar, yıllar yılı yan yana yaşamaktan, hep aynı kelimelerlerle düşünür, aynı kelimelerle konuşur hale gelmişlerdi; birinin kaldığı yerden diğeri, konuşmayı aynen ve rahatlıkla sürdürebilirdi. Başları hep aynı anda ağrırdı; zaten sürekli başları ağrır, alınlarını ve kalın kaşlarını kaplayan aynı karanlık çatkılardan çatarlardı. Yüzlerinde sızılı bir ifadeyle hep uğuna uğuna gezerlerdi ev içlerinde, ayvan tenhalarında, kiler kuytularında. Karınları hep aynı anda acıkır, canları aynı anda, aynı şeyi çekerdi.
Ve her gece hepsi aynı rüyayı görürlerdi:
“Sakalları göğsüne kadar inmiş, bembeyaz mintanlar içinde, yeşil bir at sırtında bir ermiş bana doğru yaklaştı ve… ”
Babalarının şimdiki halinden hoşnut olmayan halalar sürekli açıklarlardı: “Babamız hiç böyle değildi. Bir Şeyhin yatırında tam üç gün üç gece uyuyakalmış, uyandıktan sonra bir daha hiç eskisi gibi olmadı. Uyanıp eve döndüğünde artık böyle olmuştu.”

Acıklı gözlerle baktıkları, “böyle olan” babaları, az ötede kendi alemine dalmış, konuşulanları dinlememeyi çoktan öğrenmiş, aydınlık yüzünde asılı kalmış, hiç değişmeyen gülümseyişle, dünyayı aşmış bakışlarla dalgın dalgın dünyaya bakardı. Dedesi, ona, dünyanın ikinci hali gibi görünmüştü hep. Dünya içinde bir başka dünya olabileceğini düşündürmüştü. Kimi zaman çok aklıbaşında laflar eden, kimi zaman bir çocuk gibi saçmasapan konuşan bu yaşlı adam, söylenenleri işine geldiği gibi anlamakta da ustalaşmıştı. Canı nasıl isterse öyle biri oluyordu. Bazen bir ermiş, bazen bir şair, bazen bir bilge, bazen bir çocuk, bazen bir meczup gibi konuşuyor, bir dediği bir dediğini tutmuyordu. Kendini tutarlılığın bütün yükümlerinden kurtarmış, sorumluluğun bütün zincirlerinden boşanmış, edindiği bu özgürlükle de aklına estiği gibi yaşayan biri olup çıkmıştı. İnsanlar, bazen büyük bir ciddiyetle kulak verseler de, kimi zaman alaycı yaklaş salar da, aslında ona karşı, korkuyla karışık tuhaf bir çekingenlik duyuyorlardı. Tekin değildi.

Kırklara karışmıştı. Ne yapacağı belli olmazdı.
Fazla bulaşmamakta, uzak durmakta hayır vardı.
“Ben kafamdaki zamanda yaşıyorum,” demişti bir keresinde.
“Keşke onu daha önce keşfetseydim. Kafamdaki zamanı.” Ali, dedesini hep gülümseyerek ve hayranlıkla dinlerdi. Ona özenip “Ailemiz” başlıklı okul ödevinde, “Biz büyük bir aileyiz. Yüzlerce halam vardır. Hepsi aynı elbiseyi giyer. Sesleri mutfakta tenekeden çıkar. Dedem uzak bir cindir. Evin içinde gezer. Ama her zaman çıkmaz ortaya. Ben de ıslak düşler görürüm. Kuyumuzun suyundan galiba. Annem ‘Yurttaşlık Bilgisi’ kitabında resimdir.
Babam bir meslektir. Davavekilidir. Evde hiç babaanne yoktur.
Hepsi mezarlıkta oturur. Ailemiz saklambaçtır,” diye yazmıştı.
Öğretmeninin, bu ödevi, kaygılı bir yüz ve derin endişelerle annesine iletmesi üzerine evde büyük bir kavga çıkmıştı: “Ben sana söylemiştim,” diye bas bas bağırıyordu annesi. Halalarının şaşkınlıktan gözleri kısılmış, sesleri çıkmaz olmuştu. Yabancı gelinin boynu damar damar olmuş, o uğursuz mavi gözleri yana kaymış bir halde, ulumaya benzer bir sesle kendinden geçmiş, bağırıp duruyordu: “Bacak kadar çocuğu da kendine benzetti. Ödev diye şu yazdığına bak Allahaşkına! Ben, ‘Yurttaşlık Bilgisi’nde bir resimmişim, sen de bir davavekili!” Bu son sözde, oğlunun durumundan yeterince kaygılanmayan babaya bir dokundurma vardı:

Çünkü o, kendini bir “avukat” olarak görüyordu. Oysa avukat değil, yalnızca bir davavekiliydi. Hukuk bitirmemişti. Avukat bulunmadığı zamanların Mardin’inde davavekilliği “sertifikası” almış, ardından davalara girmeye başlamıştı. Oysa şimdi zaman değişmiş, artık genç nesilden Hukuk Fakültesi mezunu, kendi deyişleriyle, “zımba gibi” avukatlar yetişmiş ve memleketleri olan Mardin’de, hatırlı ailelerinin desteğiyle birer yazıhane açarak eskilerle acımasızca rekabete girişmişlerdi ve en azından başlangıçta fazla belli etmeseler de, öncekileri küçümsüyor, kendilerine “subay”, davavekillerine “astsubay” muamelesi yapıyorlardı. Bu da, haliyle ağırlarına gidiyordu öncekilerin. Yani davavekillerinin. Ne de olsa, onların da bunca yıllık zengin tecrübeleri ve birikimleri vardı. Gerine gerine kendilerine “avukat” diyen o dünkü çocukları, isteseler bir kalemde siler atarlardı en zor davalarda. Bu tecrübesiz tıfıllar karşısında kendilerini birer yaşlı kurt gibi gören bütün o eski kuşak davavekilleri, bir an önce, onlarla karşı karşıya gelecekleri, bu mektep çocuklarına meydan okumalarına, boylarının ölçüsünü almalarına imkan verecek dişli davalar bekliyorlardı.

Davavekili babası, oğlunun da kendini, bazıları gibi bir davavekili olarak gördüğünü, onun “Ailemiz” başlıklı ödevi sayesinde böylelikle öğrenmiş oldu. İçerlediyse de pek belli etmedi. Cumhuriyet ülkülerine sıkı sıkıya bağlı annenin sinirlerinin yatışmasını bekledi. Oysa o sinirler kolay kolay yatışacağa benzemiyordu.
Şu benzetmeye bak! diyordu: Ailemiz saklambaçtır! Ne demekse?
Hem niye, hep ben ebe oluyorum?
Dedesinin boynunu içeri gömerek, mırıl mırıl kitap okuması çok hoşuna gidiyordu Ali’nin. Dedesi kendinden geçmiş bir biçimde, kendi hayal alemine gömülmüş kitap okurken seyretmek hoşuna gidiyordu. Dedesinin yaprak yeşili bir kumaş parçasıyla kalın çerçeveli gözlüğünün camlarını ağır ağır silişini, alt dudağına yapıştıra yapıştıra ıslattığı buruşuk, esmer, uzun parmaklarının, sayfaları ağır ağır çevirişini seyretmek hoşuna gidiyordu. Dedesi, okurken bazen gülümsüyor, bazen kederleniyor, bazen de okuduğu kitaplarla yüksek sesle konuşuyordu. Bir keresinde, okumakta olduğu kitaptan hiddete kapılmış, bir insanla kavga eder gibi, büyük bir kavgaya tutuşmuş, titreyen parmaklarıyla kitabın sayfalarını uzun uzun tehdit etmişti. Sonra da Ali, dedesinin kitabı parçalayacağını düşünürken, o, hiçbir şey olmamış gibi kaldırıp dolaptaki yerine koymuştu. Pencere önündeki geniş sedirinde, içleri tok tutulmuş uzun yastıklara yaslanarak ya da sedef kakmalı rahlesinin başında iki büklüm olarak okurdu kitapları. Halaları, dedesinin Kur’an dışındaki kitapları da rahleye koyarak okumasına nedense içerliyorlardı.

Çok imrendiği halde, dedesinin okuduğu kitapları okuyamıyordu Ali. Hepsi Arapçaydı onların. Arapça yazının sağdan sola yazılıyor olmasını hiç anlamıyor, ama bunu büyülü buluyordu.

Arapçayı büyülü buluyordu. Uzun süre Arapça yazıyla yalnızca büyüler, dualar ve muskalar yazılır zannetmişti. Ali’nin anlamadığı kelimeler, çözemediği işaretler ve esrarlı şekiller içeren bu yazının kendi başına bir büyü gücü olduğuna inanmıştı. Başka dillerde de dua edilebileceğini, başka dillerde de muska yazılabileceğini öğrendiğinde çok şaşırmıştı. O, yalnızca Arapçayla dua edilir, büyü yapılır sanıyordu. Sanki Arapça görülen rüyalar bile bambaşkaydı, oysa ev ahalisinin tersine o da annesi gibi rüyalarını Türkçe görüyordu. Annesi, onu bu konuda teselli ediyordu: Sen rüyalarını Türkçe gördüğün için okulda harfleri kolay öğreniyorsun.

Dedesinin, babasının ve böyle önemli kararların alınması sırasında yüzlerinde taş gibi bir ifadeyle duvar dibinde sıra sıra duran halalarının arzusu üzerine, Kur’an kursuna gönderildiğinde, en çok dedesinin okuduğu kitapları, artık kendinin de okuyabileceğini düşünerek sevinmişti. Kur’an kursuna başladığında, bu karara şiddetle karşı çıkan annesi, bir hafta hasta yattı, onun da halaları gibi başı ağrıdı, o da başına çatkı çattı; yalnız onun çatkısı, halalarının tersine çiçekli tülbenttendi. Büyük bir ihanete uğramışçasına, günlerce sızılı ve küs bir ifadeyle, başta Ali olmak üzere herkese ıslak ıslak baktı.

İlk başladığında, bütün bir yaz boyunca her gün gitti Kur’an kursuna, “mektepler açıldığında”daysa yalnızca cumartesileri.

Annesi, hiç olmazsa bu şartını kabul ettirmişti. Kur’an kursunda büyük başarı göstermiş, kısa zamanda Arapça yazmayı, okumayı sökmüştü. Ezbere bildiği duaların sayısı artmıştı. Ama Ali çok hırslıydı, bunlarla yetinmiyordu. Artık hatim indirmek, yasin okumak, hatta Ulu Camii’de sala verip, yanık yanık mevlit okumak istiyordu. Cumaları da babasıyla hiç sektirmeden Şehidiye Camii’nde cuma namazlarını eda ediyordu. Gününe göre, bu namazlara dedesi bazen geliyor, bazen gelmiyordu. O gelmediği bazenlerde, dedesi, omuzlarını silkerek, “Bugün müslüman değilim,” diyordu. “Kimseyi kandırmak içimden gelmiyor.”

Halalarının, dedesine ilişkin en çok ve en sık kullandıkları cümle: “Bizi elaleme rezil etti!”ydi. Halalarının dünyada en çekindikleri, en korktukları şey, elaleme rezil olmaktı. Koca dünyada bir halaları vardı, bir de “elalem”.
Bazı zamanlar dedesinin günlerce ortalıklardan kaybolduğu, kimselere gözükmediği oluyordu. Günlerce sonra, her seferinde de başka bir taşın altından çıkıp geliyordu. Bu kayboluşların ilk zamanları evi büyük bir telaş ve yeis kaplarken, zamanla buna da alışıldı, artık kimse eskisi gibi ardı sıra avare olmuyordu onun.

Büyük ayazlar yapan, dona kesen karakışlarda, kimi geceler gidip, çarşı hamamlarında külhanlarda yatıyordu. Bunu öğrenen halalar, gene çığlık çığlığa kanat çırpıyorlardı avlularda, ayvanlarda: “Bizi elaleme rezil etti! Bizim gibi büyük bir ailenin oğlu, yetim tellaklar gibi külhanlarda yatıyor! İyi ki annemiz bugünleri görmedi!”

Hep bir ağızdan söylenen buradaki “annemiz”le kastedilen, her şeyleri tıpatıp aynı halalar arasında en önemli ayrılıktı. Çünkü halaların hiçbirinin annesi aynı değildi. Hepsi de ayrı kadınların kızlarıydı. Yaşamı boyunca sayısız kadın alan dede, oğlan çocuğu sahibi olana kadar evlenip durmuştu. Allahtan hiçbir karısı uzun yaşamamış, birbiri ardından ölenler, böylelikle her seferinde, bir “dördüncüye” yer açmışlardı. Bunun sonucunda, bir ev dolusu kız çocuğu sahibi olmuştu. Son karısı, ona bir oğlan çocuğu doğurduktan sonra, diğer kadınların aksine, nispet yapar gibi uzun yıllar gerine gerine yaşamış, oğlan anası olmanın keyfini ve saltanatını sürmüş; hatta İstanbullara bile gezmeye gitmişti. Ali, gene de babaannesine yetişememiş, onu hiç tanımamıştı. Ali için, o, yalnızca duvardaki resimdi. Mardin’in tek fotoğrafçısı olan Süryani fotoğrafçının rötuştan tanınmaz ettiği bir yüzle duvarların birinde halalarından biri gibi asılı duruyordu.

Dedesi, yedi kere hacca gitmiş; evinin kapısı, yedi kere türbe yeşili renkle çerçevelenmiş, çiçeklendirilmişti. Adet olduğu üzre, hacca gidip gelenlerin kapısı türbe yeşiline boyanarak hane sahibinin hacılığı cümle aleme duyurulur; böylelikle kapı önünden geçenler, o evin bir hacı evi olduğunu bilirdi. Bu kapıların hepsi Kabe’ye bakardı.

Ali’nin dedesi, bütün hayatı boyunca ticaretle uğraştı, sessiz, sakin bir yaşam sürdü. Her zaman içe dönük bir yapısı vardı; çok çalışır, tutumlu yaşar, derin düşünür, az konuşur, konuştuğunda da özlü ve güzel sözler söylerdi. Her durumda kullanılabilecek çok sayıda veciz söz bilirdi. Herkesten saygı görürdü. Her konuya biraz mizahi yaklaşan bir yanı, hınzırcasına muzip bir bakışı vardı. Ölçülü, terbiyeliydi. Edep erkan bilir, latife etmeyi severdi. Zaman içinde, babasından kalan servete servet, arazilerine araziler katarak işleri iyice büyüttü. Köyler aldı, köyler sattı. Her devir değişikliğinde çıkarlarını korumasını bildi. Her zaman iktidar partilerine, hükümetlere yakın oldu. İktidar olacak partiyi sezmek konusunda, hassas bir burnu ve sağlam hesap bilgisi vardı. Desteklediği parti, mutlaka o yıl seçimleri kazanarak iktidar olurdu.

Hırslıydı, açgözlüydü, herkesin parasında, malında mülkünde gözü vardı. Herkesin parasının mutlaka kendisinden çalınan bir fırsatla kazanılmış olduğunu düşünür, bundan ötürü derin bir hakkı yenmişlik duygusu içinde, kendinden başka servet yapmış herkese fena içerlerdi. Dünyadaki bütün paraları o kazanmak istiyordu çünkü. Çıkarlarına dokunulduğunda, bambaşka biri kesilir, sonsuz bir kayıtsızlıkla zalimleşirdi. Alacaklılarına karşı acımasızdı. İhtilafa düştüğü köylerin ve köylülerin burnundan getirir, topraklarını ellerinden alır, ilkin ürünlerini, yetmedi mi, köylerini yaktırır, jandarmalara bastırır, daha kızdı mı da, eşkıyaya vurdururdu.

40’lı yıllarda da, 50’li yıllarda da, 60’lı yıllarda da, hep o kazandı. Kürtleri, Arapların doğal düşmanı sayar, Ankaralılardan çekinir, onlarla iyi geçinmeye çalışırdı. Türk demezdi, Arap ya da Kürt olmayan herkes, ona göre, Ankaralıydı. Ayrıca, Ankara’nın memurlarını ve askerlerini hoş tutmak gerektiğini bilirdi. Mardin’den seçilecek her mebus ya da senatör adayının onun onayına ihtiyacı vardı. Kaç köyün reyi onun ellerinde, bir çift sözündeydi.

Bunların dışında, “kendi halinde zararsız bir adam” diyebileceğiniz kadar sade, alçakgönüllü; tütünden, gümüşten ve halıdan anlayan; bitki ve çiçek yetiştirmekten, ut ve kanun dinlemekten, Arapça şarkılar ve gazeller söylemekten hoşlanan ince ruhlu bir insandı. Fakirlere yardım etmekten, dilencilere sadaka dağıtmaktan, aç-yoksul giydirmekten, çeşme, hayrat yaptırmaktan hoşlanırdı.

Her ramazan avlularda kazanlarla pişen yemekler, fırınlar dolusu pideler ve şembusekler yoksullara, yetimlere, kimsesizlere dağıtılır, hayırduaları alınırdı. İslam uğruna, kafirlerin eziyetlerine katlanan müminlerin hikayelerini dinlerken, gözleri nemlenir; halk hikayelerinin bir türlü birbirlerine kavuşamayan aşıklarının çektikleri cefalar karşısında gözyaşlarını tutamazdı. Aşkı, çölde kaybolmak, diye tanımlardı. Ona göre dünyanın en iyi hikayeleri, sonunda, çölde aşkından kaybolanların hikayeleriydi.

Bu yüzden Ali, çocukluğu boyunca, aşkı çölde kaybolmak sandı.

Yalnızca kendinin kullandığı ve yalnızca Arap istasyonlarını dinlediği ışığı kuvvetli bir radyosu vardı. Ali’nin birkaç kere o radyoya dokunmasına izin vermiş, ona uzak istasyonlarda çalan dokunaklı Arapça şarkılar dinletmişti. O şarkıların buraya çok uzak bir yerlerde söylendiğini bilmek Ali’yi kederlendirmişti.

Yaşlandığında ve bütün karıları öldüğünde, dünya nimetlerine sırtını dönmüş, artık hiçbir şeyde gözü kalmamış, dünyanın fani ve tali yüklerinden kurtulmuş, kendini iyiden iyiye okumaya, düşünmeye ve tabiata vermişti.

Ali, öncesini bilmediği dedesini işte o zamanlarında tanıyıp sevdi. Halalarının dediğine bakılırsa, ünlü bir şeyhin yatırında üç gün üç gece uyuyakaldıktan sonra bambaşka biri olarak Mardin’e dönmüş, bu yarı meczup haliyle herkesi şaşırtmış ve ondan sonra da bir daha hiç eskisi gibi olmamış, cinler tarafından alınarak, artık kırklara karışmış olduğu söylenen Mardin eşrafından cennetmekan Hacı Zeyneddin Efendi’yi, işte o zamanlarında tanıyıp sevdi Ali; bir çocuğun bütün ömrüne yayılan sevgisiyle sevdi.

Okul dönüşlerinde eve girer girmez, ilkin dedesini sorardı:
“Dedem nerede?”
Dede oıtada yoksa, bu soruyu, sanki o ölmüş de yasını tutuyor, kötü haberi bir türlü söyleyemiyormuş gibi duran halaları, başlarını her anlama gelebilecek bir biçimde iki yana umutsuzca sallayarak cevaplandırıyormuş gibi yaparak, kaygı ve merak yaratmaktan pek hoşlanırlardı.
Ali’nin babası da akşamları eve gelişinde, ortalıklarda göremediği babasını, kendince bulduğu bir sevimlilikle karısına sorardı:
“Babam gene fıçısında mı?”
Ali’nin babası, babasının çılgınlıklarıyla baş edemeyince, onu Diyojen’e benzeterek durumu hafifletmeye; tarihten seçilmiş böyle “mümtaz” bir örnekle, babasına, hoşgörülebileceği sevimli ve saygın bir kimlik kazandırmaya çalışmıştı. Özellikle de zaman zaman, daha doğrusu sık sık mahcup düştüğü karısına karşı. Karısına kalırsa, bütün bu şirin gösterme gayretlerine karşın, kayınpederinin bir Diyojen olmadığını bilecek kadar aklı ve tecrübesi vardı çok şükür! Kocasının tarihten medet umması beyhudeydi.

Ona göre, kayınpederi, bir zırdeliydi, o kadar!

Eğitiminin, aile içinde ciddi sorunlara ve kamplaşmalara yol açtığını fark eden Ali, kısa zaman içinde hem derslerinde başarı göstererek annesini memnun etmeyi, hem de Kur’an kurslarını hiç aksatmayarak halalarının gözüne girmeyi akıl etti. Evin içindeki sessiz fırtına diner gibi oldu. Karşılıklı güç gösterileri bitti.

En azından bu konuyla ilgili olanları. Eğitimin, ikiye bölünmüş ailedeki taraflardan birine benzemek demek olduğunu ilk böyle anladı Ali. Her iki taraf da Ali, kendilerine benzesin istiyordu.

Evin içinde tam merkezde durduğunun böyle ayrımına vardı. O, bir kavşakta duruyor ve birçok şey onun etrafında dönüyordu.

Bunu bilmenin ona bir tür güç kazandırdığını fark etti. Aile içindeki herkes, onu kazanmak, onu kendi yanına çekmek, kendisine benzetmek istiyordu, bir tek dedesi hariç. Dedesinin umurunda bile değildi. O da en çok dedesini seviyordu tabii.

Evde, sokakta hemen herkesin Arapça konuştuğu bir şehirde, Arap bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ali’nin okulda niye Türkçe okumak, yazmak ve konuşmak zorunda kalışının yanıtını, “Anadil” sözcüğünde saklı buldu. Ali’nin annesi, Mardinlilerin deyişiyle “yabancıydı”, “Türktü” ve dolayısıyla anadilinde konuşmak ve yazmaktan uzun süre bunu anladı Ali.

Halaları, onun bütün sureleri ve ayetleri sular seller gibi ezberden okuduğunu gördükçe, onunla gurur duyuyor, her durum için hazırda nemli nemli bekleyen gözleri, böyle zamanlarda daha da sulanarak, sevinç ve gururlarını ağlaya ağlaya belli ediyorlardı. Ali, onların, sevindiklerinde de, üzüldüklerinde de, şaşırdıklarında da, heyecanlandıklarında da ağlamalarına çok şaşırıyordu.

Her çeşit duyguyu, her seferinde bir tek biçimde ifade ediyorlardı: Ağlayarak…
Ne zaman kendi ağlamaya kalkışsa, “Erkekler ağlamaz!” diye azarlanıyordu. Erkeklere yasaklanan ağlamanın, halalarına bu kadar serbest olmasını hiç adil bulmuyordu.

Ali, hastalandığı zamanlarda gördü ki ev içindeki hükümranlığı büsbütün pekişiyor. Herkes çevresinde pervane oluyor. Bunun üzerine canı istedikçe hastalanmaya başlayarak, ev içindeki herkesin peşinde nasıl koşuşturduğunu görmek istedi. Gördü de. Numarasının anlaşılmaya başlaması üzerine daha ince teknikler geliştirdi. Örneğin ateşinin yükselmesi için tebeşir yutmayı öğrendi. Okula gitmek istemediği zamanlarda, tebeşir yutarak ateşini yükseltir, hayli “teatral” inleme ahlama numaralarıyla yataklara düşer, gene ev içinde ardı sıra koşuşturan, hasta yatağının başucunda dönenip duran insanlarla, sultan olmanın keyfini sürerdi.

Ali’nin hastalanmaları, doğumundaki karanlık işaretleri hatıra getirdiği için, herkeste kötü bir kehanetin gerçekleşmesine ilişkin uğursuz korkular diriliyor, yardım dileyen gözlerle boşluğa bakarcasına birbirlerine bakıp duruyorlardı.

Ali, hasta rolü yapmayı seviyordu ayrıca. Aslında rol yapmayı seviyordu. Rol yapmak, gerçek hayattan çok daha eğlenceliydi.

Ayrıca hasta rolü yapmakta kendince incelikler buluyordu. İnsanı ölüme, ilgi görmeye ve sinemaya yaklaştıran bir şey vardı hasta numarası yapmakta. Hem böylelikle seyrettiği filmleri yaşamış oluyordu. Böyle durumlarda en ciddi itirazlar boğucu bir kuşkuculuğa sahip olan annesinden geliyordu; Ali’nin okula gitmemek için numara yaptığını, şımartılmak istediğini söylüyor, onu bencillik, sorumsuzluk, suistimalcilik ve benzeri şeylerle suçluyordu. İşin kötüsü, Ali’nin numaracılığı konusunda çoğu kez haklı olmakla birlikte, bunu diğerlerine anlatmakta güçlük çekiyordu. Ali, annesinin kendi yüzünden bu duruma düştüğünü biliyor, annesinin hem haklı, hem çaresiz olduğu böyle zamanlardaki yalnızlaşmasına acıyor, ama bir yandan bunu hak ettiğini düşünmekten kendini alamıyordu. Annesinin haklı çıkmalarında bile çirkin bir yan vardı. Ali’ye göre annesi haklı olmayı hak etmeyen bir kadındı.

Zaman zaman sahiden hastalandığı da oluyordu tabii. İşte bu gerçek hastalanmalarından birinde, gerçek sayıklamalar, gerçek yüksek ateş ve gerçek bir hummayla günlerce baygın yattı. Bazen bir an için gözlerini açıyor, çevresindekileri tanır gibi oluyor, hasta olduğunun bilincine varıyor, dile gelebildiği birkaç saniyelik zamanlarda su ya da ayran istiyor, sonra yeniden baygınlığına gömülüyordu.

O hummalı gecelerin birinde, birdenbire, gözlerini derin ve sakin bir uykudan uyanmış gibi, tazelenmiş bakışlarla açtı. Gecenin hayli ileri bir saati olmalıydı. Evdeki herkes uykudaydı. Salondaki duvar saatinin tiktaklarından başka hiçbir şey duyulmuyordu.

Uzak odalardaki halalarının karanlık solumaları, horultuları bile belli belirsiz duyuluyordu. Yatağında doğruldu. Ayağına terliklerini geçirdi. Odasından çıktı; salonu, ayvanı geçip avluya çıktı. Avludaki kuyunun başına vardı. Az yıldızlı bir geceydi. Görünen yıldızlar da usul fısıltılarla, sayıklar gibi kısık ışıklarla yanıp sönüyorlardı. Kuyunun ağzına kapatılan tahta kapağın üzerindeki taşı kaldırıp yere koyduktan sonra, tahta kapağı kulpundan tutup kaldırdı, usulca yere koydu. Birkaç yıldız kaçamak bakışlarla kuyunun dibindeki suyu ışıtıverdiler.

Dizlerinin üzerine çöküp, dirseklerini kuyunun ağzına dayayıp aşağıya, kuyunun içine eğildi Ali; kuyuda yaşadığına inandığı Kuyu Cini’ne seslendi. Kendini kötü durumda, yalnız, umutsuz, üzgün, hakkı yenmiş, birine içerlemiş, arkadaşına kızmış, dünyaya küsmüş olduğu zamanlarda yaptığı gibi kuyudaki cinle konuşmaya başladı.

Seninle konuşmaya geldim ey Kuyu Cini, dedi. Sesi nazlı çıkıyordu.

Kaç gündür hasta yatıyorum, biliyor musun? Konuşamıyorum, gözlerimi bile açamıyorum, kelimeleri dilimden koparıp almışlar sanki, niye ses vermiyorsun? Niye konuşmuyorsun? N’olur konuş benimle! Kimse konuşmuyor benimle. Herkes kendiyle, kendi içiyle konuşuyor. Yalnızım, küsüm, herkese küsüm, hastayım, belki öleceğim. Konuş benimle! Burnunu çekmeye başladı.

Dokunsalar ağlayacaktı.

Suyun yüzeyi ürperir gibi dalgalandı, ardından lacivert karası dalgacıklarla çalkalandı. Ve sonra derinlerden, tok ve güçlü bir ses duyuldu:

Yanına geliyorum Ali, dedi Kuyu Cini. Çekil kuyunun ağzından!

Ali, doğrulup geriledi. Gözlerini büyülenmiş gibi kuyunun ağzına dikerek beklemeye başladı. İlkin sarığı gözüktü kuyunun ağzında, sonra başı ve ardından birdenbire ortaya çıkıverdi. Kuyudan çıkan cinin üzerinden süzülen sular birkaç saniye içinde kuruyuverdiler. Daha önceleri fısıltılarla gizli gizli konuştuğu, kalbini açtığı Kuyu Cini’ni ilk kez karşısında böyle capcanlı görüyordu Ali. Çok heyecanlandı, kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı.

İlk kez görünmeyen bir şeyi görüyor, yoktan var olan biriyle konuşuyordu.

Kuyu Cini, Bu avlu senin için çok soğuk, hastalanabilirsin, dedi Ali’ye. Hadi yatağına dönelim. Seni yatağına yatırıp üzerini örteyim. Sonra da elini tutmak istedi. Ali ilkin çekindiyse de, tutukluğunu yenerek elini uzattı Kuyu Cini’ne. Yumuşak, güvenli, sıcaktı avucunun içi. Hayatı yeniler gibi tutuyordu elini Ali’nin.

Yeni uyanmış bir rüzgar gibi tutuyordu. Usul ve küçük adımlarla, avluyu, ayvanı, salonu geçerek Ali’nin odasına geldiler. Ali’yi yatağına yatırdı. Üzerini örtmeden önce, koynundan çıkardığı bir incir yaprağına, gene koynundan çıkardığı divit bir kalemle ince, sülüslü bir yazıyla dualar yazdı. Yaprağın üzerinde Ali’nin çok sevdiği Arapça yazılar ve büyüler vardı şimdi. Mahir elleri vardı Kuyu Cini’nin, ince uzun parmakları vardı, bileği kıvraktı. Ali, büyülenmiş gözlerle izliyordu onu. Üzerindeki yazıları incitmekten çekinircesine yaprağı üfleyerek göğsüne yerleştirdi Ali’nin.

Ilık, sağaltıcı bir soluğun tenini yumuşattığını hissetti Ali, ıhlamur gibi koktu göğsü. Güz bahçelerinin sükun ve huzurunu duydu içinde. Derin derin iç geçirdi.

Yaprağı, Ali’nin göğsüne yerleştirirken, dedi ki: Bu kuyunun ciniyim ben, seninle uzaktan akraba oluyoruz, seni koruyorum, seni saklıyorum, kalbinin derinliklerinde iyi bir çocuksun, içinde birkaç kişi birden yaşıyor, herkesin içinde birkaç kişi birden yaşamaz. Dünyada sanıldığından çok daha fazla insan var, ama bedenler az; bazı bedenlerde birkaç kişi birden oturuyor. Kendini bu yaprağa bırak, bu yaprağın senin teninde yaşamasına; bu yaprak göğsüne, tenine, oradan gövdene ve ruhuna yayılacak, sende biriken bütün hastalığı ve kötülüğü değiştirecek, sabahına hiçbir şeyin kalmayacak, taptaze gözlerle açacaksın gözlerini, yıkanmış gibi, uzun ve dinlendirici bir uykudan uyanmış gibi. Haydi şimdi yum gözlerini, bırak kendini yaprağın solumasına, bırak yaprak teninde kımıldasın; ruhunu, soluğunu, gücünü versin sana.

Ali sabahına öyle uyandı, taptaze gözlerle ve uzun ve dinlendirici bir uykudan uyanmış gibi. Gece neler olduğunu birden anımsayamadı, ama bir şeyler olmuştu, biri yeni uyandırılmış bir rüzgar gibi elinden tutmuştu, birkaç saniye sonra da tatlı bir heyecanla birlikte Kuyu Cini’nin anısı düşüverdi gözlerinin önüne.

Rüya görmüş olmalıydı. Onun söylediklerini bölük pörçük anımsamaya çalıştı. Kuyudan çıkan cini, gözlerinin önüne getirmeye çalıştı, daha çok masal filmlerinde seyrettiği, “Ali Baba ve Kırk Haramiler” gibi filmlerde seyrettiği cinlere benziyordu. Başında kocaman, gösterişli bir sarığı vardı, alacalı renkler taşıyan simli yeleğinin arasından kıllı ve esmer göğsü görülüyordu. Uzun ve geniş dalgalı bir şalvar vardı altında; beline kızıl, parlak bir atlastan kalın bir kuşak dolamıştı; sevimli ve ürkütücüydü. Birdenbire artık iyileştiğini hatırladı, yatağından fırlayıp evdekilere iyileştiğini haber vermeye ve gördüğü rüyayı anlatmaya karar verdi.

Tam yerinden doğrulup üzerindeki yorganı sıyıracakken, göğsünde bir hışıltı duydu. Bir şey kımıldar gibi olmuştu. Elini göğsüne soktu; pijamasının ve atletinin altında, kalın, etli, geniş bir incir yaprağı duruyordu. Yaprağı çıkarıp yakından baktı. Sıcaktan solmuştu, şimdiden kurumaya yüztutmuş damarlarının arasında, erimiş bir yazının, görünmez harflerin, belli belirsiz gölgeleri seçiliyordu yalnızca. Yaprağa derinliğini veren şeydi bu. Elinde yaprakla kalakaldı. Gözleri hayretle büyüdü. O anda hiç kimseye, hiçbir şey söylememesi gerektiğini anladı.

Avluya çıktığında, Ali’nin sarkıp düşmesinden korktukları için, kuyunun ağzındaki tahta kapağın üzerine konmuş olan ağır taşın yerinde durduğunu gördü.

Rüya sandığı gerçekle, gerçek sandığı rüya arasında kalakalmıştı.
Gözle görülmez rüyalar olmalı bunlar, dedi.
Belki de benim değil, yaprağın rüyasıydı bu.
Rüya da, yaprak da aynı dünya içinde yaşayabiliyorlardı demek.
Gözlerimiz bütün rüyaları birden göremiyordu.
Dün gece başına gelenler, ailesinde hiç kimsenin kabul etmeyeceği bir şeydi. Hele annesinin…

Ali kabul etti ve susmayı öğrendi.

Murathan Mungan
Üç Aynalı Kırk Oda

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version