Ana Sayfa Edebiyat AZİZ NESİN: HER İNSANIN BİR DELİLİĞİ VAR AMA HERKES KENDİ DELİLİĞİNİ GÖRMEZ

AZİZ NESİN: HER İNSANIN BİR DELİLİĞİ VAR AMA HERKES KENDİ DELİLİĞİNİ GÖRMEZ

SÜRGÜNDE ADAMA MENDİL ÇOK GEREKİYOR. İSTER GÖZYAŞINI SİL, İSTER BURNUNU!..

Bursa deyince insanın aklına, ipek, şeftali, kestane, bir de kaplıca gelir. Öbürlerinden geçtik, hiç olmazsa kaplıcaya gitmemeli miyiz?
İşte geldim, işte gidiyorum, Bursa’nın ünlü kaplıcalarını göremedim.
Eski battaniyeyi satmak için bütün bir gün araya araya bulamadığım Bitpazarı’nı öğrenmiştim. Ufak tefek alışveriş için Bitpazarı’nı boyladığım olurdu. “Alışveriş” sözgelişi… Yoksa, benim yaptığım “alışveriş”in yalnız verişi var, alışı yok…
Bitpazarı’nda yaşlıca bir eskiciyle tanıştım. Kısa zamanda arkadaş olduk. Kulakları çınlasın, kafası kafama pek uygun bir adamdı.
Bursa’da edindiğim en iyi iki üç arkadaştan biri de o eskicidir.

Arada başka bir konuya atlayayım. Bir zamanlar çok şık, çok güzel, genç bir hanımla arkadaş olmuştuk. Onunla ilk yada ikinci gezmemdi. Tünel’den Taksim’e doğru bir gittik, bir döndük. Girmek için sinemalara bakıyorduk. Yolda tanıdıklarla selamlaşıyorduk. O gün de karşıma pekçok tanıdık çıkmıştı.
Yanımdaki kadın,
– Ne kadar çok tanıdığınız var. Herkes size selam veriyor! demişti.
Bir kollarım kabardı. Şişine şişine,
– Tanırlar… dedim, beni herkes tanır.
– Ama, dedi, tanıdığınız, selamlaştığınız adamlar içinde, adama benzer bir adam yok!
Sanırım buyüzden güzel kadınla arkadaşlığımız uzun sürmemişti.
Güzel kadının dediği, bibakıma doğrudur. Onun adam anlayışıyla benimki birbirine uymuyordu.

Çok iyi arkadaş olduğumuz eskici, bana bir ikramda bulunabilmek için çırpınıyordu. Her insanın, hepimizin birer deliliğimiz vardır. Vardır da, herkes kendi deliliğini görmez, karşısındakinin deliliğini görür. Arkadaşım Bursalı eskicinin de çok sevimli bir deliliği vardı. Evde kalmış kızlar onu çok içlendirir, evlenmek için aradığı kadını bulamayan erkekler de onu çok üzerdi. Memlekete bu yolla hizmet etmek istiyordu. Kafası bu işe iyiden iyiye yatmıştı. Dişinden tırnağından biriktirdiği bikaç kuruşu bu uğurda harcamaya gönüllüydü. Şunu da söyleyeyim: Eskici arkadaşımın karısı, uzun hastalıklar çektikten sonra yeni ölmüştü. Bakılacak iki küçük çocuğu vardı. Kendisi de evlenmek istiyordu.

Arkadaşımın evlendirme bürosu açma düşüncesine delilik dedimse, bu, o zamana göre bir delilik sayılır. Bir zaman gelip de böyle büroların gerçekleşeceği ve yaygınlaşacağı kimin aklına gelirdi?
Ne zaman ona gitsem hep bu işten konuşurdu.
Bana ille de bir ikramda bulunmak, beni kaplıcaya götürmek istiyordu.
Bir evde kaldığımız arkadaş da bizimle geldi, üçümüz bigün kaplıcaya gittik. Benim elimde kocaman bir de çıkın vardı.
Bursa’da çamaşır yıkamak büyük bir dert olmuştu. Kirlileri çamaşırcıda yıkatacak para yoktu. Kiraladığımız evde de ne sıcak su, ne su kaynatacak kap, ne de çamaşır yıkayacak yer vardı.
Kaplıcalardan sıcak, kaynar kaynar sular fışkırırmış. Tanrım, herhalde bu suları, benim gibi sürgün olacak kullarını düşünmüş, yerden fışkırtmış. Garip kulu kirlilerini yıkasın diye… Hem yıkan, hem de sulardan şifa al!
Ben kaplıcaya, işte bu iki işi birden görmek için gitmiştim. Bisürü de çamaşır birikmiş… Hamarat bir çamaşırcı bir günde zor yıkar.
Sağdan, soldan da okuyup öğrenmiştim. Bursa kaplıcalarında “ültraviyole”, “enfraruj”, “X reyyon”, “vitamin”, “röntgen ışınları”, daha ne bileyim ben, herbişey varmış… Ben bu kaplıcaya herzaman gidemem. Bikez gitmişken, bunların hepsini birden, toptan almak istiyorum.

Hani kırk yılda bir plaja gidip de, bütün bir yaz alması gereken deniz ve güneş banyosunu bir günde almak isteyenler vardır. Güneşle deniz yarasın derken, derileri soyulur, başlarına güneş vurur da, günlerce, aylarca döşeklere serilirler… Ben de işte öyle, kaplıcanın bütün şifasını birden almak istiyorum. İnsan, bu enayiliği bilgisizliğinden değil, parasızlığından yapar. Üstelik ben, kaplıcanın bütün şifasını aldıktan başka, çamaşırlarımı da yıkayacağım…
Kaplıcaya girdik. Ortada büyük bir havuz var. Yanlarda da çeşmeli kurnalar… Havuza “aslanağzı” denilen mermer çeşmeden fokur fokur sular akıyor. Sulardan cıgara dumanı gibi buğular yükseliyor. Hamam kubbesindeki cam yuvarlardan kalem kalem giren ışınlar, havuz suyunda yansıyor.

Bu kaplıca suyunda kükürt varmış, kurşun varmış, gümüş varmış, fosfor varmış… Ne yokmuş?.. Herbişey varmış… Buraya koltuk değnekleriyle kötürüm gelenler, dans ede ede giderlermiş. Eh, ben artık kaplıcadan çıktım mı uçarım…
Eskici arkadaşımla sürgünlük arkadaşım havuza daldılar.

Ben bir kurnaya oturdum, kirli çamaşırlarımı yıkamaya başladım. Önce şu çoraplarla mendiller çıksın aradan… Çamaşır yıkarken kaplıcanın bütün şifalarını alırım. Sonra bir dalarım havuza, çıpıl çıpıl… Mermerlerin üstünde biraz daha dinlenirim. Sonra çıkarım.
Derimin gözeneklerinden ültraviyole midir, röntgen ışınları mıdır herneyse, bütün onların içime girdiğini sanıyorum. Ben iyice çamaşıra dalmışım. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.
Arkadaşlar,
– Biz çıkıyoruz, hadi sen de havuza gir! dediler.
Ben daha çorapları, mendilleri yıkamayı yeni bitirmiştim.
– Siz çıkın. Ben de şimdi gelirim. Bekleyin dışarda… dedim.
Ha babam iç çamaşırlarımı sabunluyorum, ha babam yatak çarşafını çitiliyorum. Biyandan da kendi kendime söyleniyorum.
– Ültraviyole… Fosfor… Kükürt… İks ışınları…
Yıka yıka bitmez. Dünyanın çamaşırı yığılmış. Sabun sürüp çitilerken, gayret gelsin diye, hırsla, bir çitiliyorum, bir,
– Ültraviyole… diyorum.
Çamaşırı bir sıkıyorum, bir,
– Kükürt, fosfor, iyot… diyorum.
Hamamcı geldi,
– Arkadaşlarınız sizi bekliyor… dedi.
– Az daha beklesinler. Şimdi geliyorum.
İşimi bir ayak önce bitireyim diye, çamaşıra iyice sıkıyı verdim. Bikez bitirsem çamaşır yıkamayı, havuza dalacağım. Ha babam, ha babam… Tepe gibi çamaşır…
Arkadaşlardan bir haber daha geldi. Haber geldikçe ben kendimi sıkıyorum:
– İks ışınları… ha gayret… gümüş var, iyot var… Haydi yavrum, ültraviyole!..
Şöyle gözlerimin karardığını, içimin geçtiğini biliyorum. Bayılmışım. Affedersiniz, çitilediğim kirli külota her nasıl yapışmışsam, bitürlü elimi açıp alamamışlar. Külot elimde, beni kargatulumba dışarı çıkarmışlar. Bayılsam değil ya, ölsem külotu bırakmam. Çektiğimiz yetmez gibi, bir de açıkta mı kalalım?
Gözümü açtım ki, başıma toplaşmışlar…
– Aman çamaşırlarım…
Güldüler.
– İşte elinde ya…
– Ya öbürleri?
Islak çamaşırlarımı getirdiler.
Bursa’da ancak bikez kaplıcaya gidebildim. Onda da ne havuza girebildim, ne aslan ağzında yıkanabildim. Çamaşırları bile, yarı kirli, ıslak, eve getirdim. Ültraviyole, röntgen ışını derken, az daha ölüyormuşum. Ama beş mendilimi iyicene, gıcır gıcır yıkamışım; sakız gibi olmuş…

İş mendilde… Sürgünde adama mendil çok gerekiyor. İster gözyaşını sil, ister burnunu…

Aziz Nesin
Bir Sürgünün Anıları
(Mendiller Sakız Gibi)

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version