“AŞK BİR MEYDAN SAVAŞIDIR!” YANLIŞ ANLAŞILAN SÖZCÜKLER – MİLAN KUNDERA

    Yirmi yıl süreyle annesini -zavallı, korumasına muhtaç zayıf bir yaratık- görmüştü karısında. Bu imge içinde çok derine kök salmıştı, üç günde söküp atamıyordu. Eve dönerken, vicdanı Franz’ı rahatsız etmeye başladı; kendisi çekip gittikten sonra Marie-Claude’un yıkılmış olmasından, onu büyük bir gönül yarası almış bulacağından korkuyordu. Bir hırsız gibi sessizce kapıyı açtı ve kendi odasına gitti. Bir an durdu, dinledi: Evet, evdeydi Marie-Claude. Bir an duraksadıktan sonra onunla her zamanki gibi merhabalaşmak üzere karısının odasına gitti.

    “Ne!” diye bağırdı kadın, yalancıktan şaşırmış gibi yaparak kaşlarını havaya kaldırdı. “Sen? Burada, ha?”

    “Başka nereye gidebilirim ki?” demek istedi Franz (gerçek bir şaşkınlıkla), ama bir şey demedi.

    “Şu işi açıkça konuşalım mı, ne dersin? Hiç zaman geçirmeden onun evine taşınmanda hiçbir sakınca yok bence.”

    Roma’ya gitmek üzere evden ayrıldığı gün, Franz ne yapacağına kesin olarak karar vermemişti. Eve döneceğini, Marie-Claude’u gereğinden fazla incitmemek için her şeyi dostça bir hava içinde konuşacaklarını düşünmüştü. Onun kendisini kılını bile kıpırdatmadan, soğuk bir sesle kapı dışarı edebileceği aklına bile gelmemişti.

    Bu, işleri kolaylaştırıyordu gerçi ama gene de bozum olmuştu. Bütün yaşamı boyunca onu incitmekten korkmuş, kendi isteğiyle insanı sersem eden tek eşlilik sıkıdüzenine uymuştu, şimdiyse aradan yirmi yıl geçtikten sonra, her şeyin boşuna olduğunu, bir yanlış anlama yüzünden düzinelerle kadından vazgeçtiğini öğreniyordu ansızın!

    O gün öğleden sonra dersini verdi ve oradan dosdoğru Sabina’ya gitti. Geceyi onda geçirip geçiremeyeceğini sormayı düşünüyordu. Zili çaldı ama kimse cevap vermedi. Gidip sokağın karşısındaki kafe’ye oturdu, gözlerini inatla Sabina’nın oturduğu eve dikti.

    Akşam oldu, ne yapacağını bilmiyordu. Tüm yaşamı boyunca yatağını tek Sabina’yla paylaşmıştı. Eve, Marie-Claude’un yanına gitse nerede yatacaktı acaba? Yan odadaki divanın üzerine bir yatak yapabilirdi elbette. Ama bu eksantrik davranış olmaktan öteye gider miydi? Kötü niyet işareti gibi görünmez miydi? Ne olursa olsun, onunla dost kalmak istiyordu canım! Gene de, karısıyla aynı yatağa girmek sözkonusu olamazdı. Onun kendisine alaycı bir sesle neden Sabina’nın yatağını yeğlemediğini soruşunu duyabiliyordu. Bir otelde oda tuttu.

    Ertesi gün, sabah, öğle ve akşam Sabina’nın zilini çaldı durdu.

    Daha ertesi gün kapıcıya başvurdu. Kapıcının bu konuda bilgisi yoktu, ev sahibiyle görüşmesini söyledi. Franz ev sahibine telefon etti ve iki gün önce Sabina’nın çıkacağını haber verdiğini öğrendi.

    Bunu izleyen birkaç gün boyunca, onu hala yerinde bulmayı umut ederek düzenli aralarla eve uğradı. Sonunda kapıyı açık bulduğu bir gün, tulumlar giymiş üç adamın mobilyaları ve tabloları dışarıya park edilmiş bir kamyona yüklemekte olduklarını gördü.

    Mobilyaları nereye götürdüklerini sordu onlara. Adamlar adresi açıklamamak için kesin emir aldıklarını söylediler.

    Bu gizli adresi öğrenmek üzere çıkarıp birkaç frank vermek üzereydi ki, birden bunu yapacak gücü kalmadığını hissetti. Acısı iyice kırmıştı belini. Hiçbir şey anlamıyordu, ne olup bittiği konusunda en ufak bir fikri yoktu; tek bildiği Sabina’yla tanıştığından beri böyle bir şeyler olmasını beklediğiydi. Olacak olmalıydı. Franz direnmeye çalışmadı.

    Kentin eski mahallelerinden birinde küçük bir apartman katı buldu kendine. Karısıyla kızının evde olmayacaklarını bildiği bir sıra, elbiselerini ve kitaplarının en önemlilerini almak üzere eski evine gitti. Marie-Claude’un yokluğunu hissedeceği hiçbir şeyi almamaya dikkat etti.

    Bir gün, bir kafe’nin camının gerisinde gördü onu. İki kadın arkadaşıyla birlikte oturuyordu. Durmadan ağız burun oynatmaya olan aşırı düşkünlüğünden dolayı zaten kırışıklıklarla çizgi çizgi olmuş yüzü gene kıpır kıpırdı. Kadınlar yaklaşmış onun söylediklerini dinliyor, durmadan kahkahalar atıyorlardı. Franz onlara kendisinden sözettiği duygusunu bir türlü üstünden atamadı. Franz’ın onunla yaşamaya karar verdiği gün Sabina’nın Cenevre’den çekip gittiğini biliyordu kuşkusuz. Ne komik bir hikaye, değil mi! Karısının arkadaşlarının alay konusu olmasına şuncacık şaşmadı Franz.

    Günün her saatinde Saint-Pierre Kilisesi’nin çanları duyulan yeni dairesine döndüğünde, mağazadan yeni yazı masasının gelmiş olduğunu gördü. Marie-Claude’la arkadaşlarını o an unuttu. Hatta bir an Sabina’yı bile unuttu. Yazı masasının başına oturdu. Bu masayı kendi eliyle seçtiğine memnundu. Yirmi yıl boyunca kendi seçmediği eşyalar arasında yaşamıştı. Her şeyi Marie-Claude seçmişti. İşte şimdi küçük bir çocuk olmaktan çıkmıştı; yaşamında ilk olarak kendi başınaydı. Ertesi gün bir kütüphane yaptırmak üzere marangozla görüştü. Kütüphanesinin planlarını çizip evinin neresine yerleştireceğini düşünerek günler geçirdi.

    Sonra öyle bir an geldi ki, büyük bir şaşkınlıkla çok da mutsuz olmadığını fark etti. Sabina’nın varlığı sandığından çok daha az önemliydi. Önemli olan, onun kendi yaşamında bıraktığı altın ayak iziydi, hiç kimsenin silemeyeceği sihirli ayak izi. Yaşamının ufkundan kaybolup gitmeden önce Franz’ın eline o Herkül süpürgesini tutuşturuvermişti Sabina; Franz da bunu eline alıp yaşamında horgördüğü her ne varsa süpürüp atmıştı. Ansızın gelen bir mutluluk, bir tamamlanmışlık duygusu, özgürlükten ve yeni bir yaşamdan kaynaklanan bir sevinç -Sabina’nın ona bıraktığı armağan-lar bunlardı işte.

    Aslında her zaman gerçek olmayanı gerçek olana yeğlemişti. Nasıl kendini öğrencilerle dolu bir anfide değil de gösteri yürüyüşlerinde iyi hissediyorsa (ki demin de söylediğim gibi bunlar tümüyle oyundu, rüyaydı), ‘görünmez tanrıça’ Sabina ile de, birlikte bütün dünyayı gezdiği ve hep kaybetmekten korktuğu Sabina ile olduğundan çok daha mutluydu. Sabina ona kendi başına yaşayan bir adamın beklenmedik özgürlüğünü sunmakla tepesine bir çekicilik halesi kondurmuştu. Kadınlara müthiş çekici gelmeye başladı ve öğrencilerden biri ona aşık oldu.

    İşte böylece inanılmayacak kadar kısa bir süre içinde yaşamının arka planı tümüyle değişti. Kısa bir süre öncesine kadar orta sınıfın yüksek gelir grubundan birinin oturabileceği bir apartman katında uşağı, karısı ve kızıyla birlikte oturuyordu; şimdiyse kentin eski mahallelerinden birinde, her gece öğrenci sevgilisi ile birlikte olduğu küçücük bir dairede. Sevgilisine, onu o otelden bu otele gezdirerek eşlik etmek zorunda değildi artık; onunla kendi dairesinde, başucu masasında kendi kitapları ve kül tablası duran kendi yatağında sevişebilirdi.

    İddiasız bir kızdı, fazla gösterişli de değildi ama Franz’a, Franz’ın çok yakın bir geçmişte Sabina’ya duyduğu hayranlık gibi bir hayranlık duyuyordu. Franz bundan hoşlanmamazlık etmedi. Sabina’yı gözlüklü bir öğrenciye değişmeyi için için bir çaptan düşme saydıysa bile, doğuştan iyi bir insan olduğundan kızı sevmeyi, ona yakınlık duymayı becerdi ve ona hiçbir yere aktarmak fırsatını bulamadığı bir baba sevgisi sundu. (Öyle ya, Marie-Anne her zaman için kızından çok Marie-Claude’un bir kopyası gibi davranmıştı.)

    Günün birinde karısını görmeye gitti. Ona yeniden evlenmek istediğini söyledi.

    Marie-Claude başını salladı.

    “Ama boşanmamız senin için ne fark eder ki! Bütün mal mülk sende kalsın.”

    “Mal mülk önemli değil benim için,” dedi kadın.

    “Peki, nedir önemli olan?”

    “Aşk,” dedi karısı gülümseyerek.

    “Aşk mı?” dedi Franz şaşkınlıkla.

    “Aşk bir meydan savaşıdır,” dedi Marie-Claude, gülümsemeyi sürdürerek. “Ve ben savaşı sürdürmek niyetindeyim. Sonuna kadar.”

    “Aşk bir meydan savaşı ha?” dedi Franz. “Eh, öyleyse benim savaşmaya niyetim yok,” dedi ve çıkıp gitti.

    Milan Kundera
    Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

    Yorum Yok

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz

    Exit mobile version