Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset AMİN MAALOUF: GEÇMİŞİN GEÇMİŞ OLMASI İÇİN, ZAMANIN GEÇMESİ YETMEZ

AMİN MAALOUF: GEÇMİŞİN GEÇMİŞ OLMASI İÇİN, ZAMANIN GEÇMESİ YETMEZ

“Her zaman kana susamış hükümdarlar, yağmacı zorbalar, yıkıcı istilalar, soykırımlar, katliamlar, toplumların kökünü kazımak için yapılan canavarca girişimler olduğunu görmek için birkaç tarih kitabı karıştırmak yeter.”

Yoldan Çıkmış Meşruiyetler

Afrika birliğinin savunucusu ve reisin ateşli bir hayranı olan -o kadar ki oğluna Cemal adını koymuştu- Ganalı Kwame Nkrumah Şubat 1966’da askeri bir darbeyle devrildi. Onun ardından sıra bağlantısızlar hareketinin simgesel figürü EndonezyalI Sukarno’ya geldi; o da 11 Mart 1966’da, iktidarı Amerika yanlısı General Suharto’ya bırakmak zorunda kaldı.

Son olarak da, sanki Nâsır tamamen yalnız kalsın diye, Arap liderler arasında geriye kalan son sadık müttefiki, Irak Devlet Başkanı Abdüsselam Arif 13 Nisan 1966 tarihinde, hiçbir zaman aydınlatılamayan koşullar altında öldü. Başkan ülkenin güneyini, Basra tarafını ziyaret ettiği sırada, helikopteri havada dönmeye başladı, besbelli bozulmuştu; derken, kapısı açıldı ve başkan düştü; alnını yere çarptı ve oracıkta can verdi.

Bu tuhaf kaza Nâsır için daha kötü bir zamanda meydana gelemezdi, zira şimdi artık güvenebileceği müttefiklerine her zamankinden daha çok ihtiyaç duyuyordu; çünkü bölgedeki siyasal manzarada, Baas Partisi ya da daha yakın tarihli Filistin Kurtuluş Örgütü gibi onun yetkesini yadsıyan hareket ve kişiler ortaya çıkmaya başlamıştı.

Mısır devlet başkanı, 1 Ocak 1965’te, o zamana dek tanınmayan bir Filistin örgütünün ilk askeri operasyonunu haber veren bildiri karşısında, bu eylemin yalnızca İsrail’e ya da Ürdün’e karşı değil, aynı zamanda kendisine karşı da yürütüldüğünü hemen anlamıştı. O ana dek, Filistinliler, bütün Arap halkları içinde, reisi en büyük coşkuyla destekleyen halktı. Yahudi devletinin kurulmasıyla evlerini terk etmek zorunda kalmışlardı, Arapların kazanacağı bir zaferle geri dönme hayalleri kuruyorlardı; bu bekleyiş içinde, aralarından birçoğu mülteci kamplarında yaşıyordu. Bütün umutlarını Nâsır’a bağlamışlardı.

Nâsır da her fırsatta “Siyonist düşman”ı eleştiriyor, Süveyş Bunalımı’nda İsrail’in yaşadığı başarısızlığı anımsatıyor ve gelecekte başka zaferler kazanacaklarına söz veriyordu. Filistinliler Mısır devlet başkanının gerçekleştirdiği ulusalcı seferberliğin, kazanmalarını sağlayacak tek yol olduğuna inanıyorlardı. Ama aralarından bazıları sabırsızlanmaya başlamıştı. Savaşlarının başka önceliklere kurban edildiğini, sürekli ertelendiğini görmekten bıkmışlardı. Nâsır İsrail’le savaşa girmekte acele etmediğini açıkça belli ediyordu. Onun öncelikle Arap birliğini hayata geçirmesi, öncelikle sosyalist ekonomiyi sağlamlaştırması, gerici rejimleri yıkması vb. gerekiyordu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün kurucuları Filistinlilerin savaşlarını kendilerinin, kendi ajandalarına göre yürütmeleri gerektiğini düşünüyorlardı; ilk bildirileri Arap liderlere karşı, özellikle de onlar arasında en çok öne çıkana, Nâsır’a karşı bir bağımsızlık -ve aynı zamanda güvensizlik- ilanı anlamını taşıyordu.

Bununla birlikte, kimi çevrelerden Nâsır için söylenen alaycı sözler yükselmeye başlamıştı. Ta 1956’dan beri, İsrail’e karşı verilecek bir savaşa hazırlanamamış mıydı daha? Sovyetlerden yeterince silah almamış mıydı? Uçakları, tankları, hatta denizaltıları yok muydu? On yılda ortak düşmana tek el ateş etmemiş olması ne tuhaftı!

Mısır devlet başkanı bu eleştirilere karşı duyarsız değildi. Her şey bir kenara, 1948’deki Arap bozgununa tepki vermek lekelenen onurlarını temizleme sözüyle iktidara geçmişti. Bu perspektifte insanlar onu göklere çıkarmışlardı. O da 1956’da, vaat ettiği zaferi sezdirmiş, halka yaptığı konuşmalarda sürekli olarak başka savaşların da verileceğini müjdelemişti; insanlar onu dinliyor, kendisine güveniyorlardı; hazır olmadan savaşa atılmasını istemiyorlardı ondan; ama manevi kredisi tükenmeyecek diye bir şey de yoktu. Hele başkaları İsrail’e karşı gerçekten silah kuşanırsa.

1 Ocak 1965’ten başlayarak gerçekleşen şey de bu oldu. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün operasyonları birbirini izliyor, bildirileri basma yansıyordu. Arap kamuoyunun en militan kesimi bu eylemleri alkışlıyordu; muhafazakâr monarşilerde de fedailerin kahramanlıkları övülüyor, durumdan yararlanılıp “birliklerini

Necef, Yafa ya da Celile yerine Yemen’e göndermeyi yeğleyen” Nâsır’ın asılsız sözleriyle karşılaştırılıyordu.

İsrail, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün saldırılarına sert karşılıklar vermeye başlayınca, Mısır devlet başkanının durumu daha içinden çıkılmaz bir hal aldı.

1966 yılının 11 Kasımını 12 Kasıma bağlayan gece, bir İsrail sınır devriyesi mayına çarptı; üç asker öldü, altısı da yaralandı. Filistin komandolarının -o sırada Ürdün Krallığı’na ait olan- Batı Şeria’daki Samu köyünden geldiklerine inanan İsrailliler, 13 Kasımda yoğun bir misilleme harekâtına başladılar. Ama orada fedailer yerine, Haşimi ordusundan bir müfrezeyle burun buruna geldiler; şiddetli bir çatışma izledi bunu, bir ara uçaklar bile devreye girdi; Kral Hüseyin’in on altı askeri ve harekâtı yöneten İsrailli albay öldürüldü; köyde, onlarca ev yıkıldı ve üç sivil de hayatını kaybetti.

İsrail’in bu hareketi, yalnızca İsrail ne yapsa kınamayı alışkanlık haline getiren Araplar, Sovyetler ve Bağlantısızlar tarafından değil, Arap âleminin Yahudi devletine karşı her zaman en az düşmanca tavır sergilemiş, en ılımlı rejimlerinden birinin istikrarsızlaştırmaya çalışıldığını anlamayan Amerikalılar da dahil olmak üzere, hemen hemen bütün dünya tarafından kınandı, en azından şiddetle eleştirildi.

İsrail’de bile, birçok insan harekâtın kötü planlandığını ve oldukça kötü biçimde gerçekleştirildiğini düşünüyordu. Eski genelkurmay başkanı, geleceğin savunma bakanı Moşe Dayan da fedailere para ve silah yardımı yapanın Suriye olduğunu herkes bilirken, neden Ürdün’e saldırıldı, diye soruyordu. Hedefin şaşırıldığı düşüncesini, çok geçmeden yetkililerin çoğu kabul etti, gelecek sefere “doğru kapı”yı çalacaklarına söz verdiler.

Gerçekten de, Golan’daki Suriye topçuları ile Celile’deki yerleşim yerlerinde konuşlanmış İsrail birlikleri arasında gün geçtikçe sıklaşan olaylar ve Filistinli militanlara destek olması nedeniyle, dikkatler gitgide daha çok Şam’a yöneliyordu. 7 Nisan 1967’de, küçük bir sınır çatışması Şam göklerinde bir hava çarpışmasına dönüştü. Altı Suriye uçağı düşürüldü.

Gelişen bütün bu olaylar Arap kamuoyunda gittikçe büyüyen bir yankı buluyordu; akıllarda hep aynı soru vardı: Nâsır ne yapıyor peki? Mısır ordusu ne yapıyor? İnsanlar bunu kendiliklerinden sormadığında, bazı medya organları devreye girerek Mısır reisinin Ürdünlüler ya da Suriyeliler gibi kendisine saldırılması tehlikesini göze alamadığını, “ürkek bir genç kız gibi Birleşmiş Milletler’in eteklerinin altına saklandığını” söylüyorlardı; Süveyş Savaşı’ndan beri, Gazze’ye ve boylu boyunca Mısır ile Yahudi devleti arasındaki sınıra yerleştirilen uluslararası gözlemcileri hedef alan bir anıştırmaydı bu; İsrailli birliklerin Sina’yı tahliye etmeleri bu koşulla sağlanmıştı ve Nâsır, o dönemki BM genel sekreteri İsveçli Dag Hammarskjöld’den, Kahire istediği anda gözlemcilerin çekileceği sözünü aldıktan sonra razı olmuştu orada bulunmalarına.

AMİN MAALOUF: ETNİK KIYIMLAR HEP EN GÜZEL BAHANELERE SIĞINILARAK GERÇEKLEŞTİRİLİR

Bu “ürkeklik” suçlaması o yıllarda Nâsır’ın hem sağdan hem soldan bütün rakipleri için bir nakarat halini almıştı. Ürdün, Suudi Arabistan ve İran monarşilerine -bunlar artık Mısır devlet başkanına bir “İslam paktı” halinde bir araya gelmişlerdi- bağlı Arap medyası, Nâsır’ın sözlerindeki militanlık ile sergilediği tutum arasındaki farklılığı vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Ama Şam resmi basınından da zehir zemberek değerlendirmeler geliyordu, Nâsır için “reis” yerine o zamana dek Batı yanlısı liderler için sarf edilen sözleri kullanmaktan çekinmiyorlardı artık; ödlekliğinden, kapitülasyonculuğundan dem vuruyorlar; altını çize çize, Suriye ordusu düşmanla boğaz boğaza gelmeye, onu ezmeye hazır ve kararlı biçimde cephede beklerken, Mısır ordusunu savaş alanından uzakta tutmakla suçluyorlardı onu.

Nâsır olan biteni soğukkanlılıkla değerlendiremiyordu. İş sadece sövgülerle ve yalancı pehlivanlıklarla kalsaydı, bunlara belki de katlanabilirdi. Ama bölgede gerilim artıyordu, postal sesleri duyuluyordu sürekli. Gerçekten askeri çatışmalara mı gidiliyordu? Düşmanlarının kendisinin hata yapmasını sağlamaya çalıştıklarını biliyor, Tel Aviv’in, Washington’ın, Londra’nın, Amman’ın, Riyad’ın ve bir o kadar da Şam’ın ya da Filistinlilerin silahlı hareketlerinin niyetlerinden kuşku duyuyordu; yakınlarıyla baş başa kaldığı zamanlarda kendisine açıkça tuzak kurmaya çalışıldığını ve bu tuzağa düşmeyeceğini söylüyordu.

Bununla birlikte, bir yandan gerilim artarken ve insanlar gerçekten de bir savaşa sürüklenirken, nasıl hiçbir şey olmuyormuş gibi davranabilirdi? Arap ulusunun bayraktarı, nasıl olurdu da öteki Arap orduları ortak düşmanla savaşa tutuşmuşken ordusunu uzakta tutardı?

12 Mayıs’ta, haber ajansları yüksek rütbeli bir İsrail askerinin açıklamalarını aktardı: Suriye fedaileri desteklemeyi sürdürürse, ülkesinin Suriye rejimini devirmeye karar verdiğini söylüyordu asker. Ertesi gün, henüz yalnızca küçük bir rol üstlenen Mısırlı bir adam, Parlamento Başkanı Enver Sedat Moğolistan’a ve Kuzey Kore’ye yaptığı sıradan bir dostluk gezisinden dönüşte, kısa bir süreliğine Moskova’ya uğradı. Kendisini nezaket gereği birkaç protokol memurunun karşılayacağını beklerken, karşısında SSCB’nirı üst düzey yetkililerini buldu; bu yetkililer onun çevresine toplanıp, istihbarat örgütlerinden İsraillilerin kuzey sınırlarına on beş tümen yığdığını öğrendiklerini ve Suriye’nin pek yakında, “en fazla on gün içinde” işgal edileceğini söylediler. Sedat Kahire’ye döner dönmez Nâsır’ın yanına koştu; ama Nâsır da Sovyet büyükelçisinden aynı haberi almıştı zaten.

Reis ordusunu Sina’ya yollamaktan başka seçenek kalmadığı sonucuna vardı, BM’den gözlemci askerlerini çekmesini istedi; BM de hiç itiraz etmeden bu isteğe uydu. Mısırlı askerler Gazze’de ve özellikle, Tiran Boğazı’nın ve Akabe Körfezi’ne ulaşımın denetim altında tutulmasını sağlayacak Şarmü’ş-Şeyh’te konuşlandılar; İsraillilerin Şahla yaptıkları gizli bir anlaşma gereği, gemiler yıllardır bu körfezden İsrail’e İran petrolü taşıyordu. Bu geçiş uluslararası güçlerin elinde olduğu sürece, Nâsır sesini çıkarmamıştı; kendi birlikleri oraya gittikten sonra, artık göz yumamazdı buna. Ya bu gidiş gelişi hoşgörecek ya da durduracaktı.

İki hafta öncesine kadar Tiran Boğazı’nın adını hiç işitmemiş Arap halkı şimdi onun kapanmasını istiyordu; reisi destekleyen medya organları da, ona karşı olanlar da, bu düşüncedeydi. Boğaz’ın kapatılmasının Mısır ile İsrail’i savaşa sürükleyeceğini artık herkes biliyordu; ama bu savaşı herkes istiyordu, bazıları Yahudi devletinin işini bitirmek için, bazıları da Nâsır’ın işini bitirmek için.

Reis, Suriye’nin çok yakında işgal edileceği haberini alınca, Suriye’nin yanında olduğunu göstermek, yardım önerisinde bulunmak, aynı zamanda da Sovyetlerin kendisine verdiği bilgilerin ciddiyetini yerinde öğrenmek için, çok güvendiği Genelkurmay Başkanı Muhammed Fevzi’yi Şam’a gönderdi.

Fevzi geri döndüğünde sakinleştirici bir Mısır deyişiyle özetledi ona durumu: “Ma-fiş hâce! ” “Hiçbir şey yok! ” “Nasıl olur? ” diye sordu reis. General şöyle yanıt verdi: “İsrailliler güçlerini sınıra yığmamış ve Suriyelilerde de öyle yakında işgal edileceklermiş gibi bir hava yok. ” Nâsır şaşırıp kalmıştı bu işe, ama geri adım atamazdı artık. Birlikleri Sina Yarımadasında savaş düzenine girmişti bile, Birleşmiş Milletler Barış Gücü askerleri çekip gitmişlerdi ve kamuoyunda gerilim durmadan artıyordu.

Nâsır da pek çok büyük konuşmacı gibi dinleyicilerinin ruh hallerine her zaman duyarlı olmuştu, özellikle de İsrail-Arap davasında; hatta çoğunlukla kendi retoriğinin tutsağı durumuna düşüyordu. 1967’nin o kavurucu günlerinde, kamuoyunun baskı altına alınamayacağı; halkın, adını haykırdığı kişiye tutumunu dayatacağı açıktı.

Nâsır, 22 Mayıs’ta, Tiran Boğazı’nın deniz seferlerine kapatıldığını duyurduğunda, bu, siyasi yaşamında daha önce hiç olmadığı kadar büyük bir yankı uyandırdı. Daha o gün, Mağrip’ten Irak’a, bütün Arap kentlerinde gösteriler yapılmaya başlandı. Durmadan aynı slogan atılıyordu: “Dün kanalı ulusallaştırdık, bugün de boğazı kapattık”. Şimdi bakınca, bu “biz” söylemi gülmemize neden olabilir; ama gerçek bir duyguyu yansıtıyordu o sıra. Arap halkları Nâsır’da kendilerini buluyorlar ve onun siyasal kararlarına, sanki onları kendileri belirlemişler gibi sahip çıkıyorlardı. Düşünüldüğünde, bu hem tamamen aldatıcı, hem de köküne kadar doğruydu.

Mısır devlet başkanı, o günlerde, gücünün doruğunda görünüyordu. Halklar hazırlanmakta olan savaşı ve o savaşı yürütecek önderi öyle benimsemişti ki, artık hiç kimse onun yoluna çıkamazdı. Bu konuda en akılda kalıcı tepkiyi, reisin başa geçişinden beri en kararlı rakibi olan Kral Hüseyin verdi. İki adam arasında, o zamana dek amansız bir mücadele vardı. Ama birden, 30 Mayıs’ta, sabahın erken saatlerinde, Haşimi hükümdarı özel uçağına atlayıp Kahire’nin yolunu tuttu ve eski düşmanına, yaklaşmakta olan savaş için, krallığının bütün kaynaklarını onun emrine verdiğini bildirdi. Şaşıran ve hâlâ ondan pek hoşlanmayan Nâsır’sa Mısırlı bir kurmay subayın Ürdün ordusunun başına geçmesini şart koştu. Hüseyin hiç itiraz etmeden bu şartı kabul etti.

Bu yüz seksen derecelik dönüş üstünde biraz durmamız gerek. “Küçük kral” ne bir hatip ne de bir laf cambazıydı, ayrıca ülkesinin bağımsızlığına canu gönülden bağlıydı. Üstelik İsrail devletinin amansız düşmanı da değildi, askeri intikam peşinde koşmuyordu; yaklaşık yarım yüzyıl sürecek olan bütün saltanatı boyunca, “Siyonist düşman”la ilişkiler konusundaki Arap tabularına uymayı da reddedecek, yabancı ülkelere yaptığı ziyaretlerde sık sık İsrailli yetkililerle görüşecekti; hatta, 1995’te, Kudüs’te, Yitshak Rabin’in cenazesinde bir konuşma yapıp onun aleyhine Kutsal Kent’i ele geçiren Rabin’e “dostum” diyecekti.

Amin Maalouf
Çivisi Çıkmış Dünya
Uygarlıklarımız Tükendiğinde
Çeviren: Orçun Türkay

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version