Ana Sayfa Sinema Film Tiyatro Her şeyin ötesinde özgürce konuşabilmek çabasıyla ve insan olma mücadelesi verenlere saygıyla…...

Her şeyin ötesinde özgürce konuşabilmek çabasıyla ve insan olma mücadelesi verenlere saygıyla… Sonbahar’ın İzinde… -1

30 hükümlünün öldürüldüğü  ‘Hayata Dönüş’ adlı operasyonunun yıldönümünde vizyona giren siyasi bir tutuklunun yaşadığı hesaplaşmayı anlatan “Sonbahar”  üzerine Yeni Sinema dergisi ve Birgün gazetesi yazarı, Sinema Tarihcisi  Zahit Atam’ın  sitemiz için kaleme aldığı 5 bölümlük yazının ilk bölüne bugün başlıyoruz.

Her şey 2000’de başladı. Avrupa Birliğine girmeye çalışan iktidar, milenyumu hapishaneleri “adam” etme kararıyla kutladı. Sokaklarda evsiz olarak yaşayan milyonlarca insanı unutup basın mensuplarına önce turistik bir gezi gibi F tiplerini gezdirdi. Gazetelerde boy boy fotoğraflarını yayınladı. Bu anlamda F Tipi cezaevlerine yapılan gezilerin ve basında yayınlanan fotoğrafların amacı “bu insanlara saldırmak falan istemiyoruz, koğuşlarda kalırken bunları kontrol edemiyoruz. Kendi aralarında çatışıyorlar, dışarıya bilgi sızdırıyorlar, hapisten örgüt yönetiyorlar…” gibi gerekçeler göstererek
ve
hapisteki örneğin İBDA-C örgüt liderinin bulunduğu yerden çıkanları örnek göstererek bunları adam etmeliyiz mesajını vermeyi amaçladılar. Sonuç olarak iş o kadar şirazesinden çıktı ki, hakikaten yüzsüzlüğün ve öfkeden insanlıktan çıkmış kişiliğin simgesi Engin Ardıç inanılmaz bir şeyi ileri sürdü; 1980’li yılların büyük keşfi birey olmaktan yola çıkarak, “birey olamayan zavallılar, bizzat bu nedenle F tiplerine karşı çıkıyorlar” diye veciz bir söz söyledi. Elbette basından bu insana karşı, bre cahil atıyorsun-tutuyorsun, ama bunun da bir sınırı olur diyeni çıkmadı. Ama genel olarak en azından bir dört yıldızlı otel odası imajı uyandırılıp F tipleri pazarlandı. Durumun komikliği şuradaydı, eğer koğuşlar bu kadar kötü durumdaysa, hizmet kalitesi yükseltilecekse, bu insanlar bizzat koğuşlarda örgüt baskısına maruz kalıyorlarsa, orada özgürlüğü ve kafa dinlemeyi niye istemesinler diye bir kuşku duyanda mı olmadı? Yani Türkiye’de hapislerde Cumhuriyetimizin tarihinin genel özellikleri dikkate alındığında mahkûmlar yalıtıldıklarında neler yapılabilirdi, bu konuda bir tartışma yapılması daha normal olmaz mıydı? Dahası bırakın hapishanedeki insanları, hadi bunların bir bölümü aslında gizli gizli F tiplerini istiyorlar, ancak örgütlerinin cezalandırmasından korkuyorlar, bu nedenle karşı çıkıyorlar diye üretilen devletin mantığından devam edelim. Peki, bu sürece karşı çıkan, dışarıdaki sivil insanların gösterilerine karşı polisimiz niçin bu kadar örgütlü, yoğun mesai harcayarak ve kelimenin gerçek anlamıyla hunharca saldırıyordu, niçin? Ben bu gösterilerden birinde canlı canlı bu saldırıya tanık oldum, hakikaten bir polisin gözüyle karşı karşıya geldim, harcadıkları insanüstü bir efordu, hakikaten normal bir insanda ben böylesi bakışlar görmedim, dahası bunca yıldır Türk Sineması üzerinde çalışıyorum, seyrettiğim binlerce Türk filminde de görmedim. İlginç bir insanlık kayboluşu diyebilirim. Pink Floyd’un Roger Waters ayrıldıktan sonra dağılışı ve yıllar sonra bir albüm çıkarışı aklıma geldi; “Momentary Lapse of Reason”, o yıllarda “Aklın Geçici Yokluğu (Belki de Tükenişi)” diye çevirmişlerdi, bu polislerin durumu da “Momentary Lapse of Humanly Feelings”, yani “İnsani Duyguların Geçici Olarak Tükenişi” olarak nitelenebilir. Bazıları diyebilir ki, bunlar emir kulu, ben de diyorum ki, bizim mücadelemiz kul olmamak içindir, kul muamelesi ise hiç görmemek içindir. Yalnızca bizim değil, hiç kimsenin. Herkes için emirsiz ve kulsuz ve özgür bir hayat dileyerek mücadeleye başlamıştık. Sonra biz dayak yerken o günlerde müdahale yapıldı; müdahale içinde bomba attılar, iş makineleri kullandılar, alev silahları kullandılar, çeşitli silahlarla ateş ettiler; bizim devletimizden beklenir bunlar.
[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=UHsKMYleWf8[/youtube]
Hayat nasıl kurtarılır? Youtubeye yüklenmiş bir video
Ama bir sinemacı olarak benim midemi bulandıran ve beni en çok çaresiz hissettireni bizzat medyadan geldi. Müdahalenin yapıldığı gün dayağımızı yemiş oturuyorduk, televizyonumuzu açmışız seyrediyoruz. Çeşitli görüntüler var; ancak bu sırada mahkûmlara ait olduğu iddia edilen bir telefon konuşması yayınlandı. Sinemacıyız ya, abicim kanıma dokundu. Bir sahne çekeceksin ve senin hiç gerçeklik duygun olmayacak, üstelik çekilen bu sahne bütün kanallarda defalarca ve gerçek diye oynatılacak. Sahne şu, müdahale sırasında içeriden yanmış ya da halen yanmakta olan insanlar çıkarılırken, mahkûmların hapishaneden hapishaneye yapıldığı söylenilen cep telefonu görüşmesine göre;
“Müdahale bekliyoruz, eğer müdahale olursa içinizden birisi kendisini yaksın” diyordu. Ama görüşme sürecinde ne bir parazit, ne bir heyecan, gayet sakin yazılmış bir metni okurmuş gibi, olağan bir emir veriliyormuş gibi, sanki yapılası olası bir müdahale (daha doğrusu saldırı) yokmuş gibi, gayet soğukkanlı bir şekilde tuhaf bir ses. Müdahale bekleyen bir mahkûmun psikolojisi yok, sesinde duygu yok, gayet sakin bir insanın kendisini eğer müdahale edilirse yaksın diye buyuruyor. Böylelikle içeriye atılan alev silahlarıyla yakılan mahkûmlar müdahaleyi yapanlarca değil, mahkûmların kendilerini yakması olarak kodlanmaya çalışılıyor. Üstelik bu hakikaten inandırıcılıktan yoksun sahne “gayet inandırıcıymış gibi-gerçekmiş gibi-bir yetkili şahsımızın milli bir görevdeki özel bir rolü değilmiş gibi” hiçbir yorum yapılmadan bütün kanallarda art arda veriliyor. Üstelik konuşmanın hepsi değil, sadece bu kısmı, yani kim kendini yaksın, niye yaksın, ya da bu kadar rahat konuşuyorlarsa, müdahaleye karşı nasıl direnecekleri üzerine fikir alışverişi yapsınlar, değil mi? Yok, “birisi kendini yaksın”. Bu mükemmel müdahalenin kamuoyunun hazırlanması süreciyle etkili dramatik bir sahneyle verilmesi Türkiye’de sinema tarihimizdeki etkili canlandırmalardan birisi olarak yer alıyor; örneğin bu tip canlandırmaları Can Dündar da öğrense iyi olurdu, ne o öyle, konuşma yok, minimum aksiyon, komik bir adamla canlandırma, hakikaten olmuyor. Bu ülkede yeri gelmişken söyleyeyim, hakikaten saçma sapan retorikli ve bir solcunun öyle yazacağına asla inanmadığım “siyasi örgüt dergilerinin” sosyalist partilerin ilçe binalarına postayla geldiğini biliyorum. Düpedüz “yetkili şahıslarımız, oturup uğraşıp yazıyor, sonra bunu bastırıyor, sonra da postayla yolluyor”, insan bunları görünce ne yapacağını bilemiyor, bir tür uzay yaratığının eserleri gibi metinler
Sonuç olarak bir devlet hizmeti olarak siyasi tutuklular tek kişilik odalarda kalacaklardı. İşte tam bu noktada yüzyılların bir geleneği, Osmanlı’dan miras alınan hücre tipleri Türkiye’nin gündemine bir kez daha girdi. İnsanların ne okuduklarına, ne yazdıklarına, insanların ne yediklerine, yazışmalarına karışma tacizlerine bir de insanın insan yüzü görmesini de sürekli olarak engelleyip tecrit etme de eklenince; insan insan olduğu için itiraz etmeye ve alnının akıyla direnmeye çalıştı.
[dailymotion]http://www.dailymotion.com/video/x77pav_sonbahar-film-fragman_shortfilms[/dailymotion]
Bu konuda siyasi tutuklular meselesinde ABD ve Avrupa’da öncülük etmiş ve 1960’lardan itibaren İngiltere, İspanya, Almanya… bunları uygulamıştı. Bizzat sinema tarihi bunları filmlere almıştır. Örneğin yakın geçmişte Almanya’dan Deney adlı film gerçek bir olay üzerine kuruluydu, Batı Almanya’da devlet gayet bilimsel bir deney yapmış, hapishane ortamını bilgisayarda simüle etmek yerine dışarıda yaşayan insanları deney yapmak üzere ilanla bir araya getirmiş, sonra da hapishanede bu insanlara çeşitli görevler vererek toplamıştı. Etrafa kameralar yerleştirmiş, katılanlara bunun bir deney olduğu anlatılmış, üstelik deneye katıldıkları için üste bu adamlara biraz para da verilmişti. Sonuç olarak, burası çok ilginç, deney bir profesörün kontrolünde yapılıyordu. Profesör olup bitenleri izledikten, elbette ki an be an izledikten sonra, deney bitmeden deneklere müdahale edilmiş, sonuç bir rapor olarak üst ve etkin makamlara bildirilmişti. Bu arada sevgili profesörümüz insanlığını biraz hatırlayıp, deney raporuna bir not düşmüştü; “bir daha böyle deneylerin yapılmamasını isterim ve umarım”. Batı kapitalizmi ve modern demokrasinin ilginç tezahürleri, batılı dünyanın bilimsellik merakı sadece ahlak tanımıyor, atalarından olan faşist iktidarlar döneminde de gayet bilimsel, fakat kesinlikle ahlaki olmayan epeyce deney yapılmıştı. Burası ilginç bilim ahlak olmadan yapılmıyor, ahlakın sınırladığı gayet bilimsel olarak yapılabilecek deneyler vardır. Ancak ahlaki ve insani olmadıkları için, bunların önemli bir kısmının sadece insanlar üzerinde değil, hayvanlar üzerinde de yapılmaması gerekir; hayvan hakları diye bir şey var çünkü. Bu denemelerin sonuçlarından birisi de insanın insan yüzü görmemesi, görüşün tecrit edilmesi, psikiyatri biliminin verilerine göre insanın varoluşuna aykırı, çünkü insan olarak toplumsal olmakla yazgılıyız, insanın tecrit edilmesi fizyolojik olarak da ruhsal olarak da insanı yıkar. Bir insanın psikiyatrik olarak sorunlu olmasına neden olacak zorlamalar, koşullar ve baskı biçimleri hangi iktidar tarafından yapılırsa yapılsın, hangi mahkûma yapılırsa insan, hangi “caniye” yapılırsa yapılsın, insanlık dışıdır. Devletin devlete benzeyeninin hukuku olur, hukukun somutlanırken nirengi noktası yasalardır, yasaların ise bir ruhu olduğu, bir ahlakı olduğu, insanları eşit olarak görmesi gerektiği, eşitlik tanımayan yasaların evrimi sürecinde gittikçe eşitlik yönüne nasıl aktığı gibi hususlar Montesqiue’nun Yasaların Ruhu adlı kitabından itibaren araştırılıyor.

Sonbahar’ın izinde… -2  (devamı)>>

Zahit ATAM
Sinema Tarihçisi
Yeni İnsan yeni SİNEMA dergisi
Yayın Kurulu üyesi ve yazarı

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version