Yaşar Kemal: Ben, Abdale Zeynikenin destanlar söyleyerek onurlandırdığı bir evdendim

168

Bir gün köye bir çerçi geldi. Köylü kadınlara istediklerini borca veriyor, bir deftere de yazıyordu. Sanırsam sekiz yaşındaydım. Çerçiye sordum, bu yaptığın ne, diye. Yazı olduğunu, sonra okuyup unutmayacağını söyledi. Bu sıralar ben bölgedeki halk şairleri gibi şiirler söylemeye başlamıştım.

Anam buna karşı koyuyordu. Evin övüncü de büyük Kürt Halk Şairi, destancısı Abdele Zeynikenin Vanda bizim eve gelip destan söylemesiydi. Bütün ev diline pelesenk etmişti. “Bu ev Abdale Zeynikenin destan söylediği evdir.” Benim gözümde Abdale Zeynike bir ermiş olmuş çıkmıştı. Öyleyse anam öyle bir ermişin yoluna giden oğluna niçin izin vermiyordu? Bu övündükleri adamın? Eve gelen Kürt destancılar da çoğunlukla Abdale Zeynikeden söylüyorlardı. Abdale Zeynikenin yaşamı da efsanelere karışmıştı. Her eve gelen, destancı Abdale Zeynikenin yaşamı üstüne bir efsane getiriyordu. Ben, hiç kimseyi dinlemediğim gibi, anamı da dinlemiyordum. Şair ünüm gittikçe yakın köylere yayılıyor, durmadan da genişliyordu. Çıkardığım türküler “Aşık Kemal” adıyla dillere düşmüştü. Bir gün köye Toroslardan iki gözden de yoksun Aşık Ali geldi. Onunla bir gece sabaha kadar çakıştık. Aşık beni sevdi. “Sen bu yaşta bu kadarsan sonunda Karacaoğlan gibi olacaksın,” dedi. Bu beni çok mutlu etti. Büyük bir ustadan izin çıkmıştı.

Babamın bir koruyucusu vardı, Zalanın oğlu. Babam öldükten sonra Zalanın oğlu Toroslarda ünlü bir eşkıya oldu. Bazı geceler bizim eve geldikçe bana armağanlar getirirdi. Sanırsam amcama da iki öküz, birkaç inek parası vermişti. Hep beş eşkıyayla birlikte gelirdi eve. Yumuşak, tatlı, güzel yüzlü bir adamdı. Ben, hep onun nasıl adam öldürdüğüne şaşardım. Bir gün, ben adam öldürmedim, dedi. Onlar kendi kendilerini öldürdüler. Bu sözün ne anlama geldiği üstünde uzun bir süre düşündüm. İşte bu Zalanın oğlunu bir gün Toroslarda candarmalar çevirdiler ve beş kişisiyle birlikte öldürdüler. Ben acı haberi alır almaz uzun bir ağıt yaktım onun için. Anama da söyledim. Anam ilk olaraktan benim bu türkümü sevdi ve ses çıkarmadı. Onu yenmiştim. O kadar coşkuluydum ki, sabahleyin uyanınca ağıdı baştan sona unuttuğumu anladım. Artık dokuzundaydım ve artık ünüm kasaba topraklarının dışına da taşmış, köye beni görmeye aşıklar gelir olmuşlardı. Bizim Mehmet de köye bir saat uzaklıktaki Burhanlı köyü ilkokuluna başlamıştı. O köyde onun ablası vardı ve yerleşmiş zengin bir Yörükle evlenmişti. Bir sabah Mehmetle, salla Ceyhan ırmağını geçerek Burhanlı köyüne doğru yola revan olduk. Artık okula yazılacak, üç ayda okur yazar olacak, bir daha da söylediklerimi unutmayacaktım. Bizim köyde hiç okur yazar yoktu. Köyün imamı Fettah Hoca bile yazı yazamıyordu.

Burhanlı köyü öğretmeni Ali Rıza Beydi. Mehmetle huzuruna çıktık. Ben, dedim okumaya geldim. Olur, dedi öğretmen. Ama senin ayakkabın, kafa kağıdın var mı? Yok. Kalem defter? O da yok… Giyitler yırtık pırtık… Ben başladım, ben dedim, üç ayda okur yazar olur, sana fazla zahmet vermem. Yemini billah ettim ki, üç aydan çok başına bela olmayacağım. Adamla uzun bir tartışma… Öğretmen bana kafa kağıdının gerekirliğini, ayakkabısız olmayacağının sebebini bir türlü anlatamıyordu. Sonunda bana yirmi beş kuruş verdi, git dedi, kendine defter kalem al. Beni de bir sınıfa soktu. Bir de Alfabe verdi. Alfabede nar resimleri vardı. Ömrümde, daha öyle şiirli bir büyüye rastlamadım. O gün bütün defteri karaladım. Ne kadar harf varsa hepsini durmadan yazdım. Bir de sanki alfabede nardan başka resim yokmuş gibi hep nar resmi çizdim. Akşama defterde karalanmadık hiçbir yer kalmamıştı. Defterimi koltuğuma alarak eve döndük Mehmetle. Bu, büyük bir utkunun coşkulu sevinciydi. O gece sabaha kadar, evde, öteki evlerde, ne kadar kağıt bulmuşsam, Mehmedin defteri de içinde, doldurdum. Dünyanın en iyi insanlarından birisi olan amcam o gün beni okula göndermedi, birlikte kasabaya gittik. Orada bana beş tane defter, kalemi de bitirmiştim, bir düzine de kalem aldı. Ayakkabıcıdan çok güzel bir ayakkabı seçti. Bir de şalvar, gömlek, bir de okul kasketi…

Üç ay sonra artık gazete bile okuyor, dağlara taşlara, bulduğum kağıtlara, duvarlara yazılar yazıyordum. Benimle birlikte köy de bir yazma çılgınlığı yaşıyordu. Bir sabah öğretmenin karşısındaydım. Ona çok çok teşekkür ediyordum. Okur yazar olmuştum, sözümde durmalı, okuldan ayrılmalıydım. Bu sefer öğretmen beni göndermek istemiyordu. Ben bir yandan diretiyor, o, öbür yandan diretiyordu. Öğretmene minnettarlık borcum vardı, ister istemez onun istediğini yaptım, okulda kaldım. İkinci yıl da kasabaya, orada akrabalarım vardı, gittim ve ilkokulu orada sürdürdüm. Kadirli kasabasına kadar ünüm gitmişti. Sınıfımda benden daha ünlü bir şair Aşık Mecit vardı. Aşık Mecit üstelik çok güzel saz çalıyordu. O yaşta bir Karacaoğlan, bir Dadaloğlu gibi olgun şiirler söylüyordu. Bugün bile ben onun şiirlerinin büyüsüne şaşıyorum. Küçücük bir çocuk bu kadar güzel şiirleri nasıl yazar, diye düşünüyorum. İster istemez ben Aşık Mecidin çıraklığını kabul ettim. Çok arkadaştık. Bana da saz çalmayı öğretmeye çalışıyordu. Aşık Mecit ne yazık ki ilkokul beşteyken öldü ve babamın ölümünden sonra en büyük acımla karşılaştım. Bütün bir yıl, nasıl olur, nasıl olur, diye söylendim durdum. Onun üstüne çok ağıtlar yaktım, duyanı ağlatan.

İlkokul son sınıftayken yukarı Toroslardan ünlü destancı Aşık Rahmi geldi. Uzun boylu, çok yakışıklı, güzel giyinen birisiydi. Bir gece beni onun karşısına çıkardılar. O gece oraya öğretmenim şair Abdullah Zeki Çukurova da geldi. Büyük bir kavga adamı, bir folklorcuydu. Biz Aşık Rahmiyle gene sabaha kadar çakıştık. Aşık Rahmi bana küçük bir saz armağan etti sabahleyin. Öğretmenim öğrencisiyle çok övündü. Beni neredeyse kutsadı. O gün Aşık Rahmi bana bir öneride bulundu. Ben ilkokulu bitirince onun köyüne gidecek, onunla birlikte bütün Anadoluyu dolaşarak köy köy, kasaba kasaba destanlar, türküler söyleyecektik. Benim Karacaoğlan gibi bir aşık olacağımdan hiç kuşkusu yoktu.

İlkokul bitti, diplomamı aldım. Önümde iki yol vardı, ya Adanaya ortaokula gidecek, ya da Aşık Rahmiye doğru dağların yolunu tutacaktım. Bu ikircik bir ay kadar sürdü. Uykusuz geceler geçirdim. Sonunda ortaokula gitmeyi yeğledim. Ama nasıl gidecektim, hangi parayla? Ev, birkaç yıldan beri kasabaya taşınmıştı, yıkık bir evde oturuyorduk. Amcam bir Ağanın yarıcısı olmuştu. O günlerde bütün aile sıtmadan yatıyordu. Bu durumu bilen öğretmenim Abdullah Zeki Çukurova, ben ortaokula gidebileyim diye kasabanın zenginlerinden benim için para toplamış, bu parayla giyit, ayakkabı almışlar. Ortaokul ve liseyi yatılı bitirtecek kadar da parayı bir köşeye koymuşlar. Parayı vermek için öğretmenim beni arıyor, bense ele geçmiyordum. Evi de bıraktım, bir köye sığındım. Öğretmenle karşılaşırsam, onu kırmamak için, parayı almak zorunda kalacaktım. Oysa ben, Abdale Zeynikenin destanlar söylediği bir evdendim. Böyle bir parayı nasıl kabul edebilirim! Ama hiç de param yok. Adanaya nasıl gidebileceğim? Amcama söyledim bunu. O da parayı alma, dedi. Çünkü biz, Abdale Zeynikenin diz çöküp destanlar söyleyecek kadar onurladığı bir eviz. Evde bir tosunumuz kalmıştı. Amcam bunu al da sat ve Adanaya git, dedi, mademki istiyorsun o kadar okumayı. Yazları yanında kunduracılık yaptığım Pehlivan Mustafa Usta vardı. Tosunu ona beş liraya sattım. Abdullah Zeki benim tosunu sattığımı, bu parayla Adanaya gideceğimi duymuş, beni otobüse binerken yakalamak için tuzağını kurmuştu. Ben de bunu duydum, o sabah erkenden kalktım yola düştüm. Adanayla Kadirli arası yüz beş kilometre. O yolu yürümeye başladım. Bir gece Adanaya ulaştım ama ayaklarım şişmişti. Kendimi demiryolu istasyonunda buldum. İlk olarak elektrik görüyordum. Bir elektrik direğinin dibine oturup dinlendim. Şimdiye kadar bu gür ışığa şaşırdığım gibi hiçbir şeye şaşırmamıştım. Oradan kalktım ırmak boyunca şehrin içinde yürüdüm. Bir sinemaya geldim, “Mücrim Çocuk,” diye bir film oynuyordu, hiç de film görmemiştim. Gece yarısına kadar filmi seyrettim. Sonra, iyice anımsayamıyorum, o gece bir yerlerde uyudum.

Bundan sonrası uzun bir macera. Adanada o yaz bir fabrikaya girdim. Bu Belçikalıların kurduğu bir çırçır fabrikasıydı. Çocuklar da çalışıyorlardı. Fabrikanın müdürü Aslan Bey almıştı beni oraya. Hiç kimseden herhangi bir yardım kabul etmediğimi biliyordu. Çerkez asıllı, Kafkasyalı eski bir subaydı. O yaz orada çalıştım. Kendime bir giyit, ayakkabılar ve bir de ortaokul kasketi aldım. Giyinmiş kuşanmış eve döndüm. Ondan sonra da ortaokula başladım. Yatacak yerim yoktu, fabrika müdürü Aslan Bey bana yatacak yer verdi fabrikada. Geceleri fabrikada çalışıyor, sonra da derslerimi yapıyor, fabrikadan her gün ortaokula gidiyordum. Aslan Bey, bana, bir çocuğa değil de saygıdeğer bir insana gösterilen saygıyı gösteriyordu. Hiç kimseden hiçbir yardım kabul etmediğimi biliyordu. Böyle bir çocuk, bu Kafkasyalı insan için değerliydi. Beni fabrikaya almasını Aslan Beye öneren kişi, Adananın fabrikatörlerinden, anası bizim kasabadan olan İbrahim Burduroğluydu. O da bana evinde kalarak okuyabileceğimi önermiş, onun da bu önerisini kabul etmemiştim. İbrahim Burduroğlu babamın dostlarındandı. Çok da cömert bir adamdı.

Benim için kasabalılardan toplanan paraya gelince, kasabanın Belediye Başkanı ben okulun birinci sınıfında iken bu parayı alıp bana geldi. Beni lüks bir lokantaya yemeye götürdü. Parayı alayım, diye bana diller döktü, kabul etmedim. Sonra o parayı fakir bir göçmen çocuğu arkadaşıma verdiler. O da o parayla okudu. Sonra da Üniversiteyi bitirdi. Belediye Başkanının adı Hakkı Çözeliydi. Çok iyi giyinen yakışıklı bir adamdı. Belediye Başkanlığına terzilikten gelmişti. Kasabada benim için toplanan bu para olayını daha anımsayan bir kişi de Fehmi Gürkan adında kasabanın soylularından bir zengindi. Sonradan ben sosyalist savaşıma girdiğimde, hiçbir kasaba soylusu, zengini benimle konuşmazken, Fehmi Gürkan bana eski dostluğunu her zaman gösterdi. Benim de her kasabaya gidişimde hala ilk aradığım insan bu soylu kişidir. Daha da, bir çocuğun bu direnişine şaşar.

Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor – Alain Bosquet

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz