Yabancılaşma ve yabancılaşmaya dair düşünsel yaklaşımlar

Yabancılaşma terimi ilk kez Hegel, Tinin Görüngübilimi (1807) adlı yapıtında, “saltık” aracılığıyla kavranmamış insan yaşamının kolaylıkla doğaya yabancılaşacağını vurgulamak üzere kullanır ve  yabancılaşmayı ontolojik bir olgu olarak değerlendirir.  Marx ise, insanin yaşadığı ilk yabancılaşmanın doğanın kendisine karşı olduğunu “öteki” ile olan bu ilk mucadeleyi insanın kazandığını, ancak bu mücadele sırasında kullandığı silahlar (ilim, bilim, kultur, teknoloji vs.) ikinci ve daha tehlikeli bir yabancılaşmanın önünü actığını belirtir ve şöyle devam eder; kapitalizm insan ilişkilerini pazar ilişkilerine dönüştürdüğü ve dolayısıyla, insanlar, insani nitelikleriyle değil de, pazardaki yer ya da statüleriyle değerlendirildikleri için, başka insanlara da yabancılaştığını söyler ve dört ayrı yabancılaşma türünden söz eder.  Özelikle üzerinde durduğu emeğe yabancılaşmaya  kabaca; Nike ayakabı fabrikasında çalışan bir işçinin 15 dakikada ürettiği bir ayakkabıyı satın alabilmesi için bir kaç  ay orada çalışması gerekliliği durumunu örnek olarak verebilir.

Kavramsal Açıdan  Yabancılaşma
1 – Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran. başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişm.
2- Daha özel olarak da, psikiyatride, normalden sapma.
3- Çağdaş psikoloji ve sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissi.
4- Felsefede, yabancılaşma, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma .
5- Yabancılaşma daha özel olarak ve benliğe yabancılaşma anlamında, benin kendi özünden uzaklaşmasıyla, kendisine ve eylemlerine nesnel bir biçimde, sanki bir ustanın elinden çıkmış bir nesneye bakarcasına yaklaşmasıyla belirlenen bilinç haline karşılık gelir. Buna göre, yabancılaşma, kişinin kendi beniyle ya da zihin halleriyle, kendisi arasına duygusal bakımdan mesafe bırakması durumunu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendinden kopma hali.

Yabancılaşma, kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumudur. insana özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, insandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yöneten şeylerin, cansız nesnelerin özellikleri, ilişkileri ve eylemlerine dönüştürme süreci olarak tanımlanır.

Yabancılaşmaya farklı düşünsel bakışlar

Bir kimsenin kendi emeğinin ürünlerinden aşırı biçimde kopması; genellikle yaşamın aslında çekici ve değerli olabilecek kimi yönlerinden açıkça nefret etmeyle ya da bunlara kayıtsız kalmayla sonuçlanan toplumsallıktan ayrı düşme. Terimi ilk kez Hegel, Tinin Görüngübilimi (1807) adlı yapıtında, “saltık” aracılığıyla kavranmamış insan yaşamının kolaylıkla doğaya yabancılaşacağını vurgulamak üzere kullanır. Tinin Görüngübilim yabancılaşma konusunu işlerken Hegel’in asıl ereği, Hıristiyan kültürünün Antik Yunan kültüründen çıkışının “tinin öz-yabancılaşması”, çağcıllığın (modernliğin) ise bu yabancılaşmayı aşma süreci olduğunu göstermektir. Hegel’e göre yabancılaşmayı en iyi “mutsuz bilinç” örnekler. Ancak mutsuz bilinç, toplumsal sürecin yalnızca öz-bilinç düzeyinde ifade edilmesidir.

Bireysel öz-bilincin derinleşerek gelişmesi , her bir kişinin kendi başına değerli olmasını ve bu değere saygı duyan bir toplumsal düzenin doğmasını sağlamıştır. Hegel, din alanında Lutherci reformları, siyaset alanındaysa Fransız Devrimi’ ni yabancılaşmanın olumlu bir yöne evrilmesinin örnekleri sayar.

Feuerbach ise insanın kendine özgü etkinliğinden aşırı biçimde koparılmasından doğacak tehlikeleri vurgularken yabancılaşma kavramından söz açar. Hegel’in yabancılaşma kavramını Feuerbach din eleştirisinde kullanır. Feuerbach’a göre tanrı düşüncesinin, kendi insan özü düşüncemizden öte bir anlamı yoktur. Din, insanın kendine yabancılaşması, insanın kendi kendisinden kopmasıdır. Feuerbach’ın dinsel yabancılaşma eleştirisi, aynı zamanda dinin yol açtığı ahlaksal ve toplumsal sorunları çözümlemeyi de amaçlar,

Marx ise bir adım daha ileri giderek, kapitalist toplum koşulları altında bir işçinin öteki işçilerle, emeğinin ürünleriyle, hafta kendisiyle anlamlı bir ilişki içinde yaşamasının olanaksız olmasını yabancılaşma terimiyle anlatır. Mara çağcıl (modern) kapitalizmde gördüğü biçimiyle insanın toplumsal özünü, pratik yabancılaşmanın bir biçimi olarak betimler. İşçinin kendi emeğine yabancılaşması, çalışma etkinliğine yabancılaşması, insancıl özüne yabancılaşması, öteki insanlara yabancılaşması olmak üzere dört ayrı türden yabancılaşma belirler. Tıpkı Hegel gibi Marx’ da yabancılaşmayı gelişim sürecinin bir evresi olarak görür. Ne var ki Marx hem Hegel’ den hem de Feuerbach ile Bruno Bauer’ in öncülüğünü yaptığı Genç Hegelcilerin yabancılaşma anlayışından önemli ölçüde ayrılır. Marx’a göre Hegel, yabancılaşmanın özünü belli türden bir bilincin merkezine koyarak, düşünceleri değiştirdikten sonra toplumsal dünyanın değişeceğini savunur. Oysa yabancılaşma toplumsal dünyanın nedeni değil sonucudur; aslolan ilkin bu yabancılaşmış dünyayı değiştirmektir.

Aslında birbirleriyle uyum içinde, yerli yerinde duran şeylerin birbirinden ayrılmasını, koparılmasını, ufalanmasının niteleyen her türden toplumsal ya da ruhbilimsel kötülüğün adı olarak yabancılaşma XX. yüzyıl toplum kuramlarının ve eleştirilerinin kilit kavramıdır. Karşılıklı etkilenime ve anlayışa izin verilmeyen ortamlarda insanlar birbirlerine yabancılaşır; siyasal odaklardan koparılan ya da bunlar karşısında güçsüz bırakılan yurttaşlar da siyasal yabancılaşmaya uğrarlar.

Yabancılaşmanın ‘güçsüzlük’ ya da iktidarsızlık’ boyutu, insanların toplumsal çevrelerini etkileyememeleriyle ilgili duygularını, kaderlerinin kendi denetimleri altında olmayıp, dış güçler, başkaları ya da kurumsal düzenlemeler tarafından belirlendiği hislerini ifade ederken, ‘anlamsızlık’, değerli sayılan hedeflere ulaşabilmek için, meşru olmayan yollara gerek olduğu duygusunu, genel olarak yaşamda, özel olarak da belirli bir eylem alanında, örneğin kişisel ilişkilerde anlam ya da amaçlılık bulamama halini ortaya koyar.

Yine, yabancılaşmanın yalıtlanmayla ilgili boyutu, insanların toplumun norm ve değerlerinden uzaklaşmış ya da kopmuş oldukları hissine kapıldıkları, toplumsal ilişkilerde dışlanmışlık ya da yalnızlık duydukları zaman ortaya çıkar. Öte yandan, yabancılaşmanın ‘normsuzluk’la ilgili boyutu, kabul görmüş ve gelenekselleşmiş davranış kalıplarına uyamama ya da bağlanamamayı ifade ederken; yabancılaşmada, kendinden uzaklaşma, kişinin psikolojik bakımdan ödüllendirici olan etkinlikler bulamamasıyla ilgilidir.

Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri giden yabancılaşma düşüncesi, en açık ifadesini Hegel‘de bulur. Yabancılaşmayı ontolojik bir olgu olarak değerlendiren Hegel’e göre, yabancılaşma aynı insanın, özne, yani kendini gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan ve nesne, yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonucu olup, insanın kendi yaratılan (dil, bilim, sanat, vb,) ona yabancı nesneler haline geldiği zaman ortaya çıkar.

Hegel’den çok gelmiş olan ‘maddeci Alman filozofu Feuerbach ise, yabancılaş­manın kaynağını din kurumunda bulmuştur. Tanrı’nın kendi kendisine yabancılaşmış insan olduğunu savunan Feuerbach’ın gözünde Tanrı, insanın özünün mutlaklaştırılması ve insanın kendisinden uzaklaştırılmasıdır. Yani, ona göre, insan kendi özünden, daha yüksek, hayali ve yabancı bir varlık yarattığı, onu kendi üstüne koyduğu ve karşısında kendisini köleleştirdiğinde, kendi kendisine yabancılaşır.

Yabancılaşma kavramı, Marx’in teorisinin özellikle başlangıç evresinde belirgin bir önceliğe ve öneme sahiptir. Marx’ın erken yazılarında bu önceliği ve yabancılaşma kavramının çeşitli açılımlarını görmek mümkündür. 1844 Elyazmaları ve Alman İdeolojisi bu noktada anılmaya değer. İki tür yabancılaşmadan sözedilebilir Marx’ın bu çalışmalarında. Bunlardan ilki, doğadan kopuş anlamındaki yabancılaşmadır. İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşır. Bu insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir. Anlaşılacağı gibi, yabancılaşma teorisinin Marx’ın İnsanın doğası anlayışıyla yakından ilişkisi vardır. Marx’ın çalışmalarının sonraki dönemlerinde (örnegin Kapital’e gelindiginde) bu kavramı kullanmadığı görülür, ancak bununla birlikte bu kavramın içerdigi perspektifi bir şekilde devam ettirdigi söylenebilir. Meta fetişizmi nosyonunun bir anlamda insanın kendi doğasına yabancılaşmasının maddi temelini ya da yapısını açıklamaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz.

Feuerbach’ın görüşlerini kabul etmekle birlikte, insanın dini anlamda yabancılaşmasının, çeşitli yabancılaşma türlerinden, insanın kendi kendisine yabancılaşma şekillerinden yalnızca biri olduğunu savunan Marx’a göre, insan, kendi faaliyetinin ürünü olan şeylerden, bir köle, güçsüz ve bağımlı bir varlık olarak ilişki kurduğu, ayrı, bağımsız ve güçlü bir nesneler dünyası meydana getirmek suretiyle, kendi kendisine çeşitli şekillerde yabancılaşır. Bu yabancılaşma türlerini özellikle kapitalist topluma ilişkin eleştirisinde ön plana çıkartan Marx’a göre, modern kapitalist toplum teknolojiye yalnızca üretim açısından değer vermekle kalmaz, fakat teknoloji tarafından üretilen nesnelere, insan varlıklarına gösterilmesi gereken saygıyı göstererek, tapar. Böyle bir toplumda, insanlar birbirlerini gerçek bir değeri olmayan araçlar olarak görürlerken, makineler çok yüksek bir değer kazanıp, insanların taptığı amaçlar olup çıkar. Böyle bir toplum insanları birbirlerine’ yaklaştırmak yerine, her birini diğerlerinden yalıtlanmış küçük adacıklar haline getirir. İşte böyle bir toplum yabancılaşmış bir toplum, böyle bir toplumun bireyleri de yabancılaşmış insanlardır.

Başka bir deyişle, insanın özünün iş ya da çalışmada, başka insanlarla birlikte, ve insanlara kendilerinin dışındaki dünyayı değiştirme olanağı veren yaratıcı etkinlikte gerçekleştiğini öne süren Marx’a göre, üretim süreci bir nesneleştirme süreci olup, insan bu süreç içinde yaratıcılığını cisimleştirmekle birlikte, yaratıcısından ayrı şeyler olarak duran maddi nesneler meydana getirin. Yabancılaşma, işte bu noktada, insan, artık daha fazla kendisine ait olmayan ayrı ve bağımsız bir güç olarak karşısında duran ürününde kendisini tanımadığı zaman ortaya çıkar. Bununla birlikte, yabancılaşma, tarihsel olarak yalnızca kapitalizmde söz konusu olur, zira yabancılaşmanın kökeninde, kapitalistlerin başkaları tarafından yaratılmış ürünleri kendilerine almaları olgusu vardır.

Yabancılaşma düşüncesinde, söz konusu Marksist düşünce geleneği dışında. Durkheim, Weber ve Simmel tarafından temsil edilen sosyolojik düşünce geleneği de çok etkili olmuştur. Bu geleneğe göre, modern insan, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde yalıtlanmış, kendisine ve toplumuna yabancılaşmış durumdadır. Eski ve geleneksel değerlerle bağını koparan modern insan, yeni rasyonel ve bürokratik düzende, hiçbir şeye güvenmez, her şey karşısında inançsız olmuştur. Örneğin Weber’e göre, toplumsal düzendeki rasyonalizasyon ve formalizas­yon eğilimi karşısında, kişisel ilişkiler azalırken, kişisel olmayan bürokrasinin gücü ve önemi artar.

Yabancılaşma düşüncesi içinde üçüncü bir gelenek ise, yabancılaşmayı, bir insanın başka insanlara olduğu kadar, kendisine, kendi benine aykırı düşmesi diye tanımlayıp, bireyin gerçek beninden, özünden, daha derindeki kişiden ayrı düşmesinin ise, onun başkalarının isteklerine göre eylemesi, rahatını bozmamak istemesi, toplumsal kurumların baskısından kurtulamaması, sorumluluktan kaçması, dışarıdan yönlendirilmesi şeklinde tezahür ettiğini söyleyen varoluşçu gelenektir. Kierkegaard, Heidegger, Camus ve Sartre gibi düşünürlerin yer aldığı bu gelenek içinde, nesnel bilgi karşısında öznel hakikatin önemini vurgulayan Kierke­gaard’a göre,’yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inancın sıçrayışıyla, Tanrı’ya yönelmek suretiyle mümkün olabilir. Buna karşın, Sartre ve Camus gibi  varoluşçularda ise, yabancılaşma, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan doğal bir durum olup, varoluşun saçmalığının bir sonucudur. Yabancılaşmayı aşmak da, yaşamın anlamsızlığını içtenlikle kabul edip, kişinin özgür ve etkin seçimlerle kendini yeniden yaratmasıyla söz konusu olur.

1 Yorum

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz