“Ya bir tokat daha atarsa…” Aziz Nesin’den Bir hikaye: Eli Ağır Emekliler

Aziz NesinErenköy’de istasyon kahvesinin bahçesinde o akşam, emekli arkadaşlardan yalnız dördü vardı. Bunlardan biri, albay, belki de general emeklisi olacak. Dimdik duruşu, yüzünün sert çizgileri, yürürken bakışlarının hep ileride oluşu bunu gösteriyor. Öbürü de bir vali emeklisi olmalı. Makaralı kahkahaları var. Ellerini, kollarını geniş geniş oynatarak konuşuyor.Belki ne biri general, ne öteki vali, ama öyle bir izlenim veriyorlar. Emeklilerden biri inmeli. Bastonuna basa basa, bir ayağını sürüyerek yürür. Söze az karışır.  Öteki emekli, küçücük, kısacık, çilli yüzlü, ak tenli bir adam. Yüzünün çizgileri kırış kırış olmuş. Kahve fincanını tutan eli titrediği için, fincanı elinde çok durduramıyor. İlkin İngiliz politikasından konuşuyorlardı. Sonra Almanların askerliklerinden konuştular.

Söz döndü dolaştı, eski kabadayılara geldi. Derken dört emekli arkadaş, kendi kabadayılıklarını anlatmaya başladılar. eski külhanbeyler, kabadayılar, şimdiki Amerikan kovboyları gibi, gangsterler gibi yumruk yumruğa boğuşmuyorlardı. Hatta kavgada yumruk atmak, bayağı bir davranıştı, ayıptı. Ha kavga ettiğin adamın yüzünü tırmalamışsın, ha ellerini dişlemişsin, ha yumruk atmışsın… Yumruk atmak, kavgada kadınsı bir davranıştı.
Eski kabadayılar, tokat atarlardı. Ama ne tokat o tokatı yiyen feleğini şaşırırdı.
Vali emeklisi,
— Evet mîrim -dedi-, hatta bir şiir vardır: «Halk sillesinin sedası yoktur…» Bakınız, şair «Hak yumruğunun» demiyor, «Hak sillesinin» diyor.
İnmeli emekli söze karıştı:
— Yumruğu, aşağı tabakadan insanlar kullanır… Hiçbir asilzadenin yumruk yumruğa kavga ettiği görülmemiştir.
Asker emeklisi, «Bir tarihte… » diye söze girişti:
— Elim ağırdır, çok ağır… Vurdum mu bitiririm. Hatta arkadaşlar mektepte, elimin ağırlığından kinaye bana «Batman Hakkı» diye lakap takmışlardı. Bir tarihte Akkâ’da esaretteyiz. Binbaşı Tomson adında bir üserâ kampı kumandanı var. Herif İngiliz’in hiç su katılmamışı… Bu Tomson boksörmüş. Her sabah erkenden kalkıyor. Bir direğe kum torbası asmış, ellerine eldiven geçirmiş, kum torbasını yumruklayıp duruyor. Derken bu Tomson bize laf dokundurmaya başladı: «Hani, Türk gibi kuvvetli, diye adınız çıkmış. Aranızda benimle boks oynayacak kimse yok mu?»
Bir gün böyle, iki gün böyle… Arkadaşlar bana,
«Hadi Hakkı, şu kikiriğe haddini hududunu bildir» diyorlar. Ben birgün bu Tomson’a tercüman vasi. tasıyle, «Biz öyle oyun olsun diye yumruk atmaya İcabı iktiza ettiğinde, evelallah bir şamarla işi biti. ririz.» dedim. İngiliz güldü.
Birgün yine böyle söylüyor. Bizim zabitan bif yanda, efrat da öbür yanda… Arka sıralardan efradın arasından «Destur ya Ali, destur ya hazreti pîr!.,. Destur bismillah!…» diye bir seda duyuldu ki, sanki bir âdem evlâdı seslenmedi de, yüz aslan kükredi sanılır. Sedanın duyulması ile, bir nefer sıradan sryn. lıp, İngiliz’in karşısına dikildi. Neferin boyu İngiliz’in beline gelmiyordu. Kavruk kalmış bir zavallı… Biz askerin horoz gibi sıçradığını gördük. O kadar… Şamarı öyle süratle indirmiş ki, vallahi askerin elini bile havada göremedik. «Ecdadımız, iki cismi birbirine sürterek ateşi icat etmişlerdir» denilir ya… Hakikaten doğru. Allah sizi inandırsın, askerin elinin çarpmasıyle İngiliz’in suratında bir şimşek çaktı, arkadan bir gök gürültüsü duyuldu. Ne olmuş, biliyor musunuz; to-katın şiddetinden, İngiliz’in belindeki tabanca, tetiği düşüp, patlamamış mı!… Tomson belki on dakika topuklarının üstünde topaç gibi döndü, döndü, sonra yere kapaklandı, kalıp gibi upuzun serildi. Velâkin bu İngilizler medenî insanlar birader. Adam bir hafta hastanede yattıktan sonra, ayağa kalkar kalkmaz, ilk sözü ne oldu, dersiniz? Şamarı atan askeri çağırıp,
— Bravo!… -dedi, elini sıktı.
Ondan sonra askere, «Bu şamarın atılmasını bana da öğret!» diye tutturdu. Ben de o zaman binbaşıya,
— Gördün ya Macor Tomson, neferimiz böyle şamar atarsa, artık onbaşıyı, çavuşu, mülâzimi sen düşün! Biz seninle boksörlük yapmayız. Zira, neferin şamarı belindeki tabancayı ateşledi. Mülâzimin şamarı, cephaneliği patlatır… -dedim. O tarihte, mülâzim-i evveldim. Asker emeklisi, günde biriki kez anlattığı bu olayı az sonra bir daha anlatmaya başladı:
— Velâkin ne şamardı… Elini şöyle bir kaldırdı-
Anlatırken havaya kaldırdığı eli masanın üstündeki bardağa çarpınca devrilen bardaktan sular döküldü. Asker emeklisini de bir öksürük tuttu. İki dakika kadar öksürdü. İnmeli olan emekli,
— Bendenizin de elim sakardır… -diye söze başladı-. Hâlâ da öyleyimdir. Biz ailece öyleyizdir. Amcam merhum, saray arabacısı idi. Çok emniyetli bir adam olduğundan araba ile sultanları gezdirirmiş. Birgün Pervin Sultanla dadısını Fenerbahçe’de arabayla gezdiriyormuş. O zamanın araba çapkınlığı meşhur ya… Bir fayton arız olmuş, amcamın arabasının arkasına takılmış. Fayton ikidebir amcamın arabasının yanından geçiyor, içindeki çapkınlar, Pervin Sultan’a laf atıyorlar. Böylece Fenerbahçe çayırında biriki tur yaparlarken amcamın kan tepesine sıçramış. Yanından geçen faytoncuya,
— Bir daha yanımdan geçme arkadaş! -demiş. Başka bişey söylememiş. İçi sokak zamparası
dolu fayton bir daha yanlarından lâmelif çizince, amcam, faytonun üstündeki sürücüye bir şamar aşket-miş. Efendim, hem de arabanın üstünde ve sağına doğru… Anlattıklarına göre, fayton sollarından geçip de, amcam hızını alarak şamar atsaymış, fayton devrilir, ne çapkınlardan, ne de fayton beygirlerinden hiçbiri sağ kalmazmış.
Faytoncu, amcamın şamarını yiyince hemen tekerlenip düşmüş, oracıkta son nefesini ver-miş. Amcamı hâkimler on seneye mahkûm ettiler. Bir ay kadar hapiste yattıktan sonra sultanın namusu uğruna katil olduğundan afv-ı şahaneye uğradı. Amcamı saraya arabacıbaşı yaptılarsa da, affını diledi. Bir daha arabacılık yapmadı. Padişah, amcamı taltif etti. Kendisine epiyce para verildi.
Merhum ehl-i keyf bir adamdı. Saraydan verilen atiyye ile Galata’da bir meyhane açtı. Ben meyhaneyi hatırlarım. Büyük bir meyhane idi. Amcam da oldukça ihtiyarlamıştı. O zaman, malûm, şimdiki gibi değil, büyüklere hürmet var. Bendeniz, bir kere bile amcamın meyhanesinin kapısından adımımı atmış değilimdir. Sokağın karşı kaldırımından geçer, onu hep tezgâhın başında görürdüm. Bir de Rum metresi vardı. Metresi güzel, ama yaşlıca bir kadındı. Ne zaman meyhanenin önünden geçsem, amcamı tezgâhın başında, metresiyle karşılıklı geçmiş, içerlerken görürdüm. Amcam bizim eve katiyen metresini getirmedi. Kendi halinde, deryadil bir adam… Hayatında karıncayı incitmemiş. Damarına basılmazsa melek… Eh ihtiyarlamış da…
O zamanki Galata’nın namlı külhanbeylerinden Kılçık Apti adında biri, amcamın şöhretini duymuş. Malum ya, kabadayılar, kendilerinden namlı kabadayıların raconlarını keserek, nam kazanırlar. Eh amcam da sayılan namlı kabadayı… Ama ne de olsa ihtiyar, düşkün günleri. Bu Kılçık Apti, aklısıra amca oğlunu gözüne kestirmiş. Onu madara edip nâm salacak… her gördükçe,
— Bu herif mi bir tokatta adam öldürmüş… şaşıyor.
Amcamın meyhanesine dadanıyor. Amcam her zamanki gibi tezgâh başında metresiyle demlenirken bu Kılçık Apti, amcamın metresine göz süzer, bıyık burar dururmuş. Bir, iki, üç, amcam merhum, hep tahammül ediyor. Biryandan da bu Kılçık Apti, sağda solda,
— Ah -dermiş-, bu adamın delikanlılık zamanında ben olacaktım ki, ona dünyanın kaç bucak olduğunu gösterecektim… Ne yapalım ki şimdi yaşı geçmiş… pengim değil.
Amcam bunları duyarmış ama, pişkin adam, bıyık altından güler geçermiş. Kılçık Apti, ille bir çıngar çıkaracak. Bir gece meyhaneye geliyor. Tezgâhın yanındaki masaya oturuyor. İkidebir, amcamın metresine bakıp bakıp göz süzer, içini çeker, kadeh kaldırırmış. Amcamın sağ dirseği tezgâha dayalı, sol elinde kadeh, kalıbını bozmadan hafif hafif demleniyor. Birara Kılçık Apti işi öyle azıtmış ki, artık amcam dayanamamış,
— Oğlum -demiş-, bu kadın senin anan yerinde. Ayıp değil mi?…
Bunun üzerine Kılçık Apti «Haaaytt!… » diye bir nağra vurup amcamın üstüne yürümez mü… Amcam kadehi yavaşça tezgâha bırakıp sol elini boşaltmış. Sağ dirseği yine tezgâhta dayalı. Üstüne yürüyen Kılçık Apti’ye, sol elinin tersiyle bir şamar atmış, Kılçık Apti kalıp gibi yere uzanmış. Amcam merhum hiçbişey olmamış gibi yine rakısını içiyor!
Kılçık Apti yarım saat sonra gözünü açıyor. Sonradan arkadaşları sormuşlar, «Yanında bıçak yok mu idi?» diye. Kılçık Apti, «Vardı -demiş-, vardı, herifi haklayacaktım ama, ya bir tokat daha atarsa diye korkumdan bıçağıma bile davranamadım.»
Bizim aile, sülâleden böyle eli ağırdır efendim. Bir tarihte bendeniz de bir balıkçıya fena halde kızmıştım. Nasıl elimi şöyle bir…
İnmeli emekli bir tarihte attığı yada attığını sandığı tokatı şimdi atıyormuş gibi eliyle anlatırken dirseği yanındaki sandalyenin arkalığına çarptı. Canı yanmıştı. Yüzünü buruşturdu. Bastonuna dayanıp,
— Evvel Allah, şimdi bile vurduğum yeri göçer-tirim… -dedi. Dört emeklinin en ufak tefek olanı anlatmaya başladı:
— Ben sağ elimi hiç kullanmam. Birisine bir tokat atmam icap etse, daima sol elimin, o da yalnız tersini kullanırım.
Anlatırken, kırış kırış yüz çizgileri oynuyor, elleri titriyordu. Gözlüğünü düzelterek devam etti:
— Daha geçen gün başıma bir iş geldi Bey-oğlu’nda Balıkpazarı’ndan muz aldım. Adama elli
liralık verdim. Üstünü versin diye bekliyorum. Adam «para vermediniz!» demez mi… Verdim, vermedin… derken ben buna «Al öyleyse… » diyerek…
Ufak tefek emekli, böyle söylerken, muzcuya nasıl şamar indirdiğini arkadaşlarına göstermek için, sağ elini kaldırıp,
— Herife bir şamar… -derken, kendi elinin hızı ile sarsıldı. Sandalyeden yere yuvarlandı. Bacakları havaya geldi. Bir süre kalkmak için debelendi, ama kalkamadı. Yattığı yerden devam etti:
— Ben şamarı atınca, herif işte böyle yere yuvarlanmaz mı… Boylu boyunca… Tıpkı böyle işte! Nasıl vurmuşum artık. Allah sakladı yoksa, herif benim tokadın şiddetinden ölebilirdi. Garson koştu. Üç arkadaşının da yardımıyla ufak tefek emekli yerden kaldırıldı. Üstünü başını temizledi. Sonra,
— Elim çok ağırdır… -dedi-. Allah inandırsın, vurduğum yerden bir daha hayır gelmez.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz