Usta yönetmen Theo Angelopoulos, üçlemesinin ikinci filmi “Zamanın Tozu” Sinemalarda

blank
Yunanistan’ın yaratıcı yönetmeni Theo Angelopoulos, 2004  başladığı üçlemesine kaldığı yerden devam ediyor.  Üçlemenin ilk filmi  “Ağlayan Çayır“‘ın  görücüye çıkarak seyircisinin beğenisini kazanandıktan  sonra şimdi ise   ikincisi   “Zamanın Tozu” izleyicisiyle buluşuyor. Filimde  Willem Dafoe, Irène Jacob, Bruno Ganz ve Michel Piccoli gibi uluslararası bir oyuncu kadrosuyla çalışan yönetmen,  film çekmeye çalışan bir yönetmenin öyküsünü beyaz perdeye aktarıyor. Bir rüyadaymış gibi hareket eden ve aşkın mutlak olduğuna inanan karakterlerden kurulu ‘Zamanın Tozu’, Stalin’in ölümünden Watergate skandalına, Vietnam Savaşı’ndan Berlin Duvarı’nın yıkılışına, son 50 yılda 20. yüzyıla damgasını vurmuş olaylara doğru bir yolculuk yapıyor.

Senaryoda da kendisinin yanısıra  Petros Markaris ve Tonino Guerra’nın da  imzası var. Filmin Müziği yine  Eleni Karaindrou.

[dailymotion]http://www.dailymotion.com/video/x874pe_dust-of-time_shortfilms[/dailymotion]

Üçlemenin ikinci filmi biraz daha enternasyonel;   Yunan asıllı bir Amerikalı yönetmen olan A, Roma’da hem kendinin hem de ailesinin öyküsünü anlatan bir film üzerinde çalışmaktadır. Öykü, İtalya, Almanya, Rusya, Kazakistan, Kanada ve ABD’de geçmektedir. Öykünün kahramanı Eleni, aşkın mutlak olduğunu iddia eder, ancak hayatı, evlendiği adam Spyros ve hâlâ sevgilisi olan Jacob arasında sıkışmıştır. Yönetmen A, tıpkı bir rüyadaymışçasına geçmişteki olayları aşıkların gözünden hatırlar ve onların acılarını günümüze kadar getirir. Artık duvar yıkılmış ve Berlin 21. yüzyıla hazırlanmaktadır.

Film üzerine yönetmenin görüşleri:”Sinema hayatıma bir kâbusla girdi”

“Sinemayla ilişkim tıpkı bir kabus gibi başlamıştı. 1946 ya da 47 yıllarıydı, tam olarak hatırlamıyorum. Savaş sonrası yıllar. Birçok insanın sinemalara akın ettiği yıllar. Biz, çocuklarınsa gişenin önlerinde oluşan uzun kuyrukların arasından sıvışarak balkonun sihirli karanlığında kaybolduğunu hatırlıyorum. O yıllarda çok film izledim, ama hatırladığım ilk film Michael Curtiz’in oynadığı “Kirli Yüzlü Melekler” filmiydi.

Filmde kahramanın iki muhafızın kolları arasında elektrikli sandalyeye doğru getirildiği bir sahne vardır. Onlar yürüdükçe gölgeleri de duvarda büyür.

Sonra birden bir çığlık duyulur… Ölmek istemiyorum!

“Ölmek istemiyorum!” Bu çığlık uzun bir süre rüyalarımdan çıkmadı.

İşte sinema hayatıma böyle girmişti. Duvarda gittikçe büyüyen bir gölge ve bir çığlıkla.

Çok erken yaşlarda yazmaya başladım, yakın tarihin gürültülü ve duygusal olaylarının ben de çalkantılar yarattığı bir dönemde.

1940 yılında savaşın sirenleri.

Alman İşgal Ordusu’nun terk edilmiş Atina’ya girişi. İlk sesler, ilk görüntüler.

Sonra, 1944 yılında İç Savaş. Kıyımlar.

Babamın ölüme mahkum edilişi.

Boş bir alanda binlerce ölünün arasında babamı ararken annemin bana tutunan ve tirtir titreyen elleri.

Çok uzun zaman sonra, çok uzaklardan, ondan bir haber almamız.

Yağmurlu bir günde eve dönüşü.

İlk öyküler. Görüntüyü arayan kelimelerle ilk temas. O zamanlar pek farkında değildim. Nedense uzun zaman sonra anladım, ilk senaryomda bu kelimeleri kullanınca.

Kelimeler şöyle dökülüvermişti, “yağmur yağıyor.”

Bizim zamanımızda, Homeros ve eski trajedilerin şiirleri okul müfredatında bir hayli yer alırdı. Eski mitolojiler üzerimize çökerdi ve biz de onların üzerine çökerdik.

Anılarla dolu topraklarda yaşıyoruz, eski taşların ve kırık heykellerin üzerinde.

Bütün çağdaş Yunan Sanatı bu ortak var oluşun izlerini taşıyor.

İzlemiş olduğum yolun, almış olduğum derslerin, düşüncelerimin bütün bunlardan ilham almaması imkansızdı.

Şairin dediği gibi, “Bu rüyaya daldıkça, bunlar da rüyadan çıktı. Öyle ki, hayatlarımız bile bir bütün oldu, onları birbirinden ayırmak zor artık.”

Erken yaşlardan itibaren edebiyat ve şiirle olan ilişkim, beni dil, estetik ve modernizm üzerine olan bütün araştırmalara yaklaştırdı.

Daha sonra, 60’ların başından itibaren Paris’te, politik hareketliliğin arttığı günlerde, Aristo’nun dramatik sanat tanımını bir noktaya kadar çürütmeyi başaran Brecht’in epik tiyatrosu benim için bir dayanak noktası olmaya başlamıştı.

Sonra ilk filmlerim, yolculuk, sınırlar, sürgün.

İnsan yazgısı.

Ebediyete dönüş.

Bütün saplantılarım filmlerime girer ve çıkar. Tıpkı bir orkestra enstrümanlarının müziğe girip çıkması, tekrar duyulmak için sessizliğe bürünmeleri gibi.

Saplantılarımızla uğraşmaya mahkum edilmişiz. Aslında tek bir film çekiyoruz, tek bir kitap yazıyoruz. Aynı tema üzerine varyasyon ve fügler.

Film çekmeye başladığımdan beri hep aynı ekiple çalışıyorum. Onlar beni tanıyor, ben de onları tanıyorum. Yıllar geçtikçe de her biri benim ailem oldu. Çalışırken beni çok sık sinirlendiriyorlar, ama onları görmeyince çok özlüyorum. Takıma yeni bir teknisyen dahil olduğunda, sanki her şey ona bağlıymış gibi bir şüpheye kapılıyorum. Yeni gelenlerle çekim planları ve belirsizliklerim üzerine konuşuyorum.

Bunca yıl geçti ama hala aynı heyecan, aynı belirsizlik, bizi bir araya getiren aynı istek, nefeslerimizi tutarak çekimin bitmesini beklemek.

Seyahatler, gidişler, başıboş dolaşmalar.

Bir araba, fotoğrafçı bir arkadaşım sessizce arabayı sürüyor ve yollar.

Sık sık hayatta kendimi dengede ve huzurlu hissettiğim yuvanın, arkadaşımın kullandığı arabada yanında oturmak olduğunu düşünürüm. Açık pencere, geçmişe giden manzara.

Görüntüler işte bu yolculuklarda doğar, not tutmak zorunda kalmam. Silü­etleriyle beraber doğarlar, kendi renkleriyle, kendi tarzlarıyla, hatta çoğu zaman da kendi kamera hareketleriyle, kendi estetik dengeleriyle ve ışıklarıyla.

Yüzlerce fotoğraf bellek görevini görür, ama film çekilmeden de hiçbir şey bitmez. Filmin çekimleri esnasında her şey yeni gerçekliğine dayandırılarak yeniden üretilir.

Oyuncular, talihli ve talihsiz beklenmeyen olaylar, ani fikirler.

İlk filmimi yaptığımdan bu yana neredeyse otuz yıl geçmiş. Eliot’tan alıntı yaprak söyleyebilirim ki:

“İşte buradayım, yolun yarısında.”

Tarihin öfkesiyle yıllarım geçti.

Hala görüntüleri nasıl kullanacağımı öğrenmeye çalışıyorum.

Her teşebbüsüm yepyeni bir başlangıç ve bir çeşit de başarısızlık.

Başarısızlık, çünkü yalnızca kendimizi ifade etmek zorunda kalmadığımızda öğrenmişiz demektir.

Dolayısıyla her yeni girişim muğlak duyguların yarattığı bir karmaşıklığın da yeniden başlangıcı demektir. Bastırılıp dizginlenemeyen duygular demektir. Kendini ifade etmeye çalışmanın baskısı demektir.

Kaybettiklerini ve bulduklarını, sonra tekrar kaybettiklerini ele geçirmek demektir.

İyileşmek…

Benim sonum yine benim başlangıcım demektir.”

Angelopoulos: Herkes ana dilini konuşmalı

46. Altın Portakal Film Festivali’nde NTV’nin sorularını yanıtlayan usta yönetmen Theo Angelopoulos, festivalde Kürtçe bir filmin yarışmasının önemli olduğunu düşünüğünü belirtip ”Bütün insanlar, ana dilleriyle kendilerini ifade etmeliler” demişti.
Serinin üçüncü filmi ile ilgili çalışmalara da başladığını da belirten yönetmen arka fonunda mülteciler yer alacağı film için şunları söylemişti: ”Patras’ta bir gün arka sokaklarda dolaşırken, saklanan Somalili ve Afganlı mültecileri gördüm. Dar ve kötü yollardan geçerek barakalarının olduğu bölgeleri keşfettim. Orada öyle büyük bir çaresizlik içindeydiler ki, bundan çok etkilendim. Evleri ve ülkeleri yoktu artık. Mecburen kaçıyorlar, göç ediyorlar… O mültecilerden biri dedi ki, ‘Biz şu anda sizin topraklarınızdayız, göçmeniz ama bir gün hepimiz göçmen olacağız’ filmde bu mesele ana hikaye değil ama önemli bir katman olacak.”

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz