Hiyerogliflerde üçgen yüzlü kaplumbağalar olsaydı, “işte” derdim, “işte İlhan Berk!” İşte keops, işte sokak, işte atlas! Gerçekten yüzündeki ve bedenindeki üçgenler giderek mısır piramitlerine benzetti onu.
Şiir serüveni altmış yılı buluyor. Birçok dönem yaşadı. Bütün devinimleri sınadı. Her seferinde eski kendisini inkar eder gibi göründü. Hayır… Anılarını silmek, bildiklerini unutmak istedi. Sentezi değil, gelişigüzel sıralamayı ve bundan büyük tatlar çıkarmayı özledi. Hayatını düşünüyorum, hayatı da öyle değil mi? Repliklerle yaşıyor düğmelere basıyor.
Yazının fena tutsağı.
Yeryüzünde her şey yazılmak için varmış gibi geliyor ona. Sözgelimi bardağa bardak olarak değil, yazılacak bir şey olarak bakıyor. Gökyüzüne de öyle. Şöyle diyor sonra da: “Gökyüzüne böyle bakan adamın hayatının cehennem olması doğaldır.” yazıya geçen çiçek solacak, yazıdaki çiçekse hiç koklanmayacak.
Gençliğinde etkilendiğini söylediği Türk şairlerinin adlarını sayalım: Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet. Bu üç adı iç içe geçirirseniz ne çıkar? Önce çok yüksek bir beğeni çıkar. Gerçekten İlhan Berk bugün ülkemizde sanat beğenisi en yüksek olan bir iki kişiden biri. başka ne çıkar? Çelişki mi? İlhan Berk o çelişkiyi kabul etti. Onunla bütün bir batı şiirini kucaklamak istedi.
Türk şairinde kişisel reklam duygusu Tanzimat’tan beri çok yoğundur. Ama İlhan Berk bir “canlı yayın” yöntemi getirdi. Yıllar önce Ankara’da yollara düşer, belli bir sıra gözetmeden, sondaj usulüyle kapı zillerini çalarmış. Diyelim kapıyı güzel bir kız açtı. Sorarmış “ünlü şair ilhan berk burada mı oturuyor?” kızdaki izlenim: demek ilhan berk diye bir şair var, üstelik ünlüymüş! Bugün yetmiş yaşında en iyi şiirlerini yazan İlhan Berk elbet ününü salt bu yönteme borçlu değil. Ama olay İlhan Berk’i iyi anlatıyor. Doğru olmasa da, anlatıyor. Ankara’da, Piknik’te, genç şairlere bira ısmarlayarak şiirini okuttuğu doğru ama. Garson, iki arjantin daha!
Yetmiş dedim, evet yetmişi döndü. Ama bugün de genç Rimbaud tavrıyla konuşmaktan kendini alamıyor: Bıktım yaşamaktan, bıktım şu cehennemden! Gençliğini yaşayamamıştı, yaşlılığı ise öğrenmeye yanaşmıyor.
Aslında bütün bunları yine ortada görünme tutkusuna bağlayabiliriz. Bir kız sevmiş, paşa kızı çıkmış. Kendisinde tarih kavramı olmadığı için doğum tarihini bile anımsamıyormuş.
Bizim kuşağın çıkış yıllarında hepimizi etkilemişti. Bunu bir yerde yazmıştım. Yanıt korkunç oldu: “Etkilemekten nefret ederim!” dahası var, kendisini sevenlerden tiksinir, kaçarmış. Bunu da yazdı.
Yazmak için yazmak… Bunu öylesine uç noktalara götürdü ki ortada görünme tutkusunun biçimleri de değişti. “canlı yayın”ın yerini bu kez “duyarsızlık” almaya başladı. hiçbir şey istemez, hiç tepkisi yoktur, süt nedir, şeker nedir?… Farklılaşmayı duyarsızlıkta aradı. Elbet, bütün bunlar sadece görüntüde. Yine de İlhan Berk’in kimliğini hiç etkilememiş olamaz. Yazıyı kendisinin fizik ve doğrudan uzantısı haline getirmek isterken, tersi bir durum da ortaya çıktı: Kendisi yazının uzantısı oldu. Bu çılgınlığı yaşadı İlhan Berk.
Geçmişi olmayan adam.
Gerçekten geçmişi yok. Bugün bulanık, yer yer anlamsız, yer yer de tehlikeli biçimde saydam bir şimdiki zaman içinde. Sanatıyla hayatı bu anlamda tam çakışma halinde. Bu bir başarı mı? İsteğine ulaşmış olmayı başarı sayarsak, evet. Yine de yarın başka bir şey isteyebilir. Hatta en eskisi gibi, merkantilist bir söz sanatına yönelebilir.
Bugün aşırı ölçüde çocuk-ihtiyar, ama hiç ölmeyecek bir görünümde.
Yarın mesir macunu lekeli bir şemsiyeyle ortalarda dönmeye başlayabilir.
1988
Cemal Süreya
* İlhan Berk