Amerika’daki siyasal doğruluk olgusunu düşünün. Din, ırk ve cinsiyet farklılıklarının hoşgörüyle karşılanmasını ve tanınmasını sağlamak amacıyla doğan bu anlayış giderek, neredeyse şaşmaz bir alışkanlıkla günlük dile egemen olan
ve harf ötesi anlamın aleyhine harfi harfine anlamı öne çıkaran bir temelcilik biçimini almaktadır; öyle ki, kör bir kimseye “gözleri görmez” deme inceliğini göstermeniz bile ona karşı ayrımcılık yapmanız için yeterli olabilir, özellikle politicaüy correct (siyasal bakımdan doğru] ilkesini izlemeyenler ayrımcılıkla karşı karşıya kalabilirler.
Peki ya ırkçılık? Nazi ırkçılığı elbette totaliterdi, bilimsel olduğu iddiasındaydı, ama ırk kuramında temelci hiçbir şey yoktu. İtalyan Birliği’ninki (Lega italiana) gibi bilimsel olmayan bir ırkçılık sözde bilimsel ırkçılıkla aynı kültürel köklere sahip değildir (aslında herhangi bir kültürel kökü de yoktur], gene de ırkçılıktır.
Peki, hoşgörüsüzlük? Temelcilik, birleştirmecilik ve ırkçılık arasındaki bu farklılıklara ve benzerliklere indirgenebilir mi? Irkçı olmayan hoşgörüsüzlük biçimleri olmuştur (sözgelimi, heretiklerin kovuşturulması veya diktatörlüklerin muhaliflere karşı hoşgörüsüzlüğü]. Hoşgörüsüzlük, ele aldığım tüm olguların kökeninde yer alan çok daha derin bir şeydir.
Temelcilik, birleştirmecilik, sözde bilimsel ırkçılık, bir öğreti’yi varsayan kuramsal konumlardır. Hoşgörüsüzlük, her tür öğretiden önce vardır. Bu açıdan hoşgörüsüzlük biyolojik köklere sahiptir, çoğu zaman yüzeysel duygu-heyecan tepkilerine dayanır – bizden farklı olan insanlara tahammül edemeyiz: Derilerinin rengi farklı olduğu için, anlamadığımız bir dili konuştukları için, kurbağa, köpek, maymun, domuz, sarmısak yedikleri için, dövme yaptırdıkları için…
Farklı olana ve bilinmeyene yönelik hoşgörüsüzlük çocukta doğaldır, tıpkı çocuğun arzu ettiği her şeye sahip olma güdüsünün doğal olduğu gibi. Çocuk yavaş yavaş hoşgörü konusunda eğitilir, tıpkı başkalarının mallarına saygı gösterme konusunda, büzgen kası denetleme konusunda eğitildiği gibi. Ne yazık ki, herkes bedensel denetimi öğrenirken, hoşgörü yetişkinlerin kalıcı bir öğretim sorunu olmayı sürdürür, çünkü günlük yaşamda insan her an farklılık travmasıyla karşı karşıya kalır. Araştırmacılar çoğunlukla farklılık öğretileri üzerinde durmakta, ama her tür tanımlamaya ve eleştirel yaklaşıma karşı koyduğu için yabanıl hoşgörüsüzlüğü yeterince irdelememektedirler.
Bununla birlikte, yabanıl hoşgörüsüzlüğe farklılık öğretileri yol açmaz; aksine, bu öğretiler daha önceden var olan yaygın bir hoşgörüsüzlük temelinden yararlanır. Cadılar avını düşünelim. Cadıların kovuşturulması, “karanlık” Ortaçağ’ın değil, modern çağın bir ürünüdür. Malleus Maleficanım, Amerika’nın keşfinden kısa bir süre önce yazılmış olup, Floransa hümanizmasıyla aynı döneme denk düşer; Jean Bodin’in La Demonomanie des sorders si Kopernik’ten sonra yazan bir Rönesans insanının kaleminden çıkmıştır. Burada amacım, modern dünyanın neden cadı avını mazur gösterecek kuramlar oluşturduğunu açıklamak değil. Yalnızca şunu anımsatmak istiyorum: Bu öğretinin kendini kabul ettirmesinin nedeni, halkta cadılara karşı bir güvensizliğin önceden var olmasıydı. Bu güvensizliği klasik Antikçağ’da (Horatius), Rotari Fermanı’n-da, Aziz Aquinolu Tommaso’nun Summa TheoLogica’smda görürüz. Cadılara yönelik bu güvensizlik günlük gerçekliğin bir parçası olarak değerlendiriliyordu, tıpkı İtalyan Ceza Yasası’nın yankesicilerin varlığını bir veri olarak değerlendirmesi gibi. Ama bu halk inanışları olmaksızın, cadılığa ilişkin bir öğretinin yaygınlık kazanması ve sistematik bir kovuşturma uygulaması mümkün olmazdı.
Sözde bilimsel Yahudi karşıtlığı XIX. yüzyılda doğmuş, sonunda yüzyılımızda soykırımın totaliter antropolojisi ve sınai uygulaması haline gelmiştir; ama yüzyıllardan beri, Kilise babalarının döneminden beri, Yahudi karşıtı bir polemik ve gettoların bulunduğu her yerde toplumun alt kesimlerinde yüzyıllarca süren Yahudi karşıtlığı var olmasaydı, sözünü ettiğimiz Yahudi karşıtlığı doğamazdı. Geçen yüzyılın başlarındaki Jakoben karşıtı Yahudi komplosu kuramları halktaki Yahudi karşıtlığını yaratmamış; daha çok, zaten var olan farklılara yönelik nefretten yararlanmıştır.
En tehlikeli hoşgörüsüzlük, herhangi bir öğreti var olmadığı için ortaya çıkan, ilkel itkilere dayalı hoşgörüsüzlüktür. Bu yüzden, rasyonel argümanlarla eleştirilmesi ve frenlenmesi olanaksızdır. Hitler’in Mein Kampf (Kavgam) adlı kitabının kuramsal temelleri yeterince yalın bir tanıtlamalar bütünüyle çürütülebilir, ama kitabın öne sürdüğü fikirler hayatta kalmış ise ve her tür itiraza rağmen hayatta kalacak ise, bunun nedeni hiçbir eleştirinin nüfuz edemediği yabanıl hoşgörüsüzlüğe dayanmasıdır. İtalyan Birliği’nin hoşgörüsüzlüğünü Le Pen’in Front National (Ulusal Cephe) partisinin hoşgörüsüzlüğünden daha tehlikeli buluyorum. Le Pen’in ardında hâlâ ihanet içindeki ruhban sınıfı var, oysa Bossi’nin ardında yabanıl itkiler dışında hiçbir şey yok.
Bir hafta veya biraz daha uzun bir süre içinde İtalya’ya on iki bin Arnavut’un girdiği bu günlerde ülkede neler olduğunu görüyorsunuz. Kamusal ve resmî yaklaşım, bu Arnavutların kabul edilmesi yönünde oldu; çekilmez hale gelebilecek bu göçü durdurmak isteyenlerin büyük bir bölümü ekonomiye ve nüfusa ilişkin tezler öne sürüyor. Ama her kuram, günbegün egemenliğini kuran yılışık bir hoşgörüsüzlük karşısında yok olup gidiyor. Yabanıl hoşgörüsüzlük, gelecekteki her ırkçı öğretiye ışık tutan bir kategorik kısa devreye dayanıyor: Eğer geçen yıllarda İtalya’ya giren Arnavutlar hırsız veya fahişe olmuşsa (bu doğrudur da), öyleyse bütün Arnavutlar hırsız ve fahişedir.
Korkunç bir kısa devredir bu, çünkü her birimizdeki kalıcı bir ayartıyı temel alır; herhangi bir ülkenin havaalanında bavulumuzu mu çaldılar, yurda döner dönmez o ülkenin insanlarına güvenmemek gerektiğini öne süreriz.
Gelgelelim, en korkunç hoşgörüsüzlük, farklılığın ilk kurbanları olan yoksullarınkidir. Zenginler arasında ırkçılık yoktur. Zenginler olsa olsa ırkçılık öğretilerini üretmişlerdir; oysa yoksullar ırkçılığın çok daha tehlikeli olan uygulamasını üretirler.
Entelektüeller yabanıl hoşgörüsüzlükle savaşamazlar, çünkü düşünceden yoksun katışıksız hayvanilik karşısında düşünce silahsız kalır. Ama öğretisel hoşgörüsüzlükle savaşıldığında fazla geçtir artık, çünkü hoşgörüsüzlük bir öğreti haline geldiğinde savaşmak için vakit çok geç demektir ve bu savaşı yapmak zorunda kalanlar, onun ilk kurbanları haline gelirler.
Gene de meydan okuma burada yatar. Etnik ve dinsel nedenler yüzünden birbirlerini vuran yetişkinlere hoşgörüyü öğretmek boşa yitirilmiş vakittir. Çok geçtir artık. Öyleyse, yabanıl hoşgörüsüzlükle daha en baştan, en küçük yaşlardan başlayan sürekli bir eğitim aracılığıyla, bu hoşgörüsüzlük bir kitapta yazıya dökülmeden, fazlaca yoğun ve katı bir davranış kabuğu haline gelmeden savaşılmalıdır.
Umberto Eco
Beş Ahlak Yazısı