Türkiye’nin güneydoğu bölgesi 7. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar 300 yıl Arap egemenliğinde kaldı; Mardin ve Harran gibi bazı yerleri Selçuklu doğrudan Araplardan fethetti. 15. yüzyıla kadar da bölgede egemen kültür dili Türkçe veya Kürtçe değil Arapça idi.
Türkiye’deki Arap nüfusunun bir bölümünün kökeni o döneme gider sanırım. Önemlice bir bölümünün de sonradan din değiştirip Müslüman olan Süryaniler olduğu anlaşılıyor.
Harran bölgesinde ta 3. yüzyılda, Roma egemenliği döneminde Arap aşiretlerinin bahsi geçer. Onlar daha bile eski.
Tabii Cumhuriyet ideolojisinin etkisi o kadar güçlü ki, bu topraklarda Türklerden çok daha eski olan bu insanlar, sonradan gelme “yabancılar” olarak algılanıyor. Kendi aile geçmişlerini anlatırken bile, “dedelerim Bağdat’tan geldi, Yemen’den geldi” gibi bir köken efsanesi anlatmak zorunda hissediyorlar. Başka türlü egemen tarih paradigmasına oturmuyor çünkü.
*
Türklerin algısında Araplar öteden beri “millet-i necibe” idi; İslam dininin asıl sahibi ve öğreticisi olan, derin hocalar yetiştiren bir halktı. Bunun nedeni sanırım 19. yüzyıl sonlarına dek Türklerle Arapların sosyal temasının daha çok Arabistan’dan Türkiye’ye gelen tek tük medrese hocası ve tarikat şeyhiyle sınırlı kalmasıdır.
Ne zaman ki 19. yüzyılın ikinci yarısında Tanzimat reformlarıyla beraber Osmanlı devleti Arap topraklarını bilfiil kendi merkezi bürokrasisi aracılığıyla yönetmeye yeltendi, o zaman Türk egemen ve orta sınıfları ilk kez “Arap gerçeğiyle” tanıştılar. Bu çok travmatik bir tanışma oldu. Osmanlı askeri, bürokratı ve aydını, Avrupalıdan gördüğü küstah ve aşağılayıcı “kolonyal” tavrı aynen kendi Araplarına uygulamaya girişti. O dönemin hatıratını okursanız çok belirgindir. İstanbul’dan kalkıp Basra’ya atanan memur kendini yerli halktan çok oradaki İngiliz ve Fransızlara yakın hisseder; onlarla aynı kültürel değerleri paylaşır; yerli halkı “pis, geri, güvenilmez, cahil” bulur. Mesela sonradan sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa ile genç İsmet İnönü Yemen cephesindeyken “düşman” İngilizlerden ele geçirilen gramofon plakları sayesinde klasik Batı müziği sevgisi geliştirmişlerdir.
20. yüzyıl Türk kültüründeki derin Arap nefreti ve aşağılama eğilimi, Birinci Dünya Savaşındaki Arap isyanından çok, asıl bu travmatik karşılaşmanın ürünüdür. Arap isyanı işin tuzu biberi olmuştur.
Aslına bakarsanız Arap isyanı da aynı travmatik karşılaşmaya Arap aydınlarının verdiği tepkidir. 1840 ile 1910 arasında Arap ve “genç” Türk elitleri ilk kez tanışmış ve birbirinden hiç hazzetmemişlerdir.
*
Günümüzde Türkiye’deki Arap toplumunun “sorunsuz” olmasının nedeni basittir. Urfa, Mardin ve Siirt’te Araplar ezici hale gelen Kürt egemenliği karşısında zayıf bir azınlık olarak kalmıştır. Arap ülkelerine göçüp gidenler bir yana bırakılırsa, bakiyesi içeride Kürt yayılmasına karşı Türkiye Cumhuriyeti’ni kendi doğal müttefikleri ve koruyucuları olarak görmektedir.
Toplum ileri gelenlerinin çoğu ticaretle ve dini kurumlarla meşguldür. Her iki ilgi alanı da Türk toplumunun muhafazakâr kesimleriyle iyi ilişkiler içinde olmayı getirir.
Hatay’da çoğu Alevi (Nusayri) olan Arapların daha farklı bir sosyal yapılanma içinde oldukları ve buna paralel olarak muhalefete daha yatkın bir siyasi eğilim gösterdikleri söylenebilir.
*
Arapların kültürel ve politik talepleri hakkında çok güncel bilgilere sahip değilim. Midyat ve Nusaybin yöresinde Sami Mıhellemi Derneği sanırım TC tarihinde ilk kez Arap toplumuna ilişkin bazı talepleri kamuoyuna taşımaya girişmiştir. Hatay’da da Nusayri Arap aydınları arasında daha köklü bir siyasi ve kültürel hareketlilik olduğunu duydum. Urfa, Harran ve Siirt hakkında hiçbir fikrim yok.
Sevan Nişanyan
Kaynak: Ağır Kitap