Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve | Üç ölüm (Öykü) – Lev Tolstoy

256

Ölüm Manifestosu
Ve dedi: “En kof ceviz bile kırılmak ister. Olgun yemişler tutunamaz ağaca. Öyleyse kabuğum kırılacak diye hayıflanmamalıdır insan. Toprağa düşmemek için çırpınmamalıdır meyve. Düşün! Bir şeyin geldiği yere dönmesi kadar sevindirici ne olabilir? Tohumun ağaca, ağacın tohuma dönüşümünden başka bir şey değildir hayat. Yani ölüm… Fakat insanlar öykü kefelenmişlerdir. Ve kefelenen her şey öldürücüdür. İnsana düsen, tüm libaslarından soyup öylece seyretmektir ölümü. Yani hayati..
Tolstoy

Öykü; Üç ölüm

Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.
Hanımefendi ellerini dizlerinin üstünde kenetlemiş, gözlerini yummuştu. Sırtına yerleştirilen yastıklara yaslanmış otururken usul usul sallanıyor, yüzünü belli belirsiz buruşturarak derinden derine öksürüyordu. Gecelik beyaz bir başörtüsü; ince, sarımsı boynuna bağladığı mavi bir eşarbı vardı. Düzgün bir ara çizgisi başörtünün altına doğru düzgün pomatlı sarışın saçlarını ikiye ayırıyordu. Bu geniş çizginin beyazlığında ölümü düşündüren soğuk bir hava vardı. Pörsük, biraz da sararmış derisi yüzünün ince, biçimli girinti çıkıntılarını gevşek bir biçimde sarıyor; yanaklarında, elmacık kemiklerinin üzerinde hafifçe kızarıyordu. Dudakları kuruydu, kıpır kıpır ediyordu durmadan. Seyrek kirpikleri kıvrılmaksızın dik dik duruyordu. Mantosu, düşük göğsünde düz çizgiler yapmıştı. Gözlerinin kapalı olmasına karşın yüzü yorgunluk, sinirlilik, çoktandır çekmeye alıştığı bir acıyı anlatıyordu.
Dirseklerini iki yana dayayan uşak, önde arabacının yanında uyukluyordu. Posta arabacısı keyifli keyifli bağırarak, ter içinde kalmış dörtlüyü sürüyor, arasıra arkadaki kupa arabasında bağırıp duran öbür arabacıya dönüp bakıyordu. Şınaların geniş, koşut izleri balçıkla kaplı yolda düzgün iki çizgi halinde hızla uzayıp gidiyordu.
Gök, kül rengi ve soğuktu; tarlalara, yola rutubet kokan bir karanlık çökmüştü. Arabanın içi boğucu sıcaktı, havasına kolonya ve toz kokusu sinmişti.
Hasta, başını geriye atıp gözlerini yavaşça açtı. İri gözleri ışıl ışıldı; çok güzel, koyu bir rengi vardı gözlerinin. Ayağına hafifçe değen, hizmetçinin mantosunun ucunu, güzel, zayıf eliyle sinirli sinirli iterek;
– Öf, gene uyandırdın beni! dedi.
Ağzı tuhaf bir biçimde çarpıldı. Matriyoşa iki eliyle birden mantosunun eteklerini topladı, güçlü bacakları üstünde doğrulup biraz geriye oturdu. Taze yüzü parıltılı bir kızıllığa büründü. Hastanın güzel koyu gözleri, hizmetçinin hareketlerini kıskançlıkla izliyordu. O da iki eliyle oturduğu yere dayandı, daha arkaya oturmak için doğrulmak istedi, ama buna gücü yetmedi. Ağzı çarpıldı; zavallı bir insanın kötücül, karanlık, alaycı anlatımı yayıldı yüzüne.
– Biraz yardım edeyim demezsin, değil mi? diye söylendi. Ah, İstemez istemez! Kendim kalkarım; yalnız, arkama şu çuvallarını koyma lütfen!… Tamam, yeter, beceremiyorsan bırak daha iyi!
Gözlerini kapardı, sonra yeniden açarak hizmetçisine baktı. Matriyoşa da ona bakarken kırmızı, alt dudağını ısırıyordu. Hastanın göğsünden derin bir “Ah!” yükseldi, ama bu iç çekmesi daha sonra ermeden öksürüğe dönüştü. Kadın yüzünü geriye çevirdi, buruşturdu, iki eliyle göğsünü tuttu. Öksürüğü geçince gözlerini yeniden yumdu, kımıldanmadan oturmasını sürdürdü. Matriyoşa atkısının altından tombul elini dışarı çıkardı, göğsünde istavroz işareti yaptı.
Hanımefendi hemen gözlerini açarak sordu:
– Nedir o?
– Menzil hanı, efendim.
– Neden istavroz çıkardığını soruyorum sana!
– Kilise gördüm de, efendim.
Hasta kadın yüzünü pencereye döndü; arabanın, çevresini dolaştığı büyük köy kilisesine dik dik bakarak usulca istavroz çıkarmaya başladı.
Posta ve kupa arabaları arka arkaya hanın önünde durdular. Kupa arabasından hasta kadının kocasıyla doktoru inerek posta arabasına yaklaştılar.
Doktor kadının nabzına bakarken;
– Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? diye sordu.
Kocası da Fransızca;
– Ee, nasılsın dostum, yorulmadın ya? dedi. İnmek ister misin?
Matriyoşa çıkınları topladı, konuşulanları dinlememek için bir köşeye çekildi.
Hasta kadın arabadan inmeye niyetli görünmüyordu. Kocasının sorusuna;
– Pek iyi değilim, diye karşılık verdi. Her zamanki gibi. Siz gidin, ben arabada kalacağım.
Kocası biraz daha bekledikten sonra hana doğru yürüdü. Matriyoşa arabadan fırlayıp çıktı, çamurların içinden ayaklarının ucuna basa basa hanın kapısına doğru koştu.
Hasta, pencerenin önünde dikilen doktoruna;
– Kendimi iyi hissetmiyorum ama, bu sizin kahvaltı yapmanıza engel değil. Buyurun, siz de gidin, diyerek hafifçe gülümsedi.
Doktor onun yanından sessizce uzaklaşıp hanın merdivenlerinden çabuk çabuk tırmanırken, kadın kendi kendine söyleniyordu:
– Hiçbirinin bana aldırdığı yok. Sağlamlar hastanın halinden ne anlar! Ah, aman Tanrım!
Hasta kadının kocası, doktorla karşılaşınca ellerini neşeli bir gülümsemeyle ovuşturdu.
– Bakın, Edvard İvanoviç. Yemek sepetini getirmelerini emrettim. Bir şeyler atıştıralım mı? Ne dersiniz?
– İyi olur, derim.
Adam sesini alçaltıp kaşlarını kaldırarak sordu.
– Ee, hastanın durumu nasıl?
– Söylemiştim, değil İtalya’ya, kesinlikle Moskova’ya bile yetişemez. Hele bu havada!
Hastanın kocası yüzünü bir eliyle kapadı, inler gibi;
– Ne gelir elden! Ah, aman Tanrım! Aman Tanrım! dedi.
Sonra da yemek sepetini getiren adama seslendi;
– Buraya getir!
Doktor pişmanlıkla omuz silkti.
– Karınızı keşke yerinden hiç kıpırdatmasaydık. Evinizde kalsaydı.
Öbürü kendini savunmaya çalıştı:
– Söyleyin, Allah aşkına, ben daha ne yapabilirdim? Biliyorsunuz, evde kalması için ne kadar uğraştım! Etkili ilaçlardan, yalnız bırakmak zorunda kalacağımız çocuklardan, işlerimin çokluğundan söz ettim; beni dinlemek bile istemedi. Sağlam biriymiş gibi yurt dışında yaşama tasarıları kuruyor. Kendisine durumunu açıkça söylemek, doğaldır ki, onu öldürmek olurdu.
– Vasili Dmitriç, şunu iyice bilin, karınız artık ölmüştür. Akciğerleri olmazsa insan yaşayamaz; akciğerse yeniden büyümez. Üzücü bir durum, ama ne yaparsınız! Bizim çabamız, son dakikalarını elden geldiğince rahat geçirmesi içindir. Ayrıca bir de papaz bulmamız gerekiyor.
– Ah, aman Tanrım!… Ona son olarak ne istediğini sorarken düşeceğim durumu gözünüzün önüne getirin. Ne derseniz deyin, ona bunu söyleyemem. Ne kadar iyi bir insan olduğunu siz de biliyorsunuz.
Başını anlamlı anlamlı sallayan doktor;
– Gene de onu yolculuğa kışın çıkmaması konusunda ikna edin. Yoksa yolda işi bitik, dedi.
Hancının kızı başına kışlık atkısını atmış, arka merdivenin çamurlu sahanlığında tepinerek bağırıyordu:
– Aksiyuşa, Aksiyuşa, haydi gel! Şirkinskli hanımefendiyi görelim. İnce hastalıktan Avrupa’ya götürüyorlarmış. Ömrümde hiç veremli görmedim.
Aksiyuşa eşikten atladı, ikisi el ele tutuşarak dışarıya çıktılar. Yavaş adımlarla posta arabasının yanından geçerlerken perdesi inik pencereye baktılar. Hasta, onlara başını döndürdü, ama iki kızın kendisine baktığını fark edince kaşlarını çattı, yüzünü arkaya çevirdi.
– Vay anacı-ğı-ı-m! dedi, hancının kızı. Ne güzel, pırlanta gibi bir kadındı! Ama şimdi mum gibi erimiş. İnsan bakmaya korkar. Sen de gördün değil mi, Aksiyuşa?
Aksiyuşa onu doğruladı:
– Ne kadar da çökmüş! Gözleri iyice çukurlarına kaçmış. Haydi bir daha bakalım! İşte, işte, yüzünü arkaya çevirdi, ama ben gene gördüm. Çok yazık! Sen de acıdın mı, Maşa!
Maşa arkadaşının sorusuna yanıt olarak;
– Öf, ne çok çamur var! dedi.
Sonra ikisi yan yana hana doğru koştular.
O sırada hasta şöyle düşünüyordu: “Anlaşılan korkulacak biri olmuşum. Hemen yola çıkmalıyım. Çok geçmez, iyileşirim.”
Lokmasını çiğneye çiğneye posta arabasına yaklaşan kocası;
– Ee, nasılsın dostum? diye sordu bir daha.
Hasta kadın; “Hep aynı soru, durmadan da yer, içer” diye düşündü. Dişlerinin arasından;
– Eh, şöyle böyle, diye mırıldandı.
– Biliyor musun, dostum. Korkarım, bu havada yollarda daha kötüleşeceksin. Edvard İvanoviç de aynı kanıda. İstersen geriye, evimize dönelim.
Kadın öfkeli öfkeli susuyordu.
– Hava düzelir, yollar bataklık durumundan kurtulur, sen daha da iyileşirsin. O zaman hep birlikte gider, güzel bir tatil geçiririz.
– Beni bağışla. Seni hiç dinlemeseydim şimdi çoktan Berlin’deydim. Üstelik tümüyle iyileşmiştim.
– Ne yaparsın, meleğim? Biliyorsun o zaman fırsat bulamadık. Ama şimdi bir ay daha dişini sıksan iyice düzelirsin. Ben de işlerimi düzene koyduktan sonra çocukları yanımıza alır…
– Çocuklar turp gibi, bense değilim.
– Biraz anlayışlı ol, şekerim. Bu hava sağlığına hiç yaramaz, yolda iyice bozulabilir. Hiç olmazsa evde…
Hasta kadın, kocasının sözünü yine sertçe kesti:
– Evde ne? “Evde ölmek daha mı kolay!” demek istiyorsun?
Ama “ölmek” sözü onu korkutmuş olmalı ki, kocasına yalvarırcasına, sorar gibi baktı. Adam gözlerini önüne indirdi, sustu. Kadının ağzı çocukça büzüldü, gözlerinden yaş boşandı. Kocası atkısına sarınarak arabadan uzaklaştı.
Kadın;
– Hayır, gitmek istiyorum, dedi.
Gözlerini göğe kaldırdı, ellerini kenetledi, kendi kendine şu sözleri fısıldamaya başladı:
– Ulu Tanrım, bütün bunlar neden? Neden kulunun çektiği bu acılar?
Gözlerinden durmadan yaşlar akıyordu. Tanrı’ya uzun uzun yalvardı, yakardı, ama göğsü hep ağrıyor, sıkışıyordu. Gökyüzü, tarlalar, yol, hep öyle kül rengi, bulanıktı. Güz sisi her yere, ne daha az, ne daha çok, çamurlu yollara, damlara, posta arabasına, gür neşeli sesleriyle konuşarak posta arabasını yağlayan, şuraya buraya koşuşan arabacıların tulumlarına iniyor, her şeyi boz bir renge boyuyordu…

Araba koşulmuştu, ama arabacı ağırdan alıyordu. Adam bir ara arabacıların kaldıkları kulübeye daldı. Burası bunaltıcı sıcak, karanlık bir yerdi; hava ağırdı. İçerisi pişmiş ekmek, kapuska, koyun postu, insan kokuyordu. Küçücük izbeye beş-on arabacı doluşmuştu, aşçı kadın ocağın yanında yemek işleriyle uğraşıyordu. Fırının üstündeyse koyun postlarına sarınmış hasta bir adam yatmaktaydı.
Kırbacı kemerine sokulu, tulum giymiş genç arabacı odaya girince, hastaya;
– Hvedor  Dayı! Hvedor Dayı! diye seslendi.
Arabacılardan biri;
– Ne bağırıp duruyorsun, kalın kafalı? Görmüyor musun, adam hasta? Fedka  ile bir alıp vereceğin mi var! Haydi git, seni arabadan bekliyorlar, diye çıkıştı.
Saçlarını arkaya atıp kemerindeki eldiveni düzelten delikanlı, berikini;
– Çizmelerini isteyecektim, kendiminkiler iyice eskidi de, diye yanıtladı.
Sonra ocağa doğru yürüdü.
– Hey, Hvedor Dayı! Uyuyor musun?
Zayıf bir ses oradan;
– Ne var, ne istiyorsun? diye karşılık verdi.
Sonra kızıl, sıska bir yüz fırının üzerinden eğildi. Kıllarla örtülü, zayıf, sararmış elleriyle kirli gömleğini, sivri omzunun üzerinden sarkan cepkenini düzeltti.
– Su verin bana… Sen ne istiyordun, yeğenim?
Delikanlı bir çanak su verdi. Ağırlığını bir bacağından öbürüne devirerek;
– Şey… Fedya, sana belki yeni çizme gerekmez şimdi, dedi. Yola gitmeyeceksen onları bana verir misin?
Hasta adam yorgun başını, içinde suyun ışıldadığı çanağın üstüne eğdi, seyrek sarkık bıyıklarını loş suya daldırarak zayıf, kanmaz bir biçimde içti.
Karmakarışık sakalı kir içindeydi; ölgün, donuk gözlerini genç arabacının yüzüne güçlükle doğrulttu. Suyu içince ıslak dudaklarını silmek için elini kaldırmak istedi, ama bunu yapamadı, ağzını cepkenin yenine sildi. Konuşmaksızın, burnundan soluyarak gücünü toplamaya çalışırken delikanlının gözlerine süzgün süzgün bakıyordu.
Genç arabacı;
– Yoksa çizmelerini bedavaya başkasına mı söz verdin? dedi. Yolda ayaklarım ıslanacak; terslik bu ya, hemen işim de var. Kendi kendime, bak Serega, dedim, gel sen Fedka’nın çizmelerini iste, belki artık onun işine yaramaz… Yoksa kendin mi kullanacaksın çizmeyi? Hadi, yanıt ver bana!…
Hastanın göğsünde bir şey sıkışıp hırlamaya başladı, adam ikiye büküldü. Gıcık verici, sonu gelmez öksürükten boğulacak gibiydi.
Aşçı kadın ansızın, kulakları çınlatırcasına, öfkeyle bağırdı:
– Nasıl kullansın gayri? İki aydır fırının üstünden inmiyor! Nasıl öksürdüğünü görmüyor musun? Zavallının ta içine işlemiş. Çizmeleri nerede kullanacak? Yepyeni şeyler gömülecek değil ya… Zamanı çoktan geldi hani! Tanrım, sen bu ihtiyarın kusurlarını bağışla! Görüyorsunuz, nasıl uğunuyor. (Katılıp kaldı.) Onu başka bir eve mi götürmeli, ne yapmalı!… Böyleleri için hastaneler varmış, diyorlar. İş mi yani, bütün köşeyi tuttu, tamam! İnsana soluk aldırmazlar. Bir de temizlik istemezler mi insandan!
Posta sürücüsü kapıdan seslendi:
– Hey, Serega, hadi arabanın başına gel! Efendiler seni bekliyorlar.
Serega, hasta ihtiyarın yanıtını beklemeden gitmek istedi, ama beriki öksürükler arasında ona bir şeyler söylemek istediğini gözleriyle işaret etti.
Öksürüğünü bastırıp biraz dinlenince;
– Serega, çizmeleri al, dedi.
Sonra hırıltılı sesiyle;
– Yalnız, ölünce mezarıma taş koydur, diye ekledi.
– Teşekkür, dayı. Çizmeleri alıyorum, taşı da koyduracağım. Yemin ederim…
Hasta bir daha zorlanarak;
– Bakın, çocuklar, siz de işittiniz, dedi.
Sonra gene iki büklüm eğilerek öksürmeye başladı.
Arabacılardan biri;
– Tamam, işittik, dedi. Serega, haydi git artık, yoksa postabaşı gene koşar gelir. Biliyorsun, Şirkinsli hanımefendi ağır hasta.
Serega, ayağına büyük gelen delik çizmelerini ateş gibi çıkarıp iskemlenin altına fırlattı. Fiyodor Dayı’nın yeni çizmeleri ayaklarına tıpatıp uygun gelmişti, bunlara baka baka arabaya doğru seğirtti.
Serega, arabanın sürücü yerine çıkıp dizginleri toplarken, elinde boya çanağı tutan bir arabacı;
– Ne çizme ya! dedi. Getir, şunu bir güzel boyayayım! Bedava verdi demek?
Serega ayağa kalktı, paltosunun eteklerini kıvırdı:
– Kıskandın mı? Bak hele şuna!
Sonra kamçısını sallayarak atları sürdü.
– Haydi, aslanlarım!
Yolcuları, bavulları, öteki yükleriyle birlikte posta ve kupa arabaları, kurşun rengi sonbahar sisinde yavaş yavaş gözden kaybolarak ıslak yolda koşmaya başladılar.
Hasta arabacı, havasız kulübede fırının üzerinde kaldı. Doya doya öksüremeden, son gücünü toplayarak öbür yana döndü, sessizleşti.
Akşama kadar kulübeye girdiler, çıktılar, öğle yemeği yediler; hastadan hiç ses yoktu. Yatmadan önce aşçı kadın fırının üstüne tırmandı, yaşlı adamın bacakları üzerinden gocuğunu çekti.
– Sen bana kızma, Nastasya! dedi hasta. Çok sürmez, köşeyi boşaltırım.
– Ziyanı yok, sen canını sıkma… Hvedor Dayı, söyler misin, neren ağrıyor?
– Hep karnım ağrıyor. Allah bilir, hastalığım nasıl bir şey…
– Öksürdüğüne göre, korkarım, boğazın da ağrıyordur!
– Ağrımayan nerem var ki! Ecel geldi, baş ağrısı bahane. Ah, aman karnım!
Fırının üstünden inerken hastanın üzerine cepkeni düzelterek örten Nastasya;
– Bacaklarını ört, ha şöyle! dedi.
Geceleyin bir kandil kulübeyi ölgün ölgün aydınlatıyordu. Nastasya ile on kadar arabacı – kimi yerde, kimi iskemlelerin üzerinde – horultuyla uyuyorlardı. Yalnızca hasta adam hafif hafif hırıldıyor, öksürüyor, Fırının üzerinde bir o yana, bir bu yana dönüyordu. Sabaha doğru büsbütün sessizleşti.
Sabahın alaca karanlığında aşçı kadın uykulu uykulu gerinirken şöyle anlatıyordu:
– Düşümde bu gece şaşılacak bir şey gördüm. Hvedor Dayı fırının üzerinden inmiş, avluya odun kesmeye çıkmış. “Nastasya, ver şu baltayı” diyor, “sana yardım edeyim”. “Sen odun kırabilir misin?” diyorum. Ama elimden baltayı kapıyor, vurmaya başlıyor. Öyle atik, öyle becerikli kırıyor ki, yongalar havada uçuşuyor. “Nasıl olur”, diyorum, “sen hasta değil miydin?” “Hayır, ben sağlamım,” diyor. Sonra baltayı öyle bir savurdu ki, ödüm patladı sandım. Bir çığlık atmışım, o sırada gözlerimi açtım. Ne dersiniz, adamacağız ölmüş müdür? Hvedor Dayı! Hvedor Dayı! İşitiyor musun beni?
Fiyodor’dan ses çıkmıyordu.
Uyanan arabacılardan beri;
– Öldü mü yoksa? dedi.
Ocağın üzerinden sarkan kızılımsı kıllı cılız kol, soğuk ve sarımtıraktı.
– Ölmüş herhalde, gidip hancıya söylemeli.
Fiyodor’un akrabası yoktu, kimsesizdi. Ertesi gün koruluğun ötesindeki yeni mezarlığa gömdüler. Nastasya gördüğü rüyayı, Fiyodor Dayı’nın öldüğünü ilk olarak kendisinin bildiğini birkaç gün her önüne gelene anlattı.

Bahar gelmişti. Kentin ıslak sokaklarında, gübreli buzlar arasından şen derecikler şırıldıyordu. Giysilerin renkleri parlak, yürüyen insanların konuşmaları canlıydı. Çitlerin arkasındaki bahçeciklerde ağaçların tomurcukları patlamak üzereydi. Serin esintiyle birlikte dallar belli belirsiz sallanıyordu. Duru damlalar dallardan süzülüyor, sonra yere düşüyordu. Serçeler karmakarışık cıvıldaşıyor, küçücük kanatlarıyla pır pır ediyorlardı. Çitlerin, evlerin, ağaçların güneş düşen yerlerinde her şey kımıl kımıl, ışıl ışıldı. Yeri göğü dolduran tüm canlılar insanların yüreklerindeki aynı sevinçle, aynı yaşama isteğiyle doluydu.
Ana caddelerin birinde büyük bir konağın önüne taze saman serilmişti. Evde, yurt dışına gitmek isteyen o ölümcül hasta hanımefendi yatıyordu.
Odalardan birinin kapalı kapısının arkasında hastanın kocasıyla yaşlı bir kadın ayakta beklemekteydiler. Sedirde, elinde katlanmış bir şey tutan bir papaz, gözlerini yummuş oturuyordu. Köşedeki Voltaire tipi koltukta yatan yaşlı bir kadın – hasta kadının annesi – acı gözyaşları dökmekteydi. Yanında dikilen hizmetçi’nin elinde temiz bir mendil vardı. Hanımı isterse diye getirmişti. Bir başka hizmetçi, ihtiyarın şakaklarını ovuyor, serinletmek için başörtüsünün altına, kır saçlarına üflüyordu.
Hasta kadının kocası, kendisiyle birlikte kapının arkasında duran yaşlı kadına:
– Haydi, İsa yardımcınız olsun, dedi. Size çok güveni vardır; ayrıca onunla nasıl konuşacağınızı biliyorsunuz. Sizden bütün istediğim, onu tam olarak ikna etmeniz, ölüme hazırlamanız.
Kadına kapıyı açmak üzereyken kuzeni olan yaşlı kadın onu durdurdu, mendilini birkaç kez gözlerine bastırarak başını salladı:
– Umarım, ağladığım belli olmaz.
Böyle diyerek kapıyı açtı, iç odaya girdi.
Hasta kadının kocası çok heyecanlıydı, hayli yorgun görünüyordu. Koltukta ağlayan yaşlı annenin yanına gitmek için yürümüştü ki, ona birkaç adım kala durarak geriye döndü, odada biraz gezindikten sonra papaza doğru yürüdü. Papaz adama baktı, kaşlarını kaldırıp ah çekti. Bu sırada kır düşmüş ufak sakalı kalkıp indi.
Adam;
– Aman Tanrım, diyerek içini çekti.
– Ne gelir elden?
Böyle söylerken kaşları ve sakalcığı bir daha havaya kalktı, indi.
Adam hemen hemen umutsuzluk içindeydi.
– Kaynanamın durumunu görüyorsunuz. Nasıl dayanacak, bilmem. Onun gibi sevmek, görülmedik bir şey. Peder, lütfen kadıncağızı yatıştırıp evden gitmesini sağlar mısınız?
Papaz ayağa kalktı, yaşlı kadına, hastanın annesine yaklaştı.
– Efendim, anne yüreğindeki duyguların derinliğini Tanrı’dan başka kimse bilemez! Şurası bir gerçek ki, Tanrı bağışlayıcıdır.
Kadın sakinleşinceye kadar papaz konuşmasını sürdürdü:
– Tanrı esirgeyicidir. Size şunu arz edeyim, benim köyde, Mariya Dmitrevna’dan daha ağır hasta bir adam vardı. Ama, inanır mısınız, bir gün cahil bir esnaf, otlarla onu kısa zamanda iyileştirdi. Adam şimdi turp gibi, Moskova’da yaşıyor. Vasili Dmitreviç’e der dururum, bir de şu esnafa gitmeli. En azından hasta için avunma kaynağı olurdu… Tanrı güçlüdür.
İhtiyar kadın içini çekti:
– Hayır, kızım artık yaşamaz. Şurada benim gibi yaşlı biri dururken Tanrı onun canını alıyor!
Ve isteri hıçkırığı üzüntüsünü unutturacak kadar çoğaldı.
Hastanın kocası yüzünü elleriyle kapadı, koşarak dışarı çıktı. Koridorda birbirlerini kovalayarak koşuşan kızıyla oğluna rasladı.
Çocukların dadısı adamı görünce;
– Çocukları annelerine götürmemi buyurmaz mısınız? diye sordu.
– Hayır, onları görmek istemiyor. Görürse sinirleri iyice bozulur.
Oğlan bir dakika durdu, babasının yüzüne dik dik baktı, sonra bir ayağıyla tekme atıp neşeyle bağırdıktan sonra koşmaya başladı.
Koşarken kız kardeşini göstererek;
– Babacığım, şuna bak, yağız at gibi! diye bağırıyordu.
Bu arada öteki odada adamın kuzeni olan yaşlı kadın, hastanın başucunda oturuyor, ustalıkla yönettiği konuşmayla onu ölüm düşüncesine hazırlıyordu. Doktor pencerenin önünde ilaç karıştırmaktaydı.
Sağına-soluna yastık konularak oturtulan beyaz sabahlıklı hasta kadın; konuşmadan kocasının kuzeni yaşlı kadına bakıyordu. Bir ara berikinin sözünü keserek;
– Ah dostum, dedi, benimle böyle konuşmayın. Çocuk değilim artık. Hıristiyanım, her şeyi biliyorum. Çok yaşamayacağımı da, kocam sözümü dinleyip İtalya’ya götürseydi belki, hatta yüzdeyüz iyileşirdim, onu da biliyorum. Oraya gitmemiz gerektiğini herkes söyledi. Ama elden ne gelir, Tanrı böyle istemiş! Anlıyorum, günahımız çok, ama Tanrı’nın bağışlayıcılığına güveniyorum. Bu dünyada herkes affedilecektir. Kendimi anlamaya çalışıyorum. Benim günahım da çoktur, dostum. Buna karşılık çok acı çektik. Acılara sabırla dayanmaya çalıştım…
– Öyleyse, papazı çağıralım mı? Dua okunurken daha da rahatlarsınız…
Hasta kadın, “evet” anlamında başını eğdi. Sonra da;
– Ulu Tanrım, ben günahkar kulunu bağışla, dedi.
Yaşlı kadın dışarı çıkarak papaza göz kırptı. Hastanın kocasına gözlerinden yaşlar aka aka;
– Sanki bir melek, dedi.
Adam da ağlamaya başladı, papaz hastanın odasına girdi. İhtiyar anne kendinden geçmiş, uzun koltukta yatıyordu; birinci oda büsbütün sessizleşmişti. Beş dakika sonra papaz odadan çıktı, kalpağını çıkarıp saçlarını düzeltti.
– Çok şükür, şimdi daha sakin, dedi. Sizi görmek istiyorlar.
Kocasıyla kuzeni içeri girdiler. Hasta, aziz tasvirine bakarak sessiz sessiz ağlıyordu.
Adam;
– Kutlarım seni, dostum, dedi.
İnce dudaklarında hafif bir gülümseme dolaşan hasta kadın, ağır ağır konuşuyordu:
– Teşekkür ederim. Şimdi çok daha iyiyim, anlaşılmaz bir haz duyuyorum. Tanrı ne kadar bağışlayıcıymış, doğru değil mi? Tanrı esirgeyicidir, her şeye gücü yeter!
Islak gözleri duvardaki tasvire çakılmış gibiydi. Coşkulu yakarışlarına hiç ara vermiyordu.
Sonra birden hatırına gelmiş gibi işmarla kocasını yanına çağırdı. Zayıf, üzgün bir sesle;
– Ne zaman bir isteğimi yerine getireceğini göreceğim? dedi.
Kocası boynunu uzattı, saygıyla dinlerken sordu.
– Ne istiyorsun, hayatım?
– Sana kaç kez söyledim! Bu doktorlar bir şey bilmezler, basit hekimler vardır, insanı kolayca iyi ederler, diye… Bak, peder de söyledi… Bir esnaf varmış… Ona gidelim.
– Kime, hayatım?
– Aman Tanrım, beni neden anlamak istemiyorsun?
Sonra yüzünü buruşturdu, gözlerini kapadı.
Doktor, hastaya yaklaşarak kolunu tuttu. Nabız fark edilir derecede gitgide zayıflıyordu. Adama göz kırptı. Hasta bunu görerek korkuyla çevresine bakındı. Kuzeni arkasını döndü, ağlamaya başladı.
– Ağlama, dedi hasta kadın. Hem kendini, hem de beni üzüyorsun. Son gücümü de şu ağlaman alıyor.
Kuzeni, hastanın elini öptü.
– Sen bir meleksin. Bir meleksin sen.
– Hayır, şuradan öp. Yalnızca ölülerin eli öpülür. Aman Tanrım! Aman Tanrım!
O akşam ölen hasta kadın, büyük evin salonunda bir tabuta konuldu. Kapıları kapalı geniş odada bir papaz yamağı burnundan çıkan ölçülü sesiyle Zebur okumaya başladı. Parlak balmumu ışığı yüksek gümüş şamdanlardan ölünün soğuk alnına, balmumu renginde ellerine, diz ve ayaklarının çıkıntıları korkunç bir biçimde kabaran örtünün taşlaşmış kırışıklarına düşüyordu. Papaz yamağının tekdüze bir okuyuşu vardı, bir şey anlamadan ağzından dökülen sözler sessiz salonda garip bir biçimde çınlayarak kayboluyordu. Arasıra uzak bir odadan çocuk sesleri, ayak patırtıları geliyordu.
Zebur’un sözleri şöyleydi: “Yüzünü örtersin utanırlar; canlarını alırsın ölürler, küle dönerler. Ruh gönderirsin, canlanırlar, yeryüzünü şenlendirirler. Tanrı’ya sonsuz hamdolsun!”
Ölünün yüzü katı, durgun, ürkütücüydü. Ne temiz soğuk alnında, ne de sertçe kapanmış ağzında hiçbir kıpırdanma yoktu.

Bir ay sonra kadının mezarının üzerinde taş bir anıt  yükseldi.
Arabacının mezarındaysa hiçbir şey yoktu; yalnızca bir insanın geçmiş varlığının tek belirtisi olarak, toprak tümseğin üstünde körpe yeşil otlar büyümüştü.
Günün birinde menzil hanındaki aşçı kadın;
– Serega, dedi. Hvedor’un mezarına taş dikmezsen günaha girersin. “Kış gelsin” diye oyaladın durdun. Peki verdiğin sözü niçin tutmuyorsun? Hepimiz işittik, ben de tanığım. Biliyorsun, kendisi bir kez sana geldi; taşını dikmezsen bir daha gelir, boğar seni vallahi!
Serega:
– Hah, “Dikmeyeceğim!” diyen mi var? Dikeceğim. Hem de bir buçuk rublelik taş alıp dikeceğim. Sözümü unutmadım, ama taşı çok uzaktan getirtmek gerek. Kente işim düşerse, alırım.
Yaşlı bir arabacı oradan atıldı:
– Bari bir haç dikeydin. Böylesi büsbütün kötü. Adamın çizmelerini giyiyorsun.
– Haçı nereden bulayım? Ağaçtan yontamazsın ya!
– Şunun söylediğine bak! Ağaçtan yontamazmış! Eline bir balta al, erkenden ormana git, ağaçlardan birini kesiver. Dişbudak mı olur, yoksa başka bir cins mi?.. İşte sana haç! Daha olmazsa korucuya bir şişe içki götürürsün. Her ıvır zıvır için içki götürmeye de kalkma ha! Geçenlerde arabanın özek tahtasını kırdımdı, yepyeni bir tane yapmak istedim, ağaç kesmek için gittiğimde kimse bir şey söylemedi.
Erkencecik, henüz şafak sökerken Serega bir balta aldı, ormana yollandı.
Henüz güneş ışınlarının aydınlatmadığı, yeni düşmüş çiyin donuk örtüsü her yeri kaplamıştı. Ufkun doğaya düşen bölümü ince bulutların sardığı gökyüzünde güneşin aydınlığını yansıtırken belli belirsiz ağarıyordu. Ne yerde bir otçuk, ne de dallarda bir yaprak kıpırdıyordu. Ormanın sessizliğini bozan tek ses ağaçların sık dallarından gelen kanat çırpmalar, bir de arabacı yürürken otlarda çıkardığı hışırtılardı. Derken, ansızın tuhaf, doğaya yabancı bir ses işitildi; sonra bu ses ormanın kıyısında donup kaldı. Sonra aynı ses bir daha, bir daha duyuldu; ağaçlardan birinin gövdesi bu gürültüyü biteviye takırtılarla çevreye yaymaya başladı. Takırdayan ağaç garip bir biçimde sarsıldı, gürbüz yapraklar kendi aralarında bir şeyler fısıldaştılar, dallardan birine konmuş olan bir narbülbülü kanatları ıslık çalarak iki kere pır pır etti, kuyruğunu sallaya sallaya başka bir ağaca kondu.
Balta, alttan alttan gittikçe boğuk sesler çıkararak kütürdüyor; yavaş, beyaz yongalar çiy düşmüş otlar üzerine saçılıyordu. Derken, vuruşlarla birlikte hafif bir çatırtı işitildi. Ağaç bütün gövdesiyle titredi, biraz eğildi, sonra kökü üzerinde korkuyla irkilerek yeniden doğruldu. Bir an için her şey sustu, ama ağaç bir daha eğildi, gövdesinden yükselen çatırdılar çoğaldı, budakları kırılıp dalları alta doğru sarkarak baş aşağı kara toprağa devrildi. Balta takırtıları, ayak sesleri bıçak gibi kesildi. Narbülbülü kanat çırptı, daha yükseklere uçtu. Kanatlarıyla dokunduğu bir dalcık bir süre sallandı, sonra öteki dallar gibi dondu kaldı. Yeni açılan boşlukta kımıltısız dalların yaprakları daha bir diri görünüyordu.
Güneşin ilk ışıkları, arkası görünen bulutu delip gökte parladı, sonra yavaş yavaş her yere yayıldı. Koyu sis çukurlarda harelenmeye, çiy damlaları yeşilliğin üzerinde ışıl ışıl oynamaya başladı. Ağaran saydam bulutlar mavi gökte şuraya buraya dağıldı. Kuşlar ormanın sık yerlerine uçuştular, sanki yok olmaktan zor kurtulmuşlar gibi mutlulukla cıvıldaştılar. Semiz yapraklar sevinçli bir durgunluk içinde dallarında fısıldaşmaya başladılar. Ayakta kalan ağaçların tepeleri yerde yatan ölü ağacın üzerinde saygıyla, usuldan usula salındılar.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz