Toplumumuzdaki erkeklik kimliği üzerine sosyopsikolojik bir inceleme – Cemal Dindar

yazar:

kategori: ,

Toplum ve BilimNe vakit cinsel kimlik ile ilgili bir mesele tartışılsa aklıma bir fıkra gelir: İki travesti şehrin meydanında yürürken, cadde girişinde bir otomobil çarpar. Biri kazayı atlatır; fakat diğeri yerde baygın kalır. Arkadaşı yerdekine seslenir: “-Figeen… Figeeeen… N’olursun bir ses ver…” yanıt alamadıkça, “Figeeen” deki e’lerin miktarı ve tonu artar… En sonunda işin “Figeeen” boyutunu aştığını görür ve son bir kez seslenir: “Davut ağbey, gözüün yağını yiyim bi ses ver!..”
Bu fıkranın da erkek egemen söylemin bir parçası olup olmadığı elbette tartışılabilir. Peki, oyunun ciddiyete selam çaktığı anda yeniden erkeklik postunu giyinme örneğinde hiç mi gerçek payı yok?

Cinsel kimlik, biyolojik bir temelin üzerinde inşa edilse de kimliğin cilt/hane/kütük numaralarının başlıca psikososyal etkenlerce belirlendiği artık işin a-be-cesi… yalnız iş bununla kalmıyor. Şu soruyu da sormak gerekiyor: hepimizin tabi olduğu mevcut toplumsal sistemde, sistemin sıkışık alanlarında ve sistemce sıkıştırıldığında hemen herkesin erkeksi bir söyleme, davranış kipine savrulmasını, oradan sözünü söylemesini nasıl anlamalıyız? Yani mahallenin orta yerinde kavga eden kadınların bir süre sonra kocalarının cinsel güçlerinden söz etmeye başlamalarının ya da 70’lerde, şiddet Bizans surlarındaki kızgın yağlar benzeri üzerlerine boca edilirken ülke gençlerinin erkeklik kimliğini cinselliğin reddiyesi haline getirmesinin buluştuğu nokta neresi? Bir de, meğerki cinsel kimlik meselesi, psikososyal, belki doğrusu sosyopsikolojik belirleyicilerin hüküm alanı, öyleyse sosyopsikolojik belirleyicilerin yeniden üretiminin kaynakları neler? Daha ötesi, bunların biyolojik olanla kökensel buluştuğu evrimsel temelleri var mı? Daha da ötesi, çeşitli sosyokültürel süreçlerin buluştuğu kavşak olan coğrafyalarda, örneğin Anadolu’da, özellikle kimlik meselelerinde dışavurumu izlenebilen özgün gerilimleri görmek ve bunları anlama çabasına girişmek bizi bize daha iyi anlatmaz mı? Yani, modernitenin zaman zaman aydınlanma, bugünlerde sıklıkla sis bulutu vadeden sokaklarında dolaşan zihinlerimizin, günlük hayatın arenasında kör noktalar yaşamasında bir de bu durum etkili değil mi? Bir örnekle: Kadın cinselliğini erkek merkezli olmaktan çıkartıp yeniden keşfini de vazeden feminizmin önermesi ile yeni gelen kuması yoluyla cinselliğin-doğurganlığın yükünden kurtulup ana-kraliçe mertebesine yükselmiş Harran’lı kadının “kurtuluş modeli” arasındaki kör uçurum!.. Bir örnekle: Kadın cinselliğinin, kadının hiç değil, eşinin ya da ailesinin elbette, asıl bir toplumsal grubun şan, şeref simgesi haline gelmesi ve kan davası olgularında, erkeğin bedenini yok etmek hedeflenirken, kadın bedeninin ‘el değmemişliği’nin düşmanlar arasında bir barış olanağının aracı haline getirilmesi!.. Ya da bu ‘el değmemişlik’in ihlalinin erkek dünyasında kan davasını başlatabilmesi… Cinselliği, erkeğin hizmetinde ve asıl çok-çocukluluk esasında soyun devamlılığı ilkesiyle zorlanan kadının, kısa sürede cinsel kimliğine öfkeli uzaklığını, kendi kimliğini erkek çocuklarının şahsında ifade ederken, kız çocuklarına yönelen ev-içi baskının da uygulayıcılarından biri haline gelmesini nasıl açıklayacağız?..

Metropollerde insanlığın ya da kadın cinsinin kurtuluşuna ömrünü vakfetmiş bazı aktivist öznelerin hızla erkekleşmesi ile bir önceki örneğin benzerliğini de anmalıyız burada… Aşırı vurgu, söylemde, hatta davranış kipinde zıddını üretme riskiyle de yan yana değil mi? ‘Erkek Fatma’sını çıkartmamış bir mahalleden delikanlı çıkar mı? Bakınız, eski dönem sinema filmlerimiz, yeni dönem televizyon dizilerimiz. Bir de bu cenderede erkeklik her daim şanlı şerefli bir apolet mi? Sahi, bu denli dışsal tanımına kavuşmuş, kalıpları, köşeleri davranışta bu denli etkili, toplumsal beklentileri üretme konusunda bu denli belirleyici olmuş, olan, deyim yerindeyse bir töresel paradigmanın erkek cinsi için de ruhsal mahpusluğa dönüşme olasılığı yüksek değil mi? Bir örnekle, külliyen yaşanmış bir öyküyle düşünelim: Yirmi beş yaşında ikiz kardeşler. Ataerki dendiğinde ilk akla gelecek şehirlerden biri. Ağalar hala ağa, beyler hala bey, maraba hala maraba yani. İki kardeş, zıtların birliği gibi. Biri çekingen kişilikli, aile öyküsünde hep bir adım geride, az konuşan, mesela kardeşi mobileti sürerken hep arkada oturandır. Diğeri erkeklik etrafında sayılabilecek sıfatlarla dolaşan, atak, toplumsal yaşamda girişken, gözünü budaktan sakınmayan, diğer kardeşin deyişiyle ‘haftada bir olmasa da on beş günde bir komşu şehirdeki geneleve giden’, mobileti kullanandır. Hasımları, iki kardeş mobilet üzerindeyken, kurşun yağmuruna tutarlar. İkizlerden öndeki, yani mobileti kullanan ölür. Diğeri bir dizi ameliyattan sonra sağlığına kavuşur. Ölen kardeş evlidir ve bir erkek çocuğu vardır. Aile karar alır. Gelin töre gereği diğer kardeşle evlenecektir. Öyle de olur. Genç adam, bu satırların yazarının muayenehanesinin kapısını çalar ve şunları da anlatır: “Hiç düşünmedim bile. Elbette böyle olacaktı. Kardeşimin emanetidir. Yalnız bir şey oldu bana. Birlikte yatamıyorum. Dokunamıyorum. Çocuğu sevemiyorum. Evimiz eski bir ev. Benim odam yukarda. Gece kalkıyorum. Avluda bir ağaç var. Dibine oturup ağlıyorum.”

Devam edelim: Nihai olarak, tüm yaratıcılığı doğurganlığa indirgenmiş ya da öyle algılanan kadının karşısında cinsellik dilenen koca örneği az mı? Bu dilenmenin karşısında, kendi bedenini bilerek ya da bilmeyerek (bilinçli ya da bilinçdışı) esirgeyen, sıklıkla ruhsal kazançların bazen de bunlarla birlikte ev-içi hediye zincirinin ana malzemesi haline getiren, yine sıklıkla bu gerilimli oyunu şiddete maruz kalarak tamamlayan kadın yer almıyor mu? Kişisel gözlemimdir: Akşam yemeği saati ile uyku arasına sıkışmış vakitlerde Bakırköy Akıl Hastanesi acil psikiyatri polikliniğine konversif bayılma tablosuyla başvuran kadınların sayısındaki artış niye ki?.. Ya erkeklik oyununun ‘hard’ yaşandığı mecralarda ‘kadın giremez’ levhalarına ne buyurulur? Kadınsız erkek mekanları niye bu denli çok ve niye bu mekanlar cinsellik yükü bir hayli fazla şakaların, kimi kez ayrıntılı cinsel birleşme pozisyonlarını da içeren küfürlerin, sataşmaların resmi tören alanı halini alıyor? Bir de, İngilizce psikiyatri literatüründe erkek cinsel birleşme sırasında, ‘penetrate’, girerken, içine işlerken, delerken, yani etkin bir dirence karşı eylerken, Türkçede mesela niye zahmetsizce, edilgen bir masaya bir şeyi bırakır gibi ‘koyuyor’. Penis’i karşılayan adı, yarmak eyleminden türetmiş başka bir dil var mı? Aynı adın, Ortaçağ Türkçesinde silahı da karşıladığını düşünürsek, cinsellikte erkeğin payına düşen bu saldırganlığın şiddetini nasıl anlayacağız? Bir Neşet Ertaş bozlağı: “Sevsem öldürürler, sevmesem öldüm.” Ne demişti bir söyleşisinde Cemal Süreya: “Bir Alman için cinsel birleşme, yemek üstüne yenen büyücek bir çikolatadır; yeri, konumu bilinen bir edimdir; güzel bir şeydir. Bir Türk için ise güzelliğin çok üstünde, hatta dışında bir şey vardır: Bir felaket tadı, bir varlık-yokluk tartışması, bir mahvoluş duygusu…” Burada örtükçe sözü edilenin bir Türk erkeği olduğu çekincesiyle birlikte… Bir Türk kadını için de, bir ömürlük macerasında cinselliğin korkuyla başladığını, bekaretle ki konuşma dilinde sıklıkla kızlık zarıdır, taçlandırılmış korkuların temelde nice yasları da içerdiğini en azından mesleki pratiğimden biliyorum. Nice yaslar!.. Gidilen yerde kocadan bir baba yaratma olasılığının bakiliğiyle baba ocağından görece, ana kucağından kesinkes ayrılmayla belirgin ömrün öncesine tutulan yas… Boşuna mı mahvoluş duygusu!.. Niye erkek ilk cinsel birleşmeyle ‘milli’oluyor, erkek olarak kalıyor da kız, niye kadın oluyorun yası… Bir de bu var işte; kadının kadın oluşu, kız kurusu olmaktan ‘kurtuluşu’ erkeğin varlığına muhtaçken, oğlan çocuğunun erkek oluşu erkek meclisiyle mümkün. Erginleme törenleri erkek dünyasında devam etmekte. Yahudilerde de olduğu düşünüldüğünde, en azından bugünkü törensel biçimiyle Sami kökenlere, dolayısıyla Sümer’den günümüze ataerki’nin inşasının belirgin izlendiği topraklara sıkıca bağlanabilecek sünnet, erginleme törenlerinin yeğin anılarıyla yüklü değil mi? Ataerki’nin gücünü, hiçbir sürprize yer bırakmama gayretiyle ve kendi aktörlerini hadım ederek sağlamlaştırması ise ciltlere bedel bir mesele. Öte yanda Boğaç Han’ı anımsayalım. Tarımcıl Mezopotamya uygarlığının erginleme törenleri bedene, cinsel organa yönelirken, Dedem Korkut’larda erginlemenin, ergendeki azami gücün dışavurumuyla mümkün olması, mesela yumrukla azgın bir boğanın yere indirilişiyle gerçekleşmesi… Bir de asıl, ancak o vakit erkek çocuğun bir ad sahibi olabilmesi. Bu arada farkı vurgulamak için yabani boğanın binlerce yıl erkek cinsel gücünün simgesi olduğunu da anımsatalım. Nedense şimdi anımsadım. Harbiye’de otobüsten inip Maçka Teknik Lisesi’ne, okuluma yürüyorum. Harbiye Askeri Müzesi’nin bahçesinde askerler hemen her sabah koşuyorlar. Ya “Komşu kızını zapt eyle/ Bizim oğlan aşıktır/ Yaylalar, yaylalar” türküsü ya da “Her Türk asker doğar, asker ölür, her Türk…” Bu bab’a, bizim memlekette askere gitmeyene kız vermediklerini de ekleyelim.

********

Epeydir biliniyor: Cinsel özelliklerin farklılaşması ile genetik kod arasında belirlenimci bir ilişki var. Cinsel özellikler, doğuştan getirilen genetik kodlara göre ayrımlaşıyor ve bu genetik kodlardaki sorunlar, cinsiyeti belirleyen kromozomlardaki değişiklikler sonucunda mesela hermafrodit bireyler gelişebiliyor. Hatta genetik kodda bir sorun olmasa bile, daha sonrasında cinsel özelliklerin gelişimini yönlendiren hormonlardaki düzensizlikler bu özelliklerin farklılaşmasında yine etkili olabiliyor. Mesela genetik kodu erkek olan birinde eğer yeterli düzeyde testosteron hormonu salgılanmıyorsa, cinsel özelliklerin gelişimi dişil yönde olacaktır. Bu bilgi önemlidir, çünkü biyolojik olarak dişilleşme ilkesinin erilleşmeye öncel olduğunun önemli bir kanıtıdır. Genetik kodun dişilleşmeye yönelik olduğu durumlarda üreme sisteminin öncülü olan Mullerian kanal sistemi, rahme, yumurtalık tüplerine, vajinanın iç üçte birlik bölümüne dönüşecektir. Eğer genetik kod erilleşmeye yönelik ise Mullerian kanal körelecek ve erkek cinsel organlarının öncülü Wolf kanalı gelişecektir. Yani dış cinsel organların öncülleri ortaktır ve bunların ayrımlaşması bir süreçle mümkün olmaktadır. Bu süreçte belirleyici rolü androjenler (testosteron ve dihidro-testosteron) alıyor diyebiliriz. Eğer yeterli miktarda androjen yoksa anne karnındaki sekiz haftalık bebekte klitoris, döl yatağı, vajina… Varsa; penis, testis torbası ve testisler gelişmeye başlayacaktır. Daha ötesi, androjen düzeyi, beyinde cinsel işlevlerle ilgili bölgelerin farklılaşmasında da rol almaktadır. Yani, buna bağlı olarak, beyinde, daha sonraki dişil döngüselliğini (regl dönemleri, yumurtlama, süt verme düzeni…) de koşullayan bir dişil/eril farklılaşması gerçekleşecektir.

Androjen yetersizliği gelişen ergenlerde dışardan testosteron verilirse erilliğe özgü cinsel arzu ve davranış yeniden uyarılabilmektedir. Biyolojik unsurların cinsel arzu üzerine etkinliğinin bir önemli göstergesi de dönemsel kanamaların hemen öncesinde ya da sonrasında kadınlarda cinsel isteğin arttığına dair bulgulardır. Yine de bu biyolojik değişikliklerin sosyopsikolojik etkenlere oranla kısıtlı öneme sahip olduğu bilinmektedir. Sosyopsikolojik etkenlerin cinsellik üzerindeki belirleyiciliği, özellikle cinsel kimliğin biçimlenme sürecinde ortaya çıkar. Cinsel kimlik, kimliğin bir parçasıdır ve kişinin kendini kadın ya da erkek olarak duyumsaması, hissetmesi, yaşaması olarak tarif edilebilir. Psikanalitik görgü, cinsel kimliğin inşasının hayatın erken yıllarındaki özdeşleşmelerle gerçekleştiği yönündedir. Bu özdeşleşmelerin yalnız kim gibi yaşanılacağıyla değil, kime yönelik yaşanılacağıyla da ilgili olduğu artık bilinmektedir. Freud hem erkeğin hem de kadının psikolojik olarak çiftcinsellikli olduğunu ileri sürmekle birlikte her iki cinsiyet için ilk cinsel kimliğin eril olduğunu yazmıştır. Freud’a göre, penis haseti içindeki kız çocuğu, penise sahip olamamanın hayal kırıklığını, bir zamanlar var olan penisin hadım edildiği ile ilgili kastrasyon kaygısını, simgesel bir taleple; penis yerine babadan bir çocuk yapma isteğiyle aşmaya yönelir. Yani babayla özdeşleşmeye yönelir. Stoller, hayatın ilk yıllarında anne ile kurulan güçlü simbiyotik bağı temel alarak, hem erkek hem de kız çocukları için ilk cinsel kimliğin dişil olduğunu ileri sürer. Erkek çocuk bu simbiyotik bağdan ayrılma-bireyleşme sürecinde ve toplumsal rollerle de desteklenerek babayla özdeşleşmeler kurmaya başlar. Hem anne hem de babayla psikolojik (bilinçdışı) özdeşleşmelerin aynı zamanda cinslere atfedilmiş toplumsal rollerle de bilinçdışı özdeşleşmeler olduğunu unutmamak gerekir. Hatta Meyer, cinsel kimliğin inşasında, aynı cinsten ebeveynle özdeşleşmenin yanında, önemli bir özdeşleşme alanının anne ve babanın birbirine duyduğu cinsel ilgi ile özdeşleşme olduğunu vurgulamaktadır. Kernberg’in özlü sözü açıklayıcıdır: “Kimlik, nesnenin kendisiyle değil, bir nesneyle girilen bir ilişkiyle gerçekleştirilen özdeşleşmeler sonucu kurulur.”

Kernberg’den devamla:

“Çekirdek cinsel kimliğin –yani bireyin cinslerden biri ya da diğeriyle özdeşleşmesini belirleyen bütünlüklü bir benlik kavramının – kurulması arzulanan cinsel nesne olarak bu ötekiyle bir ilişkiyi içeren, denk bir bütünlüklü öteki kavramının kurulmasından ayrı düşünülemez. Çekirdek cinsel kimlikle cinsel olarak arzulanan nesnenin seçilmesi arasındaki bu bağ aynı zamanda insan gelişmesinin içkin biseksüelliğini de anlatır: Biz hem kendi benliğimizle hem de arzu nesnemizle özdeşleşiriz.

Örneğin erkek çocuk kendisini annesi tarafından sevilen bir erkek çocuk olarak deneyimlediği oranda, erkek çocuk ve dişi anne rolüyle özdeşleşir. Böylelikle daha sonraki ilişkilerinde, benlik temsili yetisi kazanırken anne temsilini başka bir kadına yansıtır ya da belli koşullarda benlik temsilini başka bir erkeğe yansıtırken anne rolünü kendisi üstlenir. Ego kimliğinin parçası olarak erkek çocuk biçimindeki benlik temsilinin (bütün öteki kadınlarda bilinçdışı anne arayışı da dahil) heteroseksüel yönelimin egemenliğini sağlayacaktır.”

Kernberg, kadın ve erkek cinsellikleri arasında şu kökensel farklılığı da vurgular: Erkek çocuklar, Odipal karmaşa öncesinde, henüz anne parça-nesne olarak ve sıradışı fantezilerin güdümünde algılanırken, yani bütünlüklü bir öteki’ye dönüştürülmemişken, anne tarafından ve cinsel olarak uyarılmışlardır. Ancak Odipal dönemle birlikte, anne bütün nesneye dönüşebilir ve böylece öteki’nce beğenilme, arzu edilme, onunla anlamlı bir ilişkiyi yaşama olanağı ortaya çıkar. Yani erkek, aşk ilişkisini cinsel uyarılmadan çok sonra öğrenebilir. Kız çocuk için ise, Oedipal dönem öncesinde baba, anneye göre uzak bir figürdür ve duyumsal değil ancak ilişkisel anlama sahiptir. Bu uzak figürce fark edilme, beğenilme beklentisinden sonra cinsel aşkı keşfetmeyi umabilir.

Cinsellikle ilgili bu kısanın kısası literatür özetinin amacı, cinsel kimliğin inşasında sosyopsikolojik dinamiklerin belirleyiciliğine atfedilen önemi ortaya koymaktı. Lakin belirttiğimiz gibi, bu işin abecesi… Asıl, bu dinamiklerin etkinliğinin hangi koşullarda ve bağlamlarda gerçekleştiği sorunu önem kazanıyor. Bir de bu dinamiklerin aynı zamanda sosyokültür tarihinde üretilmişliği ve hemen her bireyin kişisel tarihinde yeniden ifade bulma olanaklarına kavuşması. Mesela, ülkemize özgü bir erkeklik kimliği varsa, ki olduğunun işaretleri ‘Türk’ imgesinin başka toplumların aynasında belirmesinden günlük yaşamın organize edilmesine değin birçok alanda yakalanabiliyor, bu kimliğin ayırt edici özelliklerini, kanımca yine bu inşa sürecinin sosyokültürel-tarihsel dinamiklerinde aramak gerekiyor.

*********

Tarımın keşfinin, daha doğrusu insanoğlunun yerleşik tarıma geçme başarısını göstermesinin, Gordon Childe’ın deyişiyle bu neolitik devrimin, devrimler devrimi olduğu söylenebilir. Eliade, yerleşik tarımla birlikte, paleolitik avcı topluluklarının değerlerinde şiddetli bir kriz olmuş olabileceğini ve hayvan-insan mistik ortaklığının yerini bitki-insan arasındaki ‘mistik ortaklık’ın aldığını belirtiyor. Bitkileri evcilleştiren ve ekili alanlar üzerinde söz sahibi olan kadının bu mistik ortaklık ile ilgili değerler silsilesinin asıl tanımlayıcısı olduğu da biliniyor. Bu dönem, öyle anlaşılıyor ki Ana Tanrıça’lar dönemidir. Hala avcı olan erkek, eşinin evine dönüyor ve temel olarak bir anayerlilik hüküm sürüyor. Bu dönem, bugün de doğa ile ilgili imgelerde genel olarak devam eden duyuş, inanış, bilişlerin biçimlenmesine tanık oluyor. Ürünü veren ‘Toprak Ana’ ile doğurganlığıyla Ana, aynı kutsallığın yeniden üretiminin temel alanları haline geliyor. Kadın doğurganlığıyla, ürünün bereketi arasında dolaysız ilişkiler kuruluyor. Doğanın iyi, belki de yaşamak için zorunlu gözlemcisi olan insanın, doğal olaylarla kadının doğası arasındaki ilişkiyi önceden de bildiği, bu bilgiyi kutsallaştırdığı söylenebilir. Lakin tarımla birlikte bunun, kutsallığın tanımlayıcı öğesi haline geldiği, ana kutsallığının gücünün arttığı anlaşılmaktadır. “Antropokozmik yapıda karmaşık bir simgesellik, kadın ve cinselliği ay döngüleriyle, toprakla (burada döl yatağıyla özdeşleştirilmiştir) ve bitkilerin büyüme “gizemi” adı verilebilecek olguyla bütünleştirir. Bu gizem, tohumun yeniden doğmasını sağlayabilmek için, onun “ölüm”ünü gerektirir ve bu yeniden doğuş şaşırtıcı bir çoğalmayla yansıdığı oranda mucizevi bir nitelik kazanır. İnsan varoluşunun bitkisel hayatla özdeşleştirilmesi, bitkisel büyüme dramasından alınmış imgeler ve mecazlarla ifade edilir. Bu imgesellik, çağdaş insan için de hala “gerçek”tir.” Anadolu’da Hacılar ve Çatalhöyük kültürlerinde (M.Ö.7000) kutsallığın başlıca temsilcisi Ana Tanrıça’dır ve çeşitli görünümler kazanmaktadır: “Bir çocuk (ya da bir boğa) doğuran genç ana ve yaşlı kadın (kimi zaman yanında avcı bir kuş da vardır).” Erkek ise, tanrıçanın oğlu ya da sevgili olan bir çocuk veya ergen, bazen de tanrıçanın kutsal hayvanına binmiş bir yetişkindir. Musul yakınlarındaki Tel Halef kültürü ise Anadolu’daki Çatalhöyük ve Hacılar kültürleri yok olduğu dönemde ortaya çıkmıştır. Eliade, olasılıkla Anadolu’dan inen halkın bu kültürü kurduğunu ve burada bakırın bilindiğini belirtmektedir. Yabani boğaya erkek cinsel gücünün işareti olarak tapılmakta, bununla birlikte, birçok kadın heykelciği bulunmasına rağmen, erkek heykelciğine rastlanmamaktadır. Halef kültürü MÖ 4400-4300’lerde yıkıldığında Güney Irak’ta Mezopotamya uygarlığının habercisi el-Ubeyd kültürü belirmeye başlamıştır. Yeğin bir maden işlemeciliği, ticaretin gelişmesi ve uygarlığın en karakteristik özelliklerinden biri; anıtsal tapınaklar görülür.

Yaşadığımız toplumda erkek cinsel kimliğinin nasıl biçimlendiğini anlamaya buradan başlamak, belki, markette hazır paketlenmiş şeker satılırken bir çuval keçiboynuzu çiğnemeyi göze almaktır, lakin bunu niye göze aldığımızın, hatta almamız gerektiğinin bulguları bizzat Anadolu’nun derinliklerinden, toprağın altından çıkmaktadır: Urfa’ya 25 dakika uzaklıktaki Göbeklitepe’de 1994 yılında bir kazı başlatılmıştı. Kazılarda dairesel salonlar bulundu ve yaklaşık yirmi ton ağırlığında, ‘T’ şeklinde taş bloklar ortaya çıkarıldı. Buluntunun yer aldığı tepe, insan eliyle oluşturulmuş yapay bir tepeydi. Taş blokların üzeri resimlerle süslenmişti. Tüm bulgular, burada bir zamanlar yaşayanların ‘avcı ve toplayıcı’ bir topluluğun sınırlarını çoktan aştıklarını gösteriyordu. Kazıyı yöneten Alman profesör Hauptmann’ın deyişiyle bunlar, neolitik ile ilgili bildiklerimizin yeniden inşasını gerektirecek bulguları içermekteydi ve M.Ö.9000’lere tarihlenmekteydi. Burası bilinen en eski tapınma merkeziydi. Belki arkeolojik önemi sınırlı, fakat bizim için çok daha önemli olan ise kazıların yapıldığı tepede ‘başları kıbleye doğru’ iki yatır hala ziyaret yeriydi. Belki de tepe, 11.000 yıllık tarihinde hep kutsal bir alan olarak bilindi. 1997–1999 tarihleri arasında da kazılar sürdü. Aynı duvarlar içinde başka T bloklar bulundu. Üzerlerinde boğa, aslan, kurt, turna kuşu, ördek ve yılan kabartmaları vardı. Yine Urfa sınırları içinde kalan Tektek dağlarında Karahantepe (Keçilitepe)’de M.Ö. 8000-8500’e tarihlenen ikinci bir tapınağa rastlandı. Bütün bu buluntular, Urfa ve çevresinin Neolitik dönemdeki ilk yerleşim yerlerini içerdiğinin kanıtıdır. Bu Neolitik birikimin, Mezopotamya Uygarlığı’na, yani Sümerler ile başlayan büyük öyküye maya olduğu belirtilmektedir.

Bu öyküyü, cinsel kimlik ile ilgili değişimi izlemeye olanak verdiği ölçüde izlemeye çalışalım: Sümer mitolojisini ana hatlarıyla artık biliyoruz. Sümer’de Tanrıça Inanna, çiftçi Enkimdu ile çoban Dumuzi arasında seçim yapacak güçte. Hatta daha sonraki Babil mitolojisinden farklı olarak, kocası Dumuzi’yi cinlere teslim edip yeraltına gönderecek gücü de var. Yine biliyoruz ki, Kramer’in eşsiz yapıtının adıyla ‘Tarih Sümer’de Başlar’ ve Sümer şehir devletlerinde, bugün de bir çoğu (ilk okul, ilk meclis, ilk mahkeme, vesaire) hala yaşayan kurumları yaratmış Mezopotamya Uygarlığı’nın ilk büyük travması, Sargon’ladır. Sargon, Sümer şehir devletlerinin yer bağına dayalı kültürel birliğini yıkar ve yerine kan bağına dayalı Akad siyasal birliğini koyar. Bu aynı zamanda kan bağı esasıyla biçimlenmiş Sami kültürünün uygarlıkta belirleyiciliğinin artışı demektir. Sümer mitolojisinde Dumuzi’yi yeraltına gönderen, seçim yapan ve seçimini eyleme geçirecek güce sahip Inanna, Sami nüshalarda, tam tersi bir rol üstleniyor; kocasını kurtarmak için kendini kurban ediyor ve ‘Dönüşü olmayan memleket’e gitmeye rıza gösteriyor. Inanna’nın serüveni, Tanrıça’nın düşürülüşü olarak özetlenebilir ve akıbeti, kralın hareminde ‘kutsal fahişelik’ olmuştur. Inanna, Kral Su-şin’ce seçilmesini şu şarkıyla kutluyor:

Sen beyimizsin, sen beyimizsin,

Gümüş, lapis lazuli, beyimizsin,

Tahılı yığan çiftçimiz, beyimizsin.”

Yine Mezopotamya’da, dört bin yıl öncesine ait tabletlerde, eşlerin ayrılmasının genelde erkeğin “Sen benim karım değilsin” demesiyle olduğu, kadının başka bir erkekle ilişkisi anlaşıldığında ise ‘nehre atılarak boğulma cezası’ aldığı yazıyor.

Dört bin yıl önce yazılanlar hala çok yakın, bildik deneyimler gibi gelmiyor mu?

İslam öncesi Arap kabilelerinde kadının değeri çok düşürülmüştür: Özgür kadın, ancak bir erkek çocuk doğurmuşsa kabilenin üyesi sayılmaktadır. Erkek, malların olduğu kadar kadınların da mirasçısıdır. Baba öldüğünde, üvey analar da oğula kalır. Kadının doğurganlığının devamlılığı için hemen her türlü toplumsal düzenek kurulmuş gibidir. Bugün de örnekleri görülen bir uygulamadır; ölen kardeşin karısının diğer kardeşe kalması ya da erkek çocuğu olmadığı için kuma getirilmesi…

İslam coğrafyasında, kırsal kesimin toplumsal düzeni çok uzun dönem ana karakterlerini korumuş ve bu karakterlerin günümüze yansımaları olmuştur. Yalnız Arap topluluklar için değil başka etnik gruplar için de ortak olan nokta, bu coğrafyada kırın bir aşiret örgütlenmesine sahip olduğuydu. Bu örgütlenmenin hamuru olan değerlerin ortasında ise “şeref yasası” vardı. Bugün de örnekleri görülebileceği gibi, bu feodal değerler bütününün, dinsel (hatta laik) normlardan, ve bunlar içinde de özellikle hukuksal normlardan etkilenme biçimleri “yararcı”ydı. İslam hukukunun okunma ve uygulanma biçimi, bu değerler prizmasından geçirilerek yapılmaktaydı. Topluluğun günlük yaşamında İslami yaşamın hemen tüm ritüelleri sıkı bir şekilde uygulanmakta, kişiler bu ritüelleri uygulamalarına göre değerlendirilebilmekte, buna rağmen, İslam’ın hiç de onaylamayacağı “kan davası” ve buna bağlı cinayetler de olumlu yargılarla desteklenebilmekteydi. Bu ve buna benzer tutumlar, yıkıcı gücün, üretici olabilecek gücün önüne geçmesine vesile olmaktaydı. Kendine, yani aileye, yani aşirete ait olanı korumak ve fırsatı çıktığında bu varsıllığı artırmak için savaşmak en büyük üretici güçtü. Dolayısıyla “erkek çocuk evin serveti” idi. Kadının saygınlığı da erkek çocuk doğurmasıyla ilgiliydi. Kadın, erkeğin koruması altındaydı. Onun doğurganlığı ve cinsel yaşam ile ilgili davranışları erkeğin en önemli şeref meselelerinden biriydi. Kadının cinselliği üzerinde tasarrufu olmayan birinin bu alana herhangi bir şekilde, ister sevişme isterse bir bakış olsun, müdahale etmesi “şeref yasası”nın çiğnendiği ana alanlardan biriydi. Böyle bir durumda sıklıkla kadın da sorumlu tutulur, cezalandırılırdı.

Cinsel yaşam, isteğin hazza, doyuma erişme alanıdır. Bir kadının cinsel yaşamında, kocasıyla bile bu hazzın peşinde olduğunu “göstermesi” tehlikeliydi. Kadınlar, erkek çocukların anası olarak saygı görürlerken, erkeğin, her an kontrol edemeyeceği yoğunlukta cinsel arzu duyabilecek bir cins olarak da tehlikeliydiler. Kadının görece, erkeklerle eşit saygınlığa ulaşabildiği nokta; doğurganlığı döneminde erkek çocukları olmuş ve artık cinselliğin baskısından kurtulmuş olduğu yaşlılık dönemiydi. Bu dönemde, erkekler üzerinde otorite bile kurdukları, “hanım ağa” oldukları görülebilmekteydi.

Kısaca söylemek gerekirse, Mezopotamya Uygarlığı’nın başlangıcından bugüne değin geçen süre, aynı zamanda ataerkil değerlerin kemikleştiği süreci de içermektedir. Bu değerler, Yakındoğu tarihinde, hayatı biçimlendirme rolünü üstlenmiş her türlü özneye ideolojik malzeme sunmuş ve değerler silsilesinin önemli bir alanını oluşturmuştur. Özellikle şehirler, yerleşik topluluklar, bu değerlere daha sıkı ve ortodoks bir tutumla sahip çıkmışlardır. Daha da ötesi, göçerlikten yerleşikliğe geçiş aşamasında, ister barışçıl ister cebren, yerleşik topluluklarla kaynaşmanın harcı olmuşlardır. İlginç olan ‘uygarlığın temsilcisi’ yerleşiğin gözünde hep saldırgan ve barbar olan göçebenin yerleşik düzene geçişle birlikte anacıl özelliklerini bastırmaya başlaması, deyim yerindeyse erk’ekleşmesidir. Kanımca bu nokta, ülkemizdeki erkeklik kimliğini anlamada anahtar öneme sahiptir. Resmi tüm renkleriyle görmeden önce arabına bakmak gerekirse, meselemiz; Mezopotamya uygarlığının ana yolu olmuş Sami kültürü ile geçtiğimiz bin yılın başlarında Anadolu’ya yerleşmeye başlayan; ama bu uygarlıkla ilk tanışıklığı aslında bir yol hikayesi olan Türkmen kültürü arasındaki gerilimle yakından ilgilidir. Ataerki-anacıl gerilimi olarak kavramlaştırdığım bu gerilimin özellikle cinselliği tarif etme, yaşama-yaşatma biçimlerimizi nasıl etkilediğinin ipuçlarını dileyen Seyfi Karabaş’ın ‘Bütüncül Türk Budunbilimine Doğru’ adlı yapıtında bulabilir. Ben burada Karabaş’ın incelediği iki örneği aktaracağım: İlk örnek ‘dayılanmak’ sözcüğü. Türk Dil Kurumunu’nun hazırlattığı Türkçe Sözlükte, sözcük bu haliyle bulunmuyor ve ‘dayılık’ ile karşılanmış. Üç anlamı belirtilmiş: 1. Dayı olma durumu. 2. Kayırıcılık. 3. Kabadayılık. Karabaş, ‘dayılanmak’ın anlamını, “Bir insanın iyesi olmadığı bir güç sanki kendisinde varmış gibi gösterişli bir biçimde davranması… Çok ileri gitmeden kaba güce başvurmayı içeren, karşı tepki gelince çabucak sus pus olmayı içeren bir davranış biçimi…” olarak açıklıyor. Karabaş şu soruyu soruyor: “Niye Türkler böyle bir davranışı bir deyim olarak anlatmak için “dayı” hısımlık teriminden yararlanıyor? Niye ‘amcalanmak’ değil de ‘dayılanmak’?” Dede Korkut anlatılarını örnek göstererek, bunun sebebinin İslamiyetle başlayan Arap etkisi ile eski değerler arasındaki çatışmanın yol açtığı toplumsal ve ruhsal gerilimler olabileceğini, İslamiyet öncesindeki Türk toplumunda dayı kızıyla evlenmek yeğlenirken ve dayılar bu evlenmelerle perçinlenmiş bir güce sahipken, Arap etkisiyle birlikte amca kızıyla evlenmenin öne geçtiğini ve dayıların güçlerini amcalara kaptırdığını ileri sürüyor. Karabaş’ın bir başka örneği de ‘hıyar’ sözcüğü. “Bahçelerde hıyarım/ Her sözüne uyarım/ Seni eller alırsa/ Ben canıma kıyarım.” yanında başka birkaç maniyi de çözümleyerek, ‘hıyar’ın erkeği simgelediğini, buna rağmen bir erkeğe ‘hıyar’ dendiğinde ortaya çıkan tepkinin, erkeğin cinsel organa indirgenmeye yönelik öfkesi olduğunu, ataerkil değerler silsilesi içinde bir yandan erkeğin sırf erkekliğiyle kadından üstün olduğu fikri güçlendirilirken, bu ve benzeri deyişlerle erkek cinselliğinin simgelerinin olumsuzlandığını, bunun da cinselliğin aşağılanmasına, hatta yadsınmasına hizmet ettiğini belirtiyor. Bu resmin tamamlayıcısı ise erkek meclislerinde kadının cinsel organa indirgenmesine hizmet eden küfürlerin bolluğudur.

Söz konusu hattın nice yüksek gerilime sahip olduğunu belirtmek için şunları da ekleyelim: Arap etkisinin yoğun hissedildiği Harput-Urfa-Kerkük hattındaki türkülerde kadının ağzıyla söylenmiş, kadının sorunlarından söz eden hemen tek bir türküye rastlanmazken, sevgiliye ‘ağam, paşam’ nidalarıyla seslenilirken, hatta türkülerde kadına ‘canımsın’ dedikten sonra ‘malımsın’ da eklenirken;

‘Baş yastığa yatar mı?

Gözün uyku tutar mı?

Kader bezirgan olsa

Seni bana satar mı?

Gel gel kaçma sevmişem…’

Tecimsel imgelerle kadından daha sık söz edilirken;

‘Ben yarimi kaybettim

Yüz altın var bulana…’

Toros boylarınca, İç Anadolu’da kadının sözünün de olduğu türküler sıklaşmakta, uzaklara gelin gitmişlerin;

‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar

Aşu aşu memlekete kız vermesinler…’

Ya da;

‘Ak elime mor kınalar yaktılar

Kaderim bu gurbet ele saldılar

On iki yaşımda gelin ettiler

Ağlar ağlar gözyaşımı silerim…’

Sevmediğine verilmiş, hayal kırıklığı yaşamışların;

‘Ana bana yatak serdin yumuşak

Emmimoğlu koynuma girdi bir uşak

Öpmesi yok sevmesi yok konuşak

Ana beni bir çocuğa verdiler…’

‘Evde kalmış’ kızların;

‘Çıra çaktım yanmadı da

Meyil verdim almadı

Ben Allaha çok yalvardım

Duam kabul olmadı

Ha ha da ha un ele

Haha da dön ele…’

Yari askerden dönmemişlerin;

‘Gelin der ki bu yoncalar çamurluk

Bir ah ettim ki kardaş ömürlük

Alimi salmıyor zalim askerlik

Mektup yazak bu yollarda barabar’

İş yükü altında ezilmişlerin;

‘Sabahtan kalktım da ezan sesi var

Ezan da sesi değil burçak yası var

Bakın şu deyyusun kaç tarlası var

Aman da kızlar ne zormuş burçak yolması

Burçak tarlasında gelin olması..’

Yani kadının sözü dile gelmekte, bazen kadın ile erkek eşit koşullarda söyleşmektedir:

Aldı aşık:

Allah Allah desem gelsem

Hakkın divanına dursam

Ben bir yanıl elma olsam

Dalında bitsem ne dersin

Aldı kız:

Sen bir yanıl elma olsan

Dalımda bitmeye gelsen

Ben bir gümüş çömen olsam

Çeksem indirsem ne dersin…

Söyleşi devam ediyor ve sonunda cenneti muştulayan bir sözleşmeye dönüşüyor:

Aldı kız:

Sen bir Azrail olsan

Canımı almaya gelsen

Ben bir cennetlik kul olsam

Cennete girsem ne dersin

Aldı aşık:

Sen bir cennetlik kul olsan

Cennete girmeye gelsen

Pir Sultan üstadın bulsan

Bilece girsek ne dersin

Bu söyleşide, imgelerin serüvenini izlemek bile heyecan verici: Güneşe bir yüzünü çok çevirmiş yanıl elmadan, gümüş çemene, cinsellik yüklü darı imgesine, oradan keklik ve şahine, sonra sulu sepken ve deli poyraza ve nihayet erkeğin Azrail olduğu dizelere… Şiirin serüveni ile tarihin serüveninin buluştuğu ses. Nihayet insanın derdinin, kadının ve erkeğin başka bir aleme bilece girmesi ile çözümleneceğine dair sezgi ise hiç yabana atılacak cinsten değil!

Bir de bunları yazarken dilimde hep niye Karac’oğlan şiirleri? Kadını, en duru Türkçeyle ete kemiğe büründürmüş bu büyük şairin, Osmanlının, Türkmenleri şiddetle yerleşikliğe geçirme gayretine düştüğü bir zamanda dile gelmiş olması rastlantı mı? Ve bu dile geliş, böyle bir dönemde niye bir kadın güzellemesine ve dil arılığına dönüşmüştü ki?

*********

Daha önce sözünü ettik: İnsan psikoseksüel gelişim sürecinde özdeşleşmelerin belirleyici olduğu çiftcinsellikli (biseksüel) bir aşamadan geçer. Bu aşamanın çözümlenmesinde, ebeveynle özdeşleşme ile biçimlenen ve toplumsal cinsiyet rolleriyle desteklenen heteroseksüel bir cinsel kimlik gelişimi beklenir. Tekrarlamak gerekirse, anne ya da babayla özdeşleşme, aynı zamanda onlara atfedilen toplumsal rollerle ve bu rollerin birbirleriyle etkileşimleriyle, anne ve babanın arasındaki ilişkiyle bilinçdışı özdeşleşmeleri de içerir. Kanım odur ki, yaşadığımız sosyokültürel çerçevede, vurguladığımız ataerki-anacıl gerilimi, her bireyin ruhsallığında ve dolayısıyla her ilişkinin doğasında belirli bir gerilim yaratmaktadır. Bizzat bu sosyokültürel çerçeve, birçok yaşama alanında, kadının ve erkeğin birlikte olabilmesi anlamında çift cinsiyetli olmaktan feragat ederken, temelde bir çift cinselliliği içermektedir. Bu çift cinselliliğe karşı egemen ataerkil değerlerce en çok desteklenen savunma ise, bu değerlere yaslanma, şişirilmiş erkeklik söylemiyle yadsımadır.

Neşet Ertaş’ın hayatının ve tanıklığının, bu halkın ruhsal dip akıntılarına söylediği türküler denli yakın olduğu, sanırım genel kabul görecektir. Bu çiftcinselliğe bulduğumuz çözüm, onun, çocukken yaptığı köçekliği yıllar sonra anlatışına benziyor:
“Babamın sazının önünde oynadım, başkasının değil.”

Toplum ve Bilim, Kasım 2004 Sayı: 101, Erkeklik

Can Kolukısa’nın röportajı, Milliyet Sanat Dergisi, Ocak, 1973
Bu literatür özeti için yararlandığım başlıca iki kaynak:
Yavuz Erten, İçgörü Seminer Notları, (yayımlanmamıştır), Kış 2003
Otto F. Kernberg, Aşk İlişkileri-Normallik ve Patoloji (1995), Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı yayınları, İstanbul 2000
Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Çev. Mete Tunçay-Alâeddin Şenel, Alan Yayıncılık, İstanbul 1993
Mircea Eliade, Dinsel İnançlar ve Düşünceler Tarihi-Taş Devrinden Eleusis Mysteria’larına, Çev. Ali Berktay, kabalcı Yayınevi, İstanbul, Nisan 2003, sayfa 59, 63-65
Şengül Aydıngün, Bir kazı güncesi: Göbeklitepe, Skylife, THY dergisi, Mart 2001, sayfa 86
Celal Kürkçüoğlu, İnançlar Diyarı Şanlıurfa, , Urfa, sayfa 12-13
Samuel N. Kramer, Tarih Sumer’de Başlar, Çev. Muazzez İlmiye Çığ, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1990, sayfa 255
Gülriz Kozbe, Mezopotamya’da Aile ve Evlilik, Arkeoloji ve Sanat, sayı 103-104 Temmuz-Ekim 2001
Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev.Yavuz Alogan, İletişim Yayınları, Istanbul, 2003, sayfa 137-142
Seyfi Karabaş, Bütüncül Türk Budunbilimine Doğru, YKY yayınları, Istanbul, Haziran 1999, sayfa 59-61,383-384