Altmış yıl önceki küçüklerin en nefret ettikleri üç şeyden biri, zayıf düştüklerinde her sabah kendilerine zorla içirilen balıkyağı, ötekisi ikisi de kabız olduklarında zorla yapılan lavmanla, yine zorla içirilen hintyağı idi.
Tanrı biliyor ya bugün de bana devlet yönetimi üstüne yazı yazmak, hintyağı yahut balıkyağı içmek gibi itici geliyor…
Ne var ki toplumun okuma menztiline en çok girebilmiş yazı türü, gazetelerdeki köşe yazıları. Böyle olunca da bu olanağı yüzlerce yıl sürmüş olan “kulluk” koşullanmasına karşı, “vatandaşlık bilincini” uyandırmak için kullanmak gerekiyor.
* * *
Maalesef okullar kasıtlı olarak vermiyorlar bu bilinci. Özellikle de gençlerin düşünce ufuklarını “mevcut devlet yapısının eksileriyle artılarını karşılaştırmaya dönük, analitik değerlendirmelere” kapalı tutuyorlar.
Sözün kısası, sivil-asker bürokrasi egemenliğine gizli köleler yetiştirmeyi amaçlayan “totaliter” bir yöntem izliyorlar sinsi sinsi…
Örneğin tarihi kendi bilimsel objektifliğinden koparıp, siyasal bir oligarşinin propagandası için kullanıyorlar. Edebiyatı da öyle…
Sosyolojiyle felsefe ise zaten iyice bir kıyıya itilmiş durumda…
Sonra da bu gençlerden gelmekte olan çağa uygun yaratıcı beyinler çıkması isteniyor.
***
Türkler ekonomik konularla henüz daha çok yeni geliyorlar yüzyüze…
Onun için de ne toplumsal yapıyla ekonominin, ne ekonomiyle hukukun, ne de hukukla felsefenin arasındaki ilişkileri -doğal olarak- tam kurabiliyorlar.
Kavranması hiç de zor olmayan zevkli konulardır bunlar. Yazık ki Türkiye’de üstü kapalı tutulan konulardır.
Yoksa altı yüzyıllık bir durağanlığın tortusu olan kapıkulu tayfasını, ilericiliğin, değişimciliğin, sosyal adaletçiliğin motoru sanma yanılgısı bu kadar yaygın olabilir miydi?
Bir toplumda üretime de, servislere de, emdikleri para kadar katkısı olmayan egemen tabakalar, toplumun sırtından geçinen tabakalardır. Durumlarının değişmesinden korktukları için, asla değişimden yana olamazlar. İlerici laflar söyleseler de olamazlar, söylemeseler de olamazlar.
Ve bu durumu aydınlatmaya kalkanlara öfke duyarlar.
***
Sayın Demirel son başbakanlığı sırasında bütçenin yarısının “personel giderlerine” aktığından yakınırdı hep.
Sayın Çiller de aynı şeyden yakınmaktadır. Toplanabilen 450 trilyonluk verginin tümünün “personel giderlerini” ancak karşıladığını söylemektedir.
***
I. Cumhuriyetin gelip duvara dayanmasının temel nedeni, “hazineden geçinenlerin” emdikleri para ölçüsünde ülke ekonomisinde, bir değer yaratamamalar…. KİT açıklarının da nedeni bu, BİT açıklarının da nedeni bu, Bütçe açıklarının da nedeni bu, sosyal güvence kurumlarındaki açıkların da nedeni bu… Hatta son devalüasyonun dahi dipteki nedeni budur.
Siyasal partiler bu çarpıklığı düzeltmeyi göze alamıyorlar.
Toplum ise “hazineden geçinenleri” artık ödeyemiyor.
Öyleyse ne olacak? Hazineden geçinmeye alışmış kadrolarla, dünya piyasalarına açılmak isteyen girişimciler, ister istemez çatışacaklardır.
Artı değer yaratma kapasitesi kimin daha yüksekse, o ötekine egemen olacaktır.
***
Gerçek bir ilerici ve değişimci, böyle bir çatışmada hangi kanadı tutması gerektiğini çok iyi bilir. İlericilikle değişimciliğin ne olduğunu tam anlayamamış olanlar ise “Marksizm”i yasak etmiş kadroları tutmayı, ilericilik sanabilirler. Yahut o rolde görünebilirler.
Ve ekonominin de, politika dışı, müsbet bir bilim olmaya başladığını asla anlamak istemezler.
***
Keşke Türkiye de bir an önce göstermelik “Kabuk devlet” olmaktan çıkıp, modern yargı erki ve güvenlik güçleriyle “Teknik bir devlet” olabilse de; biz de hintyağı, içimine benzeyen bu k konulardan kurtulup, daha zevkli şeyler yazabilsek.
Çetin Altan
Şeytanın Gör Dediği
Babanın bu yazısının orijinal tarihi nedir acaba. Aynı hissi Cem Karaca nın Nasıl delirdim adlı şarkısında da duymustum. Ne garip değil mi?
2005 olması lazım