TOMRİS UYAR’IN OKUYUP UNUTAMADIĞI 15 KİTAP

Unutamadığım bir kitap üstüne düşünürken, yıllar yılı okuduğum onca kitap arasından etkisini hâlâ ve hiç yitirmemiş bir tekini seçmeye çalışırken, garip bir deneyim yaşadım.

Bir kere, sürekli okuyan birinin unutamadığı kitaplar ya da romanlar, o kişiliğin gelişme aşamalarına, evrelerine yerleşiyordu çoğu kere ve aralarında şaşmaz bir tutarlılık çizgisi yoktu. İlkokul beşinci sınıfta, güzelim bir yazın tatil günlerini sistemli bir biçimde Dostoyevski ve Reşat Nuri Güntekin okuyarak geçirdiğimi anımsıyorum. O dönemde unutamadıklarım: Ezilenler, Beyaz Geceler, Eski Hastalık, Akşam Güneşi. Bunlara ilkokul dörtte okuduğum Jane Eyre’i de katarsak, o yıllarda -bugün de bu listeye itirazım olmamasına karşın- edebiyattan çok dünyadan ne beklediğim çıkıyor ortaya sanırım.

Bireyin direnci ve onuru, o direnci ve onuru koruma savaşımı, paylaşmacılık duygusu ve henüz anlamı tam olarak sökülemeyen aşk duygusunun en çetrefil çeşitlemelerini tanıma, kavrama isteği. Sözgelimi Beyaz Geceler’i yıllar sonra yeniden okuduğumda, bambaşka şeyler keşfedecektim, çünkü “asıl sevgili”nin geri dönmemesi, “kız”ın kendisini seven erkekle mutlu olması takıntısı gözlerimi bağlamış ilk okuyuşumda; kurgu, biçem gibi teknik özellikleriyle hiç mi hiç ilgilenmemişim.

[srizonfbalbum id=108]

Ortaokulda Halit Ziya ve Mai ve Siyah, Yakup Kadri ve Yaban, Refik Halid ve Sürgün… Demek toplumun sorunlarına açılma isteği baskın çıkmış.

Birtakım gözlemleri başka başka açılardan inceleme tutkusuna kapılmışım. Mai ve Siyalı’ı bir yana bırakırsak, öbür iki romanı şimdi okuyabileceğimi pek sanmıyorum. Bu değişimde ortaokul sonda Kafka’nın Şato’suyla çıkıp gelmesinin payı yok mu? Toplumsal ve kişisel karabasanların çakıştığı anları öğrendikten sonra, bir edebiyat yapıtının yalnızca bazı sorunların işlenmesi demek olmadığını algılıyorum artık. Yazarın özel bir dünya yaratması gerektiğine inanıyorum. Ama nasıl?

Lisedeyken, Camus’nün Veba’sı (Sartre ile Beauvoir’dan hiç tat almıyorum), Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’ı, bütünüyle Thomas Mann doyurucu yapıtlar getiriyorlar. Sabahattin Ali’nin İçimizdeki Şeytan’ı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’unu peş peşe okumak, yeni arayışlara yöneltiyor beni.
Çağdaş ustaların, Kundera’nın Berger’in vb. romanlarının ileriki yıllardaki etkilerini şimdiden kestirmek güç, ama Türk romanı deyince Oğuz Atay’ın Tutumamayanlar’ı hep baş köşeyi tutacak gibi.

Tuhaf bir deneyimden söz etmiştim! Unutamadığım kitaplara göz atarken, birçoğunu baştan sona anımsayamadığımı gördüm! Çoğu kere “unutamadığım”, ya bir sahne, ya bir kişilik ya da bir betimleme bölümüydü. Oysa unutamadığım öyküleri bütünüyle anımsıyordum. Kısalıklarından çok yoğunlukları, çarpıcılıklarıyla sanki çakılmışlardı belleğime. Roman ve öykü ayrımını bir de bu açıdan incelemeli diyorum kendi kendime.

Unutulmayan Kitaplar
Yayın Dünyasında Çerçeve, Sayı 12, Eylül 1986

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz