Televizyon Üzerine: Göstererek Gizlemek – Pierre Bourdieu

Televizyonun, tuhaf bir şekilde, göstererek, yapılması gereken şeyin, yani bilgilendirme işinin yapılması için gösterilmesi gerekenden daha başka şeyler göstererek; ya da yine, gösterilmesi gerekeni gösterirken, bunu göstermeyecek ya da anlamsızlaştıracak bir tarzda yaparak, ya da onu gerçekle hiçbir şekilde uyuşmayan bir anlam kazanacak tarzda kurarak nasıl gizleyebildiğini göstermek suretiyle, hafifçe daha az görünür olan şeylere doğru ilerlemek isterim.

Bu noktaya ilişkin olarak, vereceğim iki örneği Patrick Champagne’ın çalışmalarından ödünç alıyorum. Patrick Champagne, La Misère du Monde [Dünyanın Sefaleti] adlı kitabındaki bir bölümü, medyanın, “varoş” fenomeni diye adlandırılan fenomenleri aktarma biçimine ayırmıştır ve hem yaptıkları işten kaynaklanan eğilimlerle, hem de kendi dünya görüşleri, formasyonları, içinde bulundukları durumlarla, ama aynı zamanda da mesleğin mantığıyla hareket eden gazetecilerin, varoş yaşamı denen o özel gerçeklik içinden tümüyle tikel olan bir görünümü, kendilerine özgü algılama kategorileri çerçevesinde nasıl ayıkladıklarını göstermektedir. Eğitimcilerin, bu “kategori” kavrayışını, yani, görülen şey ile görülmeyen şeyi belirleyerek, algılanmış olanı düzenleyen o görünmez yapıları açıklarken en sıkça başvurdukları eğretileme, gözlük eğretilemesidir. Bu kategoriler, eğitimimizin, tarihin, vb. ürünleridir. Gazetecilerin özel “gözlükleri” vardır ve bunlarla bazı şeyleri görürlerken bazılarını görmezler; ve gördükleri şeyleri de belli bir tarzda görürler. Bir ayıklama yapar ve ayıklanmış olan şeyi belli bir tarzda kurarlar.

Ayıklama ilkesi, sansasyonelin, gösteri niteliği taşıyanın aranmasıdır. Televizyon, iki anlamıyla da dramatikleştirmeye [canlandırma] başvurur: bir olayı sahneye koyar, görüntülendirir ve bu olayın önemini, vahametini, dramatik ve trajik niteliğini abartır. Varoşlar söz konusu oldukta, ilgi çekecek olan şey buralardaki ayaklanmalardır. Ayaklanma esasen abartılı bir sözcüktür… (Aynı iş sözcükler üzerinde de yapılır. Sıradan sözcüklerle ne “burjuva şaşırtılabilir”, ne de “halk”. Sıradışı sözcükler gerekir. Aslında görüntü dünyası, tuhaf bir şekilde, sözcüklerin egemenliği altındadır. Okunması gereken şeyi söyleyen altyazı -legendum-, yani, çoğu zaman, en önemsiz şeyleri gösteren altyazılar olmadan, fotoğraf bir hiçtir. Adlandırmak, bilindiği üzere, göstermektir, yaratmaktır, varoluşa taşımaktır. Ve sözcükler, yıkımlara bile yol açabilirler: İslam, İslami, İslamcı – türban İslami midir, yoksa İslamcı mı? İyi de, ya sadece basit bir baş örtüsü söz konusuysa? Anıştırdıkları şeyin zorluğu ve vahameti konusunda, binlerce televizyon seyircisinin karşısında, onları anlamadan ve onları anlamadıklarını da anlamadan o şeyin sözünü ederlerken altına girdikleri sorumluluklar konusunda en ufak bir fikirleri olmaksızın, çoğu kez laf ola beri gele konuşan sunucuların ağzından çıkan her sözcüğü yeniden ele alma arzusuyla kıvrandığım olur. Çünkü bu sözcükler bir şeyler yapmaktalar, fantazmalar, korkular, fobiler ya da, düpedüz, yanlış temsiliyetler yaratmaktalar.) Gazeteciler, üç aşağı beş yukarı, istisnai olanla, kendileri için istisnai olanla ilgilenirler. Başkalarına son derece sıradan gelebilecek olan şey onlar için sıradışı olabilir, ya da tersi. Onlar sıradışı olanla, sıradan olan şeyden ayrılanla, güncel olmayanla ilgilenirler – günlük gazeteler her gün gündelik-ötesi şeyler sunmak zorundadırlar, bu kolay değildir… Gazeteciler bu yüzden, sıradan olan, yani sıradan beklentilerce öngörülmüş olan sıradışıya, yangınlara, sellere, cinayetlere, gelgeç olaylara bunca yer ayırırlar. Ne var ki, sıra-dışındaki, aynı zamanda ve özellikle öteki gazetelere kıyasla sıradan olmayan şeydir. Sıradandan farklı olan ve öteki gazetelerin sıradan hakkında söylediklerinden, ya da sıradan bir şekilde söylediklerinden farklı olan şeydir. Atlatmanın [scoop] kovalanmasının dayattığı baskı, müthiş bir baskıdır. Bir şeyleri ilk gören ya da gösteren olmak için hemen hemen her şeyi yapmaya hazırsınızdır ve ötekilerin önüne geçmek, ötekilerden önce yapmak, ya da ötekilerden farklı biçimde yapmak için karşılıklı olarak birbirinizden kopya çektiğinizden, sonuçta hepiniz aynı şeyi yapar hale gelirsiniz, özelin, başka yerde, daha başka alanlarda, özgünlük ve tekillik üreten aranışı, burada tekbiçimliliğe ve sıradanlığa ulaşır.

Sıra-dışındakinin peşinde koşan bu meraklı, zorlu arayışın, doğrudan doğruya siyasal nitelikteki yönergeler ya da dışlanma endişesinden kaynaklanan oto-sansürler ölçüsünde, siyasal etkileri olabilir. Televizyondan yayınlanan görüntünün bu olağanüstü gücünü elinde tutan gazeteciler, benzeri görülmedik etkilere yol açabilirler. Tekdüzeliği ve gri renkleri içindeki bir varoşun gündelik görünümü kimseye bir şey söylemez, kimseyi ilgilendirmez, gazetecileri ise hiç ilgilendirmez. Ama, her türlü şıkta, varoşlarda gerçekten cereyan etmekte olan şeyle ilgilenmeye ve bunu gerçekten göstermeye kalktıklarında, asıl büyük zorluk ortaya çıkacaktır. Hiçbir şey, gerçekliği bütün sıradanlığı içinde hissetirmekten daha zor değildir. Flaubert’in severek kullandığı bir söz vardı: “vasatı iyi betimlemek gerekir”. Bu, sosyologların da karşılaştığı sorundur: sıradanı sıradışı kılmak; sıradandan söz açarken, insanların onun ne kadar sıradışı olduğunu görecekleri tarzda söz etmek.

Televizyonun sıradan kullanılışına içkin siyasal tehlikeler, görüntünün, edebiyat eleştirmenlerince gerçek etkisi olarak adlandırılan şeyi yaratabilmek, gösterebilmek ve gösterdiği şeye inandırabilmek gibi bir özelliği olmasından kaynaklanmaktadırlar. Bu anıştırma gücünün seferber edici etkileri vardır. Fikirleri ya da temsiliyetleri varedebildiği gibi birtakım grupları da varedebilir. Gelgeç olaylar, karışıklıklar ya da her gün karşılaşılan kazalar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, yabancıya karşı duyulan korku-nefret gibi, çoğu kez olumsuz nitelikteki güçlü duyguları alevlendirmeye elverişli siyasal, etik, vb. sonuçlarla yüklendirilmiş olabilirler ve basit bir özet, aktarma olgusu, reporter olarak to record, gerçeğin, seferber edici (ya da seferberlikten caydırıcı) toplumsal etkiler uygulayabilecek tarzda, toplumsal bir inşasını her zaman içerir.
Patrick Champagne’dan ödünç aldığım öteki örnek, 1986 yılındaki liseliler grevidir ve burada gazetecilerin, büyük bir iyi niyetle, bütün safiyetleriyle, ama bir yandan da kendilerini çıkarlarının -onları ilgilendiren şeyin-, önyargılarının, algılama ve değerlendirme kategorilerinin, bilinçsiz beklentilerinin yönlendirmesine bırakmak suretiyle, nasıl birtakım ‘gerçek etkileri’ ve gerçeğin içinde ortaya çıkan etkiler yaratabildikleri, hiç kimsenin arzu etmediği ve bazı durumlarda çok feci sonuçlar doğurabilecek olan etkiler yaratabildikleri görülmektedir. Gazetecilerin kafasında 1968 Mayıs’ı ve “yeni bir 68″i atlama korkusu vardı. Politikaya fazla bulaşmamış, ne söyleyeceğini tam olarak bilemeyen yeniyetmelerin izlenmesi söz konusudur, bunun üzerine ortaya birtakım sözcüler (hiç şüphesiz, politikaya en aşina olanlar arasından seçilen) çıkarılır ve bu sözcüler ciddiye alınır ve sözcüler de kendilerini ciddiye alırlar. Ve, şöyle böyle derken, bir kaydetme aygıtı olma iddiasındaki televizyon, gerçeklik yaratma aygıtı haline gelir. Artan bir ölçüyle, toplumsal dünyanın televizyon tarafından betimlenip dayatıldığı evrenlere doğru gidilmektedir. Televizyon, toplumsal ve siyasal varoluşa ulaşmanın arabulucusu haline geliyor. Varsayalım ki, bugün ben 50 yaşında emeklilik hakkını elde etmek istiyorum. Bundan birkaç yıl öncesine kadar, bu amaç için bir gösteri düzenlerdim, elimize pankartlar alırdık, yürüyüşler yapardık. Milli Eğitim Bakanlığı’na giderdik; bugün ise -hiç abartmıyorum- becerikli bir iletişim danışmanı tutmak gerekir. Medyaya yönelik, ona çarpıcı gelecek birkaç numara bulunur: kılık değiştirilir, maskeler takılır ve televizyon aracılığıyla, 50.000 kişinin katıldığı bir gösterinin sağladığından daha az olması mümkün olmayan bir etki sağlanır.

Gündelik alışverişler ölçeğinde ya da global ölçekteki siyasal mücadelelerin hedeflerinden biri, insanların dünyayı birtakım bölünmeler uyarınca (gençler ve yaşlılar, yabancılar ve Fransızlar) görmelerini sağlayacak gözlükler, dünya görüşü ilkeleri, dayatma yeğinliğini kazanmaktır. Bu bölünmeleri dayatmak suretiyle, seferber olan ve bunu yaparken de varolduklarına ikna etmeyi, baskı yapmayı ve avantajlar elde etmeyi başarabilen gruplar oluşturulur. Bu mücadelelerde, televizyon bugün belirleyici bir rol oynamaktadır. Televizyonla ilgilenmeksizin gösteri yapmanın yeterli olduğuna hâlâ inanmakta olanlar, amaçlarına ulaşamama tehlikesiyle karşı karşıyadırlar: giderek televizyon için gösteriler; yani, algılama kategorileri belli olduğuna göre, televizyon çalışanlarını ilgilendirecek türden ve onlar tarafından devralınıp yoğunlaştırılarak, olanca etkinliklerini kazanacak olan gösteriler üretmek gerekmektedir.

Pierre Bourdieu
Televizyon Üzerine

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz