Ne mutlu bana önce Allah beni Müslüman yaratmış, sonra Türk doğmuşum, üstelik İstanbul’da doğmuşum, sonra da ne bulunmaz ana babanın çocuğum diye düşünürken ve Atatürk’ün o ünlü sözü “Ne mutlu Türküm diyene” yi iyice özümsemişken, bir gün neden? diye soruverir kendi kendine. Benim üstünlüğüm ne? neden Hıristiyan çocuklar kendileri seçmedikleri halde, cehennem ateşinde yansınlar? Bir halkı diğerinden üstün kılan, bir şehirden imkanlar bakımından diğerini ayıran ne? Küçük yaştan beri kafasını kurcalayan bu sorular daha sonra büyüyecek ve onu herkesin eşit olması gerektiği fikrine değin götürecektir.
Yazmadan rahat edemeyen bir adam, dinlenmek haram ona, uyumak gereksiz, hastalanmak yasak, yazdıkça yazan, her zaman yazacak bir şeyleri olan. Nasıl bu kadar yazabiliyorsun? diye soranlara hafif kızgınlıkla karışık, zora gelmişiz, darda kalmışız işte diyebilecek kadar mütevazi. Övünmekten hoşlanmaz, ama dünyaya bir daha gelecek olsa yine aynı yollardan geçeceğini söyleyip, yine yazar olacağını belirten, yani hayatını mutlu mutsuz her anı ile sahiplenen gerçek bir insan o.
Her ne kadar anılarının pek önemli olmadığını düşünse de ki bence çok önemli. Zaten her zamanki gibi amacı sadece kendini anlatmak değil, değişik çevrelerden muhatap olduğu ya da kendi deyimi ile “düşüp kalktığı” her insanla birlikte o dönemin tarihsel gelişimini aydınlatabilmek.
Yazılan onca satır, öykü, gülmece, roman… Aziz Nesin’in öykülerini düşününce insanın nedense yerli yersiz her daim gülesi gelir. Sebebi çok açık aslında, nerede trajikomik bir olaya şahit olsak, bu tam “Aziz Nesinlik” demişizdir genelde. O hep, hem güldüren, hem de düşündüren bir aydın olmuştur. Fakat Aziz Nesin bu, her zaman güldürecek değil ya, bu kez hüzünlendirip, hafiften ağlatıyor mu ne?
Çocukluğunun büyük bir kısmını Aziz Nesin kitapları okuyarak geçirmiş biri olarak onu şimdiye kadar tanıdığımı düşünüyordum, en azından zannediyordum. Okuduğum ve okudukça şaşırdığım, kendi hayatını konu edindiği, Yol-Böyle gelmiş böyle gitmez-1* kitabını okuyana değin. Sanırım onunla asıl şimdi tanıştım.
Biz nerelerden geldik?
Anne ve babası birlikte sokağa çıkarlarsa eğer ki bu pek seyrek olur. Yan yana yürümek ne mümkün; adamın iki eli arkasında, bastonu ya dirseğinde asılı, ya arkasında bağlı iki eli arasında hızlı hızlı önden gider. Kadın hemen ardında ona yetişmeye çalışır. Üstüne geçirmiş olduğu kara çarşafı ve sık dokulu peçesinden önünü zor gördüğü düşünülmesin, ardından takip ettiği sarıklı, sakallı ve cüppeli adam onun eşidir. Eşinin hemen yanında yürüyemeyişinin sebebi ise hepinizin tahmin edeceği gibi kadını insan olarak görmeyen düşünce anlayışıdır. 1.Dünya savaşının geçmekte olduğu yıllar düşünüldüğünde bu durumu pek de garipsememek gerekir.
Asıl ilginç görünen ise, bu adam ve kadının hemen ortasında kendine bir yol arkadaşı arayan küçük çocuğun halidir. O annesinin mi yoksa babasının mı yanında yürümeyi seçmeli bilememekte, içinde bulunduğu karmaşayı çoğu zaman görmezden gelip, kendine uygun gördüğü herhangi bir konumlanışta yürümeyi tercih etmektedir. Anne ve babasına soru işaretleri ile bakan bu çocuğun adı Mehmet Nusret yani onu tanıdığımız adı ile Aziz Nesin’dir.
‘Biz bugün olduğumuz yere işte buralardan geldik. Salt beni böyle sanmayınız’ diyor Nesin kitabının bir yerinde. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam ederken, babası Anadolu’ya gitmiş İstanbul Kasımpaşa’da annesi ve kardeşleri ile birlikte yoksulluk içinde büyüyen bir çocuktur Mehmet Nusret.
Annesi Ordu ilinin Perşembe ilçesinden yıllar önce evlatlık olarak ayrılmış olan Hanife, babası ise Giresun’un Şebinkarahisar ilçesinden Abdülaziz isimli genç bir adamdır. Babası aynı zamanda Mustafa Kemal karşıtı, hükümetten gelen ve hükümetten olan her şeye karşı, oğlunu derviş, hoca ve sarıklı hafız yapmayı umut eden bir dergah mensubudur.
Elbette o dönemden bu döneme gelişen yada geliştiği düşünülen toplumsal birikim çok önemlidir. Bugün hala Anadolu’nun ücra yerlerinde Kurtuluş Savaşı’nı kadını, erkeği, yaşlısı ve genciyle verilmiş bir mücadele ile değil, ateşin yakmadığı, kılıcın kesmediği, kurşunun işlemediği dervişlerin kazandığına inananlar vardır. Bu fikirlerin yerleşikliğinin sebebi toplumda onlarca yıldır yer etmiş tekke geleneğidir. Mehmet Nusret’in babasının da benzeri düşüncelere sahip olması seksen yıl öncesi düşünüldüğünde gayet normaldir. Asıl bu tür fikirlerin olmaması gereken zaman, hiç kuşkusuz bugündür. Tarihsel yanını bir tarafa bırakırsak, ailesinin gericiliğinden ötürü, Mehmet Nusret’in çocukluğunu doyasıya yaşamak konusunda şanssız olduğunu söyleyebilirim. Ki o da çocukluğunda özlemini çektiği şeyleri sık sık ifade etmektedir. E tabi fakirlikle birlikte imkansızlıklarda katbekat artmıştır.
Çürüklük Dergahı ve İlk Zikir Ayini
“İnsan ölmeye karar verince, öleceğine inanınca ölür! Bu düşüncelerin sahibi Nusret’i etkileyen kuşkusuz Allah’a duyduğu o büyük inançtır.”
Aziz Nesin ismi ile dergah, zikir gibi sözcükleri yan yana görünce inanması zor gelse de, onun çocukluğunun büyük bir bölümünü bu tür etkinliklerle geçirdiğini belirtmeliyim. Kuşkusuz babası dergah üyesi olan biri için böylesi faaliyetlerin gerçekleşmesi olağandı. Babası ile birlikte gittiği dergah ziyaretlerinden birinde vücutlarına şiş sokan zakirlerle birlikte tekkenin semahanesinde zikretmişti. Diğerleri gibi onun yanağına da bir şiş sokulmuş ve anlatılması güç, zikir ayininin verdiği coşku ile hiçbir acı hissetmemişti. Onun en büyük öğreticilerinden biri olan Galip amcasının tanımlaması ile bu aslında gerçek bir tevekküldü. İnanmak insana bütün acıların üstesinden gelecek cesareti vermekteydi. Bunları yaşadığı sırada henüz 7 yaşında bile olmayan Nakşibendi, Rüfai ve Kadiri gibi tarikat tekkelerinin çoğunu babasıyla birlikte ziyaret eden Nusret, anlaşılan etrafındaki büyüklerin coşkulu hareketlerinden epeyce etkilenmişti.
Bütün bunları birebir yaşayan biri olan Aziz Nesin’in kişiliği nasıl etkilenmiştir? bilemiyorum. Çocukluktan epey uzak olduğu ve hep büyük muamelesi gördüğü söylenebilir. Ama ne kadar büyük muamelesi görüp, oyun oynaması yasak olsa da, her çocuğun içindeki sıradan istekleri taşır. Mesela annesi onu sofra bezi çırpmaya gönderir avluya, o kendini sokakta bulur, çocuklarla top oynamakta yada babasının yelek cebinden üç beş kuruş aşırıp, nicedir canı çekip de yiyemediği kozhelvası almakta. Bunlar babasına aykırı elbette, o ister ki, oğlu “çocuk” olmasın, Kur’an-ı Kerim’i hatmetsin, Galip amcasından Arapça, hendese, hesap, tecvit dersleri alsın ve kesinlikle hükümet okullarından uzak olsun.
Bütün bu sık boğaza karşılık ressam olmak ister Mehmet Nusret. Evdekiler ve çevresi pek hoş karşılamazlar bu isteğini. Geçmişin penceresinden şöyle bir baktığında Aziz Nesin, bugünleri için, “insan nice uğraşsa, çabalasa, bozuk düzende kişi kendine yön veremiyor, istediği uğraşa giremiyor” diyor. Fakat Mehmet Nusret olarak beceremediğini, yıllar sonra ismini değiştirdikten, yani Aziz Nesin olduktan sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne girerek yapıyor.
Okul Yılları
Nusret bir tanıdığı vesilesiyle babası hayatta değilmiş gibi gösterilerek Darüşşafaka’ya kaydolur. Yalnızca iki yıl kaldığı bu okulu bir türlü özümseyemez. Babası hayatta olduğu için kendini sürekli bir aldatmaca içinde hisseder.
Hep böyle olur zaten, en parlak zekalı, en atak, en cin gibi olanlar atılır, ayıklanır, geleceğin asıl umutlarına hiç hoşgörü gösterilmez. Bunun sonunda da seçilen en sünepeler, en uyuşuklar, en çekingenler, korkaklar kalır geriye, böylelerinin elinde patlar işler. Diğerleri hapislerde sürgünlerde. Çocuklukta da böyle bu, diğer yaşlarda da. Nitekim Mehmet Nusret’in de yaşadığı farklı bir şey değildir. Sürgünlük ve göçebeliği çocukluğundan başlar. İlk işi okuldan kaçtığı için Darülşafakadan atılmak olur. Sonrasında öğrenim hayatını başka okullarda sürdürecektir.
İlk Kuşkular
Ne mutlu bana önce Allah beni Müslüman yaratmış, sonra Türk doğmuşum, üstelik İstanbul’da doğmuşum, sonra da ne bulunmaz ana babanın çocuğum diye düşünürken ve Atatürk’ün o ünlü sözü “Ne mutlu Türküm diyene” yi iyice özümsemişken, bir gün neden? diye soruverir kendi kendine. Benim üstünlüğüm ne? neden Hıristiyan çocuklar kendileri seçmedikleri halde, cehennem ateşinde yansınlar? Bir halkı diğerinden üstün kılan, bir şehirden imkanlar bakımından diğerini ayıran ne? Küçük yaştan beri kafasını kurcalayan bu sorular daha sonra büyüyecek ve onu herkesin eşit olması gerektiği fikrine değin götürecektir.
Sanatoryumda yenik bir anne…
Aziz Nesin henüz küçük bir çocukken annesinin ölümüyle ilgili, yaşamda güçlü olmak, dik-diri olmak zorundalığından söz ederken, güçsüzlük sanılan yalnızlığın, yalnızlığınca kalabalıklaşmış insanlar için asıl güç olacağından bahseder. Bu satırlar genç yaşta kaybedilen bir annenin ardından yalnızlaştığına inandığı içindir belki kim bilir? Birdenbire binlerce yaş yaşlanan babası ve kardeşi ile yalnız kalmıştır o. Ama inanın annelerin ölümü her yaşta yalnızlaştırır insanı. Ve Nusret’i en iyi ben anlıyorum, ortak bir kader bizimkisi, tuzlu yemesi yasak olan ve hastane odasında can veren bir anne.
Kaleminden kan damlamak…
Eskiden yazısı güzel olanlara kaleminden kan damlıyor denirmiş. Doğrusu, duyumsadıkça mutlu olduğu, fakat gerçekte mutsuz bir çocuk olduğu geçmişinin ilk 11 yılını böylesine içten ve samimi anlatan bir yazara da bu tanımlama pek yakışır. Ki eminim biz bunun kararına yıllar önce varmıştık. Yani kaleminden kan damlayan bu adamla tanışalı epey oldu. Tanışalı diyorum, kuşkusuz gerçek bir tanışma yaşamamız için, büyük bir hayat perdesinin aralanması gerekiyormuş.
Beni yaşamım toplumcu yapmıştır diyor kitabının bir yerinde, sınıf değiştirerek, kendi paçamı kurtararak rahata kavuşmak elimde değil. Mutluluk başkaları mutsuzken, yalnızlıkla olmaz, toplulukla olur diyor. Ve anlattığım olaylar beni toplumuma borçlu, sorumlu, yükümlü yaptı diye ekliyor. Bana da hangimiz bu bilinçlilikle hareket ediyor? diye sormak kalıyor. Böyle gelmiş, böyle gider diyenlere inat, çocuklarımız daha güzel günler görsün diye, Aziz Nesin’in haykırdığı gibi “Böyle gelmiş ama böyle gitmeyecek!”
Canan Koçak
www.insanokur.org
Öncü Aydının Ne Olduğunu Aziz Nesin Öğretti Bize> oku>
* Yol / Böyle Gelmiş Böyle Gitmez 1 ( Aziz Nesin – Nesin Yayınevi Kasım 2008)