Olaylardan oluşma, sanki hiç değişmeyen bir okyanus görünümündeki tarih, gerçekte değişmez bir ritmik yasanın, bir dalgalanma hareketinin içten içe egemenliği altındadır; bu yasa, tarihin dönemlerini med ve cezir, öne atılma ve gerileme gibi kategorilere ayırır – tarihi yapanlar insanlar olduklarına ve tarihin ruhsal yasaları da yalnızca tek tek insanların ruhlarını yansıttığına göre, başka türlüsü zaten düşünülemezdi. Bu ikilem, aslında her birimizin iç dünyasında egemendir; yaşam diye adlandırdığımız süreç, hep iki kutup arasındaki bir gerilimden başka bir şey değildir. Bu iki gücü nasıl adlandırırsak adlandıralım, -ister merkezkaç ve merkezcil, ister modern ruhbi-lim doğrultusunda olmak üzere, içedönük ve dışadönük, ya da ahlak anlamında bencil veya başkalarını düşünen diyelim- her zaman ve her yerde bu kalıp içerisinde ortaya çıkan, belli bir eğilimdir; başka deyişle bir yandan kendini bir “ben” niteliğiyle dünyadan soyutlama, öte yandan da kendi “ben”i ile dünya arasında bağlantı kurma eğilimidir. Bir yandan “ben” olarak, yani dünyada biriciklik niteliğini taşıyan kişiliğimizle kalmak, bu kişiliği daha da kişisel kılmak amacıyla dünyada var olan her şeyi kendimize çekmek isteriz. Fakat aynı zamanda da bu biriciklik niteliğini taşıyan benliğimizle dünya arasında bağlantı kurmaya, bireyliğimizi toplum içerisinde eritmeye neredeyse içgüdüsel olarak zorlanırız. Uluslara gelince; onlar da yalnızca kolektif bireyler değil midirler? Bu nedenle uluslar da bu ikili eğilimin, yani bir yandan bireyselliklerini, tinsel ve kültürel kişiliklerini ulusal düzeyde vurgulamak, öte yandan da aşılanmak ve kendi zenginlikleriyle kişiliklerini başka uluslara aşılamak amacıyla sürekli olarak uluslar üstü toplulukları aramak eğiliminin egemenliği altındadırlar. Kendine çekme ve kendinden uzaklaştırma, savaş ve barış, yoğunlaşma ve yayılma eğilimleri tarihin bütün akışı boyunca hep karşı karşıya olmuştur. Tarih boyunca büyük dünyevi ve dinî örgütlenmeler bir oluşur, bir dağılır, düşmanlıkla geçen onyılları ve yüzyılları barış ve dostluk yıllan izler; ancak temelde insanlık, görüş ufuklannın durmaksızın genişlemesi sonucu, hep daha yüksek düzeyde ve daha verimli birleşmelere varma yolunda çaba harcar. Bu eğilimlerden her birinin, yani gerek ulusçu, gerekse uluslar üstü nitelikteki eğilimlerin, salt varoluşlarından ötürü hem kültürel, hem de fiziksel bir anlamı vardır; devlet ya da ulus diye adlandırdığımız tinsel organizmalar içerisinde biri olmaksızın ötekinin varlığı düşünülemez. Ve insanlık bağlamındaki yaratıcı gerilimin korunabilmesi için bunlar arasındaki karşıtlığın varlığı da hep zorunludur. Ben bu iki eğilimden yalnızca birini buradaki gözlemlerimin konusu olarak irdelemek istiyorum; burada amacım, yaşadığımız ulusal parçalanmışlık döneminde özellikle birleştirici öğeyi, insanlığı ta başlangıcından bu yana bütün dil, kültür ve düşünce ayrılıklarını aşarak daha yüksek düzeydeki bir birliğe doğru iten o gizemli Eros’u vurgulamak. Şu anda yapmak istediğim, Avrupa’nın tinsel gelişimini göz önünde tutarak, iki bin yıl içerisinde bugün büyük bir gururla Avrupa kültürü diye adlandırdığımız o görkemli ortaklığı yaratmış olan sonrasız özlemin, duyguda, düşüncede, dileklerde ve yaşamda birliğe yönelik özlemin kısa bir tarihini sergilemek. İki bin yıl içerisinde dedim. Oysa gerçekte bütünüyle insana özgü ve en son hedef olarak yaratıcı bir ortaklığa yönelik bu güdü, bilinen tarihten ta en gerilere, söylenceler dönemine kadar uzanmaktadır. Dünyanın en eski kitabında, Kutsal Kitap’ın ilk insanı anlatan ilk sayfalarında, insanlığın insanlar arasındaki yaratıcı bir birleşmeye yönelik özleminin ilk tarihini görkemli bir simgenin kalıbında bulmaktayız. Burada sözünü ettiğim simge, Babil Kulesi’nin yapılışına ilişkin o anlamlı söylencedir. Bu görkemli söylenceyi anımsatmak ve yorumlamak istiyorum: İnsanlar daha o dönemde, yani bilinmeyen tarihin karanlıklarından henüz çıkmışken, ortak bir yapıt uğruna ilk kez bir araya gelmişlerdi. Başlarının üzerinde gökyüzünü görmüşler ve insan olmalan nedeniyle, insanüstü ve erişilmez olana daha o zamandan özlem duymuşlardı; bu özlemin etkisiyle birleşip şöyle demişlerdi: “Gelin bir kent ve tepesi gökyüzüne kadar uzanan bir kule yapalım; yapalım ki, adımız sonsuzluğa kadar kalsın.” Böylece insanlar insanlık olarak bir araya gelmişler, çamuru yoğurup tuğla pişirerek ilk dev yapıtlarını yaratmaya koyulmuşlardı.
Kutsal Kitap’ta anlatıldığına göre, bulunduğu gökyüzünden bu tutkulu çabayı gören Tanrı, yapıtın ne kadar görkemle yükselmekte olduğunu anlamıştı. Kendi eliyle insanoğlunun içine yerleştirdiği ruhun büyüklüğünü ve insanlığın birliği bozulmadığı sürece ne önüne geçilmez bir güce sahip bulunduğunu anlamıştı. Ve Tanrı, insanlık yükselip onun, yani Yaradan’ın yalnız başına egemen olduğu doruklara erişemesin diye, bu yapıtı engellemeye karar verip şöyle demişti: “Aralarında karışıklık yaratalım, öyle ki hiç kimse ötekinin dilini anlamasın.” Yine Kutsal Kitap’ta, insanların nasıl ansızın, bir gecede, ortak yapıtlarının başında çalışırlarken, her birinin dili ayn olduğu için birbirlerini anlamaz hale geldikleri anlatılmıştır. Birbirlerini anlamayan insanlar, birbirlerine öfkelenir olmuş, tuğlalarını, malalarını bir yana bırakıp kavgaya tutuşmuş, ardından ortak yapıtlarını ortada bırakıp dağılmışlardır; her biri kendi evine ve köyüne geri dönmüş, yalnızca kendi yurduna ve toprağına bakar, yalnızca kendi ülkesini ve kendi dilini sever olmuştur. Bütün insanlığın ortak yapıtı olan Babil Kulesi ise öylece kalmış, yıkılıp gitmiştir. Kutsal Kitap’ın ilk sayfalarından alınma bu söylence, insanlığın birliğini koruduğu sürece en yüksek hedeflere bile varabileceği, buna karşılık birbirini anlamayan, anlamak da istemeyen dillere ve uluslara ayrıldığında yapabilecek pek az şeyi bulunduğu düşüncesinin çok güzel bir simgesidir. Ve belki de-kanımıza hangi gizli anıların işlemiş olduğunu kim bilebilir ki!-, insanlığın bir zamanlar birlik ve bütünlük içerisinde olduğuna ilişkin platonik bir anı, o en eski zamanlara yönelik, ama bulanık bir düşünce, bunun yanı sıra da insanlığın bir kez başlanmış yapıtı tamamlamak için yeniden birleşmesine ilişkin zorlayıcı ve acı kaynağı bir özlem, hâlâ ruhumuzun bir köşesinde barınmaktadır. Ne olursa olsun, birleşik bir dünyaya, birleşik bir insanlığa ilişkin bu düş, bütün edebiyattan, bütün sanattan ve bütün bilgi dağarcığımızdan daha eskidir.
Belki bütün bunların bir söylenceden, çocuklara uygun bir kahramanlık masalından ibaret olduğu söylenecektir. Gel gelegelim -büyük ruhbilimcimiz Freud’dan öğrendiğimiz üzere- bir insanın her düşünün aslında örtük ve edebiyat aracılığıyla çarpıtılmış bir istek olması gibi, söylenceler de aslında halkların, ulusların dileklerinin bir anlatımından başka bir şey değildir. Düşler ve özellikle de bütün bir ulusun düşleri hiçbir zaman bütünüyle anlamsız sayılamaz. Bu nedenle, tarihöncesine ait bu söylenceleri küçümsemeyi bir yana bırakalım. Çünkü gerçekleşmiş her düşünce, mutlaka daha önce bir düş niteliğiyle varlık kazanmıştır; biz insanların bütün bulduklarımız ya da elde ettiklerimiz, bir zamanlar yürekli öncülerin bir dilek ya da istem niteliğiyle özlemini çekmiş oldukları şeylerdir.
Şimdi söylencelerin alanından tarihin binasına girelim. Başlangıçlar, henüz karanlıklar içerisindedir. Gerek Akdeniz kıyılarında, gerekse doğuda imparatorlukların yükselişlerine ve çöküşlerine tanık oluruz; kimi zaman örneğin Büyük İskender gibi, tek bir insanın iradesi ya da bütün bir ulusun iradesi bir yumruğa dönüşür, sınırsız bir iktidar olup çıkar, bir sel baskını gibi başka ülkeleri kaplar; ama hareketin bütün amacı bu ülkeleri yağmalamak, yakmak ve yıkmaktır; bu savaşçı dalgalar geri çekildiğinde, ortada yıkımın çamurundan başka bir şey kalmaz. Tarihin sabah ışıklarıyla birlikte ortaya çıkmış olan tek tek kültürler, yapıcı, örgütleyici bir güçten henüz yoksundurlar; henüz ortak hedefler düşüncesine hizmet etmemektedirler; Yunan kültürü bile topluma birlik düşüncesinin damgasını vurabilmiş değildir. Yunan kültürü insan ruhu için yeni ve görkemli bir ölçünün yaratıcısıdır; fakat bu ölçüyü o zamanki insanlığın ellerine teslim etmemiştir. Avrupa’nın politika ve düşünce alanındaki gerçek birlik ve bütünlüğü, başka deyişle evrensel tarih dediğimiz tarih, ilk kez Roma İmparatorluğu’yla başlar. Tarihin bu döneminde tek bir kent, tek bir dil ve tek bir yasa, o zamanın dünyasında yaşayan bütün halkları ve ulusları dâhiyane bir düşüncenin ürünü olan tek bir şemaya göre egemenlik altına alma ve yönetme iradesine kaynaklık etmiştir – bu, o zamana kadar olanın tersine, yalnızca askerî gücü temel almayan, fakat yeni bir tinsel ilke temeline dayanan, salt kendi kendisini amaçlamakla kalmayıp dünyanın anlamlı bir biçimde sınıflandırılmasını öngören bir egemenlik düşüncesidir. Roma’yla birlikte Avrupa ilk ve belki de son kez bir birliğe kavuşmuştur; son kez diyoruz, çünkü dünya o günlerdeki birlik ve bütünlük içerisindeki düzenine bir daha asla yeniden erişememiştir. Tarihin anılan döneminde tek bir düşünce, Britanya’nın sisli kıyılarından Mezopotamya’nın yanan çöllerine, Herakles Sütunlarından îskitlerin steplerine kadar uzanan topraklarda yaşayan, düşünce dünyaları henüz bulutlu ulusları, gerçek anlamda sanat ürünü bir ağ gibi sarar. O zamanın dünyasına tek bir yönetim biçimi, para sistemi, savaşma sanatı, hukuk düzeni, tek bir gelenekler dağarcığı ve tek bir bilimsel yöntem egemen olur; bütün diller ise tek bir dilin, Latincenin egemenliği altındadır. Roma tekniğine göre yapılmış yollarda Roma ordularının ardından Roma kültürü gelir; yıkıcı kaba gücü düzen düşüncesinin yapıcılığı izler; kılıçla boşalmış topraklara dil, yasa ve gelenekler, yeni tohumlar eker. Tarihte ilk kez olarak Avrupa’daki kaos, yerini birlik ve bütünlüğe bırakır; ortaya yeni bir kavram, uygarlık düşüncesi, ahlaki kurallara göre yönetilen bir insanlık kavramı çıkmıştır. Bu yapının ömrü iki yüz, üç yüz yıl daha sürseydi, ulusların kökleri daha o zaman birbi-riyle kaynaşır, Avrupa’nın bugün hâlâ bir düşten öteye gidemeyen birlik ve bütünlüğü sürekli bir gerçekliğe dönüşür, daha sonra bulunan bütün öteki kıtalar da sözü edilen odak noktası niteliğindeki düşüncenin egemenliği altına girerdi.
Ne var ki Roma İmparatorluğu’nun bunca büyük, bunca dünya çapında ve Avrupa’nın özüyle bunca sımsıkı bağlı olması yüzünden, çöküşü de Avrupa kültürünün tarihinde böylesine dev boyutlarda bir ahlaki ve tinsel yıkımın, bir afet ânının simgesi oldu. Imperium Roma-num’un çöküşünden sonra Avrupa’nın tinsel konumu, belki ancak korkunç bir beyin sarsıntısı sonucu her şeyi unutan, bulunduğu olgunluk düzeyinden çocukluğa geri dönmüş bir insanın konumuyla karşılaştırılabilir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte uluslar arasındaki trafik de kesilir, yollar bozulur, ortak dilin, Roma’nın örgütçü ruhunun uluslar arasında birleştirici bir öğe olmaktan çıkmasıyla birlikte kentler de çoraklaşır. Gerek yeni ele geçirilmiş olan yerler, gerekse eski koloniler inanılmayacak kadar kısa bir sürede bir zamanlar ne olduklarını unutuverirler; sanat, bilim, mimari, resim sanatı, tıp bilimi bir gecede yer sarsıntısının ardından suları kesilmiş kuyular gibi kuruyuverir. Avrupa kültürü bir çırpıda Doğu ve Çin kültürlerinin gerisine düşer. Avrupa’nın o umarsız anlarını anımsayalım: Edebiyat yapıtları yakılır ya da kitaplıklarda küflenmeye terk edilir. İtalya ve İspanya, Araplardan doktorlar ve bilimadamları çağırmak zorunda kalırlar, sanatı ve zanaati bir kez daha ve ta başlangıcından Bizanslılardan öğrenmek zorunluluğuyla karşılaşırlar; uygarlığın ustası olan büyük Avrupamız, kendi öğrencilerinden ders almak zorunda kalır! Dev bir miras, değeri hiç bilinmeksizin harcanıverir, heykeller kırılır, yapılar yıkıma bırakılır; su kemerleri dökülür, yollar bakımsızlıktan yol olmaktan çıkar; bu dönemin kendi tarihini anlatmaya yetecek gücü bile artık kalmamıştır; oysa o dönemden dört yüz yıl önce Tacitus, Livius, Cae-sar ve Plinius, dünyalarının tarihini kendilerinden sonrakilere örnek olacak biçimde anlatabilmişlerdir.
Bu trajik an, Avrupa’nın parçalanmışlığının doruğunu, ortak tinsel gücümüzün çöküşünün en derin noktasını, kültürümüzün başına gelmiş en büyük yıkımı simgeler. O zamanlan düşünmek, dehşet vericidir; her birimizin sırtımızda taş taşıyarak yaptığımız her şeyin yine böyle bir deprem sonucu yerle bir olabileceği, böyle bir tinsel ve ahlaki kargaşanın öldürücü bir etkiyle yeniden dünyamızı kaplayabileceği korkusunu yarattığı için dehşet vericidir. Ancak bir noktayı unutmayalım: Avrupa, mutlak bir anarşinin yaşandığı o anda bile birlik ve bütünlük düşüncesini tümden yitirmemiştir. Çünkü insanlığımızın birliği ve bütünlüğü düşüncesinin yıkılabilmesi olanaksızdır. Bedenimiz nasıl öldürücü mikropların karşısına kendi kanından ürettiği güçleri çıkarırsa, insanlık denen organizma da tehlike anlarında iyileştirici, kurtarıcı gücü hep kendi kendisinden üretir. Yeryüzünün çöle döndüğü, yıkıcı öğelerin karşısında savunmasız kaldığı o dönemde de insan düşüncesi, yeryüzünün üzerinde yepyeni bir yapı oluşturmuş, Roma İmparatorluğu çökerken insanlığın yapıcı iradesi yeni ve ilki kadar görkemli bir yapıtı, Roma Kilisesi’ni yaratmıştır; bu yapıt, insanlığın dünyevi gücünün bulutlara kadar uzanan bir yansıması gibidir. Madde yıkılıp gitmiş ama ruh kurtarılmıştır ve inen korkunç dolunun ardından bir tek tohum tanesi, Latince, hayatta kalmayı başarmıştır. Bunun ardından gördüğümüz, mutluluk verici bir tablodur; ruh, maddeden daha güçlüdür; çünkü Roma İmparatorluğu’nun bütün kaleleri çökerken, Latince, ateşten kurtulan bir anka gibi havada kalabilmiştir. Elle yapılmış olan, çöküp gidebilir; düşüncenin bir kez insanlığın birliği ve bütünlüğü uğruna yarattığı ise, zaman zaman toprak altında kalabilir, fakat asla bütünüyle yitip gitmez. Bu nedenle, bütün Avrupa kültürlerinin anadili olan Latince de o yıkım ânında bile varlığını koruyabilmiştir.
Doğal olarak rahiplerin ortak dili kurtarabilmelerinin tek yolu, bu dilin ürünlerini kavimler göçlerinin yıkıcı öfkesinden kaçırabilmek için manastırların katakomplarında saklamaktı. Latincenin canlılığı, bu karanlık köşelerde epey gölgelendi. Sıcak bir insan bedenine değmeyen incilerin parıltılarını yitirmeleri gibi, skolastiğin katı kuralları sonucu dudaklardan koparılıp yalnızca yazı diline dönüştürülen Latince de halklar arasında bir iletişim aracı olabilme gücünü yitirdi. Açık havadan ve İtalya’nın sıcak güneşinden yoksun kalan bu dil, duyarlığından, berraklığından, zarafetinden ve bir zamanlar o dilde yazmış şairleri bizim için bir mutluluk kaynağı kılan bütün erdemlerinden de yoksun kaldı. Artık bu dilde sevilemiyor, şaka yapılamıyor, gülünemiyor, ince ve zarif sözcükler söylenemiyordu; Latince ne dostça mektuplarda ne de içten söyleşilerde bir iletişim aracı olabiliyordu. Bir zamanlar dünyaya ait olan, herkesi birbirine bağlayan bir dil, artık yalnızca bilimin, artes liberales’in olmuş, halkların dili olmaktan çıkmıştı – Avrupa çapında iletişim olanakları birkaç yüzyıl için bütünüyle yitip gitmişti.
Bütün düşünce dünyası, tuhaf düşlerin ve görüntülerin dalgalandırdığı, derin bir uykuya dalmıştı. Ancak bu gecenin sonunda parlak bir günün beklemekte olduğu da sezilebiliyordu. Çünkü güneşin ışıklarından uzakta, tanrıbilimin gölgesinde, parşömenler üstünde donup kalmış olan ortak dile yaşamın sıcaklığını, akıcı konuşmaların kıvraklığını yeniden kazandırabilmek için girişimler başlamıştı bile. Bir dizi şair ve özellikle de Petraı ca, bir mumyaya dönüştürülmüş olan Latinceye yeniden kan veriyor, onu dünyanın düşünen insanları arasında bir iletişim aracı, bir tür klasik Esperanto kılmaya çalışıyordu.
Ve sonunda mucize, bir çırpıda gerçekleşiyor, Avrupa’nın henüz bütünüyle gelişmemiş kendi dilleri yüzünden birbirlerinden ayrı düşmüş olan insanları, yeni bir düzenlemeyle ortaya çıkan Latince sayesinde yeniden birbirleriyle konuşmaya, mektuplaşmaya ve birbirlerini anlamaya başlıyorlardı. Ülkeler arasındaki sınırlar ortak dil sayesinde bir kanat çırpışıyla aşılıveriyordu; hümanizm çağında bir üniversite öğrencisinin Bologna’da, Prag’da, Oxford’ta ya da Paris’te bulunması, önem taşımıyordu; çünkü nasılsa kitapları Latinceydi ve üniversite hocalarının hepsi de nasılsa Latince konuşmaktaydılar. Avrupa’nın bütün düşünen insanları, artık tek bir konuşma, düşünme ve davranış biçimini paylaşıyorlardı. Rotterdamlı Erasmus, Giordano Bruno, Spinoza, Bacon, Leibniz, Descartes – bunların hepsi de kendilerini aynı cumhuriyetin -büyük bir bilginler cumhuriyetinin- vatandaşları saymaktaydılar. Avrupa yine ortak bir eylem uğruna, yeni bir uygarlık anlayışının geleceği uğruna çaba harcadığını duyumsamaya başlamıştı. Bütün ulusların düşünürleri birbirlerini ziyaret ediyor, kitaplarını birbirlerine sunuyor, birlikte -en sonunda, yine birlikte!- dönemin sorunlarını tartışıyorlardı. Posta arabalarının ve yelkenli gemilerin ağır temposuyla şaşırtıcı ölçüde karşıtlık yaratan bir hızla bilgi ve yapıt değişimini gerçekleştiriyorlardı; farklı uluslardan gelmeleri, Hollandalı, Alman, İtalyan, Fransız ya da Portekizli Yahudi olmaları ise hepsinin de göze görünmeyen bir Avrupa Parlamento-su’nun üyeleri olmaları, bütün yeni buluşları, düşüncenin yeni fetihlerini çatısı altında toplayan ortak bir mirası yönetmekle görevli bulunmaları olgusu karşısında bir önem taşımıyordu. Terentius’un kaybolmuş bir komedisi İtalya’nın ücra bir köşesinde yeniden bulunduğunda, konuyla ilgilenenler İngiltere’de, Polonya’da ya da İspanya’da sanki çocukları olmuş ya da bir servete kavuşmuş-çasına birlikte sevinç çığlıkları atıyorlardı. Hümanizmin bu uluslar üstü imparatorluğunda, politik ve toplumsal kavgaları umursamaksızın, sanatsal bir tutkuyla bütün sınırların ötesine geçen bu seçkinler iktidarının egemenliğinde, Roma İmparatorluğu’ndan bu yana, uzun bir yabancılaşma döneminin ardından yine ortak bir Avrupa düşüncesinin yaşatılabileceği kanıtlanıyordu; kendini yeniden bulmuş olmaktan kaynaklanan bu duygu, bütün düşünürleri ateşli bir esriklikle canlandırıyordu. Yeni bir özgürlüğün tadına varmakta olan bütün bu insanlar, ansızın dünyanın daha bir büyüdüğünü ve zenginleştiğini duyumsamaya başlamışlardı; Antikçağ’m en eski dili konuşan ruhu, yontularda somutlaşmış olarak toprağın altından çıkıyordu; denizler eski kıtalara ulaşıyor, kitap basımı tekniğinin bulunması, sözü, görünmeyen kanatlarla o zamana kadar asla hayal edilememiş bir üretkenlikle yayıyordu. Dünyanın ufkunun genişlemesi her zaman düşünen insan için mutluluk kaynağıdır; aynı şey o dönemde de oluyor, en kalıcı görünümünü Rönesans diye adlandırdığımız o güç, mutluluk ve yaşama sevinci coşkunluğu, sözcüğün tam anlamıyla bir yeniden doğuş olarak doruğuna varıyordu.
Bu tinsel düzeydeki Avrupalılığı gıpta ederek övmemiz gerekir; çünkü bu konum uzun süren bir savaşlar döneminden, başka deyişle acımasızlık ve yabancılaşma döneminden sonra Avrupa hümanizminin doruk noktalarından birini oluşturmaktadır. O zamanın Avrupası’nın yazar ve şairleri, düşünürleri, sanatçıları, coğrafi bakımdan aralarında binlerce milin, haftaların ve ayların bulunmasına karşın, uçakların, trenlerin ve otomobillerin çağı olan zamanımıza oranla birbirlerine çok daha bağlı yaşamaktaydılar.
Rönesans’la birlikte Babil Kulesi’nin yapıldığı, başka deyişle insanların birbirlerine en yüksek düzeyde güven duydukları an geri dönmüş gibidir. Ne var ki, tıpkı gelgit hareketlerinin birbirlerini kaçınılmaz olarak izlemesi gibi, böyle coşku dolu kardeşlik anlarını da parçalanmanın ve yıkımın öğeleri izler. İnsan doğasının yaşamını karşıtlıklar olmaksızın sürdürebilmesi olanaksızdır. Bu nedenle Avrupa, dorukların en yükseğinden yine uçurumların en derinine yuvarlanır. Avrupa’yı bin yıldan fazla bir süre boyunca bir arada tutmuş olan Katolikliğin birlik ve bütünlüğü bozulur, din savaşları dönemi başlar; Reform, Rönesans’ı yıkar. Rönesans’la birlikte yeniden yaratılan Latincenin, Avrupa’nın bu son ortak dilinin egemenliği de son bulur. Avrupa düşüncesi yeniden yarım kalmış bir yapıta, başlanmış ama sonradan unutulmuş bir anıta dönüşür. İtalya topraklarında Antikçağ’ın yeniden keşfiyle birlikte uluslar, yepyeni bir güç kazanmışlardır; böyle durumlarda hep görülegeldiği gibi, bu kez de güç, gurura dönüşür. Artık uluslardan her biri politika ve sanat alanında tek başına iktidar sahibi olmak, kendi dilinden kaynaklanan bir edebiyatı yaratmak, bunları Antikçağ’daki örnekleriyle eşdeğer düzeyde oluşturmak istemektedir. İtalya’da Tasso ve Ariosto, Fransa’da Ronsard, Corneille ve Racine, İspanya’da Calderön, Cervantes ve Lope de Vega, İngiltere’de Milton ve Shakespeare bu sanatçılara örnektir; görkemli bir yarışma başlamıştır; sanki her Avrupa ulusu, tarihin yüce mahkemesi önünde kendini yeniden bulup göstermeyi, Roma’nm ardından dünya edebiyatı alanında önderliği üstlenmeyi görev bilmektedir. Ulusal güç bilincinin ilk ve henüz savaşçı olmaktan uzak görünümü olan edebî ulusçuluk, artık doğmuştur; bunun sonucunda Rönesans’ın sonundan Fransız İhtilalinin başlangıcına kadar geçen iki-üç yüzyıl boyunca, hümanizm döneminde sanat alanında onca görkemli bir biçimde boy vermiş olan kardeşlik ruhu, hemen bütünüyle sönüp gider.
Ancak, başlangıçta da belirttiğim gibi, bağlanma ve birleşme içgüdüsü, insan ruhunun hep var olan bir bölümüdür ve ruhumuzun ta derinlerinde yer etmiş olan herhangi bir şeyi sürekli bastırabilmek, olanaksızdır. Dünya tarihinde yalnızca aralar vardır; bitişlere ise rastlanmaz; daha yüksek düzeyde bir ortaklık kurma güdüsü, tinsel sevginin gücü hiçbir zaman duraklamaz; olan, yalnızca bunların dile getiriliş biçimlerindeki değişikliklerdir. Bu sayılanlar, simgesel biçimlerini ilk kez Roma uygarlığında ve bu uygarlığın dilinde, ardından dinde, daha sonra hümanizm akımında, yeni Latincede ve bu dille yaratılan bilimde bulmuşlardır. Dildeki birlik ve bütünlüğün, İtalya, İspanya, Fransa, İngiltere ve Almanya’da uyanan ulusal diller aracılığıyla yıkılışından sonra, ortaklık duygusu kendine yeni bir kalıp arar ve aradığını -dillerin üzerinde yeni bir dil olan- müzikte bulur. XVII. ve XVIII. yüzyıllarda artık şairlerle yazarlar, tanrıbilimciler, bilginler değil, fakat müzik sanatçıları Avrupa’nın birlik ve bütünlüğünün bayraktarlığını, kozmopolitizmin en değerli temsilciliklerini yaparlar; bu sanatçılar büyük bir kardeşlik içerisinde yaşayan tek bir aile oluştururlar. İtalya’da, stile nuovo içerisinde Monteverdi ve Palestrina bu yeni ve o zamana değin pek becerikli kullanılamamış duygu diline parlaklık ve büyüklük kazandırır kazandırmaz, Avrupa bu noktayı duyumsayıverir; bu, herkesin yeniden birbiriyle anlaşmasını sağlayan bir dildir. Bunun üzerine bütün ülkelerden sanatçılar zaman yitirmeksizin birleşirler. Nerede, hangi dilde ve hangi ülkede etkinlik gösterdikleri, önemli değildir, ubi ars, ibi patria’. Nerede müzik yapma fırsatı bulurlarsa, orası vatanlarıdır; bu konuda uluslar birbirlerine sınırsız bir konukseverlik gösterir. Müzik sanatçıları, XVII. ve XVIII. yüzyılların dünyayı dolaşan gezginleri, halklardan halklara giden elçileridir. Bu konuda ülkeler arasındaki trafiği anımsamamız yerinde olur: Yaşlı Heinrich Schütz, Gabrieli’den bir şeyler öğrenebilmek için İtalya’ya gelir; Händel, Napoli ve Londra’da, Gluck ise bazen Viyana’da, bazen de Paris’te yaşarlar. Koyu Protestan olan Bach’ın oğullarından biri Milano’ya, öteki ise İngiltere’ye yerleşir. AvusturyalI Mozart, on dört yaşındayken Bologna Akademisi’ne alınır; Don Giovanni, Cosí fan tutte, Figaro’nun Düğünü gibi en ünlü yapıtlarından opera sanatının ölümsüz göklerine İtalyanca sözler yükselir. Ancak bütün bu Almanların ve öteki yabancıların bütün dünyadan İtalya’ya gelmeleri gibi, İtalyan ustalar da Avrupa’nın bütün kentlerine dağılırlar. Porpora Londra’ya ve Dresden’e, Piccini ve Cherubini Paris’e, Jomelli Stuttgart’a, Caldara ve Salieri Vi-yana’ya, Cimarosa ise Petersburg’a giderler; Cimarosa’nın ölümsüz yapıtı Gizli EvlilikViyana’da kaleme alınmıştır; aynı Viyana’da Metastasio, bütün dillerden gelme müzisyenlerin operaları için metinler yazmaktadır. Bu büyük kozmopolit hanedan, kendi içerisinde egemen kardeşlikten büyük bir gurur duyarak ve bütün ülkelerin, dillerin, ulusların üzerinde kalarak yaşamaktadır. Händel, Mozart, Haydn, Gluck, Spontini, operalarını kimi zaman Fransızca, kimi zaman İngilizce ve Almanca, kimi zaman da İtalyanca metinlerin üstüne kurmaktadırlar; mektupları ise kullanılan diller bakımından alacalı bir görünümdedir; birbirleriyle tartışmaları, kullandıkları farklı dillerden değil, fakat doğrudan sanatlarından kaynaklanmaktadır, çünkü bütün bu sanatçılar, insani duyguları dile getirme hedefinde birleşmişlerdir – hepsi de tek bir Tann’nın rahipleri, tek bir ortak yapıtın hizmetkârıdırlar.
Görüldüğü gibi, halkları birbirine iten bu hareketin ritmi hiçbir zaman kesilmemektedir. Aralar ve duraklamalar olmaktadır; ama bunun nedeni hep daha büyük bir güçle, farklı bir tonda yeniden bir atılım gerçekleştirmektir. Avrupa halklarının kültürel açıdan uyanmalarından bu yana, coğrafi Avrupa’nın üzerinde hep tinsel bir Avrupa da yer almaktadır; birlik ve bütünlüğün bayraktarlığını yapan, her zaman sanatın ve bilimin farklı bir türü olmaktadır; ne var ki kaba güç her defasında bu kardeşlik ruhuna ağır darbeler indirmektedir. Önce ihtilal, ardından Napoléon Savaşları halk ordularını yaratmakta, böylece de anavatan düşüncesini artık yalnız hükümdarlara değil, aynı zamanda halka da ait bir düşünce olarak sergilemektedir. Bunun sonucunda sanat ve düşünce de bütünüyle ulusallaşmaktadır. Yeniden bir gerileme başlamıştır; Beethoven ve Schubert’te, onlardan daha yoğun düzeyde olmak üzere Wagner, Chopin, Mussorgsky, Rossini ve Verdi’de müzik, o zamana kadarki uluslar üstü karakterinden sıyrılıp ulusallaşır; aynı durum felsefede ve bir vatan edebiyatına dönüşen edebiyatta da görülür; bir ölçüde günümüze değin süregelen durum, başka deyişle tinsel özerklik ve bilinçli, tek yanlı ulusçu ayrıksılık durumu artık başlamıştır.
Özellikle kaba güç yoluyla bir yabancılaşmaya yol açıldığı o anda büyük bir ses yükselir ve bir peygamber gibi, şu kehanette bulunur: “Ulusal edebiyatların zamanları geride kaldı, şimdi dünya edebiyatının zamanıdır.” Kimdir bunu söyleyen? Kendi diline değer vermeyen, içinde ulusçuluğu hiç barındırmayan, kendi halkına sevgi ve anlayış duymayan, bir fuoruscito, kendi vatanından sürülmüş, kovulmuş biri midir? Hayır, bunları söyleyen, Alman şairlerinin en büyüğü olan Goethe’dir. Bu düşünür, yaşlandığı ve ufku aydınlandığı ölçüde enginleri gereksinir. Alman dünyası, yalnızca bir Alman’ın bakış açısı, bakışlarını bütün dünyada gezdiren Goethe için çok dardır; bu nedenle Almanlara özgü bakış açısına bir de Avrupalılık bilincini ekler ve Almanya’yı en iyi temsil eden şair olmasına karşın, bütün halkların ruhuna birden sahipmiş gibi düşünmeye çalışır. Goethe -bugün konu-şuyormuşçasına- şöyle der: “Her yerde yeni vatanların yaratılmaya çalışıldığı bu anda bağımsız düşünebilen için, yaşadığı zamanın üzerine çıkabilen için vatan, hem hiçbir yerdedir, hem de her yerdedir.” Goethe’nin gerçekliği kapsayan, aynı zamanda da geleceği sezebilen düşünce evreni, trenlerin ve uçakların henüz ancak çocuklara özgü düşler sayıldığı bir dönemde ulusların tekniğin ilerlemeleri sayesinde birbirlerine çok daha yaklaşacaklarını bilmiştir. “Kavramlar ve duygular dünyasındaki serbest alışveriş, tıpkı ticari alandaki mal trafiği gibi, insanların zenginliğini ve esenliğini artırır. Bunun şimdiye kadar gerçekleşememiş olmasının nedeni, bu alanda kesin yasaların eksikliğidir ve bu eksiklik uluslararası alandan kaynaklanmıştır.” Bu derin anlamlı, bilgece, söyledikleri çağın ötesine işaret eden sözler, daha XIX. yüzyılın ilk on yıllarında onaylanacaktır; çünkü bu onyıllar içerisinde Avrupa’da -Goethe’nin neredeyse kokusunu aldığı- belli ortak akımlar boy göstermeye başlar. Daha önce, XV., XVI., XVII. ve XVIII. yüzyıllarda edebiyat ya da sanat alanında bir halkın bir başka halkı etkilemesi onyıllar almıştır—bu konuda Shakespeare’in ancak yüz elli yıl sonra bir başka dile ilk kez çevrilmiş olduğunu anımsayalım-; oysa XIX. yüzyılın başında, tarihte ilk kez ortak bir akıntı, Avrupa’nın ortak kanallarından geçmeye başlamaktadır. Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da ve İngiltere’de yaşayan insanlar belli özdeş tutumlar sergilemektedirler; ilk kez XIX. yüzyılda, Avrupamız’da belli kolektif duygular ve eğilimler ortaya çıkmaktadır. Bir Byron’ın, Shelley’in, Hölderlin’in, Puşkin’in ve Mickievvicz’in lirik kötümserliklerinin aynı zaman diliminde bütün ülkelerde benzer biçimde dile getirilmesi ya da -daha önceki dönemlerde politik gelişmelerin başka yerleri etkilemesi onyıllar ve yüzyıllar alırken- 1848 yılında aynı politik patlamanın her yerde aynı zamanda gerçekleşmesi, rastlantı değildir. Avrupa, ilk kez XIX. yüzyılda belli durumları bir bütün olarak, özdeş biçimde duyup yaşamakta; ortak Avrupa ruhu denebilecek bir şeylerin oluştuğu ulusal edebiyatların ve ulusçu düşünce sisteminin üzerinde kalan bir dünya edebiyatının, bütün Avrupa’yı kapsayan bir düşünme biçiminin, bir insanlık düşüncesinin göverdiği ilk kez sezilmektedir.
Bir tinsel olgu bir kez saptandıktan, tinsel bir süreç bir kez açığa çıktıktan ve zorunlu sayıldıktan sonra, bu süreci yoğunlaştırmak, hızlandırmak, daha çabuk gerçekleştirmek için gerekli olan güç de hemen oluşur.
Avrupa’da tinsel bir birlik ve bütünlüğe daha önce de, belli zaman dilimleri için geçerli olmak üzere, tanık olunmuştu; ama bu, daha çok belli kardeşlik duygularından, kozmopolit nitelikte bir duyumsamadan, geçici konumlardan ibaret kalmıştı — “Avrupa Birleşik Devletleri” düşüncesinin politik, aynı zamanda da politikalar üstü bir isteme dönüşmesi ise ilk kez XIX. yüzyılın sonlarında olur. Avrupa kıtasının bütün ülkelerinin ekonomik ve tinsel bir bütün içerisinde birleşmeleri, tek bir organizma oluşturmaları gerektiği düşüncesi, ancak elli yıllık bir geçmişe dayanan bir düşüncedir. Yeniçağ’m düşünürleri arasında ilk olarak Nietzsche, bilinçli ve kararlı bir tutumla, Avrupa’da “anavatancılığa” son verilmesini, yeni ve uluslar üstü bir ulusal bilinci, “Yeni Avrupa”ya ait bir vatan duygusunun oluşturulmasını savunmuştur. Zamanının düşüncesinin trajik denecek kadar ilerisinde olan Nietzsche için Avrupa’nın -üstten bakışıyla, kendisinin alaylı ifadesiyle “Asya’nın bu küçük yarımadasının”- nihayet bir birlik ve bütünlük oluşturması zorunluluğunu tartışma konusu yapmak bile gereksizdir. Bu konuda şöyle der Nietzsche: “Halkların arasına ulus ayrımının düşmanlığını sokmuş ve hâlâ da sokmakta olan o hastalıklı yabancılaşma yüzünden, ayrıca dar görüşlülük politikasıyla, ulusları birbirinden ayırmasının ne denli yüzeysel bir politika olarak kalmaya yargılı olduğunu bir türlü anlayamayan el çabukluğu politikası yüzünden, evet, bütün bunlar yüzünden şimdi Avrupa’nın birleşmek istediğini gösteren en belirgin işaretler bile ya görmezlikten gelinmekte ya da kasıtlı olarak yanlış yorumlanmaktadır.” Belki bu noktada, gerçeğin bu filozofun görüşlerini acımasız bir biçimde yalanladığını söyleyenler çıkacaktır; çünkü bu sözlerden çeyrek yüzyıl sonra, özellikle sözü edilen uluslar arasında insanlığın tanık olduğu en korkunç savaş patlak vermiştir. Ne var ki Nietzsche, kendi görüşlerinin doğruluğundan kuşkuya düşmeksizin, bu son olasılığı da önceden hesaba katmıştı: “Avrupalı insanın oluşma sürecinin temposu, büyük gerilemeler nedeniyle zaman zaman ağırlaştırılabilir; ancak belki de bu yüzden sözü edilen süreç, daha bir yoğunluk ve derinlik kazanacaktır.” Düşüncelere gerçekten inanan insan, bu düşünceleri çürütüyormuş gibi gözüken tek tek olgular yüzünden yolundan dönmez, çünkü gerekliliği bütünüyle kavranabilmiş bir düşünce, önüne geçilmez bir vurucu gücün taşıyıcısıdır; belki de Avrupa düşüncesine Nietzsche’nin istemiş olduğu, Goethe’de ise henüz rastlanmayan “coşku ve derinliği” kazandıran, savaş denilen o trajik olay olmuştur. Birkaç yıl sonra büyük şair Emile Verhaeren, şiirlerinde aynı coşkuyla ortak bir Avrupa ırkı duygusunu dile getirmiştir. İki dil arasında, birbirleriy-le yüzyıllardır savaşan iki büyük ulus arasında yaşayan bu Belçikalı şairi, okyanusun öteki ucunda Walt Whitman adlı bir şairin Americano’yu geleceğin insanı olarak selamlaması derinden etkilemişti. Walt Whitman, kendi ulusunu, yani Amerikan ulusunu geleceğe yönelik ve yeryüzünde tinsel egemenlik kurması gereken tek ırk diye ilan etmişti. Avrupalı Verhaeren, gururuna dokunan bu sözler karşısında yanıt verme zorunluluğunu duydu. Gerçekten de Avrupa’nın tek yapabileceği şey teslim mi olmaktı? Hayır, asla! Bu coşkulu genç, iki bin yıl boyun-
ca dünyanın bütün büyük düşüncelerinin yoğrulduğu, Latin, Germen, Anglosakson, Slav, Alman, kısacası bütün ulusların kanından ve ruhundan oluşma o görkemli bütünün yaratıldığı bir dökümhane olan Avrupa’nın artık tahtından feragat edip kılıcını ve asasını daha genç mirasçılara teslim etmek zorunda olduğunu kabullenemi-yordu. Avrupa’nın misyonu sona ermişçesine ve artık tek kurtuluş Doğu’dan ve Batı’dan gelebilirmiş gibi “Avrupa’nın çöküşü’ne ilişkin budalaca söylentilerin çıkarılmasından acı duyuyordu. Verhaeren, Avrupa’nın canlılığına ve tükenmemiş gücüne -tıpkı bugün bizim de inandığımız gibi- inanıyordu; biz Avrupa uluslarının dünyanın lideri olma ve bu liderliği koruma misyonumuzun bulunduğuna inanıyordu – elbet bunun koşulu, ırklarımızın ve sınıflarımızın gücünü kısır kavgalarda tüketmek ve azaltmak yerine, coşkulu bir ortaklıkla pekiştirmekti. Verhaeren, Avrupa’nın ulusları arasındaki bu birleştirici öğenin kaynağı olarak coşkuyu ve karşılıklı başarılarımıza göstereceğimiz, özgür düşünce ürünü hayranlığı görmüştü.
Birbirimize sürekli bir hayranlığı bağışlarsak eğer, / Yüreklerimizin en derinindeki ateş ve inançcan, / O zaman sizler, düşünürler, bilginler, siz ustalar, / Sizler bulacaksınız gelecek zamanların kurallarını.
Bizler, yani Avrupa’da yaşayanlar, aramızda hiçbir karşıtlığa, hiçbir üstünlüğe yer vermezsek, bütün önyargılardan arınmış olarak halktan halka değişebilecek bireysel üstünlüklere hayranlık duyabilirsek, o zaman bütün zamanların tarihi boyunca hep belirleyici olmuş o tinsel güce erişebiliriz. Avrupa’nın insanları ve eski kültürlerin mirasçısı olan bizler, önderliğimizi korumak ve oluşturulmasına iki bin yıl önce bu topraklarda başlanmış olan yapıtı tamamlamak istiyorsak, birleşmek zorundayız. Yapmamız gereken şey, bütün farklılıklarımızı ve kıskançlıklarımızı, ortak geçmişimize bağlılık ve ortak geleceğimize inanmak diye nitelendirebileceğimiz daha büyük bir hedefe yönelik tutkuda eritmektir.
Savaştan kısa süre önce, düşüncede ve eylemlerde ortak bir Avrupa ideali yola çıkmıştır bile. Bu ideali bir filozof aklından kaynaklanan inancıyla, lirik bir şair de ateşli coşkusuyla dile getirir; yine o yıllarda “Avrupa Birleşik Devletleri” düşüncesi bir başka büyük yapıtta, Ro-main Rolland’ın Jeatı-Christophe’unda da savunulur. Bu yapıtında yazar, bütün halkların seslerini büyük bir senfonide birleştirmek, tıpkı Orpheus gibi, çatışkıları müziğin ruhuyla yatıştırmak çabasındadır. Kitapta Rolland, kahramanına şu hüzünlü sözleri söyletir:
Bugünün Avrupası’nın artık hiçbir ortak kitabı yok; ortak ne bir şiiri, ne bir duası, ne de herkese ortak, inançtan kaynaklanan bir eylemi var; bu, zamanımızın bütün sanatçıları için yıkımla eşanlamlı olması gereken bir utançtır. Herkes için yazan, herkes için düşünen tek bir insan bile yok.
Jean-Christophe’un amacı, bu eksikliği gidermektir; o zamana kadar bu türden yapıtların yaratılmasını güçleştirmiş olan karşıtlıklar, burada birleştirici bir öğeye dönüşür. Roman, karşılıklı anlayışın, her ulusun tinsel alanda öteki uluslara olan borcunu ödemek amacıyla karşılıklı eğitme eyleminin kurallarını içeren bir kitap olarak düşünülmüştür. Jean Chirstophe, bir Alman’dır;
yalnızca ülkesinin sınırlan içerisine kapanıp kalmış olduğundan, başka halklan, başka ulusları anlamaz. Paris’e gittiği zaman her şey kendisine yabancı, yalancı, budalaca, anlamsız gözükür, ama günün birinde karşısına çıkan Fransız arkadaşı Olivier, ona Fransız kültürünün özelliklerini derinliğine anlayabilmenin yollarını gösterir. Böy-lece her biri, kendini öteki aracılığıyla eğitmeye koyulur; Alman gücü, Fransız zekâsından ders alır, yaratıcı eylem, yaratıcı düşünceyle ittifaka girer. Gelgelelim Almanya-Fransa, yalnızca ikili bir ezgidir ve en üst düzeydeki armoni -Roland, bunu duyumsamıştır- henüz gerçekleşebilmiş değildir; böylece Grazia’nın kişiliğinde üçüncü bir ülke, çemberi simgesel olarak kapatır; Almanya’nın bulanık gücüne, Fransa’nın aydınlığına İtalyan dehasının olgun güzelliği eklenir. “İtalya’nın gülümseyen gökyüzü”, ansızın savaş alanının üzerinde belirir ve atmosferi altın ışıklarına boğar. Kitabın senfonisi, müzikal ve insani çözümünü ilk kez İtalya’da bulur. Jean-Christophe, benliğinde bu üç ulusun ruhunun yoğrulması sonucu bir Avrupalı olmuştur; böylece gururu aklın egemenliği altına sokan iç özgürlüğe ve adalet anlayışına erişilmiştir.
Burada savaştan önceki dönemde mutlak bir bilinçle Avrupa’nın birliğinin zorunluluğuna atıfta bulunmuş olanlar arasından yalnızca üç yapıtın ve üç insanın sözünü ettim. Bunların dışında daha pek çoklan çekingen bir tutumla ve alçak sesle bu inancı paylaşmışlardır; özellikle yüzyılımızın başında, trafiğin gittikçe sıklaşmasıyla, henüz savaşlarla yıpranmamış ülkelerin artan zenginlikleriyle birlikte Avrupa’da geleceğe umutla bakan, iyimser bir atmosfer yayılmaya başlamıştır. İnsanlık, o büyük birleşme anlarında içinde hep dinsel bir coşkuyu da duyar; böyle yoğun anlarda hep uzakta olan yakınmış, eri-şilemez olan elde edilmiş gibi gözükür. Bu nedenle bizler de yeni bir yüzyılda yetişmiş, bütün ülkelerde, Fransa’da,
İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da ve Kuzey ülkelerinde dostlar edinmiş, bu dostlarla ortak eylemler içerisinde birleşmiş, içinde yaşadıkları zamana inanan gençler olarak “Avrupa Birleşik Devletleri’ni gerçekleşmiş bir olgu olarak duyumsamıştık; bu duyumsama bile bizi mutlu etmeye yetmişti. Özellikle Avrupa’nın birliğine, bir kutsal kitaba inanırcasına gönül vermiş olan bizim kuşağımız, bütün umutların yıkımını, Avrupa ulusları arasında çıkmış en büyük savaşı yaşamak gibi bir yazgıya uğradı; tinsel dünyamızın Roma’sı bir kez daha yıkıldı; Babil Kulemiz, bir kez daha bütün çalışanlarınca terk edildi.
Bu ayrılığın uluslar arasında nasıl bir kargaşaya yol açtığını hepimiz bilmekteyiz. O yılların yıktığı köprülerin hepsi bugün bile yeniden kurulabilmiş değil; bütün ülkelerde ortaklık ve kardeşlik düşüncelerine karşı çıkan geniş çevreler günümüzde de var. Ama yine de -bilgilerimizin ve isteklerimizin ötesinde olmak üzere- çok tuhaf bir şeyler olduğu söylenebilir; bugünkü tinsel konumu belirtmeye çalışmam gerekirse, diyebilirim ki, günümüzde Avrupa’nın birleşmesine yönelik bir güdü, insanlardan çok nesnelerin içerisinde canlılığını korur gibi. Sanki yazarların ve şairlerin, bilimadamlarının, filozo-funkinden farklı bir ruh, kişisel olmaktan uzak bir ruh, dünya çapında anlaşma ve birleşme için çaba harcıyor. Bunun, yüzyılımızın teknik ruhu olduğu söylenebilir. Bu ruh, şimdiye kadar bilinenlerden farklı bir biçimde ortaya çıkıyor. Demek istediğim, bunun bireyden çözülmüş, herkese ait bir ruh olduğudur; şimdilerde dünyamızı biçimleyip değiştiren teknik ilerlemelerin çoğu, birkaç istisna dışında, gerçekten de anonim, kolektif edimlerden oluşmakta. Bugün dünyanın birleşmesi doğrultusunda çalışmakta olan teknik ruh, insanın olmaktan çok insanlığın bir düşünme biçimi. Bu ruhun yurdu, insanların konuştuğu herhangi bir dili yok; formüller aracılığıyla düşünüyor, sayılarla hesap yapıyor, makineler yaratıyor; bu makineler de, neredeyse irademize karşı çıkarak biz-leri dış görünüş bakımından gittikçe daha çok birbirimizi andırdığımız bir kalıba sokuyor. Sanatın yeni biçimleri gittikçe artan ölçüde ulusallıktan sıyrılıp halklar ve uluslar arasında doğrudan Avrupa çapında bir ortaklık yaşantısına dönüşüyor. Ortak tekniğimizin mesafeleri kısaltmasından bu yana zamanda ve uzamda ister istemez yakınlaşıyoruz. Uçak, uzaklıklarımızı silip süpürüyor; radyonun düğmesini bir milimetre çevirmemizle birlikte kulaklarımızın bir dakikada Londra’da, Moskova’da, Ro-ma’da ve Madrid’de olabilmesi ise düşünülebilecek en fantastik yolculuk olmuyor mu? Teknik ilerlemeler sayesinde daha önceki kuşakların düşünme, düşleme cesaretini bile gösteremeyeceği bir eşzamanlılığa ulaştık. Bir ulus için önemli olan bir şey, daha bir soluk alıp verme eylemi son bulmadan bir başkasına iletilebiliyor; duygularımızın bu kolektifleşmenin bütünüyle uzağında kalması ise artık düşünülebilecek bir şey değil. Tekniğin ruhunun başarıları bizleri her yıl önüne geçilmez bir güçle birbirimize biraz daha itiyor; sonrasız, değişmez nitelikteki o bireysel doğa ile ulusları kıskançlıkla bağımsızlığa iten o iç güç olmasaydı, çoktan bir bütün içerisinde birleşmiş olurduk. Öte yandan karşı güçler, yani ulusçu güçler de içinde yaşadığımız gerilimden ötürü çok yoğunlaştı; basınç, direncin artması sonucunu doğurdu; bu nedenle ulusçulukla evrenselcilik, devlet ile devletler üstü Avrupa devleti arasındaki kavga sorunu özellikle içinde bulunduğumuz zaman diliminde tarihin dramatik bir noktasına tırmanmış durumda.
Buraya kadar daha önce, yüzyılların akışı boyunca birbirine karşıt iki akımın, ulusçuluk akımıyla uluslar üstü ortaklık iradesinin med ve cezir gibi belli bir ritim içerisinde nasıl birbirlerinin yerini aldıklarını göstermeye çalıştım. Günümüzde ise bu iki akım, ilk kez geleceği belirleyecek, mutlak nitelikte bir karşıtlık konumuna girdi. Avrupa’da devletlerin kendilerini birbirlerine karşı kapamaları hiçbir zaman bugünkü kadar geniş kapsamlı, kararlı, bilinçli ve örgütlü olmamıştı. Her devlet yasal düzenlemeler, ekonomik önlemler ve özerklik aracılığıyla kendini ötekiler karşısında zorla izole bir konuma getiriyor. Ancak bunu yaparlarken, hepsi de Avrupa ekonomisinin ve Avrupa politikasının ortak bir yazgı olduğunu, ortak bir dünya bunalımı karşısında hiçbir devletin kendini başkalarına kapatarak işin içinden sıynlamaya-cağını iyi bilmekte; çünkü Faust’un tragedyasında dile getirilmiş olduğu üzere, sıkıntı ve kaygılar, kapılar kapatılsa bile bu kez anahtar deliğinden içeri sızar. Ulusçulukla uluslar üstü görüş, artık kıran kırana son güreşlerini yapmaktalar; artık sorundan kaçmak diye bir şey söz konusu değil ve Avrupa devletlerinin bugünkü ekonomik ve politik düşmanlıklarını sürdürmeyi mi, yoksa bu bütün güçleri tüketici çatışmayı devletler üstü bir örgütlenme aracılığıyla kesin bir sonuca ulaştırmayı mı yeğleyecekleri en yakın gelecekte belli olacak. Öyle sanıyorum ki bugün karşıtlıkların sürtüşmesinden kaynaklanan elektriklenmeyi hepimiz her yerde ve ta sinir uçlarımıza kadar duyumsamaktayız; iki eğilimden birinin gelecek yıllara kesinlikle egemen olacağını seziyoruz. Zafer, hangisinin olacak? Avrupa kendi kendini yıkmayı mı sürdürecek, yoksa birlik ve bütünlüğü mü yeğleyecek? Belki de çoğu kimsenin istediğinin aksine, şunları söyleyemeyeceğim için şimdiden özür dilerim: Sonunda akıl galebe çalacak ve pek yakında egemenliğini kuracak; yarın, öbür gün artık savaşların, türlü türlü politikaların, yıkıcı nefretin bulunmadığı, birleşik bir Avrupa’da yaşamaya başlayacağız; evet, kendimde bütün bunları vaat etme cesaretini bulamıyorum. Böylesine sakıngan olmamdan ötürü özür dilerim. Ne var ki çeyrek yüzyıldan bu yana politika alanında hep akla aylan olaylan görmüş olan, bugün hâlâ en önemli kararların nasıl savsaklandığına, ancak iş işten geçtikten sonra alınabildiğine tanıklığını sürdüren kuşağımız, savaşın saçmalığıyla, onu izleyen savaş sonrasının daha da büyük saçmalığını görmüş, türlü sınavlardan geçmiş, nice düş kırıklıklarına uğramış kuşağımız, artık sağlıklı, açık seçik kararların çabuk alınabileceğine eskiden olduğu gibi çocukça umut bağlayamıyor. Bizim kuşağımız hasımlann da gücünü, küçük hesaplar peşinde koşan kısır düşüncelilerin büyük ve gerekli düşüncelere ne denli direnebildiklerini, bencilliğin kardeşlik ruhu üzerindeki etkisini de tanıma fırsatını buldu. Hayır, birleşik Avrupa’yı hemen yarın göremeyeceğiz, bunun için belki yıllar, onyıllar boyu beklemek zorunda kalacağız, belki de bizim kuşağımız bunu hiç göremeyecek. Fakat -daha önce de söylediğim gibi- doğru bir inanç, kendi doğruluğundan emin olabilmek için gerçeklerce onaylanmasını gereksinmez. Bu nedenle bugün biri kalkıp da kendine bir Avrupalı olarak kimlik kartı çıkarırsa, kendini henüz var olmayan Avrupa devletinin bir yurttaşı olarak nitelendirirse, bugün var olan tüm sınırlara karşın çeşitlilik içerisindeki dünyamızı kardeşçe duygularla, bir bütün olarak duyumsarsa, bunu yapmasını kimse yasaklayamaz. Bu, belki de bir yanılsamadır, ama kararlı bir tutumla var olanın ve artık geride kalması gerekenin ötesinde de düşünebilen, içinde yaşadığımız saçma dönem karşısında kendisine en azından bir iç özgürlük yaratmış olur. Bunu yapabilen, oyalamaktan başka bir şeye yaramayan bir diplomasinin kendini beğenmişliğini ve içtenlikten yoksunluğunu dudaklarında bir gülümsemeyle aşabilir, çeşitli ülkelerde çıkan gazetelerin karşılıklı kustukları düşmanlığa, uluslar arasındaki çekişmelere ve kışkırtmalara nefretle, halkların birbirleri karşısındaki hastalıklı duyarlıklarına da acımayla bakabilir; kendini bunlardan özgür kılmış biri olarak, ruhunu ve içine çektiği havayı bugün dünyamızın üzerinde bir zehirli gaz bulutu gibi toplanmış olan o korkunç nefretten uzak tutabilir ve kendini, kendisi için artık önemi kalmamış olan bütün bu çekişmelerden uzak tutması sayesinde, dünyamızın insani yanını daha iyi anlayabilir, önyargılardan arınmış, özgür, açık seçik bir adalet anlayışına doğru yükselebilir; Goethe’nin en görkemli sözünü yineleyecek olursak: İnsanoğlu ancak böyle bir adalet anlayışına varabildiği takdirdedir ki, bütün ulusların yazgısını kendi yazgısı gibi duyumsayabilir.
1932 yılında Floransa’da verilen konferans – Yarının Tarihi, Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal