Georg Lukács, 13 Nisan 1885’te Budapeşte’de dünyaya geldi. Varlıklı ve sonradan soyluluk ünvanını alan bir ailenin çocuğu olarak iyi bir eğitimden geçti. Babası Josef Lukács Macaristan’ın en büyük bankası “Budapester Kreditanstalt”ın müdürüydü. Annesi Adele Wertheimer Yahudi kökenliydi; aslen Viyanalı olduğundan anadili Almancaydı ve çocuklarıyla Almanca konuşuyordu. Böylelikle Lukács iki dili de konuşan bir aile içinde büyüdü.
“Abim benden bir yaş büyüktü. Okumayı öğreniyordu. Ve ben bununla çok ilgileniyordum. Masada abimin karşısına oturdum ve okumayı öğrendim, ama tersten tabii ki. Abimden daha erken öğrendim, fakat kitabın tersinden! Bu yüzden bana yasak ettiler ve bir yıl sonra okumayı normal şekilde öğrenmeme izin verdiler.” (Erzsebet Vezer ve İstvan Eörsi’nin 27 Mart 1971’de yaptıkları söyleşiden.)
Lukács, ilk defa 9 yaşında Macarcaya uyarlanmış “İlyada”yı ve hemen ardından da “Son Mohikan”ı okuyarak edebiyatla tanıştığını ve bu eserlerden o dönem çok etkilendiğini anlatıyor:
“Bu şu yönden büyük öneme sahipti: Çok dürüst ve intizamlı bir insan ve banka müdürü olan babam, tabii ki doğru davranışın ölçütü olarak bir tek kriter tanıyordu: başarı. Ben ise bu kitaplardan başarının ana kriter olmadığını öğrendim. İnsan, söz konusu dava başarıyla sonuçlanmasa da doğru davranmış olabilir…” (agy)
Lukács’ın okumak için seçtiği eserlerde babasıyla ilişkisi de belirleyici oluyordu. 15 yaşındaydı ve babasının okuduğu liberal Viyana gazetesi “Neue Freie Presse”de İbsen, Tolstoi, Baudelaire, Swinburne vb.nin dekadan olmakla suçlandığını okumuştu ve babasının özelde İbsen ve Tolstoy hakkında kötü konuşmasına tanık olmuştu. Lukács derhal onların eserlerini eline geçirerek okumaya girişti.
“Tüm gençler gibi ben de İbsen veya Hauptmann gibi dramlar yazma hayalleri peşindeydim.” (agy)
Georg Lukács, onyedi yaşında, lise döneminde çeşitli gazeteler için yazdığı tiyatro eleştirileriyle yazarlığa başlamıştı. Üniversiteliyken Berlin’deki “Freie Bühne”yi örnek alarak arkadaşlarıyla birlikte ilk “hür” Macar tiyatrosu “Thalia”yı kurdu ve İbsen, Hauptmann, Gorki gibi ilerici yazarların eserlerini sahneledi. Bu tiyatro bir ilk olarak işçilere perdesini açıyordu. Lukács uzun yıllar bu tiyatroda rejisör olarak çalıştı.
Budapeşte Üniversitesi’nde önce ulusal ekonomi ve hukuk okuyan Lukács, daha sonra filoloji fakültesine geçerek edebiyat, sanat tarihi ve felsefe bölümünü bitirdi. Felsefe dalında doktora yaptığı dönemde ilk büyük edebiyat eseri olan ve Macar Akademisi Bilim Ödülü’nü kazanan “Modern Dramın Gelişme Tarihi”ni yazdı.
Lukács’ın bu kitabı dramanın, özelde de trajedinin gelişiminin sınıfsal gelişimle bağlantısının kurulmasına ilişkin ilk denemesidir. Lukács Yunan trajedisi, Shakespeare ve “klasik Fransız trajedisi”nin incelenmesi temelinde sınıfsal yıkımın başladığı ve bir sınıfın ideolojisinin gerçeklikle çatıştığı dönemlerin dramatik dönemler olduğu tezini geliştiriyor ve bu tezini 19. yüzyıldaki burjuvazinin dramına uyarlıyor. Geriye dönük olarak Lukács, bu dönemde Marksizmle tanışmış olmasına karşın (özelde Shakespeare’in dramının değerlendirmesinde Marx’a dayanmaktadır) esasta Hegel’in etkisi altında olduğunu kendisi tespit etmiştir.
Lukács, Budapeşte Üniversitesi’nde doktora çalışmasını tamamladıktan hemen sonra, 1909 güzünde Berlin’e giderek orada öğrenime başladı. Bu tarihten sonra eserlerini genellikle Almanca yazdı. 1912’de Heidelberg’e yerleşti. Bu yıllarda Lukács esas olarak klasik Alman felsefesiyle (Kant, Fichte, Schelling, Hegel) ilgilendiğini söyler. “Ruh ve biçimleri” başlığını taşıyan yazıları çeşitli edebiyat dallarının (drama, lirik, öykü vb.) ortaya çıkışının tarihsel yasalarını (idealist bir temelde) incelemeye çalışmasının ürünüdür. Lukács’ın estetiğin sistematiğini ortaya çıkarma tutkusu ta bu dönemlere dayanır.
Lukács, “Marx’a Yolum” adlı özyaşam öyküsünde Georg Simmel’in kendisi üzerindeki etkisi hakkında şunları söyler:
“Georg Simmel şüphesiz modern felsefenin en önemli ve ilginç geçiş dönemi figürüdür. Bu nedenle o, felsefeye eğilimli tüm genç düşünürler nesli üzerinde öyle çekici olmuştur ki, kısa ya da uzun vadede onun sihrine kapılmamış olan tek düşünür nerdeyse kalmamıştır.” (s. 30)
“Özel öğrencisi olduğum Simmel’in benim üzerimdeki etkisi, Marks’ın bana o dönemde kazandırdıklarıyla bir dünya görüşü “kurmamı” sağladı. “Edebiyat Sosyolojisi” için Simmel’in “Paranın Felsefesi” ve Max Weber’in Protestanlık Yazılarını örnek aldım. Bu anlayışta gerçi bazı Marksçı unsurlar da bulunuyordu ama iyice törpülenmiş olduklarından pek göze çapmıyorlardı. “Sosyoloji”yi Simmel örneğine göre çok soyut olarak ele alınan ekonomik temelden olabildiğince ayırırken, “sosyolojik” çözümlemede, daha sonra yapacağım gerçek bilimsel estetik araştırmanın yalnızca bir ön aşamasını görüyordum. 1907-1911 yılları arasında yayınlanmış denemelerim, bu yöntem ile gizemci öznelcilik arasında gidip gelir. (Fritz Raddatz, s.16)
Lukács bu dönemde biçimin öncelliğini savunur. Edebiyat Tarihinin Teorisi (1910) adlı yazısında edebiyat tarihini “sosyoloji ile estetiğin birliği” olarak tanımlar ve bu birlik içinde birincil olanın ne olduğu sorusuna yanıt arar. “Edebiyat tarihi biçim ve estetik değerlendirme olmaksızın düşünülebilir mi?” (Georg Lukács, Edebiyat Tarihi Teorisi Üzerine, “Text + Kritik” edebiyat dergisinin 39/40 sayısından, Almanca) Lukács’ın yanıtı “hayır”dır. O edebiyatı salt bir “ideoloji” ve ekonomik koşulların bir sonucu olarak gören “tutarlı” Marksistlerle (“tutarlı” Marksistler kavramını kullanan Lukács’tır ve “Vülger Marksizm” ya da Kaba Marksizm’le eşanlamlı kullanılmaktadır) polemik içinde sanat ve edebiyatı ayrı bir bilim kılanın estetik değerlendirme olduğunu vurgular. Biçim ile içerik, dünya görüşü ile biçim arasındaki ilişki konusunda Lukács her biçimin gerisinde her zaman bir dünya görüşünün durduğu tezini savunur: “Bütün biçimler yaşam hakkında değerlendirme ve yargıdırlar ve bu gücü derinde yatan dünya görüşünden alırlar.” Yine Lukács’a göre belirli biçimlerle belirli dünya görüşleri uyuşmazlar, bazıları ise kısmen uyuşurlar.
Bu görüş bir yanda içerik ile biçimin bir birlik oluşturduğu düşüncesini içinde taşımakta aynı zamanda ama biçimi birincil görmekte, edebiyat ve sanatı biçimden yola çıkarak incelemeyi temel almaktadır. “Biçimlerin bir ‘tarihi’ vardır ve sürekli değişmektedirler ve bu bilimin konusu olabilecek durumdadır.” (agy)
1916’da Lukács’ın “Romanın Teorisi” adlı kitabı yayınlanır. Bu kitap, Lukács’ın Marksist olmadan önce yazdığı son eserdir. 1962 yılındaki bir yeni baskısının önsözünde Lukács şunları yazar:
“O sırada, tinsel bilimler (Geisteswissenschaft) yöntemi denilen yöntem karşısındaki tavrımı hiç değiştirmeksizin Kant’tan Hegel’e geçiş süreci içinde bulunuyordum. Bu tavrım, Dilthey, Simmel ve Max Weber’in çalışmalarından edindiğim gençlik izlenimlerime dayanıyordu.
“Roman Kuramı işte bu nedenle tipik bir tinsel bilim örneğidir. Onun yöntembilim sınırlarını aşmaz. Buna rağmen, bu yapıtın başarısı -Thomas Mann ve Max Weber kitabı beğenen okurlardandır- büsbütün rastlantısal değildir.
Bildiğim kadarıyla “Roman Kuramı”, Hegelci felsefenin estetik sorunlara somut olarak uygulandığı ilk tinsel bilim yapıtıdır.
Hegel’in… miraslarından biri de estetik kategorilerin tarihselleştirilmesidir. Hegel’in estetik alanında getirdiği yeniliklerin en önemli sonuçları buradadır.” (Raddatz s.20)
Birinci Dünya Savaşı başladığında Lukács çevresindeki sanat ve edebiyatçıların birçoğu gibi savaşı reddeden, pasifist bir tutum aldı. 1915 yılında Budapeşte’ye döndü. Budapeşte’de sosyolog Karl Mannheim, Arnold Hauser, Ervin Szabo ve Bela Fogarasi tarafından kurulan “Tinsel Bilimler Özgür Okulu”nda ders veriyordu.
Politik önder ve Marksist Lukács
Ekim Devrimi Lukács’ın yaşamında bir dönüm noktası oluşturur ve sonraki gelişmesini belirler. Lukács savaş karşıtı siyasi çevreler içine girer ve 21 Kasım 1918’de kurulan Macaristan Komünist Partisi’ne kuruluşundan yaklaşık bir ay sonra üye olur. Başlangıçta Macaristan Komünist Partisinin bilimsel organı “Enternasyonal”in yazı kurulunda yer alan Lukács, Şubat 1919’da içinde Bela Kun’un da yer aldığı birinci merkez komitesinin tutuklanmasından sonra merkez komitesi üyesi ve parti merkezi organı “Vörös Ujsag”ın (Kızıl Gazete) Yazı Kurulu üyesi olur. Macaristan devriminden sonra kurulan Sovyet iktidarı döneminde (1919 Martında) eğitim işleriyle ilgili halk komiserliği yardımcılığına ve sonra da tek yetkili halk komiserliğine getirilir. Çek işgalcilere karşı 5. Kızıl Tümen Kurmayı Siyasi Komiserliği yapar.
Macar Sovyet iktidarının 1920 yılında yenilgiye uğramasının ertesinde, daha sonra idam edilen Otto Korvin ile birlikte Budapeşte’de illegal çalışmanın örgütlenmesinin başına geçer fakat Korvin’in tutuklanmasından sonra Viyana’ya kaçmak zorunda kalır. Devrimin yenilgisinin ardından büyük bir komünist ve devrimci katliamı gerçekleştirilir. Beş- bin devrimci öldürülür, 75 bin devrimci tutuklanır, 100 binin üzerinde insan sürgüne gitmek zorunda kalır.
1919-1929 yılları arasında Viyana’da yaşayan Lukács, bu dönem Macaristan Komünist Partisi’nin önderi olarak siyasi çalışma yürütür. Lukács, 1919-21 ve 1928-30 yılları arasında merkez komitesi üyesidir. Viyana’da Macaristan Komünist Partisi’nin tüm legal ve illegal organlarının redaktörü ve elemanı olarak çok yönlü bir gazetecilik-yazarlık faaliyeti geliştirir. Aynı dönemde Komintern’in en önemli organı “Komünizm”in yayıncısıdır. Ayrıca Almanya Komünist Partisi ve Avusturya Komünist Partisi yayın organlarında da çeşitli yazıları yayınlanır. Lukács, 1921’de burjuva parlamentolarına ve gerici sendikalara girmeyi ilkesel olarak reddeden, “sol komünist” hareket içinde yer almaktadır (bkz. Lenin; Alman solları hakkındaki yazıları “Sol komünizm, bir çocukluk hastalığı”) Macaristan Komünist Partisi içinde de saflaşma söz konusudur ve bir yanda Bela Kun ve diğer yanda Landler fraksiyonları ideolojik-siyasi mücadele yürütmektedir. Bu dönem Lukács Landler fraksiyonu yanında saf tutar. Lukács’ın sol radikalizmi, anti-parlamentarist çizgisinde kendisini göstermektedir. Lukács’ın tezlerini Lenin sert bir şekilde eleştirir. Lenin’in politik tavır ve görüşlerine büyük değer veren Lukács daha sonra bu görüşünden vazgeçer:
“Lenin’in eleştirisi sekterliğimi aşmak için ilk adımı atma imkânını sağladı. Lenin tayin edici bir farkı, hatta karşıtlığı, bir kurumun tarihsel olarak aşılmış olmasının -örneğin parlamento yerine Sovyetler- bu kuruma katılmayı taktiksel olarak reddetme anlamına gelmeyeceğini açıklığa kavuşturdu. Bu eleştirinin doğru olduğunu derhal kavradım ve kendimi tarihsel perspektiflerimde daha ayrımcı yaklaşmaya ve günlük taktiklerle bağ içinde ele almaya zorladım ve böylelikle bu, benim yaklaşımımda bir dönüşümün başlangıcı olmuştur…” (Lukács, Tarih ve Sınıf Bilinci)
Yine parti ile sınıf arasındaki ilişki bağlamında Lukács’ın görüşleri Lenin’den çok Rosa Luxemburg’un görüşlerine yakındır. “Taktik ve Etik” (1919) adlı yazısında parti ile sınıf arasındaki ilişkiyi diyalektik karşıtlık olarak tanımlar. Bu karşıtlık ancak topluma egemen sınıf durumuna gelmiş birleşik proletaryanın üst düzeydeki birliğinde ortadan kalkacaktır.
Lukács 1923’te “Tarih ve Sınıf Bilinci” kitabını yazar. Kitapta vülger Marksizmle polemik içinde dönemin çeşitli ideolojik sorunlarına, örneğin burjuva felsefesinin çelişkileri, Menşevik ideoloji, meta-fetişizminin ideolojik sonuçları vb. sorunlara yanıt aramaya çalışır. Ancak burada da Lukács Hegelci idealizmden, öncelikle de “yansıma teorisi” bağlamında tam kopuşu gerçekleştirememiştir. (bkz. Lenin’in “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” eseri) İleriki dönemde bu görüşlerinden vazgeçen Lukács ilgili kitabının hatalarından arındırılarak yeniden yayınlanmasına ve tercüme edilmesine izin vermemiştir. (*)
Lukács 1928 yılında illegal Macaristan Komünist Partisi’nin İkinci Kongresi için hazırladığı “Demokratik Diktatörlük Programı” tezlerini kaleme alır. Parti içinde kullandığı Blum adından dolayı “Blum Tezleri” olarak tanımlanan bu yazı burjuva demokratik devrim ile proletarya diktatörlüğü ve demokratik devrimin proletarya diktatörlüğüne dönüşmesi bağlamında Komintern içinde de tartışmalara yol açar. Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi “Blum Tezleri”ne karşı tavrını “Macaristan Komünist Partisi Üyelerine Açık Mektup”undaki tepkisiyle dile getirir. Blum Tezleri burjuva demokratik devriminin proletarya diktatörlüğüne dönüşmesini uzun bir geçiş döneminden sonraya erteleyen görüşün tezlendirilmesidir. Lukács demokratik diktatörlüğü “burjuva demokrasisinin bütünüyle gerçekleşmesi anlamına gelen demokratik diktatörlük” şeklinde tanımlar. Komintern Yürütme komitesi bu tezleri tasfiyecilik ve “eski sosyal demokrat görüşler” olarak değerlendirir ve “Bu tezlerin Bolşeviklikle hiç ilgisi yoktur” tespitinde bulunur. Macaristan Komünist Partisi İkinci Kongresi Blum Tezleri’ni reddeder ve Lukács merkez komitesine yeniden seçilmez. Lukács Blum Tezleri konusundaki tavrını yeniden gözden geçirmesi direktifine bağlı olarak özeleştiri yapar. (Sonraki dönemde ama Lukács bu özeleştirisini “hayatının yalanı” olarak değerlendirmiştir.) Bundan sonraki dönemde Lukács’ın Macaristan Komünist Partisi’ndeki aktif siyasetten geri çekilmesi söz konusudur.
Lukács 1928’de Macaristan hükümetinin iade isteği üzerine tutuklanır. Bunun üzerine Lukács’ın serbest bırakılması için bir kampanya açılır. “Lukács’ı kurtaralım!” çağrısına destek verenler arasında Lukács’ın düşünce ve yaklaşımı açısından kendisine yakın bulduğu ve çağdaş edebiyatçı olarak büyük değer verdiği Thomas Mann da vardır.
Bu kampanya sonucu Lukács Macar hükümetine teslim edilmez ama Avusturya’dan sınır dışı edilir.
Moskova’ya göç eden Lukács, 1930-31 yıllarında Marks-Engels Enstitüsü’nde bilimsel araştırmacı olarak çalışır. Burada, Marks’ın ekonomi ve felsefeye ilişkin yazılarını inceleme fırsatı olur. Yine bu dönemde “Moskauer Rundschau” adlı Almanca dergiye çağdaş Sovyet edebiyatı hakkında tanıtım yazıları hazırlar.
Lukács 1931 yılında Komintern tarafından özel görevle Berlin’e gönderilir. 1931-1933 yılları arasında esas olarak Proleter Devrimci Yazarlar Birliği’nin Başkanı olarak çalışmalarını sürdürür. Onun özel görevi, Johannes R. Becher ve Aladar Komjat ile birlikte “Proleter devrimci yazarlar birliğinin program taslağı”nın hazırlanmasıdır. Bu dönem merkezde duran sorun antifaşist yazarların birliğinin sağlanması ve onların bir cephede toplanmasıdır.
Lukács bu dönemde Proleter Devrimci Yazarlar Birliği “Linkskurve”nin yazı kurulunda da yer alıyordu. Dergide Almanya’daki proleter-devrimci edebiyat hareketinin temel sorunlarıyla ilgili bir dizi temel oluşturucu yazıları yayınlandı. Yazılarında bir yandan burjuva edebiyatı karşısında ezilme eğilimlerine karşı tavır alırken, diğer yandan da o dönem edebiyat ve sanat çevrelerinde hala etkili olan, proletaryanın geçmişin mirasından alınacak hiçbir şey olmadığı, geçmişte ne var ne yoksa elinin tersiyle itilmesi ve yeni, “devrimci” bir sanat ve edebiyatın doğması için “zeminin temizlenmesi” gerektiği görüşlerini savunan “Proletkült” sapmasına karşı mücadele ediyordu. Lukács sanat ve edebiyat alanında “geçmişi”, “mirası” tümüyle ve hiç ayrımsız reddeden anlayışlara karşı çıkıyor, özellikle 19. yüzyıl yükselen burjuvazinin sanat ve edebiyatı olan gerçekçilikten öğrenilecek ve örnek alınacak çok şey olduğu görüşünü savunuyordu.
Lukács bu arada Marksist İşçi Okulu’nda ve Proleter Devrimci Yazarlar Birliği’nde güncel edebi ve felsefi konularda kurslar ve konferanslar veriyordu. 1933 yılında Hitler iktidara geldikten sonra Lukács sınır dışı edildi ve Çekoslovakya’ya kaçmak zorunda kaldı. Oradan da yeniden Sovyetler Birliği’ne sığındı.
1944’te Macaristan’ın Hitler faşizminin işgalinden kurtuluşuna kadar süren bu ikinci Moskova yıllarında Lukács öncelikle edebiyat teorisi, estetik ve felsefe konularıyla ilgilendi ve bu alanlara ilişkin çeşitli görevlerde bulundu. Örneğin, Moskova Komünist Akademisi Dil ve Edebiyat Enstitüsü’nde ve Felsefe Enstitüsü’nde çalıştı. 1933-1945 yılları arasında “Enternasyonal Edebiyat” dergisinde çalıştı. 1933-39 yılları arasında “Literaturnyi Kritik” dergisinin önder edebiyat eleştirmenlerindendi vs. vs. Gerçi o kendisini hâlâ parti fonksiyoneri olarak görüyordu fakat doğrudan siyasi çalışma içinde değildi. Lukács kendi iç hesaplaşmasını bir yerde şöyle anlatıyor:
“Benim -iç, özel- özeleştirim şu karara varmıştı: Eğer ben bu kadar açık bir biçimde haklı olmama rağmen böylesi büyük bir yenilgi aldıysam, benim pratik-siyasi yeteneklerimde ciddi bir sorun olmalıydı. Bu nedenle artık rahat vicdanla siyasi hayattan geri çekilebilir ve kendimi yeniden teorik çalışmalarıma yoğunlaştırabilirdim. Bu kararıma hiçbir zaman pişman olmadım.” (Georg Lukács ile diyalog ve tartışma, s. 68)
Gerçekçilik ve Lukács
Moskova’daki yıllar Lukács’ın çok verimli çalışma yılları oldu. Bu yıllar aynı zamanda onun “büyük gerçekçilik” diye de tanımladığı sosyalist gerçekçilik teorisini geliştirdiği yıllardı.
“Bununla paralel olarak edebiyat, sanat ve Marksist bir estetiğin geliştirilmesi için teorik alandaki bilgilerimi değerlendirme arzusu doğdu. Böylelikle M. A. Lifschitz ile ilk ortak çalışmamız oluştu. Yürüttüğümüz bir dizi konuşmada ikimiz de en iyi, en yetenekli Marksistlerden Plehanov ve Mehring’in dahi Marksizmin dünya görüşü olarak evrensel karakterini yeterli derecede kavramadıkları ve Marks’ın bizim önümüze diyalektik-materyalist bir temelde estetiğin sistematiğini kurma görevini koyduğu noktasında açıklığa kavuştuk.” (söyleşiden)
1934 yılından itibaren düzenli bir biçimde Lukács’ın Alman edebiyatı, estetiği ve felsefesine ilişkin yazıları yayınlandı. Moskova’da sürgündeki Alman yazarlar grubu üzerinde oldukça etkiliydi.
“Biz Alman yazarlar Macar arkadaşlarımızdan Julius Hay, Andor Gabor, Georg Lukács ve diğerleriyle birlikte gönüllü bir çalışma grubu oluşturmuştuk ve Sovyet Yazarlar Birliğinin binasında toplanıyorduk. Toplantılarımız oldukça ateşli geçiyordu. Biz sanatsal üretimin sorunlarını mümkün olduğunca ciddiye almaya alışmıştık. Tahmin edilebileceği gibi sanatsal ve teorik seviyemiz olduğu kadar insan olarak yapılarımız da çok değişikti. Sıkça görüşler birbiriyle çatışıyor ve görüşlerimiz bir karmaşaya, ayrılmaz bir yumağa dönüşüyordu. Fakat hatırladığım bir kere dahi yoktur ki, Georg Lukács akıllı ve dikkatlice, hayran olunacak bir sabırla, bazen de acı bir ironiyle veya zeki bir mizahla bu karmaşayı çözmüş ve açıklık getirmiş olmasın – bazen bu açıklık salt aşılmaz karşıt görüşlerin olduğu ve sorunun henüz çözülmediği şeklinde olsa dahi.” (Fritz Erpenbeck, Georg Lukács’ın 70. doğum günü için, 1955)
1934 yılında “Uluslararası Edebiyat” dergisinde Lukács’ın “Ekspresyonizmin büyüklüğü ve çöküşü” adlı yazısı yayınlandı. Yazıda ekspresyonizm burjuva-dekadan bir akım olarak eleştiriliyordu. Lukács’a göre bu akım kapitalist toplumun çöküşünün bir görünümüydü. Hatta Lukács, makalesinde faşizmin ideolojisi ile ekspresyonizm arasında doğrudan bir bağlantı olduğu tezini ileri sürüyordu.
Lukács’ın bu yazısı gerçekçilik-sosyalist gerçekçilik, biçimcilik ve modernizm kavramları çerçevesinde yürütülen yeni bir tartışmanın başlangıcı oldu.
Yaklaşık bir yıldan fazla süren ve iki kutuplu yürüyen bu tartışmada bir ucu Ernst Bloch ve diğer ucu Lukács oluşturuyordu. Lukács’a göre, “natüralizm, empresyonizm, ekspresyonizm ve sürrealizm”, bunların hepsi çöküşe giden kapitalizm döneminin sanat akımlarıydı, burjuva-dekadandı, biçimciydi ve anti-realistti. Bunlardan proleter sanat için alıp kullanılabilecek hiçbir şey yoktu. Proletaryanın sanat ve edebiyatının biçimi realizm olmalıydı. Gorki, Thomas ve Heinrich Mann, Romain Rolland vb. gibi “günümüzün büyük realistleri” örnek alınmalıydı. Lukács’ın görüşlerine karşı en şiddetli polemiği yürüten onun yakın dostu E. Bloch’tu. Lukács’la arasındaki karşıtlığı Bloch şöyle anlatıyor:
“Ekspresyonizm benim açımdan büyük öneme sahipti, Lukács ise hep neoklasizmi (yeni-klasizm) çekici bulagelmişti. Neoklasizm düzen ve dinginlik, strüktür ve biçim sanatıdır. Lukács’ın ekspresyonizmden hiçbir şey anlamamış olması salt düşünsel olarak ayrılmamıza değil, dostluğumuzun soğumasına da yol açtı…” (E. Bloch ile söyleşi, Les Nouvelles Litteraires, 29.4.1976)
Lukács’ın bu tartışmada savunduğu ‘sosyalist realizm içerikte sosyalizm ve biçimde de realizmdir’ şeklinde özetlenebilecek olan görüşlerinin klasizmin sürekli tekrarlanması anlamına geleceği noktasında E. Bloch’un söylediği haklıdır: “Sürekli yeni-klasizm veya Homer ve Goethe’den sonra yapılan hiçbir şeyin kabul edilemez olduğu inancı, bir önceki öncünün sanatını değerlendirirken işe yarar durak değildir.” (Ernst Bloch, Ekspresyonizm üzerine)
Wort’ta yayınlanan çeşitli makaleler bu tartışmanın “ekspresyonizm nedir? kimler ekspresyonisttir? ekspresyonizm bütünlüklü müdür, yoksa kendi içinde farklı akımlara mı ayrılmıştır? ekspresyonizm bir dönem hangi rolü oynamıştır? biçimcilik nedir? sosyalist gerçekçilik ve biçimde gelişme nasıl olacaktır?” noktalarında önemli ve ilginç bir tartışma yürüdüğünü göstermektedir. Ne var ki, bu tartışma çözüme ulaşmadan ve henüz pozisyonlar yeni yeni netleşmeye başlamışken yarıda kesilmiştir.
Lukács Macaristan’a dönüyor
’45 yılında Lukács Macaristan’ın kurtuluşundan sonra ülkesine geri döndü. Komünist Partisi’nin hür, demokratik Macaristan Programını aktif bir biçimde destekledi. Yeni kurulan Macaristan Halk Cumhuriyeti’nde çeşitli siyasi ve bilimsel görevler üstlendi. Macaristan parlamentosunun üyesiydi; Yurtsever Halk Cephesi Ülke Temsilcisiydi; Bilimsel Akademi yönetiminde yer almaktaydı vb. Budapeşte Üniversitesi ona estetik ve kültür felsefesi profesörlüğünü vermişti.
Savaştan sonraki dönemde Lukács esas olarak üç büyük alana eğilir. Macaristan’ın yeniden inşası ve ülkenin demokratik olarak yeniden yapılandırılması faaliyetine yoğun bir şekilde katılır. Bu onu Macar edebiyat ve kültürüyle daha fazla ilgilenmeye zorlar. Lukács bu dönemde demokratik edebiyat ve kültürün çehresini ortaya çıkarma tezi üzerine yoğunlaşır ve andaki durumda Macaristan’ın gerçek bir sosyalist kültüre giden yolunun henüz uzak olduğunu düşünür.
İkinci olarak Rus ve Sovyet edebiyatına daha fazla eğilir. Bunu kendi politik pratiği açısından gereklilik görür. Çünkü Sovyetlerdeki gelişme Macaristan’ın önünde örnektir. 1947-48 yıllarında Puşkin ve devrimci edebiyatçılar üzerinde çalışır. 1949’da Şolohov, Wirta ve Beck, 1950-51 yıllarında da Makarenko, Fadeyev, Kazakeviç ve yeniden şolohov hakkında yazar.
Üçüncü olarak egzistansiyalizm (varoluşçuluk akımı) ile uğraşır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizmin uğrattığı her alandaki yıkımdan kurtulmaya, faşizmin düşünce sisteminin etkilerinden kurtulmaya çalışan burjuva aydınları için alternatif “Marksizm mi, egzistansiyalizm mi?” şeklindeydi. Lukács egzistansiyalizmin Marksizme yönelttiği eleştirileri geri çevirdi. O varoluşçuluğun hümanist burjuva aydınlarının “üçüncü yol” arayışı olduğunu gayet net bir biçimde ortaya koydu: “Krizin gelişmesiyle, toplumsal çizgide de “üçüncü yol” ideolojisi giderek artan ölçüde ön plana çıkıyor. Bu insanlığın doğru gelişme yolunun ne kapitalizm ne de sosyalizm olduğunu açıklayan dünya görüşüdür. … Fakat bilim teorisi alanında ‘üçüncü yol’ artık savunulamayan felsefi idealizmi yeniden dolaylı yollardan tahta çıkarma görevine sahipken, tarihsel felsefi “üçüncü yol” bunalıma düşmüş entelijansı sosyalizmin sonuçlarından korumak işlevini üstleniyor. Böylelikle “üçüncü yol” yine kapitalizmin savunma kürsüsü oluyor, sadece doğrudan değil, dolaylı yoldan.” (Egzistansiyalizm mi yoksa Marksizm mi?, Berlin 1951, s. 20)
1950’lerden itibaren Lukács yeniden felsefe ve estetik konularına geri döndü. Somut edebi sorunlara ilgisi ikinci plana düştü. 1953’te “Mantığın Yokedilmesi” adlı eseri yayınlandı. Bundan sonraki dönemde ise tamamen ana eseri olarak 1963’te yayınlanan “Estetik” üzerine yoğunlaştı.
Stalin’in ölümü ve 20. Parti Kongresi’nde modern revizyonizmin hâkimiyetinden sonra Lukács, önce “Stalinist” olarak damgalanır ve edebiyat çevreleri üzerindeki etkisi sarsılır. Lukács bu dönem bir yandan geçmişine sahip çıkmaya ve bir dönem Stalin’in yanında yer almasını basit bir “başka alternatif yoktu” şeklinde açıklamaya çalışan, diğer taraftan modern revizyonistlerle aynı ağızdan “Stalinizmin aşırılıkları”ndan kendini ayırmaya özen gösteren bir tavır alır.
“20. Parti Kongresi’nden sonraki duruma bakarsak, durum soyut olarak Marksizmin-Leninizmin dünya çapında gelişmesi için şimdiye kadar olmamış bir şansa sahip gibi görünüyor… Marksizmin itibarını yeniden kazandırmak, Marksizme karşı biriken kini bertaraf etmek ve Marksizme yeniden güven sağlamak için mücadele etmeliyiz.” (15.6.1956’daki felsefe tartışmasındaki konuşmasından)
Yaşamının son yıllarını estetiğin sistematiğini kurma çalışmasına adayan George Lukács 4 Haziran 1971’de gözlerini yaşama kapar.
***
Edebiyat ve estetik alanında öğrenime ömrünü veren Lukács tüm yetmezliklerine ve hatalarına rağmen Marksizmin bu alandaki gelişmesine büyük katkılarda bulunmuştur. O hayatının önemli bir bölümünü komünist politikacı, teorisyen, edebiyat eleştirmeni, düşünür olarak geçirmiştir. Döneminde proleter devrimci ve antifaşist sanat çevreleri içindeki tartışmalara aktif müdahalede bulunmuş ve bu ideolojik mücadelede Marksizmin savunuculuğunu yapmaya çalışmıştır. 30’lu 40’lı yıllarda yeni bir toplumun, sosyalist toplumun sanat ve edebiyat alanındaki kültür politikasının içeriğinin ne olması gerektiği noktasındaki tartışmalara o zengin çalışmalarıyla katkıda bulunmuştur. Lukács, özellikle Sovyetler Birliği’nde gelişen “Proletkült” çevresinin geçmişin mirasına burun büken sapmaya karşı mücadelede temel sağlayacak zengin çalışmalarda bulunmuştur. Lukács 18. ve 19. yüzyıl edebiyatçılarını ve onların eserlerini yakından incelemiş, bunların eserlerini Marksizmin süzgecinden geçirerek değerlendirme çalışmasında bulunmuştur. Bu çalışmaların her biri artıları ve eksileriyle sosyalist kültür ve edebiyat tarihinin (eleştirilmesi, kullanılması, değerlendirilmesi) gereken eserleri içindedir.
Lukács’ın teorik yaklaşımında kendisini tekrarlayan şey onun klasik gerçekçiliğe (özelde Balzac’a) olan hayranlığıdır. Ona göre sosyalist gerçekçiliğin önündeki canlı örnek budur! Sosyalist yazarlar 19. yüzyılda klasik gerçekçiliğin erişmiş olduğu zirvedeki örneğin roman tekniğini aynen alıp yeni içerikle, sosyalist içerikle birleştirmelidirler. Bu bağlamda Alman edebiyatçılarından Ernst Bloch, Anna Seghers ve diğerleriyle yürüttüğü tartışmada sonuç itibariyle yeni klasizmden başka bir biçim tanımayan bir pozisyonda durmuştur. Sonuç itibariyle sosyalist gerçekçiliğin içeriğinin bu şekilde daraltılarak yeni biçimlerin denenmesini engelleyen yanlış bir yaklaşımın yerleşmesine hizmet etmiştir.
Revizyonist Lukács…
Lukács bütün dönemler partiye bağlı kalmasını ve partili olmaya çok büyük önem vermesini şu cümleyle ifade ediyordu: “Right or wrong, my party,” (“Doğru ya da yanlış, benim partim”)
Söz konusu Komünist Partisi ya da komünist partiler, bazı hatalarına, hatta ilkesel hatalarına rağmen özde aynı parti olarak kalsaydı, ironiyle söylenmiş bu cümleyi şüphesiz anlayışla karşılamak mümkündü. Ancak, 20. Parti Kongresi ertesinde SBKP’nin (ve onunla birlikte saf tutan diğer partilerin) salt ismi aynı kalmıştı. Bir zamanların komünist partisi revizyonistleşmiş ve sosyal faşist diktatoryanın bir aygıtı olmuştu. Bu bilindiğinde Lukács’ın “sadakati” kabul edilemez bir ilkesizliğin dışavurumu olarak değerlendirilmek zorundadır.
Lukács, modern revizyonizmin hâkimiyeti yıllarında çeşitli vesilelerle ve sık sık geçmişine ilişkin sorularla karşılaşmış, burjuva ve revizyonistler tarafından Stalin dönemindeki hizmetleri/yandaşlığı nedeniyle sorgulanmıştır. Lukács’ın bunlara cevabında da benzer oportünist tavır göze batmaktadır. Örneğin, “New Left Review” dergisinde şu satırlar yer alıyor:
“Ben her zaman sosyalizmin en kötü biçiminde dahi kapitalizmin en iyi biçiminde olduğundan daha iyi bir yaşam sürdürülebileceği düşüncesinde oldum.” Seçeneğinin her zaman sosyalizmden yana olduğunu belirten ve bu noktada puan toplamaya çalışan Lukács esasen bu tavrıyla birincisi Stalin dönemine saldıran modern revizyonizmi aklamaktadır. Ve ikincisi; 20. Parti Kongresi öncesi döneme ilişkin kendi sorumluluğunu da tartışma dışı bırakmaktadır. “Kötü sosyalizm”e ve partinin o günkü siyaseti ve uygulamalarına karşı eleştirileri ve mücadelesi nerededir pekiş Bu sorular elbette yanıtsız kalıyor.
Ve Lukács’ta özeleştiri…
Lukács, kendisiyle yapılan bir söyleşide çocukluğuna ilişkin şu anıyı anlatır: “Anneme karşı bir nevi partizan savaşı yürütüyordum, çünkü annem bize karşı çok katıydı. Ceza olarak bizi af dileyinceye kadar evdeki karanlık bir kilere kapatıyordu. Ben bu sorunda tam ayrımcı davranıyordum. Eğer sabah saat 10’da olduysa bu olay, o zaman saat onu beş geçe af diliyordum ve her şey yoluna giriyordu. Babam her zaman saat ikide eve gelirdi. Babam eve geldiğinde annem evde gergin bir hava olmasını istemezdi. Yani beni saat birden sonra hapsettiğinde, dünyanın hiçbir gücü bana af dilettiremezdi, çünkü biliyordum ki ben af dilemesem de o beni bir buçuğu beş geçe dışarı bırakacaktı.” (söyleşiden)
Lukács’ın çocukluğundan anlattığı bu anı onun ileriki dönemdeki “özeleştiri-mekanizması”nı çok iyi aydınlatıyor. Çocuk ‘gerilla’ da, yetişkin ‘partizan’ da ‘kurtarıcı baba’nın eve gelmesine daha çok olduğunda özeleştiriyi basıyor ve kendini kurtarıyor! Burada özeleştirinin kof bir biçimsel edime, her dönem hareket içinde kalabilmenin bir biletine dönüştürülmesi söz konusudur. Özeleştiri amacından saptırılmış ve Lukács’ın deyimiyle bir “hayat yalanı”na dönüşmüştür.
Lukács bu karakter özelliğini kendisi de kısmen itiraf ediyor. Çocukluğuyla ilgili küçük başkaldırılarını şöyle yorumluyor: “Olayın öncesinde direniş – sonra da bilinçli boyun eğiş: beni ilgilendirmez tavrı; büyüklerin beni rahat bırakmalarını istediğimde: şu duyguyla boyun eğiş: anlamsız bir mesele, direnmeye değmez.”
Lukács’ın burada savunmaya çalıştığı tutum onu sosyalist-komünist hareket içinde “her dönemin adamı” yapmıştır. Ancak bu tutum, bir komünist siyasetçi, yazar, edebiyatçı açısından kabul edilemez bir tavırdır. Eleştiri-özeleştiri, (başkalarının olduğu kadar kendi yanlışlarına karşı da mücadele) bir komünistin ve bir komünist partisinin gelişmesi açısından vazgeçilmez eğitim aracıdır. Oportünizm ve eleştiri-özeleştirinin içinin böyle boşaltılması bu aracı kullanılamaz hale getirmekten öte bir şeye hizmet etmez.
***
Her şeye rağmen Lukács’ın yaşamdan ve bıraktığı mirastan olumlu, olumsuz öğrenilecek çok şey vardır. Georg Lukács dünya komünist hareketi tarihinin en çalkantılı, parlak ve sarsıcı döneminin tanığıdır. Fakat o bu dönemi salt bir tanık olarak değil, tarihi şekillendiren eylemcilerden biri olarak yaşamıştır.
KAYNAKLAR:
– Georg Lukács, “Kendi Sözleri, Resim ve Belgeleriyle Yaşamı”, J. B. Metzler, 1981 Stuttgart
– Text + Kritik, Heins Ludwig Arnold tarafından yayımlanan edebiyat dergisi, sayı 30/40, Ekim 1973
– Georg Lukács ile Diyalog ve Tartışma, 1975 Leipzig
– Georg Lukács, “das Wort” ve “Linkskurve’de yayınlanan realizm yazıları
– Georg Lukács, “İdeoloji ve Politika Yazıları” , Seçme Yazılar II, 1967 Darmstadt
– Georg Lukács, “Edebiyat Sosyolojisi Yazıları”, 1985 Frankfurt a. M.
– Georg Lukács, Moskova Yazıları (1934-1940), 1981 Frankfurt a. M.
– Lukács, Fritz J. Raddatz, Alan Yayıncılık, 1984
– Tarih ve Sınıf Bilinci, Belge Yayınları, Mart 1998
bu yazıyı okulda ödevimde kullanmak istiyorum yardımcı olabilir misiniz ya da bu yazıyı mail atabilir misiniz?