Tanrı var mı, neden buradayız ve buraya nereden geldik? – Stephen Hawking

Tanrı’nın evreni yaratıp yaratmadığı sorusunu soran bir kitap yayımladım ve bu kitap bir tür karışıklığa yol açtı. İnsanlar bir bilim insanının dine ilişkin söyleyecek şeyleri olmasından rahatsız oldular. İnsanlara neye inanacaklarını söylemek gibi bir niyetim yok, fakat bana göre Tanrı’nın var olup olmadığı sorusu bilim için geçerli bir soru. Neticede evreni yaratanın ve kontrol edenin kim ya da ne olduğundan daha önemli ya da temel bir gizem düşünmek oldukça zor.

Bilim eskiden dinin alanına giren sorulara zaman geçtikçe daha fazla yanıt buluyor. Esasında din hepimizin sorup durduğu sorulara ilk yanıt oluşturma girişimlerinden biriydi: Neden buradayız ve buraya nereden geldik? Uzun zaman önce bu sorulara verilen yanıtlar hemen her zaman aynıydı: tanrılar her şeyi yaratmıştı. Dünya korkutucu bir yerdi, dolayısıyla Vikingler kadar güçlü ve çetin insanlar bile yıldırımlar, fırtınalar ve tutulmalar gibi doğa olaylarına anlam verebilmek için doğaüstü varlıklara inanıyorlardı. Günümüzde bilim bu sorulara daha iyi ve daha tutarlı yanıtlar sağlıyor, fakat kuşku yok ki insanlar dine bağlı kalmaya her daim devam edecek, zira bir yandan din avuntu ve huzur sağlarken, diğer yandan insanlar ya bilime güvenmiyor ya da bilimi anlamıyor.

Birkaç yıl önce The Times gazetesi birinci sayfasına şöyle bir manşet attı: “Hawking: Tanrı Evreni Yaratmadı”. Yazı aynı zamanda bir görsele de sahipti. Tanrı, Michelangelo’nun bir çizimiyle, gök gürültüsü şeklinde gösteriliyordu. Yanmaysa kendini beğenmiş göründüğüm bir fotoğrafımı koymuşlardı. Aramızda sanki bir düello varmış gibi bir kurgu yaratmışlardı. Fakat benim Tanrı’yla alıp veremediğim bir şey yok. Ortaya koyduğum çalışmanın Tanrı’nın varoluşunu kanıtlamak ya da çürütmek üzerine olduğu izlenimini vermek istemiyorum. Çalışmam etrafımızı çevreleyen evreni anlamak adına rasyonel bir çerçeve bulmak üzerine kurulu.

Yüzyıllar boyunca benim gibi engelli insanların Tanrı tarafından lanetlenmiş bir yaşamla cezalandırıldığına inanıldı. Açıkçası yukarıda bililerini rahatsız etmiş olmam pekala mümkün, ancak her şeyin başka bir yolla, eşdeyişle doğa yasalarıyla açıklanabileceğine inanmayı tercih ediyorum. Benim gibi bilime inanıyorsanız her zaman geçerli olan ve kendisine itaat edilen belirli yasalar olduğunu biliyorsunuzdur. Şüphesiz söz konusu yasaların Tanrı’nın işi olduğunu söyleyebilirsiniz; fakat bu, Tanrı’nın varoluşuna dair bir kanıttan ziyade onun bir tanımına karşılık gelecektir. Yaklaşık MÖ 300 yılında Aristarkos adında bir filozof özellikle Ayın tutulmaları olmak üzere, tutulmalarla ilgilenmişti. Aristarkos gerçek bir bilimsel öncüydü. Gökyüzünü dikkatli bir şekilde çalışmış ve gözüpek bir çıkarımda bulunmuştu: Aristarkos tutulmanın, ilahi bir olaydan ziyade esasında Dünyanın Ayın üzerinden geçen gölgesi olduğunu fark etmişti. Bu keşifle özgürleşmiş şekilde Aristarkos başının üzerinde gerçekten ne olup bittiğini çalışmayı başarabilmiş ve Güneş, Dünya ve Ayın gerçek ilişkisini gösteren diyagramlar çizmişti. Bu noktadan sonraysa söz konusu çıkarımından bile daha kayda değer sonuçlara ulaşmıştı. Dünyanın, herkesin düşündüğünün aksine, evrenin merkezi olmadığını, fakat daha ziyade Güneşin etrafında döndüğünü ortaya koymuştu. Esasında bu dizilişi ve düzenlemeyi anlamak tüm tutulmaları açıklar. Ayın gölgesi Dünyanın üzerine düştüğünde, bu bir güneş tutulması; bununla birlikte Dünya, Ayı gölgelediğindeyse bu bir ay tutulmasıdır. Fakat Aristarkos bundan daha da ileriye gitmişti. Ona göre yıldızlar, çağdaşlarının inandığının aksine, gökyüzünün zeminindeki yarıklar değil, daha ziyade bizimki gibi, ancak çok daha uzak mesafelerde bulunan başka güneşlerdi. O zaman için ne kadar da çarpıcı ve müthiş bir kavrayış. Evren, ilkeler ya da yasalar insan zihni tarafından kavranabilen yasalar tarafından işletilen bir makinedir.

Şimdi verdiğimiz adıyla doğa yasaları, evreni açıklamak için bir tanrıya ihtiyacımız olup olmadığını bize söyleyecek olan şey olduğundan, bu yasaların keşfedilişinin, insanoğlunun en büyük başarısı olduğuna inanıyorum. Doğa yasaları şeylerin geçmişte, şimdide ve gelecekte gerçekten nasıl işlediğinin bir betimlemesidir. Sözgelimi teniste top, her zaman bu yasaların tam olarak gideceğini söylediği yere gider. Bununla birlikte burada işin içinde olan başka pek çok yasa daha mevcuttur. Söz konusu yasalar topa vuruş enerjisinin oyuncuların kaslarından nasıl üretildiğinden, bu oyuncuların ayaklarının altındaki çimlerin uzama hızına kadar olup biten her şeyi açıklar. Ancak gerçekten önemli olan şey bu fizik yasalarının hem değiştirilemez hem de evrensel olmalarıdır. Bu yasalar yalnızca bir topun uçuşuna değil, ancak bir gezegenin hareketine ve evrendeki başka her şeye uygulanırlar. İnsanlarca yapılan yasaların aksine doğa yasaları ihlal edilemez; ki tam da bu yüzden bu kadar güçlü ve dini perspektiften bakıldığında böylesine tartışmalıdırlar.

Benim gibi, doğa yasalarının değişmez olduğunu kabul ettiğiniz takdirde şu soru kaçınılmaz olarak arkasından gelecektir: O halde Tanrı için geriye kalan rol nedir? Bu, bilim ile din arasındaki zıtlığın büyük bir parçasıdır ve her ne kadar benim görüşlerim manşetlere taşınmış olsa da, esasında oldukça eski bir anlaşmazlıktır. Tanrı doğa yasalarının ete kemiğe bürünmesi olarak tanımlanabilir. Ancak bu pek çok kişinin Tanrı olarak düşündüğü şey değildir. Onların Tanrı’yla kastettikleri kişisel bir ilişki kurulabilecek insan benzeri bir varlıktır. Ancak evrenin muazzam büyüklüğüne baktığınızda ve insan yaşantısının ne kadar kırılgan ve rastlantısal olduğunu düşündüğünüzde bu çıkarım en olanaksız şey gibi görünüyor.

“Tanrı” sözcüğünü, Einstein gibi, kişidışı anlamda doğa yasaları için kullanıyorum; dolayısıyla Tanrı’nın zihnini bilmek benim için doğa yasalarını bilmektir. Öngörüm Tanrı’nın zihnini bu yüzyılın sonunda bileceğimiz yönünde.

Dinin, halihazırda at sürebilmesi için geriye kalan tek alan evrenin başlangıcı; fakat bu noktada bile bilim ilerleme kaydediyor ve evrenin nasıl başladığına ilişkin yakında mutlak bir yanıt sağlayacak. Tanrı’nın evreni yaratıp yaratmadığı sorusunu soran bir kitap yayımladım ve bu kitap bir tür karışıklığa yol açtı. İnsanlar bir bilim insanının dine ilişkin söyleyecek şeyleri olmasından rahatsız oldular. İnsanlara neye inanacaklarını söylemek gibi bir niyetim yok, fakat bana göre Tanrı’nın var olup olmadığı sorusu bilim için geçerli bir soru. Neticede evreni yaratanın ve kontrol edenin kim ya da ne olduğundan daha önemli ya da temel bir gizem düşünmek oldukça zor.

Evrenin kendiliğinden, bilim yasaları uyarınca, hiçlikten yaratıldığını düşünüyorum. Bilimin temel varsayımı bilimsel belirlenimciliktir. Bilim yasaları evrenin evrimini, belirli bir andaki halini ortaya koyarak belirler. Bu yasalara Tanrı tarafından karar kılınmış ya da kılınmamış olabilir, fakat Tanrı söz konusu yasaları ihlal etmek üzere müdahalede bulunamaz, zira böyle olsaydı bunlara yasa demezdik. Bu durum Tanrı’ya evrenin başlangıç durumunu seçme özgürlüğü tanır, fakat bu noktada bile öyle görünüyor ki belirli yasalar mevcut olabilir. Durum buysa o halde Tanrı biç de özgür olmayacaktır.

Evrenin karmaşıklığına ve çok yönlülüğüne rağmen öyle görünüyor ki bir evren oluşturmak için yalnızca üç malzemeye ihtiyaç vardır. Gelin bu malzemeleri bir tür kozmik yemek kitabında listeleyebileceğimizi düşünelim. Öyleyse, bir evren pişirmek için gerekli olan bu üç malzeme nedir? Bu malzemelerden ilki maddedir; eşdeyişle kütleye sahip olan şeylerdir. Madde, ayağımızın altındaki zeminden uzaya kadar her yerdedir. Toprak, taş, buz ve akışkanlar gibi aklınıza gelebilecek her şey maddedir.

Her biri milyarlarca güneş içeren ve olağanüstü uzaklıklara boydan boya uzanan muazzam büyüklükteki gaz bulutları ve devasa yıldız sarmalları da maddeyle doludur.

Gerekli olan ikinci malzemeyse enerjidir. Üzerine hiç düşünmediyseniz bile enerjinin ne olduğunu bilirsiniz. Zira enerji her gün karşılaştığımız bir şeydir. Güneşe baktığınızda, yüz elli milyon kilometre uzaklıktaki bu yıldızın ürettiği enerjiyi suratınızda hissedebilirsiniz. Enerji evrene nüfuz ederek, dinamik ve durmadan değişen bir ortamı oluşturan süreçleri harekete geçirir.

Elimizde madde ve enerji var. Ancak bir evren inşa etmek için üçüncü bir malzemeye daha ihtiyacımız vardır ki, o da uzaydır. Hem de oldukça fazla uzay. Evrene harika, güzel, şiddetli vs gibi pek çok ad verebilirsiniz, fakat hakkında söyleyemeyeceğiniz tek şey onun sıkış tepiş olduğudur. Nereye bakarsak bakalım uzayı, daha fazla uzayı ve daha da fazla uzayı görürüz. Uzay, başınızı döndürmeye yetecek kadar her yöne uzanır. Peki tüm bu madde, enerji ve uzay nereden geliyor? Buna ilişkin yirminci yüzyıla gelinceye dek hiçbir fikrimiz yoktu.

Bu soruya yanıt, muhtemelen şimdiye kadar yaşamış en kayda değer bilim insanının kavrayışıyla birlikte geldi. Sözü geçen kişinin adı Albert Einstein’dı. Einstein öldüğünde yalnızca on üç yaşında olduğum için ne yazık ki kendisiyle tanışma fırsatım hiç olmadı. Einstein son derece sıradışı bir şeyi fark etmişti: Bir evren oluşturmak için gerekli olan ana malzemelerden ikisi madde ve enerji tıpkı bir paranın iki yüzü gibi temelde aynı şeydi. Einstein’ın meşhur E = mc2 denklemi en yalın ifadesiyle kütlenin enerji, enerjinin de kütle olarak düşünülebileceği anlamına gelir. Dolayısıyla üç malzeme yerine, evrenin yalnızca iki malzemeye, eşdeyişle enerjiye ve uzaya sahip olduğunu artık söyleyebiliriz. Peki öyleyse tüm bu enerji ve uzay nereden geldi? Bu soruya yanıt bilim insanlarının onyıllar süren çalışmasının ardından oluştu: uzay ve enerji halihazırda Büyük Patlama dediğimiz bir olayla kendiliğinden bir şekilde ortaya çıktı.

Büyük Patlama anında tüm bir evren ve onunla birlikte uzay varoluşa geldi. Her şey, tıpkı içine hava üflenen bir balon gibi, şişti. Peki tüm bu enerji ve uzay nereden geldi? Nasıl oldu da enerjiyle dolu koskoca bir evren, uçsuz bucaksız uzay ve onun içindeki her şey öylece hiçlikten beliriverdi?

Bazıları için tam da bu nokta, Tanrı’nın tekrar resme dahil olduğu yerdi. Onlara göre enerjiyi ve uzayı yaratan bizatihi Tanrı’nın kendisiydi. Ve Büyük Patlama da yaradılış anıydı. Fakat bilim bize bundan farklı bir hikaye anlatıyor. Başımı belaya sokma riskiyle beraber, Vikingleri dehşete düşüren doğa olaylarını daha çok anlayabileceğimizi düşünüyorum. Hatta Einstein’ın keşfettiği enerji ile madde arasındaki güzel simetrinin ötesine bile geçebiliriz. Doğa yasalarını, evrenin başlangıcını göstermek için kullanabilir ve Tanrı’nın varoluşunun bu yönde yapılabilecek yegane açıklama olup olmadığını keşfedebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere’de büyüdüğüm dönem tasarruf ve kemer sıkma politikalarının olduğu bir dönemdi. Bize hiçbir şey yapmadan bir şey elde edemeyeceğimiz söylenmişti. Fakat şimdi, yaşam boyu süren bir çalışmanın ardından, esasında bedavaya bütün bir evren elde edilebileceğini düşünüyorum.

Büyük Patlamanın kalbindeki büyük gizem, fevkalade muazzam tüm bir uzay ve enerji evreninin nasıl olur da hiçlikten çıktığını açıklamaktır. Buradaki sır kozmosumuz hakkındaki en garip gerçeklerden birinde saklıdır. Fizik yasaları adına “negatif eneıji” dediğimiz bir şeyin varoluşunu zorunlu olarak beraberinde getirir.

Bu garip, fakat oldukça hayati önemdeki kavramı anlamanıza yardım etmek için basit bir analoji kurmama izin verin. Düz bir arazi parçasına bir tepe inşa etmek isteyen bir adam hayal edin. Tepe burada evreni temsil edecektir.

Adam bu tepeyi oluşturmak için zemine bir çukur kazıyor ve çıkan toprağı da tepesini kazmak için kullanıyor. Şüphesiz adamın burada yaptığı şey yalnızca bir tepe oluşturmak değildir; söz konusu olan aynı zamanda bir çukur, yani esasında tepenin negatif bir versiyonunu oluşturmaktır. Çukurun içinde olan şey, artık tepenin kendisini oluşturur, dolayısıyla her şey tam anlamıyla birbirini dengeler. Evrenin başlangıcında ne olup bittiğinin ardında yatan ilke de tam olarak bu dur.

Büyük Patlama devasa miktarda pozitif enerji ürettiği sırada, buna eşzamanlı olarak aynı miktarda negatif enerji de üretmiştir. Bu yolla pozitif ve negatif enerjinin toplamı her zaman sıfıra karşılık gelir. Bu da bir başka doğa yasasıdır.

Peki halihazırda tüm bu negatif enerji nerededir? Kozmik yemek kitabımızdaki üçüncü malzemede, eşdeyişle uzaydadır. Bu kulağa garip gelebilir, fakat bilimin en eski yasaları arasında yer alan-kütleçekim ve harekete ilişkin doğa yasalarına göre uzayın kendisi muazzam bir negatif enerji kaynağıdır. Öyle ki her şeyin toplamının sıfır olmasına yetecek kadar.

Matematik ilgi alanınıza girmiyorsa bunu kavramanın oldukça güç olduğunu kabul etmem gerek; ancak gerçek bu. Her biri bir diğerini kütleçekim kuvvetiyle çeken milyarlarca galaksinin oluşturduğu sonsuz ağ devasa bir depolama aleti gibi davranır. Evren tıpkı negatif enerji depolayan kocaman bir batarya gibidir. Şeylerin pozitif tarafı bugün gördüğümüz kütle ve enerji sözü geçen tepeye benzer. Buna karşılık gelen çukur ya da şeylerin negatif tarafıysa uzay boyunca yayılmıştır.

Peki bu, bir Tanrı’nın var olup olmadığını bulma arayışımızda neyi ifade eder? Bu, evrenin toplamı sıfıra ya da hiçe karşılık geliyorsa, bu durumda onu yaratmak için bir Tanrı’ya ihtiyaç olmadığı anlamına gelir. Evren nihai masrafsız yemektir.

Pozitif ve negatif enerjinin toplamının sıfıra eşit olduğunu bildiğimize göre artık yapmamız gereken, neyin ya da kimin mi demeliyim tüm süreci başlattığı problemini çözmektir. Bir evrenin kendiliğinden belirmesine neden olabilecek şey nedir? İlk bakışta bu, anlaşılması güç bir problem gibi görünür; zira gündelik yaşantımızda şeyler birdenbire cisimleşmezler. Parmaklarınızı şaklatıp canınız istediğinde bir fincan kahve oluşturamazsınız. Kahveyi; kahve çekirdekleri, su ve belki de biraz süt ve de şeker gibi malzemelerle yapmanız gerekir. Ancak fincanın derinliklerine, eşdeyişle süt parçacıklarından atomik seviyeye, oradan da atomaltı seviyeye inerseniz, hiçlikten bir şeylerin oluşmasının mümkün olduğu bir dünyaya girersiniz. En azından kısa bir süre boyunca. Bunun sebebi, bu ölçekte proton gibi parçacıkların kuantum mekaniği dediğimiz doğa yasaları uyarınca hareket ediyor olmasıdır. Bu parçacıklar gerçekten de rastgele beliriverip bir süre etrafta kalabilir, ardından tekrar yok olup bir başka yerde yeniden ortaya çıkabilir.

Evrenin bir noktada son derece küçük belki de protondan bile küçük olduğunu biliyor oluşumuz fazlasıyla kayda değer bir şey ifade eder. Buna göre evren, akıl almaz derecede büyüklüğü ve karmaşıklığıyla birlikte, bilinen herhangi bir doğa yasasını ihlal etmeden birdenbire varoluşa gelmiş olabilir. Bu varoluş anından itibaren çok büyük miktarda enerji açığa çıkmış ve uzayın kendisi de yani kozmik yemek kitabındaki diğer malzemeleri dengelemek için ihtiyaç duyulan negatif enerjinin tamamım depolama yeri genişlemiştir. Gelgelelim bu noktada kritik soru tekrar gündeme gelir: Büyük Patlamanın meydana gelmesine izin veren kuantum yasalarını Tanrı mı yaratmıştır? Özetle Büyük Patlamanın meydana gelebilmesi için bir Tanrı’ya ihtiyaç var mıdır? Hiç kimsenin inancına saldırmak gibi bir niyetim yok; fakat bana göre bilim, ilahi bir yaratıcıdan daha gerçekçi ve ikna edici bir açıklama sunuyor.

Gündelik deneyimimiz bizi, olup biten her şeyin kendisinden önce gelen bir başka olayla koşullandığını düşünmeye sevk ediyor ve böylece bizler için evrenin varoluşa gelmesine bir şeyin belki de Tanrı’nın neden olması gerektiği düşüncesi doğal hale geliyor. Gelgelelim evrenden bir bütün olarak söz ettiğimizde durum zorunlu olarak böyle değildir. Bunu şöyle açıklayayım. Dağ yamacından akan bir ırmak hayal edin. Irmağın oluşmasına sebep olan şey nedir? Bir ihtimal dağa daha öncesinde yağan yağmurdur. Fakat bu durumda yağmura sebep olan şey nedir? Buna iyi bir yanıt okyanusun üzerine yansıyan ve su buharını gökyüzüne taşıyıp bulutları oluşturan Güneş olacaktır. Peki öyleyse Güneşin parlamasına sebep olan şey nedir? Güneşin içine baktığımızda hidrojen atomlarının helyum oluşturmak üzere bir araya geldiği ve çok büyük miktarda enerjinin açığa çıktığı füzyon adında bir süreç görürüz. Buraya kadar her şey tamam. Ancak tüm bu hidrojen nereden gelmiştir? Yanıt: Büyük Patlama, işte burası tam da kilit önemdeki yer. Doğa yasalarının kendisi bize, herhangi bir yardım olmadan tıpkı bir proton gibi evrenin varoluşa gelebileceğini ve bu noktada enerji türünden herhangi bir şeye ihtiyaç olmadığını söylemekle kalmıyor, aynı zamanda Büyük Patlamaya hiçbir şeyin sebep olmamasının da mümkün olduğunu ifade ediyor. Tam anlamıyla hiçbir şeyin.

Buna ilişkin açıklama Einstein’ın kuramlarına ve evrendeki uzay ile zamanın temelde nasıl birbirleriyle iç içe geçtiğine ilişkin kavrayışına dayanır. Büyük Patlama anında son derece müthiş bir şey gerçekleşmiştir. Zamanın kendisi başlamıştır.

Bu kafa karıştırıcı fikri anlamak için uzayda süzülen bir kara deliği düşünün. Klasik bir kara delik kendi üzerine çökecek kadar devasa kütleli bir yıldızdır. Öylesine büyüktür ki ışık bile kütleçekiminden kaçamaz; ki bu da neredeyse mükemmelen kara olmasının sebebidir. Kara deliğin kütleçekimsel çekimi o kadar güçlüdür ki, yalnızca ışığı değil, fakat bununla beraber zamanı da büküp eğer. Nasıl olduğunu görmek için kara deliğin içine çekilen bir saat hayal edin. Saat kara deliğe yaklaştıkça gitgide yavaşlamaya başlayacaktır. Bu noktada zamanın kendisi yavaşlamaya başlar. Şimdi saatin kara deliğe girdiği anı tabii saatin kara deliğin olağanüstü kütleçekimsel kuvvetine dayanabileceğini varsayıyoruz düşünün; saat duracaktır. Saatin durma sebebi bozulmasından ötürü değil, daha ziyade kara deliğin içinde zamanın kendisinin var olmamasındandır. Evrenin başlangıcında olan şey de tam olarak budur.

Geçtiğimiz yüz yılda evreni anlayışımızda olağanüstü ilerlemeler kaydettik. Artık her şeyi olmasa da evrenin ya da kara deliklerin başlangıcı gibi en ekstrem koşullarda olup bitenleri yöneten yasaları biliyoruz. Zamanın, evrenin başlangıcında oynadığı rolün, büyük bir tasarımcıya olan ihtiyacın ortadan kalkması ve evrenin nasıl kendini yarattığının açık kılınması adına nihai anahtar olduğuna inanıyorum

Büyük Patlama anma doğru zamanda geriye yolculuk yaptığımızda evren gitgide küçülür; ta ki tüm evren, sonsuz küçük ve sonsuz yoğun tek bir kara delik olacak şekilde son derece küçük bir yer kapladığı noktaya gelene kadar. Ve bu noktada tıpkı uzayda süzülen günümüz kara delikleri için olduğu gibi doğa yasaları son derece olağandışı bir şey dikte eder. Söz konusu yasalar, burada da zamanın kendisinin bir sonu olması gerektiğini söyler. Büyük Patlamadan önceki bir zamana ulaşamazsınız, zira Büyük Patlamadan önce zaman yoktur. Böylelikle nihayet kendisini bir nedenin koşullamadığı bir şey bulmuş olduk, zira bu noktada bir nedenin var olması için ortada mevcut olan bir zaman yoktur. Benim için bu, bir yaratıcı ihtimalini ortadan kalkması anlamına gelir, çünkü söz konusu yaratıcının var olması adına mevcut bir zaman bulunmaz.

Tanrı’nın varoluşu evrenin başlangıcı ve sonu anlayışınıza nasıl uyuyor? Bununla birlikte Tanrı varsa ve onunla tanışma fırsatınız olsa kendisine ne sorardınız?

Esas soru şudur, “Evrenin başlama şekli, bizim anlayamayacağımız nedenlerden Tanrı tarafından mı seçildi, yoksa bir bilim yasası tarafından mı belirlendi?” Ben ikinci kısma inanıyorum. Eğer isterseniz bilim yasalarına “Tanrı” adını verebilirsiniz, fakat bu tanışıp soru sorabileceğiniz kişisel bir Tanrı olmayacaktır. Yine de böyle bir Tanrı var olsaydı kendisine on bir boyutlu Mkuramı kadar karmaşık bir şeyi nasıl düşündüğünü sorardım.

İnsanlar, sözgelimi neden buradayız şeklindeki büyük sorulara yanıt bulmak istiyorlar. Ancak bu yanıtların kolay olmasını beklemedikleri de açık; dolayısıyla bu yanıtlar karşısında biraz zorlanmaya da hazırlar. Bana Tanrı’nın evreni yaratıp yaratmadığını sorduklarında, bu insanlara sorunun kendisinin bir anlam ifade etmediğini söylüyorum. Zaman, Büyük Patlamadan önce var değildi, dolayısıyla Tanrı’nın evreni meydana getirmesi için mevcut olan bir zaman da yoktu. Bu aslında tıpkı Dünyanın ucuna nasıl gidildiğini sormaya benziyor; ancak Dünya ucu olmayan bir küre olduğu için böylesi bir arayış beyhude bir çabadan öteye geçmiyor.

İnanca sahip miyim? Her birimiz istediğimiz şeye inanmakta özgürüz ve benim görüşüm en basit açıklamayla, herhangi bir Tanrı’nın var olmadığı şeklinde. Evreni hiç kimse yaratmadı ve kimse kaderimize yön vermiyor. Bu beni şöylesi bir büyük farkındalığa sevk etti: muhtemelen ne cennet ne de ölümden sonra yaşam var. Bana kalırsa öteki dünya inancı hüsnükuruntudan ibaret. Böylesi bir şey için herhangi bir güvenilir kanıt olmadığı gibi bilime dair bildiğimiz her şeyin de karşısında duruyor. Öldüğümüzde toprağa karıştığımızı düşünüyorum. Ancak sürdürdüğümüz yaşantıda, bıraktığımız etkide ve çocuklarımıza aktardığımız genlerde bir anlam mevcut. Evrenin büyük tasarımını takdir etmek ve değerini anlamak için elimizde yalnızca bu yaşam var ve bunun için son derece minnettarım.

Stephen Hawking

 

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz