Yazık ki, nasıl öldüğümü yazamayacağım. Ençok işte buna üzülüyorum. Bir yazar bütün yaşadıklarını yazsa bile ölümünü yazamaz. Oysa ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. Yaşamımın en önemli olayını yazamadan gidiyorum.
Malaparte aklıma geliyor.
Sanırım her yazar -ama has yazarlar- ölümün kendisini esir aldığı zamanı, o zamanki duygularını, duyarlıklarını, düşündüklerini yazmak ister, ama bunun olanağı yoktur.
Tek yazılamayacak olan budur. Gerçekten her yazar ister mi bunu, dünyaya son sesini bırakmayı?
istemeyenler de vardır belki…
Aziz Nesinin Aziz Nesin’den Seçtikleri:
Önceden söyleyeyim ki, bu yazı bir öykü değildir. Hiçbişey katmadan, hiçbişey çıkarmadan, hiçbişey değiştirmeden o geceyi olduğu gibi, bütün düşündüklerimle, bütün duygularım, duyarlıklarım, hatta duygusallıklarımla anlatmak istiyorum. Üstünden otuzaltı gün geçti. Bilmiyorum olduğu gibi yazabilecek miyim. Ama yazmaya çalışacağım.
Bir öykü değilse nedir bu yazı? Bir anlatı, belki bir anı: Bir ö-lüm yolculuğu gecesinin biriki saat süren duyarlıkları…
1991 yılının son günü ve 1991 yılını 1992 yılına bağlayan ilk gece…
Benim için her yılın son günü, her günkünden çok daha yorucu oluyor. Çünkü o gün, her günkü işlerime ek olarak Nesin Vakfı’ndaki çocuklarıma ve Vakfın çalışanlarına gece verilmek üzere armağanlar hazırlamalıyım. Bu öyle dışardan sanıldığı gibi pek de kolay iş değildir. Şu işi son güne bırakmayayım, önceden armağanları yavaş yavaş hazırlayayım diye düşünürüm her zaman da bitürlü yapamam yine.
Otuz çocuğum var, çalışanlarla, konuklarla yılbaşı gecesi kırk, kırkbeş kişi oluruz. Hepsine ayrı ayrı armağanlar vermeliyim, çocuklarıma üç, dört beş armağan vermem gerekir.
Yaşları küçük olanların armağan sayılan çoktur, armağanları büyüklerinki kadar değerli değilse de… Bu armağanlar, büyüklüklerine ve biçimlerine göre ayrı ayrı kutulara konulacak, paketlenecek, süslü ve renkli kağıtlara sarılacak, kordelalarla ya da o renkli parlak –ne deniyor adına- bağlarla bağlanacak fiyong yaparak…
Armağanların paketlenmesi için bütün yıl boy boy kutular, zarflar, güzel torbalar, renk renk çiçekli kâğıtlar, yaldızlı kâğıtlar, süslü ipler, cicili bicili ve parlak bağlar biriktiririm.
Bunların hiçbiri yeni değildir. Hepsi de ya bana ya Vakfa gönderilmiş şeylerin paketleme gereçleri olduğu için önceden kullanılmıştır. Biz onları yılbaşı gecesi armağanların ambalajı olarak kullandıktan sonra da atmayız. Üçüncü, dördüncü, beşinci kez kullanılmak, sonunda kalorifer ocağında yakılmak üzere saklarız. Doğrusunu söylememiz gerekirse, bizim elimize geçen herhangi bişeyin bizden çekeceği vardır ve elimizden kurtulması hiç de kolay değildir.
Armağanları da yıl boyunca biriktiririm. Kimisini yurtdışı gezilerimden alıp getirmişimdir, kimisini de yurtiçi gezilerimden… Ara-dabir istanbul’da gezerken satıcılardan alırım. Biçoğunu da okurlarım ya da yabancı konuklarım getirmişlerdir. Bu armağanlar, çocuklara doğumgünlerinde, bayramlarda, en değerli olanları da yılbaşlarında verilir.
Armağan olarak neler mi var? Neler neler yok ki… Renk renk irili ufaklı balonlar, düdüklü balonlar, cicilibicili zıpzıplar, fırtfırtlı düdükler, hacıyatmazlar, küçük metal arabalar, kurularak işleyen türlü taşıtlar (araba, otobüs, kamyon, itfaiye arabası, cankurtaran, polis arabası), değişik biçimde maskeler, el toplan, a-yak topları, türlü boyalar, renkli hamurlar (plastik), boyama defterleri, pul defterleri, albümler, ağız muzikaları, pergel takımları, saatler, değişik boyda bebek ayılar, köpekler, filler, bebekler, yatırınca uyuyan ve karnına basınca ağlayan bebekler, renkli kalemler, satranç takımları, örgü kazaklar, kızlara türlü takılar, ok ve ok atma hedefleri, anı defterleri, dolmakalemler, çoğu Avrupa’dan gönderilmiş kutular içinde yapma takma oyuncaklar, büyükler için mekanik takımlar, deri çantalar, ajandalar, eşarplar,
kemerler, ciltli defterler…
Önceki yılbaşı gecelerini hazırlarken daha da çok yorulurdum. Çünkü, yılbaşı gecesini geçirdiğimiz çinili salonu da ben düzenler, süsler, hazırlardım. Beşon yılını Vakıfta geçirmiş olan çocuklarımı çinili salonun yılbaşı için nasıl düzenleneceğini öğrendiler, bu işi onlar yapıyor. Salonun tavanında, avizeden avizeye kâğıt fenerler, balonlar, serpantinler, süslü yaldızlı kâğıtlar, krepon kâğıtlarından süsler asılır. Bizde küçük küçük kâğıtlardan her ulusun bay-rakları vardır, bu bayraklar ipe dizilmiştir. Tavan iki yanlı ve boydan boya bu bayraklarla donanır.Yönetmenimiz Ruşen Ulusoy yılbaşı yiyeceklerini ve içkilerimizi iki gün önceden alıp hazırlatmıştır: Hertürlü kuruyemiş, çerezler, yılbaşı çörekleri, pastalar, çukulatalar, yemişler…
Yemeklerden, hindi söğüş ve iç pilav, rus salatası, zeytinyağlı dolma ve sarma, çerkestavuğu, börek türlü salatalar, daha neler neler.. Yılbaşı geceleri, benden başka herkes Nesin Vakfı’nda, büyüğümüz küçüğümüz şarap içer. Ben ve biriki kişi daha rakı içeriz.
Çinili salonun sahneye benzeyen yükseltisinde ilkokullu ve ortaokullu pandomim yaparlar, oyunlar çıkarırlar, gitar çalıp şarkılar söylerler.
Yılbaşı armağanları sözde kurayla çekilerek verilir. Nasıl bir rastlantıdır ki, kurada herkese gereksindiği bir armağan düşer. Örneğin bir gümüş kolye ya da bir altın küpe hiçbir zaman bir oğlana düşmez. Bu rastlantıda benim gözboyamacılığımın payı büyüktür.
Sonra kumara başlarız. Ben bütün yıl büyük bir kutu içinde bozuk para biriktiririm. Bu bozuk paraları herbirine beşer bin liradan aşağı olmamak üzere dağıtırım çocuklara ve bizimle olanlara. Kumara tombaladan başlarız. Kartelalar satılır. Tadını çıkara çıkara torbadan tombala sayılarını ben çekerim. Diyelim torbadan 34 mü çıktı; ben önce bir “otuuuz…” diye bağırır, kartelasında otuzlu sayı olanları coşkulandırır, sonra “dööört…” derim. Bir gürültü, bir şamata, çığlık… Televizyon açıktır ama bakan yoktur o sıra. Sonra at yarışı oynarız. Sonra bir koy beş al oynarız. Sonra rulet oynarız, bizim ruletten…
Her gece saat 21.30’da kendiliklerinden yataklarına çekilen küçükler, yılbaşı gecesi 24’e dek bizimledir. Geceyansmda yeni yılı kutladıktan sonra kendiliklerinden teker teker yatak odalarına çekilirler. Saat 02.00’de ortaokulluların da çoğu yatmış olur.
Hiçkimse çocukların hiçbirine hiçbir zaman “Haydi yatağa!” demez. Çünkü Nesin Vakfı ‘nda başkalarının koyduğu izlence ve kural yoktur. Herkesin kendi aklı var. Herkes kendi kuralını kendi koyar, kendi izlencesini kendi yapar. Küçükler de, kendi kurallarını kendileri yapmaya alıştırılır.
işte 31 Aralık 1991 Salı günü sabahı da, ben her yılsonu gününde olduğu gibi, gece dağıtılacak armağanları hazırlamakla uğraşıyordum ki… Ah bu benim yüreğim… Yeni bir yürek bunalımı… Son beş-altı yıldır, her üç-dört aydabir geliyor başıma. Ağır ağır vücudumun bütün gücü çekiliyor, sanki canım benden ayrılıp gidiyor. Gözlerim gölgeleniyor, bulanık, puslu görmeye başlıyorum. Yüreğimin atışı durdu duracak… Bu böyle yarım saat kadar sürüyor. Kimileyin uçakta, takside, toplantıda, kimileyin evimde durup dururken böyle oluyorum. Herkesinde ölüme gittiğimi sanıyorum. Çok da kötü bir ölüm biçimi sayılmaz.
Çünkü insan ölümü, an an yaşayarak ölüme gidiyor. Isordil denilen ilaçtan, küçük bir hapı dilimin altına koyarsam, bu yürek bunalımını daha çabuk atlatıyorum. Ne var ki, yüreğime iyi
gelen bu ilaç, göz tansiyonuma zararlı. Bu yüzden olabildince az almaya çalışıyorum bu
ilacı…
31 Aralık sabahı da böyle bir yürek bunalımını atlattım. Her ne olursa olsun yaşam sürüyor ve hep sürecek. Yine işler, işler, işler, yazılar, yanıtlanacak mektuplar, okunacak gazeteler, dergiler, kitaplar, tutulacak notlar… Çocukların armağanlarını nasıl olsa akşama doğru da hazırlarım.
Ben hep böyle yaparım, ancak bir günde yapılabilecek bir işi, nasıl olsa biriki saate yaparım diye geriye atarım, sonra da yetiştiremem.
Çocukların armağanlarını paketlemeye saat 16 dolaylarında başlamıştım. Dön o yana dön bu yana, koş oraya koş buraya, saat 19’da işi bitirmiştim ama ben de bitmiştim. Büyük çocuklarımı çağırdım, armağanları torbalara doldurtup yıkıldım. Yooo, bu öncekilere benzemiyor. Bu kez tamam…
“O Geceyi Yazmak” diye başladığım yazı, buraya dek yazdıklarım değil, bundan sonra yazacaklarım.
Yığılıyorum kanapeye… Yüreğimde öyle bir sancı, öyle bir sancı… Kıvranıyorum, iki büklüm oluyorum, doğruluyorum, sırtüstü uzanıyorum, yan dönüyorum, yüzükoyun yatıyorum… Sanki yüreğimde eski bir yara varmış da, o yara şimdi yeniden bıçaklanıyormuş, bıçakla oyuluyormuş gibi… Bugüne dek geçirdiğim yürek bunalımlarına, yürek teklemelerine hiç de benzemiyor bu… Ortadaki büyük masa üstünde isordil kutusu var.
Benim üstünde kıvrandığım kanapeyle masa arası iki metre ancak var. Ama kalkamıyorum, uzanıp alamıyorum masadan isordili. Acılar dayanılır gibi değil, dayanılır gibi olmayan acılara dayanıyorum, dayanmamak e-limde olmadığı için… Öyle bitkinim ki…
Bu kez tamam, diyorum kendikendime. işte ölüm beni teslim alıyor. Hayır, ölüm, beni teslim alamaz, ancak esir alabilir. Teslim olma!.. Ölüm seni asla da…. Çok belli ki esir alacak.
Teslim olmadan esir edilmenin bile onuru var.
İyice bastı gecenin karanlığı…
Ah çocuklar, şimdi yukarda, alacakları armağanların sevinci ve coşkusu içindedirler. Tam da ölünecek zamanı bulmuşum… Koşuşmalarını, ayak seslerini duyuyorum. Ne saçma!
Yılbaşı eğlencesinden sonra ölemez miydim?
Bedenimden canımın çekildiğini duyumsuyorum. Demek, öleceğim. Yukardan birisi gelse de masadaki şu isordili verse…
Artık kimse yardım edemez… On dakika mı sürer, yarım saat mı… Tüh, yılbaşı şöleni çocuklara zehir olacak…
Yazık ki, nasıl öldüğümü yazamayacağım. Ençok işte buna üzülüyorum. Bir yazar bütün yaşadıklarını yazsa bile ölümünü yazamaz. Oysa ölüm, yaşamın en önemli olayıdır. Yaşamımın en önemli olayını yazamadan gidiyorum.
Malaparte aklıma geliyor.
Sanırım her yazar -ama has yazarlar- ölümün kendisini esir aldığı zamanı, o zamanki duygularını, duyarlıklarını, düşündüklerini yazmak ister, ama bunun olanağı yoktur. Tek yazılamayacak olan budur. Gerçekten her yazar ister mi bunu, dünyaya son sesini bırakmayı?
istemeyenler de vardır belki…
Malaparte’yi bunun için anımsadım. Onun ölüme teslim oluşu ya da ölümün onu alışı uzun sürünce, yanıbaşına bir sesalma aygıtı koydurmuş. Son soluğunu verinceye dek konuşmuş, duygularını, öksürmelerini, inlemelerini, belki ağlamalarını, ahlarını, hepsini saptamış, son soluğuna dek…
Ayak sesleri geliyor. Bu ayak sesleri küçüklerden birinin… Kapım açılıyor.
– Dedeeee… Yemek hazır, seni bekliyoruz.
Hakkı’nın sesi bu! Ses ağzından, top namlusundan mermi fırlar gibi çıkar.
– Siz başlayın, ben de geliyorum.
Ah, işte bunları yazamayacağım. Nasıl öldüğümü yazama-mak, ölmekten çok daha acı geliyor.
Sonra? Ben ne densiz bir insanım. Donum geliyor aklıma. Son bir ay içinde üstüste üç kez ağır soğukalgınlığı geçirdim. Tam iyi olurken daha ağır bir grip… Yıkanmak yüzünden olduğunu söylemişlerdi. Ben de bir haftadır yıkanmadım. Yıkanmayınca da… Fanelamı değiştirdim de, donumu değiştirmemiştim… Ne olacak şimdi? Yukarı çıkıp yatak odamdan
temiz iç çamaşırı alamam ki… Kirli donumla…
Yine bir ayak sesi… Bu da küçüklerden biri…
– Dedeeee…
Seçkin’in sesi bu…
• Herkes oturdu sofraya, hadi!…
• Ben biraz sonra gelirim, siz başlayın…
Vasiyetimi düşünüyorum. Ne diye bugüne dek vasiyetimi yazmadım? Çok öncelerden yazmalıydım. Zaman zaman da tasarlıyordum. Ölümün hiç gelemeyeceği uzaklıklarda olduğunu sanıyordum da ondan yazmadım. Başka bir zaman ölemez miydim? Otuz çocuk sofra başında beni beklerken.. Şu yılbaşı gecesini geçirseydim ya da iki-üç gün önce olsaydı.
– Dedeee…
Bu kez Sema gelmiş. Ondan kurtulmak zordur.
– Hastayım kızım, Ruşen Amca’yı çağırır mısın?
Vakfımızın yönetmeni geliyor. Işığı açıyor. Beni öyle görünce telaşlanıyor. Masanın üstündeki isordil kutusunu istiyorum. Dilimin altına iki isordil birden koyuyorum. Ruşen Bey
hemen Çatalca’dan bir hekim çağırmayı öneriyor. Samatya’daki Sosyal Sigorta Hastanesi’ne gitmemiz iki saat sürer. Dayanamam. Üstelik yılbaşı gecesinin en güzel saatinde hastaneninnöbetçi hekimi telefon edip uzman hekimi evinden çağıracak… Ölmek için en kötü zaman bu…
• Siz çıkın yukarıya Ruşen Bey… Başlayın yemeğe…
• Çocuklar, siz olmayınca başlamıyorlar…
Boğazım düğümleniyor, sesim titriyor.
• Peki peki… Çıkın siz… Işığı söndürün lütfen… Az sonra gelirim.
O denli çok yapılmamış, yarıda kalmış işlerim var ki… Ne çok işlerim kaldı geriye… Dünyaya borçlu ölüyorum. Kim var ki dünyaya borçlu ölmeyen?
Borçlu değil, alacaklı ölenler bile var… Örneğin Einstein… Örneğin Shakespeare…
Geriye bıraktığım işlerimin hiç olmazsa bir bölümünü vasiyetimde yazmalıydım. Vasiyetime yazacağım en önemli şey, şu cenaze töreni denilen rezillik, ikiyüzlülük… Tek sözcükle tiksiniyorum, iğreniyorum şu cenaze töreni sahteciliğinden…
Nasıl sancılar saplanıyor yüreğime, bir paslı kör bıçak sokulup sokulup çıkarılıyormuş gibi… Böyle düşkün ve acılı zamanımda yapayalnız olmak isterim, Vakıfta çocuklarımın yanında olmamalıydım.
Vasiyetimi yazabilseydim, birinci maddesi “Cenaze töreni istemiyorum.” olacaktı, sonra “Ölüm ilanı da istemiyorum gazetelerde…” diye yazacaktım vasiyetime. Her yere, her işe
olduğu gibi vasiyetimi yazmaya da geç kalıp yetişemedim.
Ölünce nasıl olsa cenaze töreninden haberim olmayacak ama, ölmemden az önceki şu anımda bunu biliyor ve yapılacak olan cenaze töreninin sahteciliğini duyumsuyorum ya… Ne çok insan cenaze törenime katılıp “Son görevimizi yapıyoruz” diye rahatlayacak, sondan önceki hiçbir görevini yapmayanlar… Ne yapmalıyım bana cenaze töreni yapılmaması için?
Ah, bütün bunları yazmalıydım vasiyetimde… Bir isordil daha alsam mı? Sancılar gittikçe sıklaşıyor ve artıyor. Ben cesedimin Devlet hastanelerinden birine verilip, tıp öğrencilerinin kadavram üstünde ders görerek cesedimden yararlanmalarını istiyorum. Özellikle bunu çok istiyorum. Vasiyetime yazmak isterdim. Neyim varsa, neyim olmuşsa, neler yapıp üretebilmişsem, her şeyimden herkes sonuna dek yararlansın, hiçbi-şeyim ziyan olmasın, boşa gitmesin istiyorum. Benden arta kalan son varlığım cesedimdir, ondan da yararlanılabildiğince yararlanılsın. Ama benim sevgili hekim dostum bu düşünceme hep karşı çıkar, nedenini açıkça söylemeden… Nedenini düşünüyorum. Belki duygusallıktır.
Vasiyetimi yazabilseydim, üçüncü maddesi şu mezar konusu olacaktı. Düşüncelerim salt bana özgü, genellenmesini istemiyorum. Başkaları isteklerince mezar yaptırsınlar, ama ben mezarım olsun istemiyorum. İnsanın ölümünden sonra ruhunun varlığına inanmıyorum ki mezarı anlamlı ve gerekli bulayım.
Üzerinde tıp öğrencilerinin ders gördükten sonra kadavranın, hiç cenaze töreni yapılmadan Nesin Vakfı’nın bahçesinin herhangi bir yerine gömülmesini ve o yere taş gibi tümsek gibi herhangi bir işaret konulmamasını istiyorum. Çiçek filan da konulmasın. Göremeyeceğim, koklayamayacağım çiçeklerin cesedimin gömüldüğü toprak üstünde çürümülerine acırım. O çiçekler, verilenleri sevindirmeli. Beni gömerlerken Nesin Vakfı’nın hiçbir çocuğu oralarda bulunmamalı, onlar uzaklaştırılmalı. Öyle ağlama, üzünç, söylev filan da istemiyorum.
Gömüldüğüm yer zamanla unutulsun, bahçede herhangi bir yer… Toprağa gömülen cesedimden artık doğa, doğal varlıklar yararlansın.
“Son istek” şiirimin sonunu -sancılar saplanıyor- anımsıyorum:
“Ölünce yaşamalıyım defne yapraklarında
Sakın ola ki
Silahlarda değil”
Vasiyetimi de yazamadığıma göre, ölümümden sonra bu mezar konusunun bir sorun yaratmasından korkuyorum. Türkiye’de mezarlıklar dinlere göre ayrılmıştır. Dinsizler için mezar yeri yok. Bense Müslümanların “yatacak yeri yok” dediklerindenim.
Vasiyetimi yazabilseydim, yazmam gereken bir önemli madde de… Çok önemli.Vasiyetimi yazamadan ölürsem -ki öyle görünüyor- kadınlarım için yazdıklarım, onların mektupları, fotoğraflarımız, benim notlarım… Sevdiğim, çok sevdiğim, beni sevdiklerine inandığım kadınlarım… Beni düşkırıklıklarına uğratanlar… Beni seviyormuş gibi görünenler…
Kitaplığımda ayrı dolaplarda dosyalar içinde duruyor bütün o sevi belgeleri. Ne çok, ne çok…
Onlar benim en değerli zenginliklerim: ihanete uğramışlıklarım, aldatılmalarım, acılarım, inandıklarım, sevgilerim, yürek çarpıntılarım, bulut oluşum, yağmur oluşum, yel oluşum…
Bu dosyaların hiçbiri ölümümden sonra, benden geriye kalmamalı. Ah, bunları vasiyetimi yazıp belirtmeliydim. Dosyaların kimileri, hangi kadınım içinse ona geri verilecekti ya da adresine postalanacaktı. Pekçoğu da yakılacak… Hele üç kadınım var ki, onlara değin bütün belgeleri, eski yapı bir küçük sandığa koyup kendilerine gönderilmesini istiyordum, sedef işli
ya da kakmalı, oymalı, işlemeli güzel sandıklar… Yazacaktım bütün bunları vasiyetime… O dosyalarda kurutulmuş çiçekler, yapraklar var, şiirlerimin hammaddeleri var, kâğıt peçetelereyazılmış notlar var, tiyatro biletleri, konser çağrılıkları… Birçoğu yakılacak.
Bütün bu dosyalardan romanlar, oyunlar, anılar çıkacaktı. Daha önce kendim yakamazdım bunun için. Kıyamazdım da yakmaya… Kendimi yakmak gibi olurdu bu. Onlar canlıymış, benim canımdan parçalarmış gibi geliyor bana.
Yüreğimin sızısı yavaş yavaş diniyor.
Ruşen Bey geliyor yine.
– Nasılsınız?
– îyileşiyorum.
– Çocuklar hâlâ sizi bekliyor.
– Geliyorum, geliyorum… Siz çıkın yukarı.
Sandalyelere tutuna tutuna, duvarlara dayana dayana kalkıyorum. Kapıdan çıkıyorum, sonra koridor kapısından… Merdiven basamaklarını ezbere bilirim.
Önce altı basamak, küçük bir sahanlık, üç basamak, sonra on basamak… Beni bu durumda, tırabzana tutunarak, dura dura basamakları çıktığımı çocuklarımın görmesini istemiyorum. Çinili salona girince dik ve diri durmaya, dinç yürümeye çalışıyorum ve gülümsüyorum. Yerimi boş bırakmışlar. Oturuyorum. Hepsinin gözleri bende… Bağırıyorum:
– Hani şarapları koymamışsınız bardaklara…
Çocukların uğultusu, bardak, tabak, çatal bıçak şıngırtısı başlıyor.
Ruşen Bey’le ben rakı içeceğiz.
Bardaklar havaya kalkıyor. Soframızda yok yok…
Rakıyı içmiyorum, içemiyorum, içermiş gibi yapıyorum. Yemek de yiyemiyorum, yermiş gibi yapıyorum.
Salonun yükseltisinde çocuklar pandomim yapıyorlar. Çıkardıkları oyunlardan biri, Vakıf yönetimini ağır eleştiriyor. Haftada bir sabah kahvaltı olarak çorba veriliyor. Çorbayı sevmediklerini bize pandomimle anlatıyorlar. Anladık, anladık: Bundan sonra sabah kahvaltılarında çorba verilemeyecek. Sanat yoluyla eleştiri çok hoşuma gidiyor.
Şarkılar söylüyorlar.
Sevinç, kahkahalar, gülüşmeler…
Armağanları sözde kurayla dağıtıyoruz. Herkes aldığı armağanı havaya kaldırıp gösteriyor. Çalışma odamda, yıl boyunca biriktirdiğim bozuk paraların dolu olduğu kutuyu getirtiyorum. Paralar herkese eşitçe dağıtılıyor. Şimdi tombala çekilecek. Bu yılbaşı ilk kez bu işi ben yapamayacağım.
Televizyonda bir dansöz göbek atıyor. Pek bakan yok.
Gülümsüyorum, çocuklara yatmak zorunda olduğumu, dinlenmem gerektiğini söylüyorum. îlk kez yılbaşının gece yansı onlarla birlikte olamayacağım. Canımı dişime takarak dik yürümeye çalışıyorum. Yatak odama giriyorum ve kendimi yatağıma bırakıyorum.
Yürek sancım dindi. Ama dünyayı sırtımda taşımış ve altında ezilmiş gibiyim.Ölümden dönüşümü düşünüyorum. Ne kadar için? Kimbilir…
Çocuklarımın salondan gelen kahkahalarını, gülüşlerini duyarak uyuyorum.
* * *
Ölmedim. Öleceğimi sandığım o geceki duygularımı, düşüncelerimi, elimden geldiğince olduğu gibi yazmaya çalıştım.
Ölmedim ama, o geceki yürek bunalımım bana ölümün uyarışıydı. Ölüm bana vasiyetimi yazabilmem için izin vermişti. Ameliyat oluncaya dek hepsini yazmaya yine zamanım yok, ama vasiyetime en önemli dileklerimi yazdım.
Ameliyat masasından sağlıklı kalkacağımı umuyorum. Ameliyat masasına yatan hangi insan böyle ummaz ki. Ölüm yine izin verirse, dünyaya borçlu olduğum yazılarımı yazmaya çalışacağım. Biliyorum olanaksızlığını ama yine de dünyaya borçlu ölmek istemiyorum.
İşte gördünüz, bu yazı bir öykü değil, uyarı için ölümün beni ziyaret ettiği o gecenin anlatısı…
Teşvikiye-7 Mart 1992
Aziz Nesin – Sizin Memlekette Eşek Yok Mu