ABD’nin Vietnam’da izlediği politikanın şer olup olmadığını —şer olduğu konusunda birçoğumuzun en küçük’ bir şüphesi yok— yargılamak değil söz konusu olan: bu şerrin uluslararası hukuktaki savaş suçları kapsamında olup olmadığı. Amerikan emperyalizminin onun boyunduruğundan kurtulmak isteyen Üçüncü Dünya ülkelerine yaptığı acımasız saldırıyı kınamanın yasal bakımdan bir manası yok.
O mücadele, esasında, sınıf mücadelesinin uluslararası düzeydeki bir görünümü yalnızca. Ve onu belirleyecek olan da mücadeleyi yürüten grupların yapısı.
Emperyalist siyaset kaçınılmaz bir tarihsel gerçeklik. Bu nedenle, herhangi bir yasal veya ahlaki kınamanın ötesinde.
Perry Anderson, Ronald Fraser, Quintin Hoare tarafından yapılan bu söyleşi New Left Review dergisinin Ocak-Şubat 1967 tarihli 41. sayısında yayımlanmıştır.
Bertrand Russell Mahkemesi’nin bir adalet parodisinden ibaret olacağı söyleniyor. ABD’nin politikalarına düşman, angaje bireylerden oluştuğu ve verecekleri hükmün önceden bilindiği öne sürülüyor. Bir İngiliz gazeteciye göre, Alice Harikalar Diyarında’daki gibi olacak: Önce hüküm verilecek, sonra dava görülecek.
“Önce hüküm verilecek, sonra dava görülecek”
Mahkememizin amaçlarını ve sınırlarını özetleyeyim. ABD’nin Vietnam’da izlediği politikanın şer olup olmadığını —şer olduğu konusunda birçoğumuzun en küçük’ bir şüphesi yok— yargılamak değil söz konusu olan: bu şerrin uluslararası hukuktaki savaş suçları kapsamında olup olmadığı. Amerikan emperyalizminin onun boyunduruğundan kurtulmak isteyen Üçüncü Dünya ülkelerine yaptığı acımasız saldırıyı kınamanın yasal bakımdan bir manası yok.
O mücadele, esasında, sınıf mücadelesinin uluslararası düzeydeki bir görünümü yalnızca. Ve onu belirleyecek olan da mücadeleyi yürüten grupların yapısı.
Emperyalist siyaset kaçınılmaz bir tarihsel gerçeklik. Bu nedenle, herhangi bir yasal veya ahlaki kınamanın ötesinde.
Yapılabilecek yegane şey onunla mücadele etmek. Fikren onun iç mekanizmalarını ifşa ederek, siyaseten ise onunla bağını kesmeye yönelerek (Fransız hükümeti, görüntünün aksine, böyle bir eğilimde değil) veya silahlı mücadele yürüterek. “Mahkeme”nin diğer üyeleri gibi, emperyalizmin açık bir düşmanı olduğumu kabul ediyorum ve onunla mücadele eden herkesle dayanışma içinde olduğumu düşünüyorum. Bağlanma, bu açıdan bakıldığında, topyekün olmalı. Her birey bu mücadelenin bütünlüğünü görüyor ve iki taraftan biriyle ittifak yapıyor. Saikler her bireyin nesnel durumundan insan hayatına dair fikirlerine uzanan bir çeşitlilik gösteriyor. Bu düzeyde, bir insan sınıf düşmanından nefret edebilir. Ama onu yasal anlamda yargılayamaz.
Şu da, şayet imkansız değilse bile, çok zordur: Bir insan sınıf mücadelesine katıksız bir gerçekçilikle bağlı olduğunda, müttefiklerine hukuki terimlerle bakar ve hükümetin işlediği “suçları” kesin bir şekilde tanımlar. Bu durum Stalinist çalışma kampları sorunuyla ayan beyan ortaya çıkmıştı. İnsanlar o kamplar için ya ahlaki yargılarda bulundular —ki bunlar tamamen konu dışıydı— ya da Stalinist politikaların “artı”larını ve “eksi”lerini tartarak kendilerini tatmin ettiler. Kimileri “son tahlilde olumlu” dedi, kimileri de “olumsuz” olduğuna hükmetti. Ve bu bizi hiçbir yere götürmedi.
Tarihin gelişimini hukuk veya ahlak belirlemez. Tam aksine tarihin gelişiminin ürünleridir bunlar. Ama bu iki üstyapı tarihin gelişimine “geri besleme” yapar. Bir toplum hakkında yargıda bulunmayı mümkün kılan şey budur: bizzat kendisi tarafından oluşturulan kriterler. Dolayısıyla, herhangi bir verili anda şunu sorgulamak bütünüyle normaldir: Şu veya bu eylem yalnızca fayda ve muhtemel sonuç bakımından mı, yoksa söz konusu kriterleri aşıp aşamadığı ve tedricen inşa edilmiş olan uluslararası içtihatların kapsamına girip girmediği bakımından mı değerlendiriliyor?
Marx Kapital’e yazdığı önsözlerden birinde, şu manada bir yorum yapıyor: Burjuvaziyi kınamakia suçlanabilecek en son insanlar biziz, zira sermaye süreci ve sınıf mücadelesi ile koşullanmalarından ötürü davranış biçimlerinin bir zorunluluk olduğunu düşünüyoruz. Ancak yine de öyle anlar var ki sınırları aşıyorlar.
Bütün mesele, bugün emperyalizmin sınırlarını aşıp aşmadığını bilmek.
Talleyrand’ın şu sözleri siyasal edimlerin tarih boyunca nasıl görüldüğünü özetliyor: “Bu olay suçtan beter, bir hata.”
Söz konusu siyasal edimler ustalıklı veya sakarca, etkili veya talihsiz olabilirler; sonuçta daima yasal yaptırımdan kaçmışlardır. “Suç ilkesi” diye bir şey yoktu. Ve sonra Nürnberg’ de, 1945’te, ilk kez “siyasi suç” mefhumu ortaya çıktı. Şüphe çekiciydi elbette, çünkü galibin hukukunun mağluba dayatılmasını içeriyordu. Ama Nürnberg Mahkemesi’nin Nazi Almanyası liderlerini mahkum etmesi ancak, gelecekte herhangi bir hükümetin Nürnberg hükümlerinin herhangi bir maddesi uyarınca mahkum edilebileceğini, benzer bir mahkemenin açtığı davanın sanığı olabileceğini ima ettiği takdirde anlamlıydı.
Bugün bizim mahkememizin yaptığı şey kapitalist emperyalizmin kendi kanunlarının uygulanmasını önermekten ibaret. Dahası, içtihat cephanesi Nürnberg yasalarıyla sınırlı değil: Briand-Kellog antlaşması halihazırda vardı, Cenevre Konvansiyonu ve diğer uluslararası anlaşmalar da var.
Bu vakadaki mesele bir politikayı tarih adına mahkum etmek veya onun insanlığın çıkarı aleyhine olup olmadığına karar vermek değil. Mesele onun mevcut yasaları ihlal edip etmediğini söylemek. Örneğin Fransa’nın mevcut politikalarını eleştirebilirsiniz, onlara benim gibi tamamen karşı olabilirsiniz, ancak onları suç olarak adlandıramazsınız. Ama Cezayir savaşı döneminde bunu yapabilirdiniz. işkence, toplama kamplarının kurulması, misillemenin sivil nüfusa yapılması, yargısız infaz — bütün bunlar Nürnberg’de mahkürn edilen suçlarla aynı kefeye konabilirdi. O günlerde eğer Bertrand Russell’ınki gibi bir mahkeme kurulsaydı, onun içinde yer almayı elbette kabul ederdim. Tabii o günlerde Fransa için böyle bir mahkemenin kurulmamış olması, bugün ABD için kurulmamasına gerekçe olamaz. (sayfa 75,76,77,78)
Jean-Paul Sartre
Sartre ile Sartre Hakkında
Özgün adı: Conversations with Jean-Paul Sartre
Söyleşi: Perry Anderson, Simone de Beavoir, Ronald Fraser, Quintin Hoare
Kitabın Baskıları: 1. Basım: Nisan 2016, Metis Yayınları, Çeviri: Yücel Göktürk, Yayına Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan, Semih Sökmen