Psikolojinin varoluşçulardan öğrenebilecekleri şeyler nelerdir? Bilimsel bakış açısı ile bu sorunun yanıtını bulma çabası fazlasıyla zor ve karmaşık bir biçim alacaktır. Bununla birlikte, böyle bir çaba birçok açıdan yararlı olacaktır. Bu tip bir bakış açısı, bu yaklaşımın aslında “Üçüncü Güç psikolojisinde zaten geçerli olan eğilimlere benzer bir arayış olduğunu gösterecektir. Ben varoluşçu psikolojiyi temelde ele aldığı iki önemli konu bağlamında tanımlıyorum. Birincisi, kimlik ve kimlik deneyiminin insan doğası ve insan doğasını inceleyen herhangi bir felsefe ya da bilim dalı için sine qua non (olmazsa olmaz) olduğunu .avunan yaklaşımdır. Bu terimi temel almam bir bakıma öz, varoluş, varlıkbilim gibi kavramlarla aramın iyi olmamasından; biraz da bunun, şimdi olmasa bile yakında, deneysel bir çalışmanın konusu olabileceğine olan inancımdan kaynaklanıyor.
Ama bunun sonucunda bir ikilem ortaya çıkıyor. Amerikalı psikologlar da kimlik arayışı konusundan bir hayli etkilenmiş idi. (Allport, Rogers, Goldstein, Fromm, Wheelis, Erikson, Murray, Murphy, Homey, May ve diğerleri.) Hemen belirtmeliyim ki bu yazarlar Almanlardan, Heidegger ve Jaspers’dan çok daha anlaşılabilir bir dille yazmaktaydılar. Yalın olgulara daha yakındılar.
İkinci olarak, varoluşçuluk deneysel bilgiye kavramlar ya da soyut kategori sistemlerinden daha çok önem vermektedir. Varoluşçuluk görüngübilimi (fenomenoloji) temel alır. Yani kişisel, öznel deneyimi soyut bilginin temeli olarak kabul eder.
Bununla birlikte, psikanalizin çeşitli dalları bir yana, birçok psikolog da zaten aynı görüşü ilke edinmiştir.
Bu durumda ilk olarak Avrupalı felsefeciler ile Amerikalı psikologların sanıldığı kadar birbirinden uzak olmadığını kabul edebiliriz. Doğal olarak değişik ülkelerdeki bu eşzamanlı gelişim de bir bakıma, birbirinden bağımsız insanların dış dünyaya ait bir gerçekliğe verdikleri benzer tepkilerden kaynaklanmaktadır.
Bu gerçek de, kanımca, değerlerin birey dışındaki kaynaklarının bütünsel çöküşüdür. Varoluşçuların büyük bir bölümü Nietzsche’nin “Tanrı öldü!” çıkarımına tepki vermektedir. Belki aynı şekilde Marx’ın da ölmüş olmasına… Amerikalılar, ne siyasi demokrasinin ne de iktisadi refahın tek başına değer sorununu çözdüğünü fark etti. Değerlerin gerçek kaynağına ulaşmak için tek yol iç benliğe yönelik bir arayışın başlamasıdır. Paradoksal bir şekilde kimi dinsel varoluşçular da yaklaşımlarının bir bölümünde bu yargıyı paylaşacaktır.
Varoluşçuluk, psikolojideki temel felsefe eksikliğinin yerini doldurabilecek yapıda. Bu konu psikologlar için büyük önem taşıyor. Mantıksal olguculuk, özellikle klinik psikoloji ve kişilik sorunları uzmanları açısından bir fiyasko olmuştur. Temel felsefi sorunlar mutlaka yeniden tartışmaya açılacak ve psikologlar belki de yapay çözümleri ya da çocukluklarında edindikleri bilinçsiz, sınanmamış felsefeleri bir yana bırakacaktır.
Biz Amerikalılar için Avrupa varoluşçuluk okulunun önemli bir yanı daha var; insanların, özlemlerinin ve sınırlarının (insanların gerçekte ne oldukları, ne olmak istedikleri ve ne olabilecekleri) yarattığı bir çıkmazı yaşamakta oldukları vurgusu. Bu konu kimlik sorunundan o kadar da bağımsız değil. İnsanı belirleyen hem edimselliği hem de gizilgüçleridir.
Bu çelişki üzerinde ciddi bir şekilde durulması psikolojide yeni bir çığır açacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. Çeşitli yazınlar da bu çıkarımı destekler nitelikte; yönelimsel testler, kendini gerçekleştirme, (bu sınırın aşıldığı) çeşitli doruk deneyimler, Jungcu yaklaşımlar, kimi tanrıbilimi düşünürleri, vb.
Bunun yanı sıra insanın, hem tanrısal hem de kula özgü bu ikili doğasını bütünselleştirecek yöntem ve sorunlar da dile getirilmiştir. Hem Doğu hem de Batı felsefelerinin birçoğu, insan yapısını bu ikili yapıyı temel alarak düşünmüş ve daha yüce olana erişmenin tek yolu olarak daha alçak olandan yüz çevirmeyi benimsemiştir. Varoluşçular ise her iki parçayı da insanın yapısının tanımlayıcıları olarak benimsemiştir. Bu parçalar yadsınmamak, bütünleştirilmelidir.
Bu bütünleştirme yöntemleri; içgörü, geniş anlamı ile zihin, sevgi, yaratıcılık, gülmece ve trajedi, oyun ve sanat hakkında zaten az çok bilgimiz var. Bu tip bütünleştirici teknikler üzerinde geçmişte olduğundan daha çok duracağımızı düşünüyorum.
İnsan doğasının ikili yapısına ilişkin vardığım bir diğer sonuç da asla çözülemeyecek sorunların da varolduğunu görmemek gerektiğidir.
Tüm bunlardan şu sonuca varılabilir: İdeal, özgün (authentic) ya da kusursuz, tanrısal insan; insanın gizilgüçleri şu anda varolan, şimdiye ait bilinebilir bir gerçekliktir. Bu düşünce edebi bir lakırdı gibi geliyor olabilir kulağa. Fakat aslında o eski, cevaplanamamış sorunun değişik bir tarzla yinelenmesinden başka bir şey değildir: “Terapi, eğitim ve çocuk yetiştirmenin amaçları nelerdir?”
Bu, aynı zamanda, ivedilikle üzerinde durulması gereken bir gerçeği ve sorunu gösteriyor. “Özgün insan” üzerine dikkate değer tanımlamaların hepsi, uygulamada, bu insanı geçirdiği değişim çerçevesinde ele alır ve yaşadığı toplum aslında genel anlamı ile toplumile yeni bir ilişki kurduğunu varsayar. Bu insan kendisini çeşitli açılardan aşmakla kalmaz, kültürünü de aşar. Kültürün belirleyiciliğine direnir. Kültüründen ve toplumundan gittikçe ayrı düşmeye başlar. İnsanlık ailesinin bir bireyi olmaya başlar, yerel grubundan ise uzaklaşır. Sosyolog ve antropologların bunu pek de kolay benimsemeyeceklerinin farkındayım. Bu konudaki her türlü tartışmaya açığım. Ama “evrenselcilik”in temeli kesinlikle burada yatmaktadır.
Avrupalı düşünürlerin “felsefi antropoloji” alanındaki çalışmaları bize yol gösterecek niteliktedir. Felsefi antropolojinin amacı insanı tanımlamak, insan ile diğer türler, nesneler, robotlar arasındaki farkı açıklamaktır. İnsanın tipik ve belirleyici özellikleri nedir? İnsanın özünde olan ve yokluğunda insan olarak tanımlanamayacağı özellik nedir?
Bu, Amerikalı psikologların tümden göz ardı ettiği bir konudur. Davranışçılık okulu bu tip bir tanımlama çabasına girişmez. En azından tanımlamalarından hiçbirinin ciddiye alınacak denli önemli olmadığı söylenebilir. Freud ise insanı tanımlamada kısır bir yaklaşıma sahiptir. İnsanın isteklerini, gerçekleştirilebilir umutlarını, tanrısal özelliklerini göz ardı etmiştir. Freud’un bize geçerli en geniş psikopatoloji ve psikoterapi sistemini sağlamış olması, çağdaş ego psikologlarının da yavaş yavaş ayırdına vardığı gibi, bu durumu değiştirmiyor.
Bazı varoluşçu düşünürler kişinin kendi benliğini yaratması konusuna gereğinden fazla önem vermektedir. Sartre ve diğerleri “bir tasarı olarak benlik”i, kişinin kendi karar verdiği her şey olabilirmiş gibi süreklilik gösteren (ve keyfi) seçimleri olarak ele alırlar. Doğal olarak bu derece uç bir anlayış genetik bilimi ve yapısal psikolojinin olguları ile çelişen savlar içermektedir. Açık sözlü olmak gerekirse abartılı bir yaklaşımdır.
Freudcular, varoluşçu terapistler, Roger okulu ve bireysel gelişim psikologları ise benliği keşfetme ve açığa çıkarıcı terapi konusuna daha fazla eğildiler ve belki de istenç, karar verme ve kendi seçimlerimize göre kendimizi gerçekleştirme konusuna gereken önemi vermediler.
(Her iki grubun da fazlasıyla psikolojiye daldıkları ve toplumbilimi ihmal ettikleri de söylenebilir doğal olarak. Yani, sistematik düşünüşlerinde sefalet, sömürü, milliyetçilik, savaş, toplumsal kültür gibi güçlü ve özerk toplumsal ve çevresel belirleyiciler üzerinde yeterince durmazlar. Aslında hiçbir psikolog bu tip etkenler karşısında kişinin çaresiz kalabileceği gerçeğini yadsımaz. Ama eninde sonunda en önemli mesleki sorumluluğu, toplumsal belirleyiciler gibi tinsellik dışı (extrapsychic) etkenleri değil tekil kişinin incelenmesini gerektirmektedir. Aynı şekilde psikologlar da toplumbilimcilerin yalnızca toplumsal etkenler üzerinde kafa yorduklarını, kişilik, istenç, sorumluluk gibi etkenlerin özerkliğini göz ardı ettiklerini düşünmektedir. Bu iki ayrı grubu, aptallar ya da körler takımı olarak değil de, ayrı uzmanlık alanları olarak kabul etmek daha doğru olacaktır.)
Sonuçta, hem kendimizi keşfettiğimiz ve açığa çıkardığımız hem de ne olacağımıza karar verdiğimiz ortaya çıkıyor. Bu fikir uyuşmazlığı deneysel bir yaklaşımla çözülebilecek bir sorun oluşturmaktadır.
Göz ardı edilen sadece sorumluluk ve istenç değildir. Bunların doğal sonuçları olan güç ve yüreklilik de gözden kaçırılmıştır. Son zamanlarda psikanalizci ego psikologları bu insani niteliğin önemini kavramış ve “ego gücü” konusuna eğilmeye başlamışlardır. Davranışçılar ise hala bu konunun uzağındalar.
Amerikalı psikologlar Allport’un idiografik psikoloji (idiografik: Bir olguyu genel bir türün yasası bağlamında yalnızca örnek olarak inceleyen ‘nomotetik’e karşılık her olayı kendi içinde ele alma, vaka çalışması çn.) hakkındaki olumlu düşüncelerini biliyorlar; ancak bu konuya gerekli önemi vermediler. Klinik psikologlar bile bu konu üzerinde yeterince durmadı. Şimdi görüngübilimciler ve varoluşçular da bu konuyu ısrarla vurguluyorlar. Artık bu çağrıya direnmenin çok zor, aslında kuramsal açıdan olanaksız olduğunu düşünüyorum. Eğer kişinin özgünlüğü bilim hakkında bildiklerimizle örtüşmüyorsa, sorun geçerli bilim kavramının kendisindedir. Bu kavramın da baştan ele alınması gerekecektir
Amerika’daki psikolojik düşünce tarihinde görüngübilimin etkileri olmuştur, ancak bu etkilerin zamanla silinip gittiğini düşünüyorum. Avrupalı görüngübilimciler gayretli ve titiz çalışmaları ile bize, başkalarını anlamanın yolunun ya da en azından belirli bir amaca ulaşmak için gerekli olan yolun onun Weltanschaaung’una (dünya görüşüne) girmek ve onun dünyasını onun gözleri ile görmekten geçtiğini yeniden öğretebilirler. Bu yargı doğal olarak, olgucu bilim felsefesi anlayışı ile çelişmektedir.
Varoluşçuluğun bireyin nihai yalnızlığına yaptığı vurgu dikkatimizi karar verme, sorumluluk, seçim, kendini yaratma, özerklik ve kimlik kavramlarına çekmekle kalmaz; yalnızlıkların arasında sezgi ve empati, sevgi ve özgecilik, başkaları ile özdeşleşme ve genelde eşerklik (homonomy) yolu ile kurulan iletişimin gizemini daha sorunsal ve büyüleyici bir biçime sokar. Tüm bunları verili kabul etmek yerine açıklanması gereken mucizeler olarak görmemiz gerekir.
Varoluşçuların üzerinde durduğu diğer bir konunun da yalın bir şekilde açıklanabileceğini düşünüyorum. Yaşamda karşılaşılan sorunlara karşı bir savunma mekanizması olarak geliştirilen ve bir çeşit güdük yaşam olan yüzeysellik ve sığlığa karşılık, yaşamın derin ve ciddi bir boyutu (ya da belki de “trajik bir anlamı”) var. Bu yalnızca edebi bir görüş değil. Bu yaklaşımın, örneğin psikoterapide, işlevsel bir önemi var. Trajedi zaman zaman sağaltıcı olabilir. Terapiye acı içinde sürüklenen insanlar daha büyük ilerlemeler kaydedebiliyor. Yüzeysel yaşam doyurucu olmadığı zaman sorgulanır ve ancak o zaman temel ilkelere yönelik bir arayış başlar. Varoluşçular, yüzeyselliğin psikolojide hiçbir işe yaramadığını kesin bir şekilde gösterdi.
Diğer birçok okul gibi varoluşçuluk da sözel, çözümlemeci, kavramsal usa uygunluğun sınırlarını öğrenmemizde bize yardımcı olmaktadır. Bu tavır, yalın deneyimin her türlü kavram ve soyutlamadan önce geldiği görüşünü benimseyen geçerli yaklaşımın bir parçasıdır. Bu anlayışın, enikonu elden geçirilmesi gereken Ortodoks olgucu bilim ve felsefeyi de kapsayan bütün bir 20. yüzyıl Batı düşüncesinin geçerli bir eleştirisi olduğuna inanıyorum.
Görüngübilimcilerin ve varoluşçuların çalışmalarının bir diğer sonucu da bilim kuramında gerçekleşen gecikmeli bir devrimdir. Aslında, çalışmalarının yardımı ile gerçekleşen, demeli idim, çünkü resmi bilim felsefesi ya da “bilimselcilik” anlayışının yıkılmasında çok çeşitli etmenin rolü olmuştur. Üstesinden gelinmesi gereken yalnızca özne ile nesne arasındaki Kartezyen ayrım değildir. İnsan tininin (psyche) ve yalın deneyimin ele alınması gerçeklik anlayışında birçok köklü değişikliği gerekli kılmıştır. Değişim yalnızca psikolojiyi değil diğer bütün bilim alanlarını da etkileyecektir. Tutumculuk, basitlik, kesinlik, düzen, mantık, ayrıntıcılık, tanım, vb. deneyimin değil soyutlamanın sonuçlarıdır.
Son olarak, varoluşçu yazının beni en derinden etkileyen izleği, psikolojide gelecek zaman sorunu üzerinde duracağım. Bu ve yukarıda sözünü ettiğim sorun ve etkiler bana zaten yabancı değillerdi. Bunun, kişilik kuramı üzerinde ciddi bir çalışma yürüten herkes için geçerli olduğunu düşünüyorum. Charlotte Buhler, Gordon Allport ve Kurt Goldstein’ın yazıları da geleceğin şu an varolan kişilik üzerindeki devingen etkileri konusunu ele almaya ve dizgeleştirmeye yönelik birer çağrıydı. Örneğin gelişim, dönüşüm ve olasılık zorunlu olarak geleceği göstermektedir; gizilgüç ve umut, dilemek ve düşlemek kavramları da… Somuta indirgeme geleceğin yitirilmesidir; tehlike ve kaygı geleceği gösterir (gelecek diye bir şey olmasaydı nevroz da olmazdı). Şu anda etkin olan bir geleceğin yokluğunda kendini gerçekleştirme de anlamsız olurdu. Yaşam zamanda bir Geştalt olabilir, vb.
Varoluşçuların bakış açısıyla temel ve birincil öneme sahip olan bu sorunun bizlere de öğreteceği pek çok şey var. İnsanı şu anda devingen bir şekilde etkin olan geleceği bağlamında düşünmeyen hiçbir psikoloji kuramının eksiksiz olamayacağına inanıyorum. Bu anlamda gelecek, Kurt Lewin’in yaklaşımında olduğu gibi, tarihsel değişim sürecinden bağımsız olarak ele alınabilir. Aynı zamanda, ilkesel olarak yalnızca geleceğin bilinemez olduğunu da kavramamız gerekiyor. Bu da tüm alışkanlıkların, savunma ve başa çıkma mekanizmalarının geçmiş deneyimlerden kaynaklanması nedeniyle bulanık ve güvenilmez olduğu anlamına gelmektedir. Yalnızca esnek bir yaratıcılığa sahip olan, yenilikleri güvenle ve korkusuzca karşılayabilen insan geleceğin üstesinden gelebilir. Geçerli olan psikoloji yaklaşımının ise, kaygıyı önlemek amacıyla, geleceğin geçmişe benzeyeceğine ilişkin bir takım söz oyunları üretmekten başka bir şey olmadığı inancındayım.
Sonuç: İnsan kurallara sığmaz!
Üzerinde durduğumuz düşünceler psikolojinin bir açılım sürecinde olduğuna ilişkin umudumu artırıyor. Bu, “psikoloji ya da bilim karşıtı” bir yaklaşıma dönüşecek yeni bir “…izm” yaratma süreci değildir.
Büyük olasılıkla, varoluşçuluk psikolojiyi zenginleştirmekle kalmayacak, yeni bir psikoloji dalımın oluşmasında etkili olacaktır. Sutich’in varlık psikolojisi (ontopsikoloji) denilmesini önerdiği bu yeni dal, bütünüyle gelişmiş ve özgün bir Benlik ve onun varoluş biçimleri üzerinde duracaktır.
Açıkça görülüyor ki, bizim psikolojide “normal” olarak tanımladığımız aslında ortalama insanım psikopatolojisidir. Bu durum o derece yaygın ve sıradan bir duruma gelmiş ki olağan biçiminde algılanamaz olmuş. Özgün insan ve yaşayışın varoluşçu açıdan incelenmesi bu yaygın düzmeceyi, yanılsamalar ve korkular dünyasını keskin ve pürüzsüz bir ışık altında görebilmemize yardımcı olacaktır. Bu ışık bize bu yapay yaşamın, her ne kadar yaygın da olsa, hastalıklı o olduğunu gösterecektir.
Avrupalı varoluşçuların ısrarla vurguladıkları korku, ıstırap, umutsuzluk gibi konular üzerinde çok fazla durmanın gerekli olmadığını düşünüyorum. Bu, durumu daha da güçleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Bu tip evrensel düzeydeki felsefi yakınmalar değerlerin dışsal kaynakları çöktüğünde ortaya çıkar. Felsefecilerin psikoterapistlerden, yanılsamaların sona ermesinin ve kimliğin yeniden keşfedilmesinin başlangıçta acı verici olmasına karşın sonuçta yaşam verici ve güçlendirici olduğunu öğrenmeleri gerekiyor. Ayrıca bu düşünürlerin yazılarında doruk deneyimlerden, coşku ve esriklik, hatta normal bir mutluluktan bile söz etmiyor olmaları inşama bu kişilerin “doruğa ulaşamadıklarını”, coşkuyu tadamadıklarını düşündürüyor. Sanki yalnızca tek gözleriyle görebiliyorlar ve bu gözleri de kem bakışlı. Çoğu insan coşkuyu da trajediyi de çeşitli düzeylerde yaşar. Bunlardan herhangi birini göz ardı eden bir felsefenin kapsayıcı olduğu düşünülemez. Colin Wilson varoluşçuları Evet diyenler ve Hayır diyenler olarak ikiye ayırıyor. Bu konuda kendisiyle bütünüyle hemfikirim.
İnsan kurallara sığmaz!