İnsan mutlu olmak değil; haklı olmak, egemen olmak ister. Yine insan, gerçekte kısıdı olan yaşama süresini ve vital enerjisini yapıcılığa, sevişmeye, bilgilenmeye, seyahat ermeye değil; yıkıcılığa, savaşlara, anlamsız çabalara yatırır. Büyük bir kamusal alanın sahnesini doğa gezilerine ve sahici insanlarla iletişime yeğler. Bu gözlemler de psikanalizin insan ruhsallığının usdışı ve bilinçdışı itilimlerin basıncı altında devindiği önermesini doğrular. 20. yüzyıl, kitle savaşları ve faşizmle, bize insanın özerk bir özne olmaktan çok manipüle edilebilir bir kitle nesnesi olduğunu kanıtladı. Martin Heideger, bize insan varoluşunun en derin görünüş aşamalarının bile yoğun bir korkuyla kaplı olduğunu söyler. O hâlde gündelik gözlemler bize psikanalizin savlarının önemli ölçüde haklılığım gösterir.
Martin Heidegger, bize insan varoluşunun en derin görünüş aşamalarının bile yoğun bir korkuyla kaplı olduğunu söyler. O hâlde gündelik gözlemler bize psikanalizin savlarının önemli ölçüde haklılığını gösterir. Psikanalizin eksikliği ise insandaki akıldışılığı ve yıkıcılığı üreten tarihsel, toplumsal çerçeveyi değerlendirme dışı tutmasıdır.
Bu yazı bağlamında psikiyatri profesörü Engin Geçtan’ın entelektüel düzeydeki yapıtlarından söz açarken ruhbilimindeki sosyopsişik belirlenimcilik ile istem özgürlüğüne vurgu yapan felsefi öğretiler arasındaki gerilimden bahsedeceğim. Yazının başında belirtmeliyim ki bu sorunsaldaki kavrayışım salt belirlenimci kuramlarla salt istenç özgürlüğünü varsayan kuramlar arasında, ortalarda bir yerde. Öncelikle doğru ve net bir sorun koyuşla söze girelim.
Psikanaliz ya da psikoanalitik kuramın temelleri nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ile atılmış ve ilerleyen zamanlarda bu kuram, başka kuramcıların katkılarıyla geliştirilmiştir. Psikanaliz, yalınlaştırarak söylersek, bireyin kişilik yapısının gelişiminde başat etkenin bireyin yaşantısı olduğunu varsayar (özellikle ilk üç yaş). Bireyin kişilik gelişimi doğumdan itibaren oral, anal, fallik, latent olarak adlandırılan gelişim evrelerine bölümlenir. Bireyin kişilik örüntüsü ergenlik sonrasında oldukça katı bir biçimde yapılanır. Ergenliğin sonrasındaki kişilik artık hayli katılaşmış, esneklikten yoksun bir yapı hâline gelmiştir. Ben elbette burada bu sorunu, fazlasıyla yalınlaştırarak ele aldım. Yoksa insanın psişik gerçekliği biyo-psişik-sosyal bir bütünsellik gösterir. Hatta ekonomik ve politik boyutları da bulunan bir bütünsellik… Bunu örneklerle somutlaştırırsak, demokratik bir kültürün ve özgür düşüncenin egemen olduğu bir sosyal iklimde yaşayan bireyler elbette esnekliğe ve yaratıcılığa açık bir kişilik yapısı edinecektir. Ekonomik koşullar, bireyin depresif eğilimlerini arttırabileceği gibi, kimi psikopatolojiler ağırlıkla kalıtımsal belirlenimlidir. Kişinin ruhsal gerçekliği, biyo-psişik-sosyal düzeylerin sürekli etkileşimi altındadır. Psikanaliz ruhsal yenilenmenin çok zor; ancak .çgörü kazandıran özgül pratiklerle (ruh çözümlemesi ile) olası olduğunu varsayar. Gündelik yaşamdan insanların usdışı ve kendilerine zarar veren davranışlarını sürdürmekte ne denli ısrarcı olduklarını gözlemlediğimizde, psikanalizin yargısına hak t ermemiz gerekir. Psikanaliz, insanı akıldışı ve bilinçdışı itkilerinin yönlendirmesinde görür. İnsan mutlu olmak değil; haklı olmak, egemen olmak ister. Yine insan, gerçekte kısıdı olan yaşama süresini ve vital enerjisini yapıcılığa, sevişmeye, bilgilenmeye, seyahat ermeye değil; yıkıcılığa, savaşlara, anlamsız çabalara yatırır. Büyük bir kamusal alanın sahnesini doğa gezilerine ve sahici insanlarla iletişime yeğler. Bu gözlemler de psikanalizin insan ruhsallığının usdışı ve bilinçdışı itilimlerin basıncı altında devindiği önermesini doğrular. 20. yüzyıl, kitle savaşları ve faşizmle, bize insanın özerk bir özne olmaktan çok manipüle edilebilir bir kitle nesnesi olduğunu kanıtladı. Martin Heideger, bize insan varoluşunun en derin görünüş aşamalarının bile yoğun bir korkuyla kaplı olduğunu söyler. O hâlde gündelik gözlemler bize psikanalizin savlarının önemli ölçüde haklılığım gösterir. Psikanalizin eksikliği ise insandaki akıldışılığı ve yıkıcılığı üreten tarihsel, toplumsal çerçeveyi değerlendirme dışı tutmasıdır. Günümüzde Batı Avrupa’da neden kan davası güdülmüyor da Ortadoğu’da güdülüyor? Maddesel değerlerin en üstün değerler sayıldığı bir toplumda, birey parayı neden fetişleştirmesin?
Yeniden ruhsal gerekircilik (determinizm) ve istenç özgürlüğü sorununa dönmek istiyorum. Varoluş felsefeleri bireyin istenç özgürlüğüne ve seçme yeteneğine vurgu yapar, özü özgürlük olan ve irade gücü bulunan birey, kendisini var etmeli, yaşamım gerçekleştirmelidir. Ne Tanrı ne toplum ne de kişiliği onun olanağına mutlak bir engel oluşturabilir. Jean Paul Sartre’a göre insan öyle veya şöyle olmakta özgürdür, insan özgürlüğe yazgılıdır. Bireyi biçimleyen nesnel koşulların, nesnel gerçekliği yok sayısıyla Sartre’cı özgürlük felsefesi metafizik bir eğilime kaymaktadır.
Ruhbilim kuramı içinde pek tartışmalı bulunan bu konu sanırım mutlak bir uzla-şıya vardırılamaz ki bu mümkün olsa ruhbilimin Freud, Adler, Jung, Kernberg, Lacan gibi üstatları bir uzlaşıya varabilirlerdi. Bu bakımdan konuya meraklı bir insan olarak yalnızca kendi yorumumu belirtmekle yetineceğim. Kısaca söylersek, evet, ağırlıklı olarak ilk çocukluktan beslenen insan kişiliği sağıltıma, yenileşmeye, yetkinleşmeye karşı katıdır, dirençlidir. Ancak kişinin içgörüsünü arttıran, ruhsal süreçler üzerindeki farkındalığını geliştiren deneyimlerle ve bilgilerle iyileştirilebilir, olgunlaştırılabilir. Kuşkusuz sorunu en etkili ele alış yolu psikoterapi. Ancak günümüzde ve ülkemizde ruhsal sağıltımdan, yüzüne ekonomik talihin güldüğü seçkinler yararlanabilmektedir. Bu bakımdan belki sınırlı bir ölçüde de olsa emasyonel içgörüyü ve bilişsel farkındalığı geliştiren kitaplar, seminerler, insan ilişkileri ve gözlemler de yarar sağlayabilir. Konuların bir özengeni olarak önümüzdeki sayılarda ruhbilim, ruh ayrıştırması (psikanaliz) ve psikoterapi konularında yazılar kaleme almak düşüncesindeyim.
İlk olarak Prof. Geçtan’ın İnsan Olmak adlı kitabından bahsetmek istiyorum. Kitap çok duru bir dille yazılmış. Prof. Geçtan, kitabının başında bir bireyin kişilik gelişimi süreçlerini inceliyor, çözümlüyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde yalnızlık, öfke, yas, ruhsal çöküntü gibi insan duyguları irdeleniyor. Bu kurgusuyla kitap, Irvin Yalom’un Varoluşçu Psikoterapi kitabıyla benzeşmekte. Ayrıca kitabın bütününde ‘ben’ ile dış dünya ve ‘ben’ ile öteki arasındaki sürekli diyalektik etkileşim vurgulanmakta. Kitabın bu içerikteki pasajlarında çağdaş varoluşçu metinlerden yansıyan derin etkilenme göze çarpmaktadır. Yaşama anlamını veren ve onu bütünleyen elbette ‘ölüm’ gerçekliğidir. Dolayısıyla insan varoluşu açısından ölüm duygusunun ruhsal deneyimi de çözümlenmiş. Kitabın son bölümünde çağdaş psikoloji akımlarının kısa bir sentezi denenmiş.
Engin Geçtan’ın konumuzla ilgili bir diğer kitabı, Varoluş ve Psikiyatri adını taşıyor. Bu kitabında da yine Geçtan’ın varoluşçu psikiyatri yaklaşımının izlerini görmekteyiz. Burada insan davranışlarının içten olma sorunu tartışılıyor. Bireyin bir kerelik havalında, her bir anın eşsiz değerde olduğu vurgulanıvor. Engin Geçtan, kitapta kendi deneyim ve gözlemlerine de yer vermiş. Hocamızın aktardığı gözlem ve anılardan bir tanesini sizlerle paylaşmak isterim. Prof. Geçtan, bir sosyal toplantıda davetliler arasındaki bir erkekle bir kadının sürekli bakışmalarından, birbirlerinden çok hoşlandıklarını gözlemler. Ancak ikisi de ilk atılımı gerçekleştirecek yürekliliği gösteremez. Toplantı dağılır. Her ikisi de kendi yoluna giderler. Büyük bir aşkın varoluşsal olanağı böylelikle heba olur. Yaşama yüreksizliği, varoluşsal korkaklık, taslak hâlindeki büyük bir aşkı henüz bir cenin halindeyken boğup atar.
Yazarın konumuzla ilgili üçüncü kitabı ise Psikanaliz ve Sonrası. Hoca bu kitabında çağdaş psikolojinin öncü kuramcılarım ve onlann ruhbilim öğretilerini kısaca özetlemiş. Yapıt çağdaş ruhbilimin üç büyüğü Sigmund Freud, Alfred Adler ve Gustav Jung ile başlıyor; sonrasında Karen Homey, Erich Fromm gibi önde gelen başka psikologlara da değiniyor.
Kişinin mutluluğunun onun duygusal olgunluğuna, duygusal olgunluğun onun iç-görüsüne, esnekliğine ve yaratıcılığına; bunların ise bilgiye, emeğe, ilgiye, dikkate bağlı bulunduğunu anımsatarak yazımı burada noktalıyorum.
Mert Sarı
Kişiliği oluşturan etmenler sanki soyut şeylermiş gibi düşünüyorsunuz. Üretim ve tüketim şekillerini kabul etmeden.Yani kapitalizmi incelemeden kişliği çözemessiniz. yada J.J.R nun dediği gibi herşeyi yeniden
kurgulmanız gerekli. Sizin (aydınlar) varoluşunuz için bu yazılar da gerekli…