Yüksek öğrenim harçları kaldırılıyor:
Piyasa dışında alan yok!
Başbakan Erdoğan ilginç bir üslûpla yüksek öğrenim harçlarının kaldırılacağını açıkladı: “Harcı kaldırma kararını verdik. Arkadaşlar çalışmalarını yapıyorlar. İnşallah önümüzdeki dönemde harç almayı düşünmüyorum. Bu benim bütün arkadaşlarıma teklifim. Onlar da nihaî çalışmasını yapıyorlar. Dolayısıyla burs, krediyi aynı şekilde devam ettireceğiz, harcı da inşallah almayacağız ve böylece bunu gündemden tamamen düşüreceğiz. Tabii o malûm çevreler yine bir başka pankartı açacaktır, o ayrı mesele. Veyahut da üzerine farklı şeyler yazılır, yumurtaları da atacaklardır, onlar ayrı konu.” Başbakanın “malûm çevreler” hakkında söylediği “parasız eğitim sağladık, yine de beğendiremeyeceğiz” öngörüsünün yerinde bir öngörü olduğunu söyleyerek başlayalım; malûm çevrelerden olduğumuzu ve bu kadar tanınmaktan gurur duyduğumuzu da ekleyelim. Bu yazı da “veyahut da üzerine farklı şeyler yazılır” kontenjanından yazın dünyasına girmeyi amaçlıyor, yani yüzde birlik dilime. Başbakanın öngürdüğü başka pankartlar ve yumurta hakkımızı 2012 güz dönemi öğretim yılının açılışına saklıyoruz.
Gerçek bir kazanım sunduğunu söyleyen hükümetin sözlerini çözümlemek zor değil; eğitimin parasız olmasını isteyecek en son kişiler onlar. Parasız eğitim isteyen öğrencilere örgüt üyesi olmak ve örgüt propagandası yapmaktan 8.5 yıl hapis cezası veren bir hükümetin parasız eğitim için harekete geçeceğini kimse düşünmedi. “Parasız eğitim getirdik” sahnesinin oynanmasından sonra çok bilinen ekonomik rasyoneller devreye girdi. Öğrenci katkı paylarının (üniversite yönetiminin dilinde harç, öğrencilerin dilinde haraç) kaldırılmasının ekonomik rasyonel sebebi olarak, katkı paylarının o kadar da katkı sağlamaması gösterildi. Öğrenci katkı payları, öğrencilerin aldığı hizmetlerin fiyatını düşürmelerine yaradığı şeklinde ekonomik ve siyasî olarak meşrulaştırılıyordu (barınma, yemek vs.). Kısacası, öğrenciden sübvansiyon alınıyordu. Şimdi, “aman canım, o kadar da katkı yapmıyorlarmış” diyerek başbakan harç almayı düşünmediğini söylüyor. (Buradaki birinci tekil şahıs vurgusuna dikkat; başbakan harçlar direkt ona ödeniyormuş gibi konuşuyor, eh, doğruya doğru.)
Öğrenciler parasız eğitim isterken asla sadece harçları kastetmediler; harçlara yapılan fahiş artışlar onların parasız eğitim mücadelesinin önemli alanlarından biriydi, fakat asıl olarak parasız eğitim ile kastedilen şey, toplumsal sınıfların eğitime erişim eşitsizliğini vurgulayarak toplumsal eşitsizliğin giderilmesiydi. Dolayısıyla, “parasız eğitim” şiarı, yalnızca AKP’nin mâledilemeyecek, ama onun son on yıldır fena halde sorumlu olduğu ağır sınıfsal sınırların yıkılmasına yönelik söz ve eylem bütünüydü. Bu yüzden toplum mühendisliğine soyunan tüm hükümetler için elbette “tehlikeli”ydi. Özel üniversitelerin tam anlamıyla mantar gibi çoğalmasına, vakıf üniversitelerine tanınan muafiyetlere ve kolaylıklara bakıldığında eğitimin meta olarak hangi sınıfa ait olacağına dair kesin tercih belli edilmişti; Özallı yıllar bunun milâdıdır. Sermayeyi elinde tutan kültürel sermayeye de sahip olacaktı elbette. Dolayısıyla “parasız eğitim”, düşüncenin kültürel sermayeye çevrilmesine, sermaye sınıfının elinde garip bir meta olan eğitim anlayışına da karşıydı. Post-Marksist, Frankfurt Okulu’nu sular seller gibi bilen doçentin, bir vakıf üniversitesindeki sendikalaşma hareketine düşmanlığı sonucunda hemen profesörlüğe ve dekanlığa yükseltilmesi “meta-eğitim”in artık pek de şaşırtıcı olmayan latifelerinden biriydi. “Marx bizden sorulur, hem Marx okur hem de sendikadan nefret ederim”, “vakıf üniversitesinin sermayesini mi soruyorsunuz, aman canım, hepimiz televizyon seyredip hamburger yemiyor muyuz” diyerek sermayeyi doğallaştıran “eleştirel hocalar” (!) artık gündelik hayatın bir parçası olarak kabul ediyorlar kendilerini. Dolayısıyla öğrencilerin “parasız eğitim” sloganları tam da bu “mutlak gerçeklik” haline getirilmek istenen “günlük hayat”a karşı önemli bir direnişti. Ellerinde yumurtadan başka bir şeyi olmayan öğrenciler, egemen sınıfın her şeyi meta haline getirdiği bir gerçekliğe direniyorlar. Parasız eğitimi “katkı payına” indirip ondan vazgeçerek gol atmaya çalışan başbakan ve ekibi, “parasız eğitim” pankartı açan devrimci öğrencileri bu yüzden affetmiyor, çünkü onlar dayatılan meta-eğitimi, egemen sınıfın biçimlendirdiği gerçekliğin tek gerçeklik, tek dünya olabileceğini kabul etmiyorlar.
Devlet üniversitelerinin yeni hali
Vakıf üniversitelerinin “okul için değil, hayat için eğitim” sloganlarının altında hiç de “praksis” gibi bir kaygıları yoktu elbette. “Teoride kaybolmayın, pratik hayat için öğrenin” diyen özel üniversiteler, öğrencilerini “hayata hazırlama” adı altında piyasa için hazırlıyorlardı. Esnek çalışma saatlerinde liderlik özelliğine sahip, stres altında çalışabilen, rekabet ederek takım içinde çalışmayı bilen ( her ne demekse) insanlar pratik piyasa bilgileriyle donatılıyordu. Eleştirel bir bakış üniversiteler için atılması gereken bir yük oldu ya da “kültürel sermaye” olarak David Harvey davet etmek filan için kullanıldı. ÖSYM’nin yine skandal dolu sınavından sonra, tercihlerin yapılacağı şu günlerde şehrilerdeki panoların üniversite reklamlarıyla dolması, vakıf üniversitelerinin herhangi bir piyasa aktöründen hiç de farklı olmadığını gösteriyor. Kendi kaynağını bulmak zorunda olan ve piyasanın her türlü rekabetine tâbi olan özel üniversiteler, yıldız isim transferleri, başarılı öğrencilere burslar vs. ile müşteri kapmaya çalışıyor; verdikleri eğitimin içeriği de piyasanın sonuna kadar onaylanmasından başka bir şey değil.
İşte bu noktada, başbakan devlet üniversitelerinde okuyan öğrencilerin katkı payından vazgeçiyormuş. Çeşitli sübvansiyonlarla piyasa mantığından biraz korunmuş olan devlet üniversiteleri, katkı payı da almadıklarına dayanarak piyasanın mantığına tamamen teslim olacaklar. Elbette devlet üniversitelerinin piyasa sevdası yıllar önce başlamıştı; verimlilik, hayat için öğrenme gibi sözlerle çoktan piyasaya tâbi olmuşlardı. Rektör atamalarındaki tarafgirlik de bu süreci hızlandırdı. Ancak katkı paylarının alınmayacağı duyurulduktan sonra, üniversitelerin rektörleri “üniversiteler kendi kaynağını yaratmak zorunda” diyerek devlet üniversitelerinin de şirket olarak işletilmesi gerektiğini vurguladı. Eskişehir Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Davut Aydın, “Kredi, burs, cari harcamaların finansmanı, kısaca yeni anlayışla, rektör seçimleri, yönetim biçimlerinin yeniden yapılandırılması ve buna bağlı olarak finansman modellerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. Bizim döner sermayeyi şirkete dönüştürmek istiyoruz. Daha saydam, esnek, daha hesap verilebilir finansman modellerine ihtiyaç var. Böyle olursa daha fazla kaynak yaratırız. Hem finansman kaynağı, insan gücünü daha verimli kullanırız. Teknik altyapıyı çok iyi kullanırız. İhtiyacımız olan yeni çağdaş finansman modelleridir. Bu modeller çerçevesinde işin yapılanması. Önümüzü açın, çağdaş finansman modellerini yapalım” dedi. “Çağdaş finansman modeli olarak üniversite”den finansman dışında başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşünecek alan yaratması istenebilir mi? Eğitimin meta haline getirilmesinin ardından, piyasa mantığının neredeyse sadece bir milim uzağında kalan devlet üniversiteleri de çağdaş finansman modelleri tarafından istila edildi. Özel üniversitelerle piyasada rekabet etmek için (nedense) ODTÜ’nün tanıtım filmi çekmesi ODTÜ’deki engin görüşlü işletmeci hocaların öngörüsü ya da ekonometricilerin başarılı “predikşın”ı olsa gerek; o günden bugünleri görmüşler. (ODTÜ öğrencilerinin de eli armut toplamadı tabii, alternatif “No, ODTÜ” filmi çektiler! Resmî tanıtımda, ODTÜ’nün DEVRİM yazan stadını gösterip “siz buna devrimcilik diyebilirsiniz, biz ODTÜ’lü olmak diyoruz” sözlerine karşılık, ODTÜ’deki demokratik olmayan uygulamaları vurgulayan öğrenciler “siz buna ODTÜ’lü olmak diyorsunuz, biz şarlatanlık diyoruz” sözleriyle cevap verdiler. )
Piyasa mantığının her yeri istila etmesi, devlet üniversitelerinin de artık şirket mantığıyla çalışacak olmasının vurgulanması, eski Humboldt modeli, burjuva aydınlanmasının bir parçası olan üniversite modelinin kaybolmasına yakılan bir ağıt değil. Humboldt modeli üniversite, aristokrasinin ayrıcalıklarına karşı, burjuvazinin topluma katılımının yeteneğe ve çalışmaya göre düzenlenmesinin bir yoluydu —ve burjuvazi kazandı. Üniversitenin amacı her zaman düzene insan yetiştirmekti; devlet adamı, yönetici ya da öğretmen. Fakat devrimci dalgalarda, zamanını piyasaya ve ücretli emeğe kaptırmak zorunda olmayan insanlar üniversiteleri devrimci düşünce merkezlerine çevirdiler; bu tarihsel gelişme tamamen olumsaldı. Üniversite düzene adam yetiştirmek isterken, kurulma amacını aşacak biçimde kendini militan yetiştirir halde buldu. Toplumun alt sınıfındaki akıllı çocukların politize olması onların üniversitelere girebilmesi ve oradaki politik ortam sayesinde oldu. Şimdi her üniversitenin piyasa mantığına göre şirket gibi işletilmesi sadece öğrencilere değil, düşünmek ve yazmak isteyen “devrimci hocalara” da bir saldırı. ‘70’li yıllarda yaşanan devrimci xnxx olumsallığın tamamen yok edilmesidir bu. Elbette dün başlamadı bu süreç. Özal kuşağı taze doçentler çoktan “proceci” olup “mesai solculuğu”na girişmişti, düzene sonuna kadar iman edenleri geçtik, “eleştirel düşünce”nin barınabileceği bölümler eleştirel düşüncenin metalaşmasıyla çoktan aşınmıştı. Öğrenciler ise artık şirket gibi işletilecek üniversitenin içinde, öğretim kredileriyle borçlandırılacak, şirket burslarıyla gelecekteki emeklerini şirketlere satmış olacaklar. Bu döngüye mahkûm olan öğrenciler, ücretli emek ve onun değişen postmodern koşullarından başka bir şey tanımayacak; borçlarını ödemek için çalışma, çalışmaya devam edebilmek için itaatkâr olma ve bu tarz kişilik biçimlerinin makbul kişilik haline gelmesi… Piyasanın despotluğu işte burada yatıyor: “Başka bir dünya mümkün değildir, aklınıza bile getirmeyin.” Erdoğan’ın katkı payı hamlesi bu despotizmin ürünüdür. Öğrenciler eğitim koşulları ya da üniversitenin demokratik yönetimi konusunda bir şey söyleyecek olsalar, onlara söylenecek söz şimdiden belli: “Hem para vermiyorsunuz, hem de konuşuyorsunuz” ya da “paran kadar konuş, para vermediğin üniversitede söz hakkın da yoktur”. Piyasa, boğazına kadar borca batmış bir insanın çaresizliğini karşısında görmek istediği makbul kişilik olarak ilan ettiğinde, ekonomik baskıların yanına bir de siyasî baskılar ekleniyor elbette. Yukarıda değinildiği gibi, parasız eğitim isteyen öğrenciler, temelde başka bir dünya istedikleri için hapse mahkûm edildiler: “Bu ne cüret!” Ekonomi ve siyaset her zaman el ele gitti. (Negri ve Hardt, son kitapları “Duyuru”da borçlandırmayı piyasanın kendine tâbi kılma teknolojilerinin arasında sayıyor; borçlu olmanın çaresizliğiyle biçimlenen öznellikler borçlarını ödemek için çalışarak piyasa koşullarını yeniden üretiyor. Hardt ve Negri’nin önerisi aslında hiç de uygulanamaz değil: “Borcunuzu ödemeyin!”)
“Çocuğunuz terörist kampında”
İşte bütün bu gelişmeler ışığında, Dikili’deki 7. Kolektif Yaz kampı’na katılan öğrencilerin ebeveynlerini polislerin neden arayıp “oğlunuz/ kızınız terörist kampına katıldı” dediklerini anlayabiliriz. Bir haftalık kampın programına baktığınızda bir dizi atölye çalışması görülüyor: Salsa şampiyonu dansçıdan dans atölyesi, fotoğraf, resim atölyesi vs… Bir üniversite öğrencisinin kendini yaratması, kendini piyasa dışında kalan değerlerle yetiştirmesi için bulunmaz bir yaz kampı burası. Ayrıca Öğrenci Kolektifleri, “okuyan insan halkın yanındadır” diyerek yoksul mahallelerdeki çocuklarla atölye çalışmaları yapıyorlar, özel okullarda ancak bir ton parayla alınan ilgiyi bu yoksul çocuklara sunuyorlar. Öğrenci Kolektifleri’nin yumurtayla arası çok iyi; “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diyerek her sabah yumurta yiyorlar, hatta bazen Egemen Bağış’ın vurguladığı gibi sucuklu yumurta bile yiyorlar. Bütün bunları alt alta koyduğumuzda neden “terörist” kampı olarak nitelendirildiği anlaşılıyor, çünkü başka bir kişilik yapısı, başka bir değerler sistemi yaratıyor Öğrenci Kolektifleri. Başka bir kişilik yapısı, dünyaya başka türlü bakma olasılığını yaratıyor. Fakat piyasa, piyasada meta olarak satılacak o hizmetlerin, yani atölyelerin, doğada birlikte olmanın piyasa dışında bir mantıkla paylaşıma açılmasına tahammül edemez. Roman açılımında pankart açan Ferhat Tüzmen’in evinde “devrimci yaşam ve davranış kuralları” gibi bir kitapçığın bulunması onun örgüt üyeliğinin kanıtı sayılmıştı; yani piyasaya tâbi olmayan başka türlü bir varoluş tarzının varlığını kanıtlıyordu bu kitapçık. İşte her şeyi meta haline getiren piyasanın despot dili de bu, kendi onayladığı —daha doğrusu, piyasayı yeniden üreten kişilik tarzı— dışındaki başka hiçbir varoluş tarzını kabul etmiyor. Ve kendi alfabesini oluşturup dayatıyor; işte yeni ABC: Marksizm vakıf üniversitelerinin kültürel sermayesidir, Frankfurt Okulu sendika karşıtlığıyla dekan olan bir profesöre aittir, en iyi asistan on ay maaş alan asistandır, en iyi hoca piyasa için en verimli olandır, en iyi devlet üniversitesi çağdaş finansman modeliyle verimli şekilde kaynak yaratan ve işletilen üniversitedir, en iyi öğrenci boğazına kadar borca batmış itaatkâr öğrencidir. Başka türlü düşünenler, alternatif eğitim alanları ya da kâr amacı gütmeyen paylaşımlar yaratanlar, başka şekilde varolmak isteyenler, kendini dünyanın bir parçası olarak hissederek onu değiştirebileceğini düşünenler, yumurtayı sucukla pişirmeyip egemenlere atanlar bir sonraki emre kadar terörist ilan edilmiştir! Piyasa için burjuva demokrasisi bile fazladır!
Göksun Yazıcı
birdirbir.org
Alternatif ODTÜ Tanıtım Filmi (2012):