ROY JACKSON: NIETZSCHE PAPAZSIZ BİR PAGAN CENAZESİ İSTEDİ AMA HIRİSTİYAN GİBİ GÖMÜLDÜ

0

Nietzsche günümüz dünyasının muhtemelen en çok okunan ama yanlış anlaşılmaya en çok maruz kalmış filozofudur. Yazdıkları yaşadığı sürece neredeyse bütünüyle yok sayılmış, felsefesi 20. yüzyılın ortalarına kadar göz ardı edilmiş ve tercümeleri de kötü yapılmıştır. Ancak yakın geçmişte bir tür rehabilitasyona tabi tutularak hem içinde bulunduğumuz hem de diğer çağların en büyük, en güçlü kavrayışa sahip ve özgün düşünürlerinden biri olarak hak ettiği kabulü görmüştür.

Nietzsche 15 Ekim 1844 te Almanya da doğdu. Genel olarak mutlu, doyurucu ve dindar bir çocukluk geçirdi; yazılarında dini esaslara göre yetiştirilme tarzına en ufak bir başkaldırıda bulunmadı. Bununla birlikte, 1864 te filoloji ve teoloji eğitimi almak için üniversiteye başladığında Tanrı nın varlığına inanmaktan vazgeçmişti. 24 yaşındaki Nietzsche 1869 da sınava girmeksizin doktora ile ödüllendirildi ve kendisine Basel Üniversitesinin klasik filoloji kürsüsünde öğretim üyeliği teklif edildi. Basel deki on yılında filolojiye ilgisi azalırken felesefeye yönelik daha fazla heyecan duymaya başladı den itibaren hastalığı ağırlaştı.

Çocukluğundan beri baş ağrıları çekse de, bu ağrılar artık ciddi migren krizleri şeklinde kendini gösteriyor, geçmek bilmiyor ve yemek dahi yiyemeyen Nietzsche karanlık bir odadaki yatağından günlerce kalkamıyordu. Hastalığının giderek kötüleşmesi üzerine 1879 da üniversitedeki görevinden istifa ederek on yıl sürecek seyahatlerine başladı. Sadece üzerindeki kıyafetler ve tüm varlığını doldurduğu bir bavulla İtalya, güney Fransa ve İsviçre yi dolaştı. Nietzsche 1889 da aklını yitirdi. Bir daha iyileşmemek üzere delirmişti.

Felsefesindeki yanlış anlaşılmaların en büyük sorumlusu olan kız kardeşi Elisabeth ölümüne kadar onun bakımını üstlendi. Nietzsche’nin eserlerini bir araya getiren Elisabeth, kardeşinin hemfikir olmadığı her türlü felsefi yaklaşımını yok sayacak, Nietzsche tarafından kendisine yazıldığını iddia ettiği övgü dolu birtakım mektuplar uyduracak ve birçok kişi tarafından okunan, yalanlarla dolu bir Nietzsche biyografisi yazacaktı. Nietzsche 25 Ağustos 1900 de öldü. Papazın bulunmadığı bir pagan cenazesi istemiş olmasına rağmen Hıristiyan usullerine göre toprağa verildi. Nietzsche’nin eserleri Nietzsche Tanrı öldü ifadesini ilk kez Şen Bilim de (1882) dile getirir: Tanrı öldü. Ölü olarak kaldı. Ve onu biz öldürdük. Nietzsche bununla Tanrı’nın artık toplum için gerekli olmadığını, inancın türlerin varlığını sürdürmesine katkıda bulunmadığını aksine ket vurduğunu ifade eder. Bunun yansımaları etik alanında önemli olmuş; Tanrı nın ölümü dinsel ahlakın, özellikle de 4. yüzyıldan itibaren Batı kültürünün payandalarından biri olan Hıristiyan ahlakının ölümünü de beraberinde getirmiştir.

Nietzsche insanlığı inanç ya da herhangi bir dogmaya bağlı kalmadan kendi ayakları üzerinde durmaya çağırıyor, sadece dini değil nesnel değer ya da doğrulara duyulan inanca da saldırıyordu. Ona göre kendi değerlerimizi seçmeliyiz.

Nietzsche 1887 de Ahlakın Soykütüğü’nü yazdı. Ona göre ahlak kuralları evrensel ve değişmez değildir, tarihin birer ürünüdür; dolayısıyla belli zamanlarda, belli insanların, belli motivasyonlarla gerçekleştirdiği koşullu yaratımlardır. Burada motivasyonların vurgulanması önemlidir zira Nietzsche’nin bilhassa özgün olduğu nokta, ahlaki değerlerin özleri itibarıyla değerli olduğu varsayımından çok bizleri ahlakın değerini sorgulamaya yöneltmesidir.

Nietzsche nin Ahlakın Soykütüğü’nden bir yıl önce yazdığı İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabının adı da bu yaklaşımı gösterir: İyi ve kötü gibi ahlaki kavramlarla ne kastettiğimizi anlamak için onların ötesine geçmeliyiz.

Nietzsche ye göre ahlak, toplumu bir arada tutma  işleviyle faydaya hizmet eden durumun bir sonucudur. Ancak bu işlev faydasını yitirdiğinde dahi varlığını devam ettirebilir. Ahlak, artık faydalı bir işlev görmüyor olsa da toplum tarafından muhafaza edilir. Bu da, o toplumun gelişmesinin önünde bir engel oluşturabilir çünkü bizler çağdaş topluma uyarlanamayacak kurallara tabi olarak yaşantımızı sürdürmeye devam ederiz. Nietzsche kendi toplumuna bakmış ve eski değerlere, eski Hıristiyan değerlerine bel bağlamasından ötürü çürümeye yüz tuttuğunu görmüştür. Nietzsche ye göre Tanrı öldü ifadesi insanın kendi kendisinin efendisi, Üstinsan ya da Übermensch olmasına imkân tanır. Bu insanların ahlakı sürü ahlakının reddidir. Nietzsche için en can alıcı değer hayatın olumlanmasıdır. Üstinsan ise insanoğlunun potansiyelinin farkına varan ve bir sonraki hayat inancıyla avunmayandır. Üstinsan kendisinin efendisidir ve kendi değerlerini yaratır. Nietzsche, felsefesinin pratikteki yansımalarını çok da dikkate almamıştır. Kendi tabiriyle ayaktakımı’nın değerlerini savunmadığından demokrat bir filozof değildir. O, kendi bildiğini okuyan yüce insana, kahramana, Üstinsan’a inanmıştır.

Nietzsche ye göre Üstinsan, insanların onun deyimiyle güç istencini nasıl faydalı kılabileceğinin ifadesidir. Genel yorum güç istencinin öznel, psikolojik bir fenomen olduğu yönündedir: Herkesin içinde, her biri üstünlük arayışında olan güdüler vardır. Üstinsan bu güdülere yenik düşmektense onları yönetebilen bireyi temsil eder. Ayrıca Üstinsan’ı diğerlerinden yani sürü den ayıran, aynı hayatı tekrar tekrar yaşaması anlamına gelse bile hayatını kucaklayabilme yeteneğidir. Nietzsche nin bu ebedi dönüş kavramı, bireyin kendini olumlama gönüllülüğü ve arzusunu sınamak üzere tasarlanmış bir düşünce deneyidir. Nietszsche nin etkisi Nietsche nin felsefi yaklaşımı kıta Avrupası nın felsefe geleneğinde, özellikle de onun gibi herhangi bir evrensel öğreti sunmaktan kaçınan ve bireye odaklanan varoluşçuluk üzerinde büyük etki yarattı. Jean Paul Sartre, Albert Camus ve Michel Foucault gibi önde gelen filozoflar onun fikirleri ve metodolojisinden etkilendi. Nietzsche aynı zamanda Bernard Williams, Brian Leiter gibi İngiliz ve Amerikalı çok sayıda filozof arasında da popüler oldu. Felsefenin dışında, Freud un da (her ne kadar Freud bunu reddetse de) Nietzsche nin psikoloji anlayışından etkilendiği öne sürülmüş; ruhbilimci Carl Gustav Jung Böyle Buyurdu Zerdüşt e yakınlık duyduğunu açıklamıştır. Edebiyat dünyasında George Bernard Shaw ve Eugene O Neill gibi oyun yazarları; Milan Kundera, Thomas Mann ve Nikos Kazancakis gibi yazarlar Nietzsche yi bir ilham kaynağı olarak kabul etmiştir. Sanat alanında Yahudi Amerikalı ressam Mark Rothko özellikle Tragedya’nın Doğuşu’ndan etkilenmiştir.

Roy Jackson Nietzsche Kilit Fikirler Çeviren: Nevra Yaraç

BBC ELEŞTİRMENLERİNE GÖRE 2023’ÜN EN İYİ 18 DİZİSİ

1. The Last of Us

Bir tane daha kıyamet sonrası drama ya da video oyunu uyarlamasına daha yerimiz yok diye düşünürken The Last of Us geldi.

Joel (Pedro Pascal) adında yas tutan baba ile babanın, güvenliği için isteksizce götürmeyi kabul ettiği yetim kız çocuğu Ellie (Bella Ramsey) arasındaki ilişkiye odaklanan dizi, gergin hayatta kalma hikayesine derin duygular katıyor. Seyahatleri boyunca değişen manzara ve karşılaştıkları karakterler hikaye çeşitlik ve kapsam katıyor. Pascal, başarılı oyunculuğuyla Emmy adaylığına layık görüldü. The Last of Us, ilk başta bunun bir video oyunu olduğunu bilmeyen insanlara güçlü bir şekilde sesleniyor. (CJ)

Türkiye’de BluTv platformu üzerinden izlenebiliyor

Poker Face

2. Poker Face

Bazen bir dizinin konsepti o kadar ilham vericidir ki, başarısız olması imkansızdır. İşte Knives Out’un yaratıcısı Rian Johnson’ın cinayet dizisi için durum da tam olarak böyle. Dizi, aslında Rian Johnson ve yıldız oyuncu Natasha Lyonne arasında, dedektif dizilerine olan sevgilerini konuştukları sıradan bir akşam yemeği sohbeti sonucunda ortaya çıktı.

Hollywood’un en eşsiz yıldızlarından biri olan Lyonne, Charlie karakterine hayat veriyor. Bir kokteyl garsonu olan Charlie, ABD’de seyahat ederken, tesadüfen kendini cinayet vakalarının içinde bulur. Bunlar, zihinsel keskinliği ve birinin yalan söylediğini tespit etme yeteneğiyle işe yarayabileceği türden vakalardır. O, hiddetli ve espri dolu enerjisiyle, bir kadın Columbo gibidir. Klasik dizilerde olduğu gibi, her bölümün başında cinayeti görürüz. Bu yüzden bu dizi bir “kim yaptı” değil, “nasıl yaptı” hikayesidir. Lyonne’u bulmacanın parçalarını birleştirirken izlemek gerçekten huzur verici. Dizi yılın en basit ve en saf memnuniyetlerinden birine sebep oluyor. (HM)

ABD’de Peacock platformundan izleniyor

Shrinking
 

3. Shrinking

Harrison Ford’un alışılmadık ama parlak komik tarzı, bu diziyi izlemek için yeterli bir neden olabilir. Fakat “Shrinking” beklenmedik ve zor bir şey başarıyor. Acıyla dolu bir hikâyede derinden dokunaklı bir atmosferi, karakter odaklı, çok komik bir mizahla dengelemeyi başarıyor. Dizinin yaratıcılarından biri olan Jason Segel, Jimmy rolünü oynuyor. Dizinin diğer yaratıcıları arasında Ted Lasso’nun senaristi Bill Lawrence ve Brett Goldstein da var.

Jimmy sevimli ama zaman zaman işe yaramaz bir terapist. Karısının ölümünden bir yıl sonra, hastalarına nasıl yaşamaları gerektiğini söylemeye karar verir. Esprilerin büyük bir kısmı, meslektaşlarının onu kendi içine gömülü halinden kurtarmaya çalışma şeklinden geliyor. Jimmy’nin huysuz arkadaşı ve mentoru olan Ford, kıdemli terapist rolüne mükemmel bir mizah getiriyor. Başka bir meslektaşı olan Jessica Williams ile yaşadığı bir günde ne kadar su içilmesi gerektiği konusunda yaşanan bir anlaşmazlık bile komik anları beraberinde getirebiliyor. Karakterler kusurlarını daha fazla ortaya çıkardıkça, tüm eksikliklerine rağmen daha sevimli hale geliyorlar. (CJ)

Tüm dünyada AppleTV+ üzerinden izlenebiliyor

Succession
 

4. Succession

Dördüncü ve son sezonunda, para, güç ve aile içi sorunlarla dolu derinlemesine bir hikâye sunan dizi, büyük hedeflerini gerçekleştirdi ve 27 Emmy adaylığı topladı. Brian Cox’un hayat verdiği Logan Roy karakterinin öldüğü bölümde, Roy’un çocuklarını Jeremy Strong, Sarah Snook ve Kieran Culkin’in performansları dikkat çekiciydi. Sonuçta Roy’un hangi çocuğunun Waystar Royco medya imparatorluğunu yönetmek için babalarının yerine geçeceği sorusu şaşırtıcı bir şekilde cevaplandı.

Succession’ın çizdiği açgözlülük ve değişen medya manzarası portresi eşsiz, ancak yaratıcı Jesse Armstrong’ın en parlak hamlesi, tüm bunları bir arada parçalanmış bir aile içinde somutlaştırmasıydı. Succession, tüm zamanların en iyi dizileri arasında güvenli bir yerde duruyor. (CJ)

Türkiye’de BluTV’den izlenebiliyor

Beef
 

5. Beef

“Yol verme kavgasından” hareketle başlayan hikâye Los Angeles’ta yaşayan Amy (Ali Wong) ve Danny’nin (Steven Yeun) bir otoparkta yaşadığı hararetli tartışmayla karanlık komik bir diziye dönüyor. İki karakterin hayatları birbiri içine geçerken, bir yandan da bir şekilde kontrolden çıkarak devam ediyor.

Henüz diziyi izlememiş olanlar için, neler olduğuna dair daha fazla bilgi vermek doğru olmaz. Ama ilk bölümlerdei toplumsal hicvin sizi daha sonra görülecek hem dehşet verici hem de gerçeküstü anlara hazırlamadığı söylenebilir. Netflix’in gerçekten cesur ve yıkıcı içerikleri azalttığı bir dönemde, bu nadir bir güzel bir iş olarak öne çıkıyor. (HM)

Tüm dünyada Netflix’ten izlenebiliyor

Dead Ringers

6. Dead Ringers

Rachel Weisz, hem rol seçimleri hem de ekran varlığıyla sürekli olarak en merak uyandıran yıldızlarımızdan biri. David Cronenberg’in 1980’lerde çektiği ve tek yumurta ikizi jinekologları konu alan aynı adlı filminin bu uyarlamasında onu iki rolde görmek gerçekten inanılmaz keyifli. Weisz de iki rolünden de en iyi şekilde yararlanıyor. Utangaç, dürüst Beverly ve bir doğum merkezinin ortak kurucularından, itibarını yitirmiş ve zaptedilmez Elliot rollerinde, zıtlıklar konusunda bir ustalık sergiliyor.

Bu ve daha birçok şey bir araya geldiğinde Amazon’un bugüne kadar ürettiği en iyi ve en cesur drama dizileri arasında yer alan, karanlık ve çekici bir psikolojik gerilim ortaya çıkıyor. (HM)

Tüm dünyada Amazon Prime Video’dan izlenebiliyor

The Diplomat

7. The Diplomat

Yılların en zeki politik gerilimlerinden biri olan ve zamanına uygun bu dizi, uluslararası entrikayı, gerilimi hatta arabaya yerleştirilen bombaları kişisel dramayla birleştiriyor.

Keri Russell, kendini aniden İngiltere’de büyükelçi olarak bulan kariyer sahibi bir ABD’li diplomat olarak ciddi bir enerjiye sahip. Terörizm ve bir İngiliz gemisinin bombalanmasıyla ilgili suçlamaların arka planında kendisini bulan Russell, dağılan evliliğinin gergin atmosferine daha da fazla stres ve gerilim katıyor. Rufus Sewell ise kendi hırsları olan güvenilmez diplomat eşi olarak tüm cazibesiyle karşımıza çıkıyor. Ters köşeler ve patlamalarla dolu dizinin izlemesi de heyecan verici. (CJ)

Tüm dünyada Netflix’ten izlenebiliyor

Happy Valley
Fotoğraf altı yazısı,Happy Valley

8. Happy Valley

Televizyonda polisiye dizilerinden bol bir şey yok. Ama hiçbiri Sally Wainwright’ın yazdığı ve üçüncü sezonuyla muhteşem bir şekilde sona eren bu dizideki, Sarah Lancashire’ın canlandırdığı, aynı anda hem yılmaz hem de narin kuzey İngiliz kadın polisi Catherine Cawood kadar gerçek hissettirmiyor.

İzleyiciler dizinin üçüncü sezonu için yedi sene beklemek zorunda kaldı. Hikaye Catherine’in ergenlik çağındaki torunu Ryan’la yaşadığı sorunlar ve suçlu babası Tommy Lee Royce’un (James Norton) hapse girmesiyle kaldığı yerden devam ediyor. (HM)

Birleşik Krallık’ta BBC iPlayer üzerinden izlenebiliyor

Silo
 

9. Silo

Apple TV+ son zamanların belki de en kaliteli yayıncısı haline geldi ve işte harika bir yeni dizi daha: Yazar Hugh Howey’in kitaplarına dayanan distopik bir bilim kurgu dizisi.

Gelecekte geçen dizi, dış dünyanın yaşanmaz hale gelmesiyle birlikte insanlığın yaşamak için büyük bir yeraltı silosuna çekildiğini anlatıyor. Tahıl vb. ürünlerin korunduğu, saklandığı veya depolandığı, genellikle silindir biçiminde ambarlara “silo” deniyor. Ancak silo sakinleri, onları oraya sürükleyen şeyin tam olarak ne olduğu ve daha fazlası konusunda sürüncemede tutuluyor. Ta ki Sheriff Holston (David Oyelowo) ve mühendis Juliette (Rebecca Ferguson) dahil olmak üzere çeşitli insanlar tüm sistemden ve söylenen yalanlardan şüphelenmeye başlamasına kadar. (HM)

Tüm dünyada Apple TV+’dan izlenebiliyor

The Bear
 

10. The Bear

The Bear ikinci sezonunda cesur bir hamle yaptı ve şef Carmy (Jeremy Allen White) The Beef adlı sandviç dükkanını kapatıp yerine The Bear adlı lüks bir restoran açtı. Bu risk, mutfak yoğunluğunu yavaşlatan ve bunun yerine karakterlerin yaşamlarına ve geçmişlerine daha derin dalışlar sunan tüm dinamik sezon boyunca sürdü.

Jamie Lee Curtis’in, Carmy ve Sugar’ın (Abby Elliott) duygusal açıdan sorunlu annesi Donna rolünde yer aldığı ve oğlununkini yansıtan kaotik bir enerjiyle aile yemeğini hazırladığı Noel bölümü öne çıkıyor. Mutfak sahneleri ve şahane yemeklerle birlikte The Bear, ilgi çekici, kafası karışık, çok katmanlı karakterler sunuyor. (CJ)

Türkiye’de Amazon Prime Video’dan izlenebiliyor

Dark Winds
 

11. Dark Winds

Zahn McClarnon, 1970’lerin ABD’nin New Mexico eyaletinde geçen bu heyecan verici, atmosferik dizinin ikinci sezonunda Navajo Yerel Kabile Polisi’nden Teğmen Joe Leaphorn’u televizyonun en ilgi çekici ve karmaşık kahramanlarından biri haline getiriyor.

Sakin, sert ama koca yürekli Leaphorn, oğlunun ölümüne neden olan patlamanın arkasında kimin olduğunu keşfettiğinde, adalet ve intikam arasındaki çizgiyle boğuşuyor. McClarnon bizi her iki tarafa da gidebilecek bu ahlaki kararın içine iyice çekiyor. Dizi aynı zamanda Leaphorn’un çölde bir seri katilin izini sürdüğü gerilimli bir dedektiflik öyküsünü Western aksiyonuyla da birleştiriyor. Büyük ölçüde Amerikan yerlilerinden oluşan oyuncu kadrosuyla, Leaphorn’un çavuşu Bernadette Manuelito (Jessica Matten) geleceğiyle ilgili çelişkiler yaşarken, eski ortağı Jim Chee (Kiowa Gordon) de özel dedektif olarak 1970’lerin cafcaflı kıyafetleriyle yapıma katkıda bulunuyor. (CJ)

Türkiye’de TV+ üzerinden izlenebiliyor

The Other Black Girl
 

12. The Other Black Girl

Zakiya Dalila Harris’in New York’taki insafsız bir yayıncılık şirketinde çalışan iki genç siyah editör asistanını konu alan 2021 tarihli romanı, Harris ve Rashida Jones tarafından geliştirilen ve romanın dramını güçlendiren dinamik bir Hulu dizisine dönüştürüldü.

Hikaye, düşünceli, zeki ama biraz fazla güvenilir Nella’nın (Sinclair Daniel), başka bir siyah kadın olarak hoş karşıladığı ama kötü niyetli de olabilecek Hazel’ın (Ashleigh Murray) gelişiyle tedirgin olmasını konu alıyor. Giderek gizemli bir hal alan olay örgüsü, Nella’nın tüm zamanların en sevdiği yazarlardan biri hakkında sahip olduğu komplolar, takipler, ihanetler ve sırları da barındırıyor. Sonunda doğaüstü bir dokunuşu da beraberinde getiriyor. Ancak asıl dehşet, Nella için ırkçılık ve cinsiyetçiliğin arttığı günlük rekabetin yaşandığı iş yerindedir. Bu eğlenceli dizi bu meseleleri marifetle ama keskin bir dokunuşla ele alır. (CJ)

Türkiye’de Disney+ üzerinden izlenebiliyor

The Curse
 

13. The Curse

Nathan Fielder ve Benny Safdie ve Emma Stone bu yaratıcı komik dramayı birlikte yarattı. Dizi kağıt üzerinde bir ev yenileme programında Fielder ve Stone’un evli bir çifti, Safdie’nin de onların kendini beğenmiş yapımcısını canlandırdığı, uysal bir reality televizyon hicvi gibi görünebilir. Dizi, üç orijinal ama mükemmel bir şekilde iç içe geçmiş karakterlerin mücadeleci katmanlarını bir araya getiriyor. (CJ)

Paramount+ üzerinden izlenebiliyor. Ancak Paramount+ Türkiye’de hizmet vermiyor

Slow Horses
 

14. Slow Horses

Başından beri akıllıca ve eğlenceli bir casusluk macerası olan bu dizi, üç sezon boyunca daha da iyi hale geldi.

Zekice tasarlanmış konsept Mick Herron’un roman serisine dayanıyor: Gözden düşmüş ve itibarsızlaşmış MI5 ajanları – bazen asil nedenlerden ötürü emirlere itaatsizlik ettikleri için, bazen de sadece işleri berbat ettikleri için – Slough House’un ücra bir köşesine sürgün edilirler, Slow Horses ismi de buradan gelir.

“Slough House”, Mick Herron’un aynı adlı roman serisindeki kurgusal bir yer. Bu seride, Slough House, MI5’e bağlı bir birim. Ancak, Slough House, başarısız operasyonlar geçiren, disiplinsiz veya hataya düşmüş ajanların sürgüne gönderildiği bir yer olarak bilinir.

Ancak dizi, mükemmel bir dengeyi bulan oyuncu kadrosu sayesinde sadece kurgusunun ötesine geçiyor: Jackson Lamb rolünde dağınık Slough House başkanı Gary Oldman, karakterinin keskin, içki içmeye düşkün yüzeyinin altında yaralı ruh ve vicdanı ortaya çıkarıyor. Karizmatik, enerjik ve zaman zaman saf olabilen ajan River Cartwright’u canlandıran Jack Lowden (gerçekten daha büyük bir yıldız olmalı) ve MI5’in sofistike başkanı olarak Kristin Scott Thomas, Slow Horses’a katlanmak ama aslında ne kadar da parlak olduklarını bilmek zorunda olan karakterleriyle dikkat çekiyor. Dizinin kendi ışıltılı parlaklığı ise tartışmasız.

Tüm dünyada Apple TV+ üzerinden izlenebiliyor

Top Boy
 

15. Top Boy

Doğu Londra’daki uyuşturucu çetelerini konu alan ve ilk olarak 2013 yılında İngiliz Channel 4 kanalında gösterime girdikten sonra rap süperstarı Drake tarafından iptal edilmekten kurtarılan ve Netflix’e satılan bu sert İngiliz dizisi kadar tutarlı bir esaslı önemli olan çok az yeni TV draması var.

Dizi sık sık The Wire ile karşılaştırıldı, ancak bu karşılaştırma her zaman amacını aşmış gibi göründü; zira The Wire daha romantik ve söylemsel bir yapıya sahipken, bu dizi ise çok daha vurucu bir yapımdı ve olayları sürekli olarak küstah dönüşlerle ileriye taşıyordu. Bunun hiçbir şekilde kötü bir şey olmadığını söylemek mümkün: Sonuna kadar anlatı geriliminde heyecan verici bir diziydi. (HM)

Tüm dünyada Netflix üzerinden izlenebiliyor

Dreaming Whilst Black

16. Dreaming Whilst Black

Girls’den Ramy’ye, son on yılda keskin kültürel gözlemler ve gerçek bir sahicilik duygusuyla gelişen zengin bir yarı-otobiyografik komedi-drama damarı ortaya çıktı. Anglo-Jamaikalı aktör-yazar-yönetmen Adjani Salmon’un eseri olan bu İngiliz yapımı, kendisinin ve arkadaşlarının sinema ve televizyona başlama mücadelelerini, siyah İngiliz deneyiminin komik ve etkileyici bir portresine dönüştürüyor. Salmon’un yaratıcılığının asıl ustalıklı yanı ise tonu: aynı anda hem sıcak bir şekilde ilgi çekici hem de zekice, erdemli bir biçimde iğneleyici olmayı başarıyor. (HM)

Birleşik Krallık’ta BBC iPlayer üzerinden izlenebiliyor

Colin from Accounts

17. Colin from Accounts

Yaklaşık beş ila on yıl önce, romantik komedinin ölümü hakkında çok fazla konuşma yapıldı, ancak bunun için biraz erkendi: Romantizm ölmedi, sadece Netflix’teki boş uzun metrajlı filmlerden Love Life ve Starstruck gibi keskin yazılmış epizodik dizilerle küçük ekrana taşındı. Bunun son örneği de Avustralya’dan gelen bu büyüleyici diziydi.

Dizinin başarısı yüksek bir konsepte değil, sadece temel romantik komedi bileşenlerini doğru bir şekilde kullanmasına dayanıyordu. İyi espriler, gerçek bir kimyaya sahip iki başrol oyuncusu ve sevimli bir hayvan. Dizinin başrollerinde gerçek hayatta da çift olan Harriet Dyer ve Patrick Brammall yer alıyor. Bu kadar mütevazı, kendinden emin ve zahmetsiz bir dizi izlemek büyük bir zevk: bu kesinlikle yılın en kolay izlenen dizisi. (HM)

Türkiye’de Amazon Prime Video’dan izlenebilir

18. Fellow Travelers

Matt Bomer ve Jonathan Bailey tarafından canlandırılan ve 1950’lerin Washington DC’sinde siyasi yardımcı olarak tanışan iki adam arasındaki çalkantılı, kaçak ilişkinin dönemlere yayılan hikayesini anlatan dizi, bir yandan kendisinden önce gelen pek çok görkemli, parlak tarihi mini diziyle benzerlik gösteriyor.

Öte yandan, konu ana ikilinin tasvirine geldiğinde, karakterlerin ilişkilerini tanımlamak için önemli olduğu kadar cesurca samimi de olan seks sahneleri ile ilerici bir his veriyor. Çizdiği büyük resme gelince, özellikle ilk bölümler McCarthy dönemindeki eşcinsel cadı avını tüyler ürpertici ve aydınlatıcı bir şekilde anlatırken, siyahi bir gazeteci (Jelani Alladin) ile drag queen sevgilisi (Noah J Ricketts) arasındaki ilişkiyi konu alan bir alt plan da önyargıların başka kesişim noktalarını güçlü bir etkiyle araştırıyor. Eğitici ama duygu dolu bu film, açıkça hedeflediği noktalara ulaşıyor. (HM)

Paramount+ üzerinden izlenebiliyor. Ancak Paramount+ Türkiye’de hizmet vermiyor

BBC Kültür Hugh Montgomery ve Amy Charles

İNSANLARI KENDİLERİNİ İNCELEMEYE İTEN ŞEY NEDİR? – JACQUES LACAN

0

Emilio Granzotto, Jacques Lacan ile Panorama dergisi için 1974’te yaptığı söyleşide, Lacan’a “İnsanları kendilerini incelemeye iten nedir?” sorusunu yöneltir. Lacan ise buna “Korku” diyerek yanıt verir ve bunu örneklerle açıklarken tedavi yöntemini de anlatır. Aşağıdaki metinde söyleşinin bir kısmını bulabilirsiniz.

İnsanları kendilerini incelemeye iten nedir?

Korku. İnsan, anlam veremediği şeyler başına geldiğinde, bunlar kendi isteğiyle gerçekleşmiş olsa dahi, korkar. Anlamamaktan muzdarip olur ve yavaş yavaş panik durumuna düşer. Bu nevrozdur. Histerik nevrozda, beden hasta olma korkusuyla hasta olur fakat aslında hasta değildir. Takıntılı nevrozda ise, korku zihne tuhaf şeyler, kontrol altına alınamayan düşünceler, biçimlerin ve nesnelerin farklı ve korkutucu anlamlar kazandığı fobiler sokar.

Örnek verecek olursak?

Nevrotik kişi, korkunç bir ihtiyaç tarafından, bir musluğun gerçekten kapalı olup olmadığını ya da bir nesnenin yerinde durup durmadığını onlarca kez kontrol etmeye mecbur bırakılmış hisseder fakat bu esnada, musluğun olması gerektiği gibi olduğundan ve nesnenin de bulunması gereken yerde bulunduğundan gayet emindir. Bunu iyileştirecek bir ilaç yok. Ne sebeple gerçekleştiğini bulmak ve bunun ne anlam ifade ettiğini öğrenmek gerekiyor.

Peki tedavisi nedir?

Nevrotik kişi, sözle iyileşen bir hastadır; her şeyden önce de kendi sözleriyle. Konuşması gerekir, anlatması, kendisini ifade etmesi. Freud, psikanalizi, başka bir kişiye yöneltilen sözlerden teşkil olduğu ölçüde, öznenin geçmişinin öznenin kendisi tarafından varsayımı olarak tanımlar. Psikanaliz sözün egemenliğidir ve başka bir ilaç da yok. Freud, bilinçdışının, bilinç derinleşmesine açık olmadığı için çok da derin olmadığını anlatmıştı. Dahası, bu bilinçdışında konuşanın, özneyi aşkın, özne içerisinde bir özne olduğunu söylemişti. Söz, psikanalizin büyük gücüdür.

Kimin sözü? Hastanınki mi psikanalistinki mi?

Psikanalizde “hasta”, “doktor”, “ilaç” terimleri, genel olarak benimsediğimiz edilgen ifadeler kadar yanlış. “Psikanaliz edilmek” diyoruz. Bu yanlış. Analiz esnasında asıl işi yapan, konuşan kişidir, analizan öznedir; bunu, nasıl ilerlemesi gerektiğini belirten ve müdahaleleriyle ona yardımcı olan analistin telkin ettiği biçimde yapsa bile. Onun da bir yorumu bulunmaktadır.

Analist, ilk bakışta, analizanın söylediğine bir anlam yükler gibi görünür. Gerçekte ise, öznenin muzdarip olduğu şeylerin anlamını silme eğiliminde olan yorum, daha incedir. Burada amaç, semptomun -ya da hastalığın diyelim- hiçbir şeyle hiçbir bağlantısı olmadığını, herhangi bir anlamdan yoksun olduğunu, özneye kendi hikayesi üzerinden göstermektir. Hastalık görünüşte gerçek olsa da, aslında mevcut değildir.

Bu konuşma ediminin ilerlediği yollar, çok sayıda uygulama ve sonsuz bir sabır gerektirir. Psikanalizin araçları, sabır ve ölçüm. Yöntem de analizan özneye sağlanan yardımı ölçmeyi bilmekten ibaret. Netice itibarıyla, psikanaliz zordur.

Çeviri: Banu Barış 

ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE RESMİ PROPAGANDA – BERTRAND RUSSELL

0

1922 Moncure Conway konferansı

Bugün onuruna toplanmış olduğumuz Moncure Conway yaşamını iki amaca vakfetmişti: düşünce özgürlüğü ve bireyin özgürlüğü. O zamandan bu yana bu iki konuda bazı şeyler kazanılmış, ancak bazı şeyler de kaybedilmiştir. Geçmiş dönemlerdekinden biraz değişik şekillerde olmakla beraber bugün bazı yeni tehlikeler bu iki tür özgürlüğü tehdit etmektedir; ve bunları savunacak güçlü ve uyanık bir kamuoyu oluşturulamazsa, bundan yüz yıl kadar sonra, her iki özgürlükten de şimdikine göre çok daha azı kalmış olacaktır.

Bu makalede yeni tehlikeleri vurgulamak ve onlarla nasıl başa çıkılacağını tartışmak istiyorum.

Önce, “özgür düşünce” ile ne kastettiğimizi açığa kavuşturmaya çalışalım. Bu deyimin iki anlamı vardır. Dar anlamıyla, geleneksel dinsel dogmaları kabul etmeyen düşünce demektir. Bu anlamda, hıristiyan veya müslüman veya budist veya şintoist olmayan; ya da herhangi bir akideyi benimsemiş bir topluluğun üyesi olmayan bir kimse “özgür düşünür”dür. Hırıstiyan ülkelerde “özgür-düşünür” diye, Tanrı’ya kesin bir şekilde inanmayan insana denir; ancak bu nitelik budist bir ülkede insanı “özgür-düşünür” yapmaya yeterli değildir.

Bu anlamdaki özgür düşüncenin önemini küçümsemek istemiyorum. Ben şahsen bilinen dinlerin hiç birini kabul etmem ve her tür dinsel inancın giderek yok olmasını ümid ederim. Dinsel inancın, sonuçta yarar sağladığına inanmıyorum. Bazı zamanlarda ve bazı durumlarda birtakım yararlı etkiler yapmış olduğunu kabul etmekle beraber, insan aklının bebeklik dönemine, şimdi geride bırakmaya başladığımız bir evresine ait olduğu kanısındayım.

“Özgür düşünce”nin bir de, daha da önemli bulduğum, daha geniş bir anlamı vardır. Geleneksel dinlerin yol açtığı zararlar bu geniş anlamdaki özgür düşünceyi engellemiş olmalarıyla bağıntılıdır. Bu geniş anlam, dar anlam kadar kolaylıkla tanımlanamaz; özüne varmak için biraz zaman harcamak yerinde olur.

“Özgür” olan bir şeyden söz ederken onun hangi şeyden özgür olduğunu belirtmezsek söylediklerimizin taşıdığı anlam belirsizleşir. “Özgür” olan şey veya kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir. Ne demek istediğimize kesinlik kazandırmak için de bu dış zorlamanın ne türden olduğunu belirtmemiz gerekir. O halde düşünce, çoğu zaman var olan birtakım dış yönlendirici etkenlerden bağımsız ise özgür olur.

Düşüncenin özgür olabilmesi için yok olmaları gereken yönlendirici etkenlerin bazıları kendilerini açıkça gösterirler; bazıları ise daha yanıltıcı ve belirsiz, daha karmaşıktırlar.

En belirgin olanlarından başlayalım: bazı fikirleri benimsemek veya onlara karşı olmak; ya da bazı konularda bir şeye inandığımızı veya inanmadığımızı dile getirmek ceza yaptırımlarına yol açıyorsa düşünce “özgür” değildir. Bu ilkel tür özgürlük bile bugün çok az ülkede vardır. İngiltere’de, küfür yasalarına göre, hırıstiyan dinine inançsızlığı dile getirmek yasalara aykırıdır -her ne kadar uygulamada varlıklı kişiler için bu yasa işletilmese de. İsa’nın pasif direniş konusundaki öğütlerini öğretmek de yasalara aykırıdır. O halde, bir kimse eğer suçlu durumuna düşmek istemiyorsa, İsa’nın öğretilerine inandığını kabul etmeli, ama bu öğretilerin ne olduğunu söylemekten kaçınmalıdır.

Amerika’da hiç kimse anarşiye ve poligamiye karşı olduğunu kesin biçimde beyan etmeden ülkeye giremez; girdikten sonra, komünizme inanmaktan da vazgeçmesi gerekir. Japonya’da Mikado’nun tanrısallığına inanmamak yasaya aykırıdır. Görülüyor ki dünya çevresinde yapılacak yolculuk tehlikeli bir yolculuktur. Bir müslüman, bir Tolstoy yanlısı, bir bolşevik veya bir hıristiyan bir yerde suçlu durumuna düşmeden veya önemli gerçekler saydığı şeyler hakkında dilini tutmadan böyle bir yolculuk yapamaz. Doğaldır ki bu kural yalnızca güverte yolcularına özgüdür; yoksa kamara yolcuları istedikleri şeylere inanabilirler; yeter ki patavatsızca saldırılarda bulunmasınlar. Görülüyor ki, eğer düşünce özgür olacaksa bunun ilk koşulu düşünceyi açıklamaya karşı konmuş olan yasal cezaların kaldırılmasıdır. Her ne kadar çoğu öyle düşünmüyorsa da, büyük ülkelerin hiç biri henüz bu düzeye erişmemiştir.

Halen kovuşturma konusu olan fikirler topluma öylesine korkunç ve ahlaksızca geliyor ki, genel hoşgörü ilkesinin onlar için geçerli olması düşünülemez. Ancak bu Engizisyon işkencelerine yol açan bir bakış açısının aynısıdır. Bir zamanlar protestanlık şimdiki bolşeviklik kadar günah sayılıyordu. Bu söylediklerimden dolayı benim bir protestan ya da bolşevik olduğum sonucunu lütfen çıkarmayınız.

Bütün bunlara karşın çağdaş dünyada yasal cezalar düşünce özgürlüğüne engel olan şeylerin en önemsizidir. İki büyük engel ekonomik cezalar ve kanıtların çarpıtılmasıdır. Eğer bir fikrin açıklanması insanın geçimini kazanmasını olanaksız kılıyorsa düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Eğer bir tartışmada taraflardan birinin bütün argümanları sürekli olarak olabildiğince çekici gösteriliyor, karşı tarafta olanlarınki ise ancak büyük çabalarla ortaya konabiliyorsa, yine düşüncenin özgür olmadığı açıktır. Bu iki engel özgürlüğün son sığınağı olan (ya da olmuş olan) Çin’in dışında, bildiğim bütün büyük ülkelerde mevcut bulunuyor. Şimdi bu engeller üzerinde; bunların günümüzdeki boyutları, büyüme olasılıkları ve hafifletilme olasılıkları üzerinde durmak istiyorum.

Eğer düşünce inançlar arası rekabete açıksa, yani bütün inançlar açıkça dile getirilebiliyor ve hiçbir yasal veya parasal çıkara ya da kayba konu olmuyorsa düşünce özgürdür diyebiliriz. Bu, değişik nedenlerle, tam olarak gerçekleşemeyecek bir idealdir; ama yine de, ona şimdi olduğundan çok daha fazla yakınlaşma olanağı vardır.

Kendi yaşamımdaki üç olay, günümüz İngilteresinde, terazinin hırıstiyanlık kefesinin nasıl ağır bastığını göstermeye yardım edecektir. Bunlardan söz etmemin nedeni, çoğu kimsenin, agnostik (Maddi şeyler dışında, Tanrı hakkında hiçbir şey bilinemeyeceği yolundaki düşünce sistemi. (Ç.N)) fikirlerini açıkça söyleyenlerin hala karşılaştıkları olumsuzlukların hiç farkında olmamasıdır.

İlk olay yaşamımın ilk dönemlerine aittir. Babam bir özgür-düşünürdü. Ben daha üç yaşındayken ölmüş. Boş-inanlara bağlı olmadan yetişmemi istediğinden iki özgür-düşünürü bana vasi tayin etmiş. Ancak mahkeme onun vasiyetini bir yana bırakıp benim hıristiyan inancına göre eğitilmemi sağlamış. Korkarım sonuç beklendiği gibi olmadı; ancak bu yasanın suçu değildir. Eğer benim bir İsa veya Muggleton yanlısı olarak, ya da Seventh Day Adventist (protestanlığın bir mezhebinin İsanın dünyaya gelmesinin yakın olduğuna inanan kolu.) olarak yetiştirilmemi isteseydi, ona engel olmak mahkemenin aklından bile geçmezdi. Bir baba her türlü boş-inanın kendi ölümünden sonra çocuklarına aşılanmasına izin verebilir; ama boş-inandan, olanak varsa, uzak tutulmalarını söylemeye hakkı yoktur.

İkinci olay 1910’da oldu. O tarihte bir liberal olarak Parlamento seçimlerine katılmak istedim. Parti yöneticileri de beni bir seçim bölgesi için önerdiler. Liberaller Birliği’nde yaptığım konuşma olumlu karşılandı. Bu durumda adaylığımın kabulü kesin görünüyordu. Ancak ben küçük bir parti yetkili kurulu toplantısında agnostik olduğumu doğruladım. Bana bunun açığa çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda, duyulmasının olası olduğunu söyledim. Ara sıra kiliseye gitmeye istekli olup olmayacağım soruldu; olmayacağımı söyledim. Sonunda başka bir adayı seçtiler; o da beklendiği gibi seçimi kazandı. O günden bu yana Parlemento’dadır ve şimdiki (1922) hükümetin de bir üyesidir.

Üçüncü olay bundan hemen sonra yer aldı. Cambridge Üniversitesi’nde Trinity College’e okutman olarak çağrıldım; fellow olarak değil. Aradaki fark parasal değildir. Fellow fakültenin yönetiminde söz sahibidir ve çok ağır ahlaki suçlar dışında sözleşme süresince işten çıkarılamaz. Bana fellow’luk teklif edilmemesinin nedeni dinci grubun, muhaliflerinin oylarının artmasını istemeyişiydi. Sonunda, savaş konusundaki görüşlerimden hoşlanmayarak 1916’da işime son verdiler. Geçimim için okutmanlığa bağımlı olsaydım açlıktan ölmüştüm.

Bu üç olay günümüz İngilteresinde bile özgür-düşünür olduğunu açıklayanların karşılaştıkları çeşitli olumsuzlukları göz önüne sermektedir. Özgür-düşünür olduğunu açığa vuran başka kimseler de, çoğu kez çok daha ciddi nitelikte olan benzer olayların örneklerini verebilir. Açık sonuç şudur ki, mali durumları iyi olmayan insanlar dinsel inançları konusunda açık sözlü olmaya cesaret edemezler.

Kuşkusuz, özgürlüğün tam olmadığı tek alan, ve hatta başlıca alan, din ile sınırlı değildir. Komünizm veya serbest aşk yanlısı bir inanç, kişiyi agnostisizmden çok daha fazla engeller. Böyle görüşlere sahip olmak bir kusurdur; lehlerindeki argümanları ortaya koymak ise çok daha güçtür. Öte yandan, bunların olumlu ve olumsuz yönleri Rusya’da tam tersinedir; ateist, komünist, özgür aşk yanlısı olduğunu beyan etmekle rahat bir yaşama erişilir, güç kazanılır; bu görüşlere karşıt propaganda olanağı ise hiç yoktur. Sonuçta, Rusya’dan bazı fanatikler aslında çok kuşku götüren bazı önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Bu arada, dünyanın geri kalan bölümünde başka bazı fanatikler de aynı ölçüde kuşku götüren, taban tabana zıt önermelerin doğruluğundan kesinlikle emindirler. Böyle bir durumun, her iki tarafta da savaşı, öfkeyi ve zulmü körüklemesi kaçınılmaz olmaktadır.

William James “inanma arzusu” konusunda öğütler vermiştir. Ben, şahsen “kuşku duyma arzusu”nu öğütlemek isterdim. İnançlarımızın hiçbiri tam olarak doğru sayılmaz; hepsinde en azından bir belirsizlik, bir hata gölgesi mevcuttur. İnançlarımızdaki doğruluk payını artırma yöntemlerini herkes bilir. Bunlar da, ilgili bütün tarafları dinlemek, konuya ilişkin bütün olguları saptamaya çalışmak, karşıt görüşte olan kişilerle tartışarak kendi önyargılarımızı kontrol altında tutmak ve yetersiz olduğu ortaya çıkan herhangi bir hipotezi bir yana bırakmaya kendimizi alıştırmaktır. Bu yöntemler bilimde uygulanmaktadır ve bilimsel bir bilgi birikimini oluşturmakta başarılı olmuşlardır.

Bakış açısı gerçekten bilimsel olan bir bilim adamı günümüzde bilimsel bilgi sayılan şeylerde, keşiflerin gelişmesiyle düzeltmelere gerek olacağını tereddütsüz kabul eder. Ama yine de bu bilgi, tümüyle olmasa da, günlük uygulamada yararlanma bakımından, gerçeğe yeterince yakındır. Gerçek bilgiye en yakın şeylerin yalnız bilim alanında bulunabilmesine rağmen, bilimcilerin tutumu kuşku doludur ve zamanla değişebilir.

Din ve politikada ise tam tersi söz konusudur; bilimsel bilgi denebilecek hiç bir şey olmadığı halde, herkes dogmatik bir inanca sahip olmaya kendini zorunlu hisseder ve bu inancın açlık, hapis, savaş pahasına desteklenmesi ve farklı düşüncelerle tartışmalı rekabetten korunması gerektiğine inanır. Eğer bu konularda insanlara geçici olarak agnostik düşünce yapısı benimsetilebilseydi çağdaş dünyadaki kötülüklerin onda dokuzuna çare bulunabilirdi. Savaşlar da olanaksız olurdu; çünkü her iki taraf da hataların karşılıklı olduğunu görürdü. Zulüm sona ererdi. Eğitim zihni daraltmayı değil, genişletmeyi amaçlardı.

Kişiler, yöneticilerin irrasyonel duygularını kabul ettikleri için değil, o işin ehli oldukları için işe alınırlardı. Rasyonel kuşku tek başına, eğer oluşturulabilseydi, kıyamet öncesinde geleceğine inanılan, İncil’deki bin yıllık refah çağını getirmeye yeterli olabilirdi.

Son yıllarda, görecelik teorisi ve onun bütün dünyada gördüğü kabul, bize, bilimsel kafanın doğası hakkında parlak bir örnek vermiştir. Savaş karşıtı bir Alman-İsviçreli-musevi olan Einstein savaşın ilk yıllarında Alman hükümetince araştırmacı profesör olarak atanmıştı. Onun güneş tutulması hakkındaki hesaplamaları Ateşkes’ten hemen sonra, 1919’da, bir İngiliz gözlem heyeti tarafından doğrulandı. Teorileri geleneksel fiziğin bütün teorik yapısını altüst etti; geleneksel dinamiğe indirdiği darbe hemen hemen Darwin’in Yaradılış’a indirdiği darbe ölçüsünde şiddetli oldu. Kanıtların da teorisini desteklediğinin görülmesi üzerine bütün fizikçiler bu teoriyi hemen benimsediler. Ancak bu fizikçilerin hiç biri, özellikle de Einstein’ın kendisi, onun söylediklerinin bir son söz olduğunu iddia etmedi. Einstein, sonsuza kadar ayakta kalacak bir dogma anıtı dikmedi. Çözemediği bazı sorunlar hala var. Onun savları da, zamanı gelince, Newton’unkiler gibi, muhakkak bazı değişikliklere uğrayacak. Bilimin gerçek tutumu da dogmatik olmayan bu eleştirel yaklaşımdır.

Eğer Einstein din ve politika alanında, aynı ölçüde yeni olan birşeyler öne sürseydi ne olurdu? İngilizler onun teorisinde Prusyalılık öğeleri bulurlar, yahudi düşmanları buna bir siyonist entrika olarak bakarlar, bütün ülkelerdeki milliyetçiler de bu teoride korkakça bir barışseverliğin izlerini sezip onun askerlikten kaçmak için bir bahane olduğunu ilan ederlerdi. Bütün eski kafalı profesörler ise, yazdıklarının yurda sokulmasını yasaklatmak için Scotland Yard’a başvururdu. Onun tarafını tutan öğretmenler işten atılırdı. Bütün bunlar olurken o da geri kalmış bir ülkenin hükümetini ele geçirir, orada kendisininki dışında bir doktrin öğretilmesinin yasalara aykırı sayılmasını sağlardı; böylece doktrini de kimsenin anlamadığı gizemli bir dogmaya dönüşürdü.

En sonunda doktrinin doğru veya yanlış olduğu, yanında ve karşısında toplanan yeni kanıtlarla değil, savaş alanlarında saptanırdı. Bu yöntem William James’in, “inanma arzusu” kavramının mantıksal bir sonucudur. Gerekli olan ise inanma arzusu değil, tam tersi olan öğrenme arzusudur.

Eğer rasyonel kuşku koşulunun iyi bir şey olduğu kabul ediliyorsa, dünyada bu kadar çok irrasyonel kesinliğin var olma nedenlerinin araştırılması büyük önem kazanır. Bu kesinliğin büyük kısmı, normal insanda var olan irrasyonellikten ve safdillilikten kaynaklanır. Ancak doğuştan var olan bu zihinsel ilk-günah tohumu başka faktörlerce de beslenip geliştirilir. Bu faktörlerden üçü içlerinde en etkili olanlarıdır: eğitim, propaganda, ekonomik baskı.

(1) Eğitim. Gelişmiş bütün ülkelerde ilk öğretim devletin sorumluluğundadır. Öğretilenlerden bazılarının doğru olmadığı, onları düzenleyen yetkililerce de bilinir. Yine birçoğunun yanlış olduğu, en azından kuşku götürür olduğu, önyargısız herkes tarafından bilinir. Tarih eğitimini ele alalım. Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar. Bir kimse kendi yaşam öyküsünü yazarsa, ondan biraz alçakgönüllü olması beklenir; ama bir ulus kendi yaşamını yazarken, övüncün ve aşırı kendini beğenmişliğin artık sınırı yoktur. Benim çocukluğumda okul kitapları Fransızların fesat, Almanların erdemli olduğunu öğretirdi; şimdi tam tersini öğretiyorlar. Her iki durumda da gerçeğe en ufak bir saygı gösterilmemektedir. Waterloo Savaşı hakkındaki Alman kitaplarında, Wellington’un (Wellington Dükü (1769-1852): Napolyon’a karşı yapılan Waterloo Savaşı’nda İngiliz komutan, general; daha sonra başbakan. (Ç.N.)) savaşı hemen hemen kaybettiği bir sırada Blücher’in (Gebhard Leberecht von Blücher (1742-1819): Waterloo Savaşında Prusyalı general. (Ç.N.)) gelip durumu kurtardığı anlatılır; İngiliz kitaplarında da Blücher’in pek önemli bir rol oynamadığı. Bu İngiliz ve Alman kitaplarının yazarları gerçeği söylemediklerini kendileri de bilirler. Amerikan okul kitapları eskiden aşırı derecede İngiliz karşıtıydılar; savaştan bu yana aynı ölçüde İngiliz yanlısı oldular.

Her iki durumda da amaçlanan şey gerçek değildi. Başlangıçta olduğu gibi şimdilerde de amaç Birleşik Amerika’da karışık kökenli göçmen çocukları kütlesini “iyi Amerikalı”ya dönüştürmek olmuştur. Bir “iyi Alman” veya bir “iyi Japon” gibi, bir “iyi Amerikalı”nın da daha çok kötü bir insan olması gerektiği kimsenin aklına gelmez. “İyi Amerikalı” dünyadaki en güzel ülkenin Amerika olduğu ve her kavgada coşkuyla desteklenmesi gerektiği inancıyla şişirilmiş bir kadın ya da bir erkektir. Bu önermelerin doğru olması da pekala olasıdır; o zaman rasyonel hiç kimse ona karşı gelmez. Ancak, eğer doğru iseler yalnız Amerika’da değil her yerde öğretilmelidirler. Bu tür önermelere, yücelttikleri ülkeler dışında hiçbir yerde inanılmaması kuşku uyandırıcı bir durumdur. Bu arada, bütün ülkelerde devlet mekanizmaları savunmasız çocukların böyle saçma önermelere inandırılması yolunda işletilmektedir. Bunun sonucu, bu çocukları doğruluk ve hak uğruna savaştıkları sanısıyla, sinsi çıkarları korumak uğruna ölmeyi göze almaya hazır yapmaktır.

Bu da eğitimi gerçek bilgi vermek yerine, insanların efendilerinin arzularına boyun eğmesini sağlayacak şekilde düzenlemenin sayısız yollarından birisidir. İlkokullarda inceden inceye düzenlenen bir kandırmaca sistemi olmadan, demokrasinin kamuflajını korumak olanaksız olurdu.

Eğitim konusunu bitirmeden önce Amerika’dan bir örnek daha vereceğim. -Amerika’nın öteki ülkelerden daha kötü olması nedeniyle değil; onun, en çağdaş ülke olması ve oradaki tehlikelerin hafiflemek yerine ağırlaşma eğilimi göstermeleri nedeniyle. New York eyaletinde, tümüyle özel sermaye ile desteklense bile, eyalet izni alınmadan okul açılamaz. Yeni çıkan bir yasa “iş başındaki hükümetlerin kuvvet, şiddet veya yasal olmayan yollar ile düşürülmesini öğütleyen doktrinlerin öğretilmesine eğitim programları içinde yer verdiği anlaşılan” hiç bir okula bu iznin verilmemesini hükme bağlamıştır. The New Republic dergisi, iş başındaki hükümet derken, şu veya bu hükümet diye bir sınırlama yapılmadığına dikkat çekmektedir. Bu nedenle, savaş sırasında Kaiser hükümetinin güç kullanarak devrilmesini veya, daha sonra, Sovyet hükümetine karşı Kolchak ve Denikin’in desteklenmesini öğreten doktrin de, bu yasaya göre, illegal olacaktır. Bu tür sonuçlar, kuşkusuz, amaçlanmamış, sadece kötü kaleme alınma yüzünden ortaya çıkmıştı.

Gerçekte neyin amaçlanmış olduğu, devlet okullarındaki öğretmenlerle ilgili olarak aynı dönemde çıkarılan bir başka yasadan anlaşılmaktadır. Bu yasa devlet okullarında öğretmenlik yapmak için gerekli olan izin belgelerinin yalnızca “eyalet ve Birleşik Devletler hükümetlerine sadık ve itaatkar” olduklarını tatmin edici bir şekilde kanıtlayan” kişilere verileceğini; nerede ve ne koşulla olursa olsun “eyaletin ya da Birleşik Devletler’in hükümet şeklinden farklı bir hükümet şeklini” savunanlara verilmeyeceğini hükme bağlamaktadır. The New Republic dergisinde yer alan alıntıya göre, bu yasaları hazırlayan komite “şimdiki sosyal sistemi onaylamayan öğretmenin işe devam etmemesi” ve “sosyal değişiklik teorilerine karşı koymaya amade olmayan kimselere, genç ve yaşlı insanları vatandaşlık sorumluluğuna hazırlama görevinin emanet edilmemesi” kuralını koymuştur.

Demek oluyor ki, New York eyaletinin bu yasasına göre, ne İsa ne de George Washington, ahlaki yönden uygun kimselerdir. İsa New York’a gidip “Küçük çocukların bana gelmesine izin verin,” deseydi New York Okullar Yönetim Kurulu başkanından şu yanıtı alırdı: “Bayım, sosyal değişim teorilerine karşı koymaya istekli olduğunuzun hiçbir kanıtını göremiyorum. Üstelik bana söylendiğine göre siz, kendi deyiminizle, semavi krallık diye bir şeyi savunuyormuşsunuz. Halbuki, Tanrı’ya şükürler olsun, bu ülke bir cumhuriyettir. Görülüyor ki sizin semavi kırallığınızın hükümet şekli New York eyaletininkinden esaslı şekilde farklıdır. Bu nedenle, hiçbir çocuğun size gelmesine izin verilemez.” Eğer başkan böyle bir yanıt vermekte kusur ederse, yasanın uygulanmasından sorumlu bir görevli olarak, görevini yerine getirmemiş olurdu.

Bu tür yasaların etkileri çok ciddidir. New York eyaletindeki hükümet şekli ve sosyal sistemin bu gezegende var olmuş olanlarının en iyisi olduğunu kabul etsek bile, her ikisinin de daha iyi hale gelmesi olanaklı olabilir. Çok aşikar olan bu savı kabul eden bir kişinin bir eyalet okulunda öğretim yapması yasal olarak olanaksızdır. Görüldüğü gibi, yasa öğretmenlerin ya iki yüzlü, ya da aptal olmalarını emretmektedir. New York yasası otoritenin tek bir örgüt elinde toplanmasının giderek artmakta olan tehlikesine bir örnek oluşturmaktadır; bu örgütün bir devlet, bir vakıf ya da bir vakıflar federasyonu olması fark etmez. Eğitim konusunda otorite, benimsemediği doktrinlerin gençlerce duyulmasını engelleyebilen devletin elindedir. Demokratik bir devletin halktan pek farkı olmadığını düşünen kişilerin hala var olduğunu sanıyorum. Ancak bu bir hayalden başka bir şey değildir.

Devlet değişik amaçlarla bir araya gelmiş olan ve statüko korunduğu sürece iyi bir gelir elde eden çeşitli görevlilerden oluşan bir topluluktur. Statükoda isteyebilecekleri tek değişiklik bürokrasinin genişlemesi ve gücünün artmasıdır. Bu nedenle, örneğin savaşların yarattığı heyecanı fırsat bilip, kendilerine karşı gelenleri açlığa mahkum etme hakkı da dahil olmak üzere, emirleri altındaki kimseler üzerinde engizisyon benzeri güçler elde etmeleri doğaldır. Zihinsel konularda, örneğin eğitimde, bu durum bir felakettir; gelişme, özgürlük ve entellektüel girişim olanaklarını kökünden yok eder. Bütün bunlar ilköğretimi tümüyle tek bir örgütün idaresine bırakmanın doğal sonucudur.

Dinsel hoşgörüye, bir ölçüde erişilmiştir; çünkü artık insanlar dini eskiden sanıldığı kadar önemli bulmamaya başlamışlardır. Bir zamanlar dinin işgal ettiği yeri alan politika ve ekonomi alanlarında gittikçe artan, ve şu veya bu parti ile sınırlı olmayan bir cezalandırma eğilimi başgöstermiştir.

Petersburg’da, daha sonraları yoksulluktan ölen ünlü Rus ozanı Alexander Block ile tanışmıştım. Bolşevikler onun estetik dersleri vermesine izin vermişlerdi; ancak konuyu “Marx’çı bakış açısından” öğretmesi koşulundan şikayet ediyordu. Doğal olarak, bolşeviklerin iktidara gelmesini izleyen uzun yıllar boyunca rejimlerinin temelini oluşturan dogmaları herhangi bir şekilde eleştiren bir şey yayınlamak olanaksızdı.

Amerika ve Rusya örnekleri, varmakta olduğumuz sonucu bize açıkça göstermektedir: insanlar politikanın önemi hakkındaki şimdiki fanatik inançlarını devam ettirdikleri sürece, politik konularda özgür düşünce olanaksızdır; Rusya’da olduğu gibi, özgürlük kısıtlamasının bütün öteki alanlara yayılma tehlikesi çok büyüktür. Bizi bu felaketten ancak bir ölçüde politik kuşkuculuk kurtarabilir.

Eğitimden sorumlu bürokratların gençlerin eğitilmesini arzuladıkları sanılmamalıdır. Tersine, onların sorunları, zihinsel yetenek kazandırmaksızın, sadece bilgi aktarmaktır. Eğitimin iki amacı olmalıdır: birincisi okuma-yazma, dil bilgisi, matematik gibi alanlarda kesin bilgiler vermek; ikincisi de, kendi başlarına bilgi edinmeye ve sağlıklı değerlendirme yapmaya olanak veren zihinsel alışkanlıklar kazandırmaktır. Bunlardan birincisine bilgi, ikincisine de zeka (intelligence) diyebiliriz. Bilginin gerek teorik gerek pratik yararlılığı, bilinen birşeydir.

Okumuş bir halk olmadan modern devlet olanaksızdır. Ancak, zekanın sadece teorik yararı olduğu, pratik bir yararı olmadığı kabul edilmektedir. Sıradan kişilerin kendi başlarına düşünmeleri istenmez; çünkü düşünen insanları yönetmek güçtür; yönetimde sorunlar çıkarırlar. Platon’un deyişiyle, yalnız yöneticiler düşünmeli, geri kalanlar sadece itaat etmeli, koyun sürüsü gibi liderlerini izlemelidirler. Bu doktrin, siyasal demokrasinin kabulünden sonra da, çoğu kez bilinç-dışında varlığını sürdürmüş ve bütün ulusal eğitim sistemlerini temelden sarsmıştır.

Zekayı geliştirmeden bilgi vermeyi en iyi başaran ülke çağdaş uygarlığa son katılan ülke olan Japonya’dır. Japonya’daki ilköğretimin eğitim açısından övgüye değer olduğu söylenir. Ancak, bilgi vermenin yanısıra, Mikado’ya tapmayı öğretmek gibi bir başka amacı daha vardır; bu da, günümüzde çağdaşlaşma öncesi Japonyasında olduğundan çok daha güçlü bir itikattır. Böylece, okullar aynı zamanda hem bilgi vermek hem de boş-inanı geliştirmek için kullanılmış olmaktadır. Biz Mikado’ya tapmaya pek hevesli olmadığımız için, Japon eğitiminde nelerin abes olduğunu açıkça görebiliyoruz. Bizim ulusal boş-inanlarımız bize doğal ve akla uygun geliyor. Bu nedenle onları Japon boş-inanını değerlendirdiğimiz gibi değerlendirmiyoruz. Fakat, dünyayı dolaşmış bir Japon, bizim okullarımızda, Mikado’nun tanrı olduğu inancı kadar akla ters düşen boş-inanlar öğretildiğini söylerse, sanırım yerinde bir gözlem yapmış olur.

Ben şimdilik bu duruma çare aramıyorum; sadece hastalığa bir tanı koymak istiyorum. Eğitimin, rasyonalizmin ve düşünce özgürlüğünün önündeki başlıca engellerden biri olması gibi paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Bu durum, temel olarak devletin eğitim tekelini elinde tutması yüzünden ortaya çıkmaktadır; ancak bu yegane neden değildir.

(2) Propaganda. Bizim eğitim sistemimiz okuyabilen, ancak çoğunlukla olayları değerlendirmeyi ve bağımsız bir görüş edinmeyi beceremeyen gençler yetiştirir. Daha sonra, bu genç insanlar, yaşamları süresince, onları her türlü saçma önermelere inandırmaya yönelik ifadelerin saldırısına uğrarlar. Örneğin Blanks’in hapları her türlü hastalığı iyileştirir; Spitzbergen adaları sıcak ve verimlidir; Almanlar ölülerin cesetlerini yerler. Günümüz politikacıları ve hükümetleri tarafından uygulandığı şekliyle propaganda sanatı reklamcılık sanatından türemiştir. Psikoloji bilimi reklamcılara çok şey borçludur. Bir insanın, kendi mallarının kusursuz olduğunu ısrarla dile getirmekle birçok kişiyi onların kusursuz olduğuna ikna etmesi, eskiden psikologlarca pek olanaklı sayılmazdı. Ancak, deneyimler onların bu konuda yanıldıklarını ortaya koymaktadır.

Halkın topluca bulunduğu bir yerde ayağa kalkıp dünyadaki en alçakgönüllü insan olduğumu bir kez söylesem herkes bana güler. Ama yeterince para bulabilirsem, ve bu sözleri bütün otobüslerde tekrarlar, demiryolları boyunca pankartlara geçirirsem; insanlar, çok geçmeden, benim reklamdan anormal şekilde kaçınan bir kimse olduğuma inanmaya başlarlar. Küçük bir dükkan sahibine “Karşıdaki rakibine dikkat et: senin müşterilerini çeliyor. Dükkandan çıkıp yolun ortasında dursan ve o seni vurmadan sen onu vurmaya çalışsan iyi olmaz mı?” desem, dükkan sahibi benim deli olduğumu düşünür. Fakat aynı sözleri devlet bando eşliğinde ısrarla söylerse küçük dükkan sahipleri gayrete gelirler; sonra da, işlerinin bozulduğunu fark edip şaşırırlar.

Reklamcılarca başarılı olduğu saptanmış yöntemlerle yapılan propaganda, şimdilerde, bütün gelişmiş ülkelerin yönetimlerince benimsenen yöntemlerden biri haline gelmiştir; buna, özellikle de demokratik yollarla kamuoyu oluşturulmasında başvurulur.

Propagandanın, şimdi uygulandığı şekliyle, birbirinden çok farklı iki kötülüğü vardır. Bir kere, ciddi kanıtlar öne sürmekten çok, inançlarımızın irrasyonel kaynaklarını harekete geçirir. İkinci olarak da, para veya güç kullanarak en çok reklam yapana haksız bir üstünlük sağlar. Bana gelince, ben propagandanın mantıktan çok duygulara hitap ettiği konusunun gereğinden çok abartıldığını sanıyorum. Duygu ve mantık arasındaki çizgi bazılarının düşündüğü kadar kesin değildir. Dahası, kurnaz bir adam, benimsenme olanağı gördüğü herhangi bir konuda, o konu lehinde yeterince rasyonel olan kanıtlar bulabilir.

Gerçek yaşamda karşılaşılan herhangi bir sorunda, lehte ve aleyhte geçerli argümanlar her zaman öne sürülebilir. Gerçeğin göz göre göre saptırılmasına haklı olarak karşı gelmek olanaklıdır; ancak gerçeğin saptırılmasına her zaman gerek de olmayabilir. “Pears sabunu’ sözcükleri, hiçbirşey iddia etmedikleri halde insanların bu sabunu satın almalarına neden olmaktadır. Eğer bu sözcüklerin yazıldığı yerlere onların yerine “İşçi Partisi” yazılsa, ilan parti lehine hiçbir iddiada bulunmadığı halde, milyonlarca insan İşçi Partisine oy vermeye yönelir. Bir anlaşmazlıktaki karşıt taraflar, ünlü mantıkçılardan oluşan bir komite tarafından uygun ve doğru oldukları saptanan deyimler kullanmaya yasa emriyle zorlansalar bile, propagandanın günümüzde uygulandığı şekliyle ortaya çıkan temel sakınca yine de var olurdu. Böyle bir yasanın olduğunu ve aynı ölçüde geçerli önerileri ileri süren iki partiden birinin propaganda giderleri için bir milyon sterlini, ötekinin de yüz bin sterlini olduğunu varsayalım. Daha zengin olan partinin lehindeki kanıtların yoksul olan partinin lehine olanlara göre daha geniş bir kütle tarafından duyulacağı açıktır. Bu nedenle de kazanan, zengin parti olacaktır. Doğaldır ki, partilerden birisi iktidarda ise bu durum daha da belirgin olur. Rusya’da propaganda hemen tümüyle devlet tekelindedir; ama bu gerekli de değildir. Eğer olağanüstü kötü bir durum yoksa, rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj onun kazanması için genellikle yeterlidir.

Propagandaya yapılan itirazlar sadece onun, insanların irrasyonel düşüncelerine seslenmesine değil, daha çok, zenginlere ve güçlülere haksız avantajlar sağlamasına yöneliktir. Eğer gerçek düşünce özgürlüğü var olacaksa, değişik görüşler arasında fırsat eşitliğinin olması da zorunludur; fikirler arası fırsat eşitliği de ancak bu amaca yönelik titiz yasalarla elde edilebilir. Bu yasaların çıkmasını beklemek için ise akla uygun hiçbir neden yoktur. Çare, öncelikle böyle yasalarda değil, daha iyi bir eğitim ve daha kuşkucu bir kamuoyunda aranmalıdır. Şimdilik çareler üzerinde durmak istemiyorum.

(3) Ekonomik Baskı. Düşünce özgürlüğü önündeki bu engelin bazı yönlerini daha önce ele almıştım. Şimdi, bu konuyu, önleyici önlemler alınmadığı takdirde gittikçe büyüyen bir tehlike olarak, daha genel hatlarıyla ele almak istiyorum. Düşünce özgürlüğüne karşı ekonomik baskı uygulamanın en çarpıcı örneği Rusya’dır.

Rusya’da, çalışma anlaşması öncesinde devlet, düşüncelerini beğenmediği kişileri açlığa mahkum edebilirdi; ve etti de, örneğin Kropotkin’i. (Rus coğrafyacısı; anarşist) Ancak bu konuda Rusya öbür ülkelerden sadece biraz daha baskındır. Fransa’da Dreyfus (Alfred Dreyfus (1859-1935): Vatana ihanet suçuyla önce mahkum olan, sonra serbest bırakılıp hakları geri verilen Fransız subay. (Ç.N)) davası sırasında herhangi bir öğretmen başlangıçta Dreyfus yanlısı, işin sonunda da karşıtı ise işinden olabilirdi. Günümüz Amerikasında Standard Petrol Şirketi’ni eleştiren bir üniversite profesörünün, ne denli ünlü olursa olsun, iş bulabileceğini pek sanmam. Çünkü bütün üniversite rektörleri Mr. Rockefeller’den ya mali destek alır ya da almayı umar. Amerika’nın her yerinde sosyalistler damgalanmıştır ve çok yetenekli değillerse, iş bulmaları son derece güçtür.

Sanayileşmenin iyice gelişmiş olduğu yerlerde kendini gösteren, tröstlerin ve tekellerin bütün iş kollarını kontrol etme eğilimi işverenlerin sayıca azalmasına yol açmaktadır. Sonuçta, büyük şirketlere boyun eğmeyen kişilerin açlığa sürüklenmesini sağlayan gizli kara-defterler tutmak gittikçe kolaylaşmaktadır. Tekellerin güçlenmesi Rusya’daki devlet sosyalizmine ilişkin kötülüklerin birçoğunu Amerika’da da ortaya çıkarmaktadır. Tek işverenin devlet veya bir tröst olması kişinin özgürlüğü açısından bir fark yaratmaz.

Sanayileşmede en ileri ülke olan Amerika’da ve koşulları Amerika’dakilere benzer olan öteki ülkelerde ise biraz daha az ölçüde olmak üzere, sıradan bir vatandaş, eğer geçimini sağlamak istiyorsa bazı büyük adamların düşmanlığını kazanmaktan kaçınmalıdır. Bu büyük adamların dinsel, siyasal, ahlaki- bazı görüşleri vardır ve kendi çalışanlarının bunları kabul etmelerini, en azından kabul etmiş görünmelerini beklerler. Hırıstiyanlığı açıkça inkar eden, veya evlilik yasalarının biraz yumuşatılması gerektiğine inanan, ya da büyük şirketlerin sahip oldukları güce karşı olan bir kişi için Amerika, eğer çok ünlü bir yazar değilse, hiç de huzurlu bir ülke değildir.

Ekonomik örgütlenmenin uygulamada tekelleşme noktasına vardığı bütün ülkelerde, düşünce özgürlüğü üzerinde aynı kısıtlamaların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişen dünyamızda özgürlüklerin korunması, serbest rekabetin gerçekten var olduğu ondokuzuncu yüzyıla göre çok daha güçtür. Aklın özgürlüğüne önem veren herkesin bu durumla tam olarak ve içtenlikle yüzleşmesi; sanayileşme henüz başlangıç çağındayken yeterli olan önlemlerin artık geçersiz olduğunu anlaması gerekir. İki basit ilke, benimsendikleri takdirde, hemen hemen bütün sosyal sorunları çözebilir. Birincisine göre eğitimin amaçlarından biri, insanlara, sadece doğru olduklarına dair bazı mantıksal nedenler bulunan önermelere inanmalarını öğretmek olmalıdır. İkincisi de, bir işe adam alınırken, sadece, o işe uygun olup olmadığına bakılması gerekliliğidir.

Bunlardan önce ikincisini ele alalım: bir kimseye bir görev verilirken, ya da o kişi bir işe alınırken onun dinsel, siyasal, ve ahlaki düşüncelerini dikkate alma alışkanlığı, insanlara fikirlerinden dolayı zulmetmenin çağdaş biçimidir; sonunda da Engizisyon kadar etkili olabilir. Eski özgürlükler, yasal olarak var olsalar da hiçbir işe yaramazlar. Eğer uygulamada bazı fikirler insanı açlığa mahkum ediyorsa, bu fikirlerinin yasalarca cezalandırılmamaları pek zayıf bir tesellidir. İngiltere Kilisesi’ne bağlı olmayan veya politikada alışılagelmişin biraz dışında kalan fikirlere sahip insanların açlıktan ölmelerine karşı toplumda, bir ölçüde duyarlık vardır.

Ancak ateistlerin, Mormonların, (1830’da Amerika’da kurulmuş bir dinsel örgütün üyeleri. (Ç.N.)) aşırı komünistlerin, serbest aşkı savunan kişilerin toplumdan dışlanmasına karşı toplumsal bir duyarlık yok gibidir. Böyle kişilerin zararlı oldukları, onları işe almamanın doğal olduğu kabul edilir. İleri derecede sanayileşmiş bir ülkede, böyle bir tutumun çok etkili bir zulüm oluşturduğunu insanlar henüz pek fark etmemektedirler.

Bu tehlike yeterince anlaşılırsa kamuoyunun harekete geçirilmesi, bir kimsenin işe alınmasında onun inançlarının dikkate alınmaması sağlanabilir. Azınlıkların korunmasının yaşamsal önemi vardır. Kurallara en bağlı olanlarımız bile birgün kendilerini azınlıkta bulabilirler. O nedenle, çoğunluğun zulmünün sınırlanmasında hepimizin yararı vardır. Kamuoyundan başka hiçbir şey bu sorunu çözemez. Sosyalizm sorunu biraz daha belirgin hale getirir; çünkü, ender de olsa, bazı işverenlerce sağlanabilen fırsatlar sosyalizmde söz konusu değildir. Sanayi işletmelerinde gerçekleştirilen her büyüme, bağımsız işveren sayısını azalttığından, durumu daha da kötüleştirir. Bu konuda dinsel hoşgörü için verilen savaşla aynı türden bir savaş verilmelidir. Fikirlerdeki sivriliklerin azalması bu savaşta da, öncekinde olduğu gibi, belirleyici etken olabilir. İnsanlar katolikliğin veya protestanlığın mutlak doğru olduğuna inanırlarken onlar uğruna zulüm yapmaktan kaçınmamışlardır.

İnsanlar, bulundukları çağda geçerli olan inanların doğruluğundan kuşkulanmadıkları sürece, onlar uğruna zulüm de yaparlar. Hoşgörülü olmak için, teoride olmasa da, uygulamada bir ölçüde kuşku gereklidir. Bu da bizi eğitimin amaçları hakkındaki ikinci ilkeye götürür.

Eğer dünyada hoşgörü olacaksa, okullarda öğretilmesi gereken şeylerden biri de, kanıtları değerlendirme alışkanlığı, doğru olduklarına dair bir kanıt bulunmayan önermeleri olduğu gibi kabul etmeme alışkanlığı olmalıdır. Örneğin, gazete okuma sanatı öğretilmelidir. Öğretmen, yıllar önce geçmiş ve politik tartışmalara yol açmış olan bir olayı ele almalı; çocuklara önce bir tarafı destekleyen gazetelerde yazılanları, sonra karşı taraftakileri destekleyenlerin yazdıklarını, en sonra da gerçekten ne olup bittiğini tarafsız bir şekilde aktaran yazıları okumalıdır. Deneyimli bir okuyucunun her iki taraftaki önyargılı haberlerden gerçekte ne olduğunu nasıl çıkarabileceğini göstermeli; gazetelerde yazılanların az veya çok gerçek dışı olduğunu öğrencilerin anlamasını sağlamalıdır. Bu öğreti sonunda edinilen kuşkuculuk, iyi niyetli insanların idealist yönlerine seslenen butürden soytarıların dalaverelerine karşı, ilerideki yıllarda öğrencilere bağışıklık kazandıracaktır.

Tarih de buna benzer bir yöntemle öğretilmelidir. Örneğin, Napolyon’un bütün çarpışmalarda perişan ettiği -resmi bültenlere göre Müttefiklerin Paris surlarına dayanmasıyla Paris halkını şaşkınlığa uğratan 1813 ve 1814 seferleri Moniteur’den okutulmalıdır. Daha ileri sınıflarda, ölümden korkmamayı öğretmek için, çocuklardan Trotsky’nin Lenin’e kaç kez suikast düzenlediğini saymaları istenmelidir.

Son olarak da öğrencilere hükümetçe onaylanmış bir tarih kitabı verilmeli; Fransızlarla yaptığımız savaşlar hakkında bir Fransız tarih ders kitabında neler yazılmış olabileceğini tahmin etmeleri istenmelidir. Bütün bunlar, bazı kişilerin kamu sorumluluğu aşılayabileceğini sandığı, basmakalıp ahlaki sloganlardan çok daha iyi bir vatandaşlık eğitimi sağlar.

Sanırım, dünyadaki kötülüklerin, akıl kullanmamak kadar ahlaki kusurlardan da kaynaklandığını kabul etmek gerekiyor. Ancak insanoğlu ahlaki kusurları giderecek bir yöntemi şimdiye kadar bulamamıştır; vaazlar ve öğütler eski kötülükler listesine bir de ikiyüzlülüğün eklenmesinden başka bir işe yaramamıştır. Buna karşılık, akıl kullanmak, işinin ehli her eğitimcinin bildiği yöntemlerle kolayca geliştirilebilecek bir özelliktir. Bu nedenle, erdemli olmayı öğretecek bir yöntem keşfedilinceye kadar, ilerleme ahlaktan çok aklın geliştirilmesinde aranmalıdır. Rasyonalizmin önündeki başlıca engellerden biri de kolayca kandırılabilir olmak ve bu anlamdaki bir saflıktır; bu da yaygın kandırma yöntemlerinin öğretilmesiyle büyük ölçüde giderilebilir. Günümüzde bu türden saflık eskiye göre çok daha önemli bir illet haline gelmiştir ve büyük bir sakıncadır. Çünkü eğitimin yaygınlaşmasıyla haber yaymak da çok daha kolaylaşmış; demokrasi sayesinde yanlış haberler çıkarılması iktidardakiler için daha büyük bir önem taşır olmuştur. Gazete tirajlarındaki artışın nedeni de budur.

Eğer, bu iki ilkenin, yani işlerin insanlara yalnızca o işi yapma yetilerine bakılarak verilmesi,  eğitimin insanları, kanıtı olmayan önermelere inanma alışkanlığından kurtarmayı amaçlaması ilkelerinin bütün dünyada kabulünün nasıl sağlanacağı sorulursa, bunun yalnızca aydın bir kamuoyu oluşturulmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyebilirim. Aydın bir kamuoyu da ancak onun var olmasını isteyenlerin çabalarıyla oluşturulabilir. Sosyalistlerin öne sürdükleri ekonomik değişikliklerin, söz etmekte olduğumuz sakıncaları gidermek konusunda, kendi başlarına etkili olacaklarını sanmıyorum. Kanımca kamuoyu, işverenin, işçisinin iş dışındaki yaşamına karışmamasında ısrarlı olmadığı sürece, politikada ne olursa olsun, ekonomik kalkınma düşünce özgürlüğünü daha da zorlaştıracaktır. Eğer istenirse, eğitim özgürlüğü, devletin işlevini denetleme ve ödenek sağlama ile sınırlayarak, denetimi de kesin şeylerin öğretimine hasretmekle kolaylıkla sağlanabilir.

Ancak bugünkü koşullarda bu da, eğitimi kilisenin ellerine bırakmak demek olur; çünkü, ne yazık ki, onların kendi inançlarını öğretme arzusu, özgür-düşünürlerin kuşkularını öğretme arzusundan çok daha kuvvetlidir. Ancak böyle bir uygulama yine de özgür bir ortam yaratır ve eğer gerçekten isteniyorsa, açık fikirli bir eğitime olanak sağlar. Bundan fazlası da yasalardan beklenmemelidir.

Bu makale boyunca bilimsel bakış açısının yaygınlaştırılması konusunu savundum. Bu da, bilimsel sonuçların bilinmesinden çok farklı bir şeydir. Bilimsel görüş insanlığı yeni baştan şekillendirmeyi olanaklı kılar ve bütün sıkıntılarımıza bir çıkış yolu sağlar. Makineleşme, zehirli gazlar, çığırtkan basın gibi bilimin getirdiği bazı şeyler bütün uygarlığımızı yerle bir edecek gibi görünüyor. Bu, bir Marslının aldırmadan gülümseyerek seyredeceği bir çelişki olabilir; ancak, bizim için bir ölüm-kalım sorunudur. Torunlarımızın daha mutlu bir dünyada mı yaşayacakları, yoksa birbirlerini bilimsel yöntemlerle yok edip insanlığın kaderini Papualılara mı bırakacakları, bu sorunun çözümüne bağlıdır.

Bertrand Russell Kaynak: Sorgulayan Denemeler |Çeviri: Nermin Arık

ERMENİ OPERASININ EN ÖNEMLİ ÇALIŞMASI: ANOUSH OPERA VE ESERLERİ

Anush, tarafından bestelenen beş perdelik eşsesli şiir dayalı tiyatro ilk olarak 1892 yılında Armen Tigranyan tarafından yazıldı. Üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda 1935 yılında bugünkü şekline ulaştı. Ermeni müzik tarihinin en önemli başarılarından biri olarak özel bir öneme sahip olmakla beraber Ulusal özelikler taşıyan Ermeni halk müziği ve kültürü esinlenen Ermeni müzik ve operasının ilk, belki de en popüler çalışmasıdır.

19. yüzyıl yaşandığı rivayet edilen trajik bir aşk trajedisini konu olarak işleyen oyun bir köylü kızın kendini bir uçurumdan atarak hayatının son vermesi ile biter.

Opera, genellikle tarihi veya mitolojik konulu bir drama eşliğinde ortaya konan, müzikal ve teatral formda bir sahne eseridir. “klasik batı müziği” geleneğinin önemli bir parçası olan opera, bir tiyatro eserinde bulunan bir çok unsurun yanısıra, müzikal form veya dansın da içselleştirildiği bir yapı bütünlüğüne sahiptir. ALTERNATİF LİNK >

Bir orkestra veya müzik topluluğunun eşliğinde sunulan eserin, yazılı metnine “libretto” adı verilir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalarını iletir. Resıtatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar. Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Bir opera eserinde, genellikle bahsedilen bu müzik türleri ayrı parçalar halinde, ardıl olarak sunulmakla birlikte, bazılarında (örn. Richard Wagner’in eserleri) müzik bir perde boyunca kesintisiz olarak sürer.

Opera sanatının anayurdu İtalya’dır. Rönesans’ın başlıca merkezlerinden biri olan Floransa, müzikli sahne eserlerinin de beşiği sayılır. İncelemelerden, opera fikrinin bu şehirdeki bazı müzikçi ve şairlerin birleşerek eski Yunan oyunlarına benzer eserler yazmak istemelerinden doğduğu anlaşılıyor. Örnek olarak “Yunan Trajedisi” alınınca eşlik edecek müziğin nasıl olacağı problemi tartışmalara yol açmış, mısraları Renuccini tarafından yazılan ve Peri tarafından 1594’de bestelenen “Dafne” adlı ilk opera sanat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştı.

Operada ilk gelişimi Claudio Monteverdi’de görüyoruz. 1607 yılında bestelediği “Orfeo” adlı operasıyla orkestrayı birinci plana almış, ses türlerini zenginleştirmiştir. Burjuvaların da opera istemesi nedeniyle sanatçılar arialar yani opera havaları yazmış ve 30 yıl sonra Venedik’te para karşılığı opera izlenebilen ilk opera binasının açılmasıyla sanatın merkezi Floransa’dan bu şehre geçmiştir. Burada koro ikinci plana alınmış, Venedik üslubu opera doğmuştur. 17. yüzyıl sonlarına doğru Napoli, İtalyan operasının merkezi olmaya başladı. İtalyan operası Avrupa’ya kısa zamanda yayıldı. Opera sanatı en büyük gelişmeyi 19. yüzyılda gösterdi. Yüzyılın ilk yarısında opera buffa (komik opera) İtalya’da Rossini, Donizetti ve özellikle de Mozart ile dikkate değer örnekler kazandı.

° Almanya’da ilk defa Schütz “Daphne” adlı Floransa stili bir opera besteledi. Müzikli sahne eserleri Alman şehirlerinde yer buldu. Oynanan eserler İtalyancaydı. Ulusal Alman Operası, Staden tarafından yazılan ve ilk Almanca opera olan ‘Seelewig’ adlı eserle başlamış, Hamburg, Alman operasının belli başlı ilk merkezi olmuştur. Strung, Kusser ve Keiser gibi besteciler de ilk önderlerdir. Hasse ve Graun “opera buffa – gülünçlü opera” türünde başarı gösterdiler. Gülünçlü opera, Mozart’la en üstün, en zarif örneklerini kazandı. İngiltere: İngiltere’de saray maskeleri bu sanata rakip görünüyordu. Genellikle ilk İngiliz operası sayılan John Blow’un ‘Venüs ile Adonis’ adlı eseri de «maske» başlığını taşır. Henry Purcell’in opera türündeki tek şaheseri ‘Dido ile Aeneas‘tan sonra İtalyan sanatının etkisiyle bozulan İngiliz operası John Gay ve John Christopher Pepusch’un hazırladıkları The Beggars Opera (Dilenciler Operası) ile yeniden hayat buldu. Fransa’da opera zevki 1645 senelerinden sonra memlekete gelen İtalyan opera gruplarının etkisiyle uyandı. İlk opera binası Académie Royale de Musique, Cambert adlı bestecinin ‘Pomane’ adlı eseriyle açıldı. Fransız operası uzun süre Gluck’un etkisinde kaldı. 19. yüzyıl boyunca devam eden bu etki Beethoven’ın tek operası Fidelio ile bu etkiden kısmen kurtulmuş, insan sesini çalgı gibi kullanmış, süreli bir sahne senfonisi vermemiştir. Fransa’da da gülünçlü opera sevildi. Bu türe “opera comique” denildi. Rousseau da Fransız operasına katkıda bulunan önemli sanatçılardan biridir. Rus operası Glinka ile doğdu. Dargomişski, Borodin (Prens Igor) ve Rimsky-Korsakov’la güzel eserler kazandı. Rubinstein ve Çaykovski daha çok lirik Fransız dramları etkisinde eserler verdiler. Rus beşleri, Rus operasında önemli izler bıraktı.

20. yüzyıl’ın ilk yarısında opera sanatı türlü etkilerle oldukça karışık bir durum gösterir. Bazılarına caz ve romantizm katılmıştır. Bunun nedenlerini çağımızın bestecilerinin daima yenilik yolunda yaptığı denemelerde aramak yerinde olur. Yalnız Hindemith kısa operalarıyla biçim denemelerinin en parlağını yapmış, Orff, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra verdiği sahne oratoryaları ile bu denemelerin son zamanlarda en çok tutulan örneklerini bestelemiştir. Günümüzde opera ikinci bir dünya savaşının sarsıntılarından diğer sanat kolları gibi yavaş yavaş kurtulmaktadır.

Opera, genellikle tarihi veya mitolojik konulu bir drama eşliğinde ortaya konan, müzikal ve teatral formda bir sahne eseridir. “klasik batı müziği” geleneğinin önemli bir parçası olan opera, bir tiyatro eserinde bulunan bir çok unsurun yanısıra, müzikal form veya dansın da içselleştirildiği bir yapı bütünlüğüne sahiptir.

Bir orkestra veya müzik topluluğunun eşliğinde sunulan eserin, yazılı metnine “libretto” adı verilir. Oyun süresinin çoğunu sözlü bölümler oluşturur. Sözler, konunun akışına göre belli başlı şu müzik türleri içinde bestelenir: Arya bir kişinin duygu ve düşüncelerini yansıtır. Düet, terzet, kuartet, kentet vb iki, üç, dört ve beş kişinin duygu, düşünce ve konuşmalarını iletir. Resıtatif kişilerin sözlerini konuşurcasına bir şarkıyla söyledikleri bölümdür. Koro ise oyundaki kamu vicdanının sesini ortaya koyar. Bunların dışında oyun başlarken genellikle bir giriş parçasına (uvertür) ve oyun içinde yer yer orkestra bölümleri ya da geçitleri gibi çalgısal bölümlere yer verilir. Bazı operalarda bale sahneleri de bulunur. Bir opera eserinde, genellikle bahsedilen bu müzik türleri ayrı parçalar halinde, ardıl olarak sunulmakla birlikte, bazılarında (örn. Richard Wagner’in eserleri) müzik bir perde boyunca kesintisiz olarak sürer.

Opera sanatının anayurdu İtalya’dır. Rönesans’ın başlıca merkezlerinden biri olan Floransa, müzikli sahne eserlerinin de beşiği sayılır. İncelemelerden, opera fikrinin bu şehirdeki bazı müzikçi ve şairlerin birleşerek eski Yunan oyunlarına benzer eserler yazmak istemelerinden doğduğu anlaşılıyor. Örnek olarak “Yunan Trajedisi” alınınca eşlik edecek müziğin nasıl olacağı problemi tartışmalara yol açmış, mısraları Renuccini tarafından yazılan ve Peri tarafından 1594’de bestelenen “Dafne” adlı ilk opera sanat çevrelerinde büyük heyecan uyandırmıştı.

Operada ilk gelişimi Claudio Monteverdi’de görüyoruz. 1607 yılında bestelediği “Orfeo” adlı operasıyla orkestrayı birinci plana almış, ses türlerini zenginleştirmiştir. Burjuvaların da opera istemesi nedeniyle sanatçılar arialar yani opera havaları yazmış ve 30 yıl sonra Venedik’te para karşılığı opera izlenebilen ilk opera binasının açılmasıyla sanatın merkezi Floransa’dan bu şehre geçmiştir. Burada koro ikinci plana alınmış, Venedik üslubu opera doğmuştur. 17. yüzyıl sonlarına doğru Napoli, İtalyan operasının merkezi olmaya başladı. İtalyan operası Avrupa’ya kısa zamanda yayıldı. Opera sanatı en büyük gelişmeyi 19. yüzyılda gösterdi. Yüzyılın ilk yarısında opera buffa (komik opera) İtalya’da Rossini, Donizetti ve özellikle de Mozart ile dikkate değer örnekler kazandı.

Anoush Opera / Anoush Opera Pt. 1 – 1983 1. Go Away Anoush 2. Godless Girl 3. Hambartzoum’s Vacation Place 4. I Saw You Dear Girl 5. Introduction 6. Longing Your Road 7. My Heart Again 8. Oh My Luck 9. Oori Tree is Saying 10. Party and Jo 11. The World Knows You are Mine 12. Today is My House Party 13. Under the Cloud 14. Your Lover Knows You’re Blond Anoush Opera Pt. 2 1. Argument of Saro and Mosi 2. Come Out Anoush 3. Conclusion 4. High Mountains 5. I’m Going to the Mountain by Your Door 6. Introduction 7. May Your Stove Smoke Forever 8. Saro, the Sun has Risen 9. Take Back this Unreal World 10. We Became Enemies

JOHN BERGER: BİZİM ZAMANIMIZDAN ÖNCE HİÇBİR ZAMAN BU KADAR ÇOK İNSAN YERSİZ YURTSUZ BIRAKILMADI!

BURADA

MESAFE Termosa kahve doldurmuş paketlemişim ayak izlerimizi gerekirse atarız diye soluk kesici amansız karın dişlerine. Eli çekiçli marangozlar gibi birlikte öğrettik mesafeye nasıl çatılır dam aralarında koştuğumuz ağaçlardan. Geride kalan sessizlikte duymaz olduk artık uzak yaz evinin sorusunu: Yarın nereye gidiyoruz peki? Akşam vakti korkuyor kızak köpekleri orman hiç bitmeyecekmiş gibi. Ama her gece karda kahkahalarımızı duyunca diniyor titremeleri.

İnsanın dünya hakkındaki bilgisinin temel kaynağı “görülebilir” den oluşur. İnsan kendini “görülebilir” aracılığıyla yönlendirir. Öbür duyumlardan gelen algılar bile sık sık görüntü diline çevrilir. (Baş dönmesi patolojik bir olgudur: Kulaktan kaynaklandığı halde insan bunu görüntüsel, uzamsal bir karmaşa gibi yaşar.) İnsan “görülebilir” sayesinde uzamı fiziksel varoluşun önşartı olarak tanır. ‘Görülebilir”, dünyayı ayaklarımıza getirir. Ama aynı zamanda durmaksızın, bunun içinde kaybolma tehlikesinde olduğumuz bir dünya olduğunu anımsatır. “Görülebilir”, uzamı sayesinde dünyayı bizden alıp götürür de. Bundan daha iki-yüzlü bir şey yoktur. “Görülebilir”, bir göz gerektirir. Gören ile görülen arasındaki ilişkinin ana malzemesidir göz. Gören insansa, zaman ve uzaklık nedeniyle gözün asla göremeyeceği şeylerin bilincindedir. “Görülebilir”, onu hem içerir (çünkü gören odur), hem de dışlar (çünkü her zaman her yerde var olamaz). “Görülebilir”; insan için bir tehdit oluşturduğunda bile insana var olduğunu bildiren “görülmüş” ten ve insanın varoluşunu yadsıyan “görülmemiş”ten oluşur. “Görmüş olma” isteğinin -okyanusu, çölü, doğuda bir tan vaktini- derin varlıkbilimsel temeli vardır. “Görülebilir”in insana özgü bu çokanlamlılığına bir de yokluğu, görmüş olduğumuzu artık göremeyişimizden oluşan görsel deneyimi eklemek gerekir. Bir ortadan yok oluş karşısındayızdır. Ve bunun ardından, “görülmemiş”in olumsuzlayışına dönüşerek varoluşumuzu yadsıyan, artık “görülemez” olmuşu, ortadan yok olmuşu var etmek üzere bir savaşa girilir. Böylece “görülebilir”, “görülemez” olanın gerçekliğine bağlar insanı ve bir iç-gözün gelişimine önayak olur. İç-göz, “görülmüş” olan uzamın saldırısına, yokluğa kısmen direnebilirmiş gibi her şeyi bir çelik kasa gibi toplayıp biriktirmeye, düzenlemeye çalışır. Yaşamın kendisi ve “görülebilir”, varlıklarım ışığa borçludur. Yaşam henüz yokken -gören Tanrı değilse- hiçbir şey görülmüş değildir. Ne görsel algının optik açıklaması, ne de gözün ışık uyarısına tepkisel olarak şans eseri yavaş yavaş geliştiğini öne süren evrim kuramı – bunların ikisi de belli bir anda “görülebilir”in doğuşunu, görüntülerin bir anda görüntüye dönüşüvermeleri gerçeğini saran bilmeceyi çözemez. Bu bilmeceye karşılık olarak, en önemli tanrılara bağışlanan başta gelen özellik görme yeteneğidir; her şeyi görebilen bir gözdür. Ancak bundan sonra, “Görülebilir vardır çünkü daha önce görülmüştür,” denebilir.

Yaratılış öyküsü de doğrular bunu. Tanrı’nın ilk yarattığı şey ışıktır. Yaratılış ile ilgili her şey sona erdikten sonra ışık, Tanrı’nın yaratmış olduğu her şeyin iyi olduğunu görmesini sağlar. Altıncı günün sonunda yaratmış olduğu şeylere “baktı” ve hepsinin iyi olduğunu “gördü”. Yaratılış öyküsü varlığa kavuşan “görülebilir”in gizemini anlatır. Bu gizem doğal güzellik denen evrensel ifadede birikir ve tekrarlanır. Hangi düzgüsel sınıflandırma kullanılırsa kullanılsın, böyle bir güzellik bir “vücut bulma” olarak nitelendirilir. İnsanı kendinden söz ettirmeye çağırır. Örneğin bir çağlayan çağlayandır, yani kendinden başka bir şey değildir. Görünüşü, anlamı, önemi ve biçimiyle bir bütünlük oluşturur, ama bu özellikler genelde ayrı ayrı var olurlar ve bakıp sorgulayan tarafından bir araya getirilirler. Güzelliğin vücut buluşu işte bu iç içe giriştir. Böyle bir iç içelik insanın uzam duyusunu ya da insanın uzamdaki Varlık duyusunu değiştirir. “Görülebilir”in sınırsızlığı insanı içerir ve dışlar. İnsan bir görür, bir de sürekli terk edildiğim görür. Görüntüler “görülebilir”in sınırsız uzamına aittirler. İnsan iç-gözü sayesinde kendi imgeleminin ve düşünme yeteneğinin uzamını kavrar. Normalde bu iç uzamın koruyuculuğu içine insan Anlam’ı yerleştirir, korur, geliştirir, yıkar veya yeniden kurar. Açımlanma ânında görüntü ve anlam birleşip tek olunca, fiziksel uzam ve görenin uzamı çakışır: Anlık bir ayrıcalık yaşanır ve gören “görülebilir”e eşitlenmeyi başarır. Dışlanma duygusu tümden yiter ve merkezde olunur. Postane genişti ve müdürü ya beceriksiz ya da kötü niyetliydi; memurlar arasında, sanki çalışma saatleri yetmiyormuş da, üstlerine bir de angarya yıkılmış gibi bir başıbozukluk hüküm sürüyordu. Belki de bir sınır kasabasında olduğu için “Poste Restante”ın önünde sürekli bir kuyruk birikiyordu. Senden bazen bir bazen de birkaç mektup alıyordum. Her mektuba bir dilim ekmeğin yansı kadar bir ücret ödüyordum. Geniş salonun ağırbaşlılığı bir zamanlar -postane 1930’larda inşa edilmişti- tıpkı hacminin toplumsal umudun ifadesi olarak algılandığı gibi yöresel bir erdem olarak düşünülmüş olmalıydı. Şimdiyse çıplak, yıpranmış ve kimliksiz görünüyordu.

“Burada yakınlarınız var mı?”, “Hayır, kimsem yok!” Yersiz Yurtsuz – Edward Said

Memurların çoğu senin yaşındaki kadınlardan oluşuyordu. Gişe ardındaki kadının elinde tuttuğu zarfın üstünde elyazını gördüğümde sesini duydum. Sesini duymak sesini anımsamaya benzemiyordu. Anımsamak belleğe bir sesleniştir. Orada, merkez postanesinin her adımı ve tıkırtıyı yansılayıp çoğaltan taklit mermer tabanı üzerinde “seslenilen” bendim. Bir ses önce bir gövdeye sonra da dile aittir. Dil değişebilir ama ses aynı kalır. Önce sesini daha sonra hangi dilde konuştuğunu ayırt ederim. Postanede, zarfın üstüne yazmış olduğun adı söylüyordun, ama duyduğum o iki sözcük değil senin sesindi. Sesin, aynı anda cereyan eden bütün öbür olaylarla birlikte var oluyordu: Djebeniana’daki ailesine telefon etmeye çalışan Tunuslu, koli göndermeye gelmiş bir kadın, yüz tane mektubu postaya veren bir memure ve maaşını almaya gelmiş ihtiyar bir adam. Sesinin belki de öyle uzun bir yolculuğa çıkması gerekmiyordu, sesinle kulağım arasındaki mesafe sonsuzdu. Gerçeklik hiçbir zaman ölçekle karıştırılmamalı, dereceleri olan yalnızca ölçeklerdir. Daha büyük olan şeyler daha gerçek değildir – böyle olduğuna dair bir eğilimimiz varsa, bu belki de her hayvanda, kendisinden daha büyük bir canlıyla karşılaşınca ortaya çıkan korku refleksinden kalma bir anıdır. Büyüğün küçükten daha gerçek, olduğuna inanmak daha emniyetlidir. Ama oldukça da yanlıştır. Ölümde yerle bir olan ölçektir, ana rahmine düşme ânındaysa ölçeği yaratmak üzere bir nokta sızar evrene. Eğer kapana kısılmışsak, kalbim, gerçekliğin kapanında olmadığımız kesin. Çiçeklerin belki de en bereketli dişisi leylaktır. Doğu Avrupa’ dan Batı ya on altıncı yüzyılda getirilmiştir. Bir Slav çiçeğidir. Burada, dağlar arasında, leylak ağaçlan ilk guguk kuşu şarkısıyla çiçek açıyor. Guguk kuşlanyla leylaklar bir çift oluşturuyor. Guguk kuşu tam bir gözü doymazlık örneği. Çiftleşmenin ardından sesi soluğu kesilince, arsızca tırtıl ve kurtçuklarla (öbür kuşlar için zehirli olan) dolduruyor midesini. Leylakların kokusu, bir keresinde dediğin gibi, ahırdaki ineklerin kokusundan pek farklı değil. Her ikisi de huzur ve rahatlık kokuyor. Günler gitgide uzuyor ve akşamüstleri mutfakta ışık yakmadan oturup kitap okuyorum. Pencere pervazında bir kavanozun içinde bir arkadaşın bahçesinden kestiğim bir leylak dalı duruyor.

Aslı Erdoğan: Hepsi, elimi dokundurduğum her şey, yaralı bereli…

Rengi, çok yıkanmış deniz mavisi bir gömleğin soluk moru. Gençliğimde bu renk bir gömleğim vardı ve Endonezyalı büyük ressam Affandi bu gömlekle bir resmimi yapmıştı. Gömlek de, resim de kayboldu şimdi. Açık pencereden guguk kuşlarının ve hâlâ çalışan oduncuların hızar sesleri geliyor. Bir dakika önce baktığımda, solan gün ışığında leylak dalı, uzaklarda, alacakaranlıkta yiten, çiçek açan ağaçlarla kaplı bir tepe gibi görünmüştü. Gitgide yok oluyordu. Kışlar soğuk geçtiğinden evin duvarları kaim. Pencere girintisinde kepenklere yakın bir yere asılı bir tıraş aynası var. Şu an yukarı baktığımda aynada leylak dalının bir parçasını görüyorum: her çiçeğin her taçyaprağı canlı, belirgin, yakın, öylesine yakın ki taçyaprakları, derideki gözenekler gibi görünüyor. Aynada gördüğüm parçanın gerçekte bana daha yakın duran leylak dalından niye daha net ve yoğun göründüğünü ilk bakışta anlayamıyorum. Sonra fark ediyorum ki, aynada gördüğüm kısım, leylağın güneşin son ışıklarıyla aydınlanan yanı. Sana olan aşkım her akşamüstü bu aynanınkine benzer bir yere yerleşiyor.

“Felsefe aslında bir hasrettir, kendini her yerde evinde hissetme isteğidir” Novalis.

Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçişin, daha sonra uygarlık diye adlandırılan şeyin başlangıcı olduğu söylenir. Şehir dışında yaşayanlara uygarlık-dışı yaratıklar gözüyle bakılmaya başlanır. Anlatılması gereken bir başka öykü de budur – hatta dağlarda kurtlarla birlikte anlatılmalıdır. Şu son bir buçuk yüzyıl içinde belki bir o kadar önemli bir değişim daha yaşandı. Bizim zamanımızdan önce hiçbir zaman bu kadar çok insan yersiz yurtsuz bırakılmadı. Ulusal sınırlan aşan veya köyden şehire akan istekli ya da zorunlu göçler zamanımızı simgeleyen yaşam biçimi halini aldı. Endüstri ve kapitalizmin yeni bir tür vahşetle, daha önce hesapta olmayan böylesine yoğun bir insan göçüne yol açacağı, on altıncı yüzyılda köle ticaretinin başlamasıyla kendim belli etmişti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Batı Cephesi’nde silâh altına alman kitleler, o aynı parçalama, toplama, uzaklaştırma ve sonunda “çorak toprak”lara sürme işleminin daha sonra gerçekleştirildiği bir başka uygulayım alanıydı. Ardından, dünya çapındaki toplama kampları bu süregelen aynı uygulayımın mantığıyla harekete geçti. Marx’tan Spengler’a kadar bütün modem tarihçiler çağdaş göç olgusu konusunda tanımlamalar yaptılar. Bu konuda niye daha fazla söz sarf etmeli diye sorabilir insan? Yanıt ise, kaybedilmiş olanın tekrar fısıldanabileceğidir. Böyle oluşunun nedeni de, duyduğumuz özlemden çok umudun kaybedilmiş bölgelerden filizlenişidir.

Ev yoksa, her şey bölük pörçük bir hale gelir

Ev (home) sözcüğü (Eski Norveççe Heimr, Yüksek Almanca Heim, Yunanca “köy” demek olan Komi) uzunca bir süre, güçlü olanların yanında yer alan iki tür ahlakçı tarafından ele alınmıştır. “Ev” kavramı ailenin mülkünü (bu mülke kadın da dahildir) koruyan evcil ahlak anlayışının temel taşı olmuştur. Buna koşut olarak “anayurt” (homeland) kavramı da insanları, yönetici azınlığın çıkarlarından başka bir işe yaramayan savaşlarda ölmeye ikna ederek vatanseverliğin ilk bağlılık andının içilmesine bir hayli katkıda bulunmuştur. Her iki kullanım da asıl anlamı örtmüştür. Ev başlangıçta yeryüzünün merkezi anlamına gelirdi – coğrafi değil ama varlıkbilimsel anlamıyla böyleydi. Mircea Eliade, evin bir zamanlar üzerine dünya inşa edilebilecek bir çekirdek olduğunu gösterdi bizlere. Onun deyişiyle bir evin kurulduğu yer “gerçeğin can evi”dir. Geleneksel toplumlara göre yeryüzünde anlamlı olan her şey gerçektir, bunun yanı sıra bir de kaos vardır ve tehlikelidir; tehlikesi gerçek-dışı oluşundan kaynaklanır. Gerçeğin can evinde bir ev olmazsa, insan yalnızca açıkta kalmış değil, aynı zamanda hiçlikte, gerçek-dışında kaybolmuştur. Ev yoksa, her şey bölük pörçük bir hale gelir.

John Berger Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü Metis Yayınları Kitapları, Çevirmen: Zafer Aracagök  

ASLI ERDOĞAN: KADIN OLMAK DEMEK, HERKESÇE ONAYLANAN BİR KILIĞA GİRMEK DEMEKTİ

Kuklayı, şöyle bir sars, tozlarından silkele, ayna karşısına sürükle. Yüzünü gözyaşı izlerinden arındır, gündelik katılık maskesini tak ki, insan içine çıkmaya hazır olsun. Pudralarla, farlarla, kat kat boyalarla kapat ölüm solgunluğunu, yoksa insanların dünyasına sızamazsın.

Kılığı iç burkacak denli uyumsuzdu, renklerin düşüne taşına tutturulmuş uyumuna rağmen… Gece yarısı yıkayıp da elektrik kesilince kurulamadığı saçları, gelişigüzel bukleler halinde kabarmış, geçen yüzyıllardan kalma bir peruğa benzemişti. Aynanın üzerindeki floresanı açtı, soluğunu tutup yüzüne baktı. Kadın olmak demek, herkesçe onaylanan bir kılığa girmek demekti. “Lütfen birisi beni görsün,” diye haykırmaktı her an, “görsün ve belleğinde sonsuza dek saklamak isteyeceği bir imgeye dönüştürsün. Benim kendimi bir türlü göremediğim gibi.” Kalabalıkların içinde erimesi gereken gün, acemice yanaklarını, kirpiklerini boyuyor, gözaltı morluklarını kapatıyor, titreyen gözkapaklarına sağa sola taşırarak çizgiler çekiyordu. Kendi karikatürünü çizercesine …

Beceriksizce hatlarını belirginleştirdiği yüzünün biricikliğini yitirişini, aynada beliren anonim kadından adım adım silinişini yabanıl bir zevkle izliyordu. Yırtmacın sergilediği bacaklarını bir başka kadında izler gibi. Son doğallık kalıntısını, çenesindeki sert sarı tüyleri teker teker acıtarak yoldu, bu acıdan da ummadığı kadar zevk almıştı. Mavi, yumuşak, yağlıymışçasına yumuşak havluyla ellerini kuruladı. Ondan geriye kalan tek nesne buydu. Bütün tutku dokunuşlarından, dokunuşların anısından daha sıcak, daha sokulgan olabilen, indirimli alınmış bir Bursa havlusu! Bu sabah da buradaydı işte, kaybolup gitmemişti, insan yalnızlığının tanığı nesnelerin ortak yazgısıyla, hep el altında, hep ulaşılabilir beklemişti. Suskun direnciyle, deniz mavisi sevecenliğiyle, onu burada unutup gitmiş adamdan çok, yokluğunu hatırlatıyordu, ve tuhaftır, sanki her geçen gün o da büyüyordu. “Mola yerinde aldım,” demişti adam, ufacık çantasını karıştırırken, aylar sonra çıkıp geldiği o gece. “Evinde belki havlu bile yoktur diye düşündüm.” “Bir düzine var,” diye cevaplamıştı, alınarak…

Kapıcı gene gazeteyi bırakmamıştı, bodrum dairesinde tek başına oturan kadını asla hatırlamazdı, savunmasızlığın kokusunu almak en eski içgüdüdür, kapıyı var gücüyle çarpmadan önce uzanıp her gün giydiği kasketini taktı. Erimiş mumların dizildiği havasız, rutubet kokan merdivenlerden tırmandı, bir uyurgezer gibi, çukurlarını, girintilerini, çıkıntılarını ezbere bildiği yoldan anacaddeye doğru yürümeye başladı. Gece boyunca kentin tek hakimi fırtınadan geriye ışıltılı yağmur damlaları kalmıştı. Renksiz, ama aydınlık bahar göğü, bomboş bir ayna kadar donuk ve kayıtsız, uzanıp gidiyordu. Her an silinecek gibi duran iki ufkun arasında dar bir koridor… Kentin dimdik yükselen yüzü, ıslak, solgun, titrekti, madeni parıltılada silkinip canlanıyordu. Son yağmur bulutları, bir cenaze törenindeymişçesine ağır, hüzünlü geçiyorlardı. Çamur birikintilerine aldırmadan ilerliyordu. Topuklarının çınlayışını dinleyerek, hızlanarak, sarsılmaz iradesiyle bir adımı ötekinin önüne koyarak… Elden geçirilmiş, yenilenmiş, dipdiri…

Uzaklardan gelen boğuk korna sesleri, çalışmayı reddeden bir motor, çöp kamyonu, metali delen matkap… Kendini her sabah yeniden yaratan dünyanın insansız sesleri… Az sonra, işyerlerine, bürolara, otoyollara, okullara doğru bir haçlı seferi başlayacaktı. Sabah mahmurluğunu atamamış, sürmesini istedikleri düşün peşinde uygun adım yürüyen neferler kaplayacaktı ortalığı; dalgın, telaşlı, suskun, gergin, kızgın yüzler… Dizginlenmiş atların huzursuzluğuyla sokaklar boyunca koşturacaklardı. Taşların arasında yollarını aça aça… Binlerce, on binlerce yazgının, hırsın, istencin, düşün, savaşımın kesiştiği, katmer katmer iç içe geçip kördüğümleştiği bir ağda, birbirlerine dönüp bakmadan … Başkalarının oyunlarında rol kapmak için kıyasıya savaşacak, pazarlıklara, çatışmalara katılacak, paylaşımı çoktan tamamlanmış dünyadan pay koparmak için uğraşacaklardı. Artlarında yalnızca rüzgarın savurduğu buruşuk kağıt mendiller kalacaktı. Yollar, çamurlu kaldırımlar, kalabalıklar, başkaları… Gece bitmiş, geceye bile özlem uyandıran gün başlamıştı, o da çabucak kente karıştı.

Aslı Erdoğan Taş Bina ve Diğerleri

ÖMER HAYYAM: YÜREK NE, SEVGİ NE ONLAR BİLİR Mİ Kİ?

Seni sevdim diye

Seni sevdim diye kınarlarsa beni Seni sevdim diye kınarlarsa beni Kılım kıpırdamaz Kılım kıpırdamaz

Yürek ne, sevgi ne onlar bilir mi ki? Yürek ne, sevgi ne onlar bilir mi ki?

Seni sevdim diye kınarlarsa beni Seni sevdim diye kınarlarsa beni Kılım kıpırdamaz Kılım kıpırdamaz

Bir kavgam bile yok benim onlarla Bir kavgam bile yok benim onlarla Dolu tas er kişiye gerek Yaramaz aşk şerbeti er olmayana

Yürek ne, sevgi ne onlar bilir mi ki? Yürek ne, sevgi ne onlar bilir mi ki?

Seni sevdim diye kınarlarsa beni Seni sevdim diye kınarlarsa beni Kılım kıpırdamaz Kılım kıpırdamaz.


Ömer Hayyam

  Muammer Sun ~ Seni Sevdim Diye – Fazıl Say, piyano – Senem Demircioğlu

YAZARLAR İKİYE AYRILIR: TIRNAKLARINI YİYEREK VE YEMEYEREK YAZANLAR BEN YİYE YİYE YAZIYORUM – ITALO CALVINO

“Sararmaya ve solmaya başlayan imajımla ilgili söylediklerin benim niyetlerimle gayet iyi örtüşüyor. Ölüler, kendilerine ait olmayan şeylerle dolu bir dünyada olmadıkları için nispet ve rahatlama karışımı bir şey hissediyor olmalılar, benim ruh halim de bundan çok uzak sayılmaz. Kimseyi tanımadığım ve kimsenin var olduğumu bilmediği büyük bir şehre yerleşmiş olmam yok yere değil: Bu sayede, daima hayalini kurduğum hayatlardan hiç olmazsa birini gerçekleştirebildim: Yılın büyük bir kısmında günlerimin on iki saatini okumakla geçiriyorum.” (Pier Paolo Pasolini’ye, 7 Şubat 1973)

“Yazar, insan kardeşlerini kurtarmak için kendini paralayan kimsedir.”

Sevgili Micheli

Bir dolu kişinin “hayatına okudum”, özellikle de o lanet Nicosia’nınkine çünkü kimse bana senin bu taraflara geldiğini söylemedi. Yüzünü görmeyi, seninle tartışıp kavga etmeyi, hatta ne bileyim belki de dövüşmeyi pek bir isterdim, öyle sanıyorum ki en sonunda ikimiz dövüşme noktasına geleceğiz. Torino’ya tekrar gelecek olursan, beni bulmalarını ve geldiğini haber vermelerini iste. Senin her gün tonlarca yazı döktürdüğünü, olay örgülü, çok yönlü, polisiye, kırmızı noktalı, mavi, akan sular gibi sıcak ve soğuk romanlar yazdığını biliyorum.

Bu da beni hasetten çatlatıyor çünkü ben hep çabalayıp duruyorum. Güzel, tertemiz, kısa ve özlü bir öykü kitabı ortaya koymayı umuyordum ama Pavese hayır dedi, öyküler satılmıyormuş, roman yazmak lazımmış. Ben şimdi roman yazma ihtiyacı hissetmiyorum: Bana kalsa hayatım boyunca öykü yazarım. Başladığın gibi bitirdiğin, bir çırpıda yazıp okuduğun, sepet dolusu yumurta gibi dolu dolu ve mükemmel olan, bir sözcük çıkarıp ya da ekleyecek olsan her şeyin darmadağın olacağı kısa ve güzel öyküler yazmak istiyorum. Romanda ise her zaman ölü noktalar, bir başka parçaya iliştirmek için yazılmış noktalar, yazarın kendi içinde hissetmediği karakterler var. Roman için başka bir şekilde, daha dingin nefes almak gerekiyor, benim gibi dişlerini sıkıp tutuk tutuk nefes alınmamalı. Ben tırnaklarımı yiye yiye yazıyorum. Sen tırnaklarını yiyerek mi yazıyorsun? Yazarlar tırnaklarını yiyen ve yemeyenler olarak ikiye ayrılıyor. Parmağını emerek yazanlar da var.

blankRoman için aklımdan hiçbir fikir geçmiyor diye düşünme. Aklımda on romanlık fikir var. Ama ben daha en baştan her fikirde, yazacağım romandaki hataları görüyorum çünkü zihnimden eleştirel düşünceler de geçiyor, kendime göre mükemmel roman üzerine kuram oluşturdum ve işte bu aleyhime işliyor. Nicosia, o lanet herif, güzel bir roman yazıyor. Ayrılıkçı Sicilyalılarla ilgili yazıyor, başarılı olacak, üstelik çok kararlı ve yeni bir kalemi var. Natalia da bir roman yazıyor. Pavese de bir roman yazıyor. Ben de bir romana başladım: Bir haftada dört sayfa yazdım. Aradan günler geçti ve tek bir satır bile ilerleyemiyorum, bazı günler yazdığım bir cümlede çıktı mı bindi mi desem diye düşünüp duruyorum.

Hem makale de yazmam gerekiyor, bu da aleyhime işliyor. Her taraftan makale istekleri yağıyor, ben de kabul ediyorum çünkü makale yazmak yarım saatlik iş. Makale yazıyorum, makale yapmıyorum. Makale yapmak için kitaplar okumak, fikir edinmek, kolları sıvamak lazım. Hem ben bir çırpıda aşırı yüzeysellikten aşırı titizliğe geçiş yapabiliyorum. Örneğin bir makalenin belli bir cümlesinde içimden belli bir isme atıfta bulunmak geçiyor. Örneğin: Chesterton. Çünkü Chesterton kulağıma iyi geliyor. Chesterton ve yanına bir sıfat koyayım diyorum. Chesterton gibi yüce. Ya da: Chesterton gibi bunalımlı. Ama Chesterton hakkında bir satır bile okumamışım: Yüce miymiş yoksa bunalımlı mı, yazdığım şeylerle herhangi bir alakası var mı bilmiyorum. Peki o zaman ne yapıyorum? Chesterton’un kitaplarını bulmak için kolları sıvıyorum. Ve kitapları okuyorum. Chesterton’un tüm kitaplarını okuyorum. Chesterton hakkında yazılmış her şeyi de bulup okuyorum. İşte o zaman o cümlede: Chesterton gibi… yüce, bunalımlı, durgun ya da şizofrenik yazabiliyorum. Hepsi bu. Ama bu arada, üç sözcük için on beş günümü harcamış oluyorum.

Artık Omnibus gibi haftalık dergiler için de çalışacağım. Fotoğraflı çalışmalar olacak. Bu benim için çok zor bir şey: Fotoğrafçı ayarlamak, insanlarla uğraşmak, röportaj yapmak, dolaşmak, sorular sormak. Benim gibi özellikle de tembel ve çekingen biri için korkunç bir iş bu. Ama bunu yapmam da gerekli çünkü beni, insanlarla görüşmek, sorunları ve insanları incelemek, hayat kesitlerini tanımak zorunda bırakacak. Şimdi Kurtuluş Ordusu ve yasadışı yollarla göçmenlik üzerine çalışacağım. Gazete için ne zaman röportaj yapmam gerektiyse hep küfrettim durdum, ancak sonradan bunun anlatımıma çok fayda sağladığını keşfettim. Beni masa başı yazar olmaktan bir tek bu kurtarabilir.

İşte böyle, Gismonda.

Bir bağ kamışa el koydun, filizlerle dolu kökleriyle ve kurumuş neden olmasın, yanmış çanak yaprakları. Duymuyor musun işe yaramaz şey? Ben duymuyorum.

Bunu bir daha yapma, Gismonda.

Editör Tatra gerçekten de fazla rahat ve uyuşuk bir adam, Paura sul sentiero’nun ödemesini hâlâ yapmadı.

Yazdığım Rangoni’yi okumuşsundur, sert eleştirime bir parça diplomatik bir biçem vermeye çalıştığım yerler korkunç bir şekilde kesintiye uğradı. Her halükârda tam bir saçmalık oldu. Viareggioluları neden bu kadar çok seviyorsun? Ben San Remoluların içine edeyim.

Hoşça kal. Bana yaz.

Via XX settembre 35 Torino

Italo Calvino Seçme Mektuplar (1945-1985)


Calvino yalnızca önemli bir yazar değil aynı zamanda önemli bir editör ve yayıncıydı. Paolo Pasolini’den İtalyan Komünist Partisi’ne, Elio Vittorini’den çocuk okurlarına, Umberto Eco’dan edebiyat eleştirmenlerine, dergilere, gazetelere yazdığı edebiyat, felsefe ve siyaset konularını ele alan bu 40 yıllık mektuplar okurların olduğu kadar, yazmaya heveslilerin, yazarların ve yayıncıların da ilgisini çekecek nitelikte.

DOSTOYEVSKİ’NİN ÖLÜMSÜZ ESERİ BUDALA’DAN BAZI ALINTILAR

Budala, 19. yüzyıl Rus yazarlarından Dostoyevski’nin 1868 yılında yazdığı dört büyük romandan biridir. Dostoyevski Budala’da, sara hastası Prens Mişkin’i eserinin merkezine yerleştirir. Tedavi için gittiği İsviçre’den dönen Prens ikiyüzlülük, entrika, ahlaki yoksunluk üzerine kurulu bir dünyada; iyi yürekli, dürüst ve açık bir insan olmanın zorluklarıyla mücadele eder. Dürüst olmak “budala” olmaktır çünkü. Dostoyevski’nin en önemli kadın kahramanlarından, tutku ve güzelliğin sembolü Nastasya Filopovna’ya duyduğu aşk, Prens Mişkin’i 19. yüzyıl Rus edebiyatının kült kahramanlarından birine dönüştürürken Budala’yı da gelmiş geçmiş en güzel aşk romanları arasına ekler. İşte Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Budala’dan farklı anlamlar yüklediğimiz kavramları sorgulatacak 20 çarpıcı alıntı…

DOSTOYEVSKİ’NİN BUDALA’SINDAN ALINTILAR

Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen..?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar.

♥ Kaybettiği bir şeyi bulmayı çok istediği zaman, insan bazen öyle yapar. Bakar bir göremez, bomboştur baktığı yer; öyleyken yine de on beş kez bakar aynı yere.

♥ Hem sonra, gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım almaz! Sevdiğiniz bir insanla konuşacaksınız ve mutlu olmayacaksınız! Ah, anlatamıyorum… Kötü durumda bir insanın bile adım başı göreceği öylesine çok güzel şey varken mi mutlu olamayacaksınız? Bir çocuğa bakın, güneşin doğuşuna bakın, bir otun boy atışına bakın, sizi seven insanların gözlerinizin içine bakışına bakın.

♥ Bir çocuğa bakın, güneşin doğuşuna bakın, bir otun boy atışına bakın, sizi seven insanların gözlerinizin içine bakışına bakın…

♥  Kaldırımlarda sağımdan solumdan geçip duran, telaşla koşturan, her zaman aceleci, asık suratlı, endişeli insanlara katlanamıyordum. Neden hep üzgün, hep endişeli, telaşlıydılar? Her zamanki hüzünlü öfkeleri (çünkü öfkelidirler, öfkelidirler, öfkelidirler) nedendir? Mutsuzluklarının suçu kimindir?

Güneşin ışığı altında, etrafımda dolaşan bir küçük sineğin bile dünyanın bu uyumu içinde bir yeri var ve bunu biliyor.

♥  Kuvvetle tahmin ediyorum ki, benim basit varlığım, kâinatın uyumu için gerekli bir zerredir. Belki de artı veya eksi olarak bir işe yarıyor. Tıpkı günde bir milyon insanın ölümünün, dünyanın dengesi için bir ihtiyaç olduğu gibi; bu fedakarlık yapılmadıkça, dünya var olamaz, olsun!

Hiç olmazsa tek bir insanla, sanki kendi kendimleymişim gibi her şeyi konuşmak istiyorum.

♥ Ne var ki hizmet eden insanlarımız pratik olmaktan son derece uzaktır; hatta öyle bir hale geldik ki, soyut düşünme yeteneğinin ve pratik zekânın eksikliği memurlar arasında son zamanlarda en üst düzeyde erdem ve üstün özellik olarak görülmeye başlamıştır.

Her şeye şaşmak elbette budalalıktır; oysa hiçbir şeye şaşmamak çok daha güzeldir, hem nedense incelik olarak kabul edilir. Ama sanmam ki gerçekte de öyle olsun. Bence, hiçbir şeye şaşmamak, her şeye şaşmaktan çok daha büyük bir budalalıktır. Hem sonra: Hiçbir şeye şaşmamak, hiçbir şeye saygı duymamakla aşağı yukarı aynı şeydir. Evet, budala bir insan saygı da duyamaz.

♥ Kaldırımlarda sağımdan solumdan geçip duran, telaşla koşturan, her zaman aceleci, asık suratlı, endişeli insanlara katlanamıyordum. Neden hep üzgün, hep endişeli, telaşlıydılar? Her zamanki hüzünlü öfkeleri nedendir? Mutsuzluklarının suçu kimindir?

♥ Zaten insan yeter ki istesin, gülecek çok şey bulur.

♥  Ona acı veren bir gerginlik, bir huzursuzluk vardı içinde; aynı zamanda müthiş bir yalnız kalma isteği. Yalnız kalmak, kendini bu acı dolu gerginliğe en küçük bir çıkış yolu aramadan bütünüyle bırakmak istiyordu. Kalbine ve ruhuna üşüşen sorulara cevap aramaktan tiksintiyle kaçıyordu.

♥  Ama nereden biliyorsunuz, belki de normal insan budala olmalıdır.

♥  Biliyor musun, bir kadın bir erkeğe en acımasız, en akıl almaz zulümleri ve eziyetleri yapsa da hiçbir üzüntü ve pişmanlık duymaz yine. Çünkü, “onu şimdi çok üzüyorum ama sonra aşkımı verir, gönlünü alırım” diye düşünür her seferinde.

♥ Sevebileceğiniz birine öyle kolayca rastlayamazsınız.

İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor, kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.

Hiçbir şey yapamamanın umutsuzluğun acısı da her acıdan daha güçlüdür.

Ayrıca anladığım kadarıyla birçok bakımdan oldukça farklı insanlarız da… ortak yanımız belki de hiç yok. Ama biliyor musunuz, bu son söylediğime kendim de inanmıyorum. Çünkü çok sık böyle gelir insanlara, ortak yanlarının olmadığını sanarlar. Oysa çok ortak yanları vardır… İnsan tembelliğinden, bir de birbirlerini nasıl görünüyorlarsa öyle değerlendirdiklerinden, onlar da başka şey bulamadıklarından oluyor bu…

Dostoyevski Kaynak: Budala

MAKSİM GORKİ’NİN HAYATI HAKINDA AZ BİLİNEN 10 GERÇEK

Dünya edebiyatının önemli yazarlarından Maksim Gorki’nin gerçek adını biliyor musunuz? Peki ya onun 5 yaşında babasını kaybettiğini ve annesinin de onu terk etmesiyle zor bir yaşam sürdüğünü? 83 yıl önce bugün, oğlunun şüpheli ölümünün ardından kısa süre sonra yaşamını yitiren Gorki, öldü mü öldürüldü mü? Maksim Gorki’ye dair az bilinen 10 ilginç gerçeği sizler için derledik.

blank MAKSİM GORKİ’NİN ASIL ADI NEYDİ? 19. yüzyıl Rusya’sının en önemli yazarlarından olan Maksim Gorki’nin asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov’dur.

blank KÜÇÜK YAŞTA ANNESİ TARAFINDAN TERK EDİLDİ Maksim Gorki, 5 yaşındayken babasını kaybetti ve dedesi ile büyükannesinin yanına taşındı. Annesinin de kendisini terk etmesiyle birlikte dedesi ve kalabalık olan ailesinin yanında yaşayarak, türlü zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldı.

blank ‘GORKİ’ İSMİNİ NE ZAMAN KULLANMAYA BAŞLADI? 8 yaşında çalışmaya başlamak zorunda kalan yazar, çektiği yoksulluk ve acılar sebebiyle Rusçada acı anlamına gelen “Gorki” takma adını kullanmaya başladı. Gorki, 24 yaşında Kafkasya gazetesinde yazmaya başladıktan 3 yıl sonra bir dergide yazdığı “Çelkaş” adlı öyküsü ile ünlendi.

“İYİ YOL GÖSTEREN ON ÇALIŞANDAN İYİDİR!” GORKİ’NİN BÜYÜKANNESİ NEDEN DİLENCİLİK YAPTI?
 

blank GORKİ’NİN EN BAŞARILI YAPITI Küçük yaşta çalışmak zorunda kaldığı ağır işler neticesinde Sosyalizme bağı gittikçe kuvvetlendi. 1906 yılında Rus Devrimi’ne adadığı “Ana” isimli romanı en başarılı eseri olarak kabul edilir.

blank SİYASİ GÖRÜŞÜ NEDENİYLE PEK ÇOK KEZ TUTUKLANDI Çar rejimine karşı çıktığı için pek çok kez tutuklanan Gorki, şiddetli baskılara maruz kalmıştır. Lenin’le yakın bir dostluk kurmuş, 1905 olaylarına doğrudan doğruya katılmıştır.

“Kanlı Pazar” olarak bilinen işçi hareketi sonrası yazdığı bir bildiri nedeniyle tutuklanmış ancak Rusya’da ve Batı Avrupa’da onun için gösteriler yapılması üzerine serbest bırakılmıştır.

MAKSİM GORKİ İLE VLADİMİR LENİN’İN İLK KARŞILAŞMASI, İNSANİ, EDEBİ VE SİYASİ İLİŞKİSİ
 

blank NEDEN FİKİR AYRILIĞI YAŞADILAR? Gorki, Lenin’in devrim hareketini zamanlama açısından erken bulduğu için onunla fikir ayrılıkları yaşadı. Lenin ise Gorki ile arasının açılmasını istememiş, onu ikna etmeye çalışan çokça mektup yazmıştı.

blank MAKSİM GORKİ ÖLDÜ MÜ, ÖLDÜRÜLDÜ MÜ? Maksim Gorki, 1935’te oğlunun şüpheli ölümü ardından 1936’da kendisi de aynı şüpheyle öldü. Zehirlendiği söylense de bu iddia ispatlanamadı. Ancak 1938’de Buharin Mahkemesi’nde NKVD ajanları tarafından öldürüldüğü itiraf edildi.

blank HAYATINI ÜÇ KİTAPTA KALEME ALDI Gorki’nin hayatını anlattığı üçlemesinin ilk kitabı olan Çocukluğum, yazarın zihnine kazınmış acılarla dolu çocukluk dönemi anılarını anlattığı eseridir. Çocukluğuna dair ayrıntılara ilk olarak babasının ölümü ile başlar. Hem dövülen, hem de kendisine gösterilen şefkat kırıntıları arasında bocalayan, annesinin onu ayak bağı olarak görüp terk ettiği bir çocukluk yaşamıştır.

MAKSİM GORKİ, BABASININ VE KARDEŞİNİN ÖLÜMÜNÜ ANLATIYOR

blank KİTAPLARDAKİ KARAKTERLERİ GERÇEK HAYATLA ÖZDEŞTİRİYORDU Hayatını anlatmaya devam ettiği ikinci kitap olan Ekmeğimi Kazanırken, Gorki’nin 15 yaşına kadar çalıştığı ve o dönemde yaşadığı sıkıntıları anlatır. Karşı konulmaz bir okuma isteği, öyle bir gelmişti ki kitaplardaki karakterleri gerçek hayatta karşısına çıkan insanlarla bağdaşıp bağdaşmadığını sorgular olmuştu.

blank EĞİTİMİNİ ‘HAYAT ÜNİVERSİTELERİNDE’ TAMAMLAMIŞTIR Otobiyografi üçlemesinin son kitabı olan Benim Üniversitelerim adlı eserinde ise Gorki, üniversite okumak için Kazan’a gider ancak üniversite öncesinde alması gereken eğitimi tamamlayamadığından üniversiteden kabul görmez. Bu nedenle kendi deyimi ile hayat üniversitelerinde eğitimini tamamlamıştır.

 

Kaynak: fikriyat

KİTAPLARINI BASAN YAYINCI ERDAL ÖZ, YILMAZ GÜNEY İLE İLK KARŞILAŞMASINI ANLATIYOR

Hukuk Fakültesi’ne İstanbul’a gelmiştim. Yıl 1956-57, Hukuk Fakültesi kantininde birtakım yeni dostluklar oluştu. Bunlar şiir, hikâye ve deneme yazarı birtakım arkadaşlardı. Bir grup oluşturduk. Sonradan A Dergisinin yazarlar olarak bu arkadaşlar arasında Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, Doğan Hızlan, Onat Kutlar, Kemal Özer, Hilmi Yavuz, Ercüment Uçarı, Demir Özlü gibi arkadaşlar vardı. O zamanlar yazılarımız çok zor yayınlanıyordu. Dergilere götürüyorduk, pek beğenilmiyordu haklı olarak ve basılmıyordu. Sonradan ilk yazılarımız, ilk şiirlerimiz, ilk öykülerimiz birtakım dergilerde çıkarken kendimiz bir dergi çıkarmaya karar verdik ve A Dergisini çıkardık. Bazı yerlerde toplanıyorduk. Hukuk Fakültesi kantini, Beyazıt’ta caminin arkasında çınar ağacının altındaki çay evi, Laleli de bir kahve… İşte bunların hangisinde olduğunu anımsamıyorum ama birden Yılmaz aramıza karıştı. O zaman Yılmaz Pütün adıyla, birtakım küçük dergilerde yazılarının çıktığını anımsıyorum.

Güney Dergisi, sonra 13 Dergisi, Yeni Ufuklar da öyküler yayınladığını sonra dan öğrendim. Birtakım yazılarını bize getirirdi, bunlar küçük öykülerdi. Pek beğenmezdik. Bizden çok daha amatördü. Yılmaz’la uzun sürdü bu yakınlığımız. O zamanlar Yılmaz’ın sinemaya bir eğilimini görmemiştim. Yani belki içinde vardı, ama hiç bir sinema eğilimi yoktu. Sonra ben Ankara’yı seçtim, Ankara’ya gitmek zorundaydım, İstanbul’dan ayrıldım. Sonra yedek subay oldum. Ardahan’da yedek subayken Yılmaz’ın ilk filmini çevirdiğini öğrendim. Yazıştık da… Sonra Ankara’ya döndüm. Yılmaz’ın o ara 13 Dergisi’nde yayınlanan bir öyküsünden dolasıyla mahkûm olduğunu ve hapse atıldığını öğrendim. Çok parasız bir dönemimdi. Radyoevine yeni girmiştim. Nevşehir Ceza evinden bir mektup aldım. Yılmaz’dandı ve olayı anlatıyordu bana. Çok haksızca bir mahkûmiyetti. Çok genç yaşta tanıştı böyle bir ceza müeyyidesiyle. Hiç parası yoktu ve para istiyordu. Param çok azdı, ama ne kadar param varsa Yılmaz’ a gönderdiğimi anımsıyorum. Bu birkaç kere oldu. Sonra Yılmaz İstanbul’a geldi. Ben Yılmaz’la çok sonra İstanbul’da, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının asılmasına engel olmak için giriştiğimiz imza kampanyası sırasında karşılaştım. Yılmaz o zaman çok ünlüydü. Çoğu filmini de görmüştüm. “Boynu Bükük Öldüler” kitabını biliyordum. Orda çok sıcak bir konuşmamız oldu. Ama benim Yılmaz’ı da son görüşüm oldu.

blankDeniz’lerin asılmasından daha sonra, Yılmaz’ın da Yumurtalık’ta başına gelen o baş belası olaydan önceki dönemdi. Yıllar sonra Yılmaz, Paris’e gitti. Yıllarca yattıktan sonra kaçtı, gitti ve oldu. Yılmaz’ın kitapları sağda solda birtakım insanların elinde kalmıştı. Bunu biraz önlemek amacıyla karısı Fatoş’la bağlantı kurdum ve kitapların Can Yayınları arasında yayınlama kararı aldım. Önce “Boynu Bükük Öldüler'”i yayınladık, sonra “Sanık”, sonra da “Salpa”. Ne yazık ki bu kitaplar kısa zamanda korsan yayıncılar tarafından taklit edildiler ve piyasaya sürüldüler. Hiç bir şey yapamadık. Şimdi Fatoş, Yılmaz’ın bütün kitaplarına sahip çıkıyor. Ona bir yayınevi oluşturduk Vakıf adına. Yılmaz’ın bütün hayranlar, bütün okurları, bütün izleyicileri sanıyorum artık Fatoş’un bu yayınlarına kavuşacaklar ve Yılmaz’ı bir kere daha tanımış olacaklar.

NIETZSCHE: “ÜSTİNSAN YAŞAMINI BÜYÜK EYLEMLER UĞRUNA HARCAMAYA HAZIRDIR”

0

“YALVARIRIM SİZE, KARDEŞLERİM, YERYÜZÜNE BAĞLI KALIN, İNANMAYIN SİZE DÜNYA ÖTESİ UMUTLARDAN SÖZ EDENLERE!”

Nietzsche’ye göre, insan, ilk olarak hayvan’la üst-insan arasında kalmış bir varlıktır ve ikinci olarak bu nedenle alt edilmesi gereken bir şeydir. Bunu bu şekilde Zerdüşt’te birçok ifade etmektedir. Bunun anlamı, Nietzsche’nin düşüncesine göre insan’ın eksikli yani tamamlanmamış bir varlık olmasıdır.İnsan eksikli varlığını aşabilecektir, yanılgılardan ve yücelttiği yanılsamalardan kurtulduğunda, kendisini tamamlayabilecektir. İnsan hep kendini aşmaya çalışarak, alt ederek üst-insan olma yolunda ilerleyecektir. Çağımız nihilizm çağıdır Nietzsche’ye göre ve bu ancak üst-insan’a giden yol ile aşılabilecektir. Aksi halde Nietzsche’nin değişiyle; “İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa karanlığına, yok olacaktır.”

Friedrich Wilhelm Nietzsche ve Üst İnsan Kavramı

Üst-insan, (Almancası Übermensch) Nietzsche’nin geliştirdiği, yapıtlarında kullandığı ve özellikle “Böyle Buyurdu Zerdüşt” adlı kitabında açık bir şekilde tanımladığı felsefi terimlerden birisidir. Nihilizm ve güç istenci kavramlarıyla ilişkili bir kavramdır.

“Yer yüzünün anlamı olacak üstinsan! Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!” der Nietzsche.

Bu deyiş onun üst-insan kavramının anlam katmanlarından birini gösterir diyebiliriz. Bu da Nietzsche’nin dinsel düşünüşe yönelik itirazından ileri gelir.

Bu terim Nietzsche sonrasında pek çok karşıt anlamlarda anlaşılmış ve değerlendirilmiştir; örneğin bu kavram, üstün insan arayışının bir ürünü olarak görülmenin yanı sıra, ırkçı ideolojiler tarafından da ırkçı düşüncelere kaynaklık edecek şekilde yorumlanmıştır. Öte yandan Nietzsche’nin bu üst-insan kavramıyla bütün bunlarla ilişkili olmadığı birçok düşünür tarafından açıklanmış ve gösterilmiştir. Nietzsche’nin burada, insan üstü özellikleri olan bir varlıktan ya da belirli bir ulus ya da etnik kimlikten söz etmediği ortaya konulmuştur.

Nietzsche’ye göre, insan, ilk olarak hayvan’la üst-insan arasında kalmış bir varlıktır ve ikinci olarak bu nedenle alt edilmesi gereken bir şeydir. Bunu bu şekilde Zerdüşt’te birçok ifade etmektedir. Bunun anlamı, Nietzsche’nin düşüncesine göre insan’ın eksikli yani tamamlanmamış bir varlık olmasıdır.İnsan eksikli varlığını aşabilecektir, yanılgılardan ve yücelttiği yanılsamalardan kurtulduğunda, kendisini tamamlayabilecektir. İnsan hep kendini aşmaya çalışarak, alt ederek üst-insan olma yolunda ilerleyecektir. Çağımız nihilizm çağıdır Nietzsche’ye göre ve bu ancak üst-insan’a giden yol ile aşılabilecektir. Aksi halde Nietzsche’nin değişiyle; “İnsan, bir an önce kargaşasını, kendine anlam veren bir düzene çevirmezse, yıldız doğurtmazsa karanlığına, yok olacaktır.” (Böyle Buyurdu Zerdüşt’ün Önsöz’ünde)

Üstüninsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Miller, 17. yüzyılda yazdığı “Geistlichen Erquickstunden” adlı eserinde kullanmıştır.[1] Nietzsche, üstüninsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstüninsan insanlığın da amacıdır.

Nietzsche, üstüninsan kavramıyla, soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır.[2]

Nietzsche kendisini, üstüninsanın habercisi olarak tanıtır. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır[3]:

“İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış.”

Ayrıca eşitliğe de inanmayan filozof, bunu şöyle belirtir[4]:

“Çünkü insanlar eşit değildirler. Gerçek budur. Ve benim istediğim şeyi onlar istemezler.”

İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir[5]:

“İddia ederim ki benim üstinsan dediğime, siz şeytan diyeceksiniz.”

Ona göre üstinsan sert olmalıdır[6].

“Sert olunuz!”

Halk tabakasını küçümser ve eşitliğe inanmadığını tekrar vurgular[7]:

“Panayırda kimse üstinsanlara inanmaz. Orada konuşmak isterseniz halk tabakası göz kırpar ve ‘Biz hep eşitiz’ der.”

Ayrıca üstinsan hakkında şöyle der[8]:

“Haydi haydi, ey üstinsanlar! Ancak şimdi insan, geleceğin doğum sancısındadır. Tanrı öldü, şimdi dileriz ki üstinsan yaşasın.[9] Ey üstinsanlar, içten adamlar, açık kalpliler; güvensiz olun! Derinliklerinizi gizli tutun; çünkü bugün halk tabakasının günüdür.”

Nietzsche’nin üstün insanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüzyılda kapitalizmin yarattığı fabrika kölelerine, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasisiyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa’daki demokratikleşmenin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapıyı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir.

Ek Bilgiler

Nietzsche’de insan, hayvanla insanüstü arasına gerilmiş bir ip olarak tarifini bulur. Bunu Zerdüşt adlı eserinde açıkça belirtmiştir.

“İnsan bir iptir ki hayvanla insanüstü arasına gerilmiştir.Uçurum üstünde bir ip.”

Burada göze çarpan konu, “Evrim”dir; çünkü hayvan insan üstü arasına gerilmiş bir ip tarifi, kuşkusuz bir evrime işaret etmektedir; fakat Nietzsche’nin evrim konusuna bakışı, Darwin’den farklıdır; çünkü Nietzsche, en zengin ve en karmaşık biçimlerin, yozlaşmaya maruz kalmasından dolayı erken asimile olduklarını kaydeder.

“Cins olarak insan her hangi başka bir hayvanla karşılaştırıldığında, bir ilerleme kaydetmez. Bütün hayvanlar ve bitkiler dünyası, alçak olandan daha yüksek olana gelişmez. Hepsi aynı zamanda, birbirinin üzerinde, birbirinin içinden ve birbirine karşı gelişirler. En zengin ve en karmaşık biçimler – çünkü daha yüksek tip sözcüğü daha çoğunu ifade etmez – daha kolay mahvolurlar. Sadece en alttakiler, en aşağıdakiler görünüşte bir ölümsüzlüğü idame ederler.”

Bu alıntılardan sonra, açıkça görülüyor ki Nietzsche’deki evrim anlayışı felsefi bakış açısı olarak Darwin’den farklılık gösteriyor. Nietzsche, Darwin’in “en iyi uyum sağlayanlar ayakta kalır” ifadesindeki, “en iyi uyum sağlayanlar” yani “en güçlüler” kavramına bir zayıflık atfediyor.

Nietzsche’de yüksek cins insan, “ender olarak” dünyaya gelişinden ve bu sebeple çeşitli zorluklarla karşılaşacağından dolayı yok olma ihtimalinin çok fazla olduğunu kaydediyor..

Üst-insan kavramının anlaşılabilmesi için, öncelikle Nietzsche’deki evrim anlayışını iyi kavrayabilmek gerekir. Nietzsche’de kendinden daha iyi bir şey yaratma düsturu, insanüstü ilkesinin temelini oluşturmaktadır; fakat, “daha iyi bir şey” kavramı, tuzaklarla doludur. “İyi”den kasıt güçtür, kudret iradesidir.

Mehmet Berk zerdustoloji.blogcu.com

[1] Felsefe Sözlüğü, Bilgi Yay. sf:1037 [2] Kusursuz Nihilist, Keith Ansell-Pearson, sf:138 [3] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:13 [4] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:121 [5] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:138 [6] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:203 [7] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:267 [8] Friedrich Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:271 [9] Friedrich Nietszche, Böyle Buyurdu Zerdüşt, Sf:268

YAŞAR KEMAL’İN OKURLARINA VASİYETİ: BENİM KİTAPLARIMI OKUYANLAR BİLSİNLER Kİ…

Kaybettiğimiz usta yazar Yaşar Kemal, 12 Kasım 2014 tarihinde Bilgi Üniversitesi’nden ‘Fahri Doktora’ unvanı almıştı. Törene katılamayan Yaşar Kemal, “Kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İnsanın insanı sömürmesine karşı çıksın” mesajını göndermişti.

Usta yazar Yaşar Kemal mesajına şöyle devam etmişti: “Onca acıyı, zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar.

Edebiyatımızda büyük yıldızlar vardır. Hikâyeci Sait Faik de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından tanıyordum.

Bir gün bana “Gel seninle edebiyata getirmek istediklerimizi anlatalım” dedi.

Ben de “İyi olur anlatalım” dedim.

“Başlayalım öyleyse.”

“Başlayalım” dedim.

Ve başladık:

“Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.”

Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler zulümler bitmiyordu. Sonunda “bizim kitaplarımız”, demeye başladık, eninde sonunda biz iki yazarız. “Bu kadar savaşı, zulmü bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki.”

“Kaldıramaz,” dedim.

Sait:

“Dur,” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız kalmayacak” dedi. “Nâzım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar onu da okuyacak.”

Ben “Melih Cevdet de var,” dedim, “Orhan Kemal de.”

Sonra çok insan çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık.

Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu söylemek istiyorum ki ben “angaje”, bağımlı bir yazarım. Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım.

Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut üreterek bugüne kadar gelmiştir.”

VE YÜZLERİMİZ, KALBİM, FOTOĞRAFLAR KADAR KISA ÖMÜRLÜ – JOHN BERGER

BİR ZAMANLAR

Gözlerimi yumduğumda, sık sık yüzler beliriyor önümde. Bunu dikkate değer kılan şeyse yüzlerin netliği. Yüz çizgileri taştan oyulmuşçasına keskin ve belirgin. Bunu bir defa bir arkadaşa anlatayım dedim. Bu olayın bütün yaşamım boyunca -yüzler ilk otuzumdayken görünmeye başlamıştı- binlerce resme bakıp incelemiş olmamla bir ilgisi olduğundan emin olduğunu söyledi. Böyle olması gerçekten pek olası. Ama bu açıklama asıl sorunu göz ardı ediyor; çünkü yakın zamanlara dek resmin işlevi az sonra yok olacak olanı sanki hep varmışçasına resmetmekti. Yüzlerin hiçbiri daha önce tanışıklığım olan yüzler değil. Genelde oldukça kımıltısız ama durağan birer imge değiller; canlı yüzler bunlar ve düşünen bir insana aitler sanki. Onları izlediğimi kesinlikle fark etmiyorlar. Gene de onlan bana bakmaya zorlayabiliyorum. “Zorlamak” galiba biraz abartma oluyor; çünkü bakmaları için büyük çaba sarf etmem gerekmiyor. Yüzlerin hepsine bakacak yerde dikkatimi içlerinden biri üstünde yoğunlaştırınca, günlük yaşamda sık sık olduğu gibi, yüz bana bakıp bakışlarıma karşılık vermeye başlıyor. Optik uzaklıkları normalde benden üç-dört metre ilerideyken, kadın ya da erkek, bakışlarıma karşılık vermeye başladığında yüz öyle bir hal alıyor, öyle yoğunlaşıyor ki aramızdaki uzaklık beş santimetreye inebiliyor. Yüzdeki ifade karaktere ya da yaşa göre değişse de, hep aynı, yoğunluğu bir acı, haz veya duygudan kaynaklanmıyor. Yüz dimdik bana bakıyor ve tek söz etmeksizin yalnızca gözlerindeki ifadeyle varoluşunun gerçekliğini onaylıyor. Bakışım sanki ona adıyla seslenmişçesine yüz karşılık veriyor, “Buradayım!” diyor. Kesinlikle farkındayım ki gözlerimi açacak olsam, yüzler hemen kaçışacak, yok olacaklar. Daha az kesin olan şeyse, gözlerimi yumduğumda ne olduğu. Normalde onlan dışlayan sınırı aşan ben miyim yoksa onlar mı? Onlar geçmişe aitler. Bunu bir kesinlik olarak belirtmemin giydikleri giysiler ya da makyajlarıyla hiçbir alakası yok. Geçmişe aitler, çünkü ölü yüzler bunlar ve ölü olduklarını da bana bakış biçimlerinden çıkarıyorum. Tanışıklığa yaklaşan bir biçimde bakıyorlar bana. Uyuma ile uyanma arası bir durumdaydım. Bu noktadan her iki yöne de kayabilir insan. Bir düşe dalabilir ya da gözlerini açıp kendi gövdesinin, odasının, pencerenin ötesinde karda gaklayan kargaların farkına varabilir. Bu durumu tam uyanıklıktan ayıran şey, bu noktada sözcük ve anlam arasında hiçbir uzaklığın kalmayışıdır. Ad koymanın ilk başladığı yerdir bu nokta. İşte tam burada kendimi doğumda, dahası doğumdan dokuz ay önceki durumda gördüm. Ana kamından doğacak yaşam şimdi belki ölümden çok daha uzak görünüyordu. Ana rahmine düşmek, ortaya çıkmak ve bir biçim kazanmakla eşanlamlıydı. Bu önsel varlık henüz kesin bir biçim kazanmamışsa da, belirsiz ya da nötr değildi. (“Nötr değildi” diyorum; çünkü bir cinsiyeti vardı fakat henüz eşeyi belirlenmemişti.) Yersiz yurtsuz ve öyle masumdum ki! Niteliksiz ve oldukça dayanıklıydım. Ama mutluydum da. Bu mutluluğa ait tek imge, tam uyanıklık sınırından aşırabildiğim tek kaçak eşya, kendime ait bir imge değil -çünkü sınırın öte yakasında kuşkusuz böyle bir şey yoktu- fakat bana benzeyen bir şeyin imgesiydi: bir kayanın, bir taşın pürüzsüz yüzeyi üstünden kayıp akan sudan bir deri akıntısı. İkimiz de öyküanlatıcılarıyız. Sırtüstü uzanmış gece göğüne bakıyoruz.

Tony Goodwin nerede şimdi? Ölümü artık hiçbir yerde yeniden var olamayacağını, varoluşunun sona erdiğini gösteriyor. Fiziksel olarak bu bir gerçek. İki hafta önce meyve bahçesinde yapraklan yakıyorlardı. Köye indiğimde, küllerin içinden geçiyorum. Kül kültür. Tony’nin yaşamı tarihsel olarak geçmişe ait şimdi. Fiziksel olarak bedeni yanıp karbona dönüşerek yeniden yeryüzünün fiziksel sürecine katılıyor. Karbon her tür yaşam biçiminin önkoşulu, organik dünyanın yaşam kaynağıdır. Kendime bunlardan söz etmemin nedeni, gösterişli bir ölümsüzlük simyası icat etmek değil, ölüm tarafından bıkmaksızın didik didik edilen şeyin kendi zaman görüşüm olduğunu kendime anımsatmak kaygısı. Kendimizi çözümleme işleminde ölüm bir yarar sağlamaz. Tony yakın zamana dek çağdaşı olan insanların yaşadığı zaman bağlamında değil artık. O şimdi bu bağlamın çemberinde, bir dairenin değil, tıpkı bir amip ya da elmasınki gibi bir kürenin çemberi üstünde bir yerde. Aynı zamanda bütün ölüler gibi bu bağlamın içinde de. Ölülerin bulunduğu yer hiçbir canlının olamadığı bir yerdir. Ölüler canlıların düş ürünüdür. Ve küre çemberi ölülere, canlıların tersine ne bir engel, ne de bir sınır oluşturur. Ardıcı susturan sessizlik kadar sabit ve sonsuz ölülerin nabzı. Ardıcı susturan bu dünyada yürüdükçe kazmıyor avuçlarımıza ölülerin gözleri.

Bir melek. Kış ışığı altında kanat uçlan köyün ardındaki şahin renkli kayalıklara eriyen beyaz taştan bir melek, ayaklan şimdiden yerden ayrılmış, düşüp ölmek üzere olan bir askerin bileğini tutuyor. Melek askeri kurtarmıyor ama düşüşünü yumuşatır görünüyor. Buna rağmen bileği tutan elin kaldırdığı bir yük yok, nabız ölçen bir hemşirenin eli kadar sıkı ancak. Askerin düşüşünün yumuşar görünmesi her ikisinin de aynı taş parçasından oyulmuş olmasından kaynaklanıyor. Alttaki kaideye savaşında ölmüş kırk beş adamın adı yazılmış. Kaidenin bir başka yüzüne de ikinci Dünya Savaşı’nda ölmüş yirmi bir adamın adı eklenmiş. İkinci gruptaki yedi kişi Alman toplama kamplarında sürgünde ölmüş, öbürleriyse yalnızca bu savaş anıtının duyabildiği makineli tüfeklerce kurşunlanmışlar. Hepsi de Maquis’deymiş. Bazıları ölmeden önce, Gestapo’nun Annemasse’deki merkez karargâhı olan Pax Oteli’nde işkence görmüş. Hemşire elli koruyucu melek bu nazi otelinde, ya da Mauthausen, Dachau ve Auschwitz’de de görünmüş müydü acaba? Bu adamların çoğu değişik anlarda, gelecekte bir gün özgürlüğüne kavuşmuş ülkelerinin köyünde, iyileşmeyen yara izleriyle, ama rahat mı rahat yürüyebilecekleri bir sabah düşlemişlerdir herhalde. Taştan melek bir şeyi temsil ediyorsa, temsil edilen böyle bir sabahtan başka bir şey olamaz.

16 Temmuz 1981, sabah Geleceğin şehirlerini ya da bu şehirlerin yeni teknolojisini görmedim. Ne de bu şehirlerin çöküşünü. Görmüş olduğum şeylerin kehanetle bir ilgisi yok. Elimde bir baston olsa, gözlerim kapalı yürüyebilecek kadar tanıdığım köy sokağım gördüm yalnızca. Birkaç yıl önce kör bir adam ölmüş. Doğuştan kör adam, dört kilometre ötedeki ıssız köyünden buraya yürüyerek gelebilirmiş. Yetiştirdiği anlar köyün öbür anlarından daha fazla bal verirmiş. Ve elini bir kez bile kesmeden yakacak odununu bir kütük üstünde baltayla hep kendisi ufalarmış. Saat 11’de gök mavi ve güneşliydi. Dağ tepelerinde hızla akan birkaç bulut vardı. Bir kuzey yeli. O an gelecekten bakar gibi gördüm köy sokağını. Gördüğüm gerilerde kalan geçmiş zaman olmuştu. Bu dönüşüm öyle usul öyle usuldu ki, durgun bir suya benziyordu. Fransız bayrağının dalgalandığı belediye binasının önündeki kadın ve erkekler şimdi atalarının uslarında birer imge olmuştu sanki. Geçmişin gizem ve sabitliğini edinmişlerdi. Bir çeşit eksiksiz eksiklik kazanmışlardı. Atalarının eylem ve bilgisiyle bu eksikliğin kapatılmasını bekliyorlardı. Ve aynı zamanda daha önce bu eksikliği kapatmış olduklanndan eksiksizdiler: Daha fazlası ellerinden gelmezdi. Kör adamın köye inen yolu gördüğü gibi görüyordum gelece ği- Bir kitap yazmak isterim bazen Yalnız zamanla ilgili bir kitap Zamanın nasıl da olmayışı, Gelecek ve geçmişin nasıl da Sürekli bir şu an oluşuyla ilgili. Düşünürüm ki herkes -yaşayan yaşamış Ve yaşayacak olan herkes- canlıdır şimdi. Bu meseleyi didik didik etmek isterim Tüfeğini boşaltan bir asker gibi. diye yazmış Yevgeni Vinokurov.

Şiirler, anlatı olduklarında bile, öykülere benzemez. Bütün öyküler zafer ya da yenilgiyle sonuçlanan meydan savaşları hakkındadır. Sonuç ortaya çıkacağına yakın her şey o sona doğru harekete geçer. Oysa şiirler sonuca aldırmaksızın, bir yandan yaralılara bakar, bir yandan da korkunç ya da galip olan tarafın yabanıl konuşmalarına kulak vererek aşarlar savaş alanlarını. Bir çeşit barıştır sundukları. Uyuşturuculara ya da ucuz kandırma yollarına başvurmadan, tanıyarak ve bir zamanlar yaşanmış olanın hîç yaşanmamışçasına yitemeyeceği vaadiyle getirirler bu barışı. Bu vaat anıtların söz ettiği vaatlere benzemez. (Hâlâ savaş meydanında olan kim ister taştan anıtları?) Dilin vaadiyse, dili isteyen, dili çağıran yaşantıya bir sığmak sunması, ondan haberli olduğunu belli etmesidir. Şiirler öykülerden çok dualara yakındır, ama şiirde dilin ardına saklı, dua edilen bir kimse yoktur. Duyup haberli olması gereken dilin kendisidir. Dindar şair için “Kelam” Tanrı’nın ilk niteliğidir. Şiir sanatında sözcükler birer iletişim aracı olmadan önce birer varlıktırlar. İşin garibi şiir de, örneğin, çokuluslu bir şirketin yıllık genel raporundaki sözcüklerin aynısını ve aşağı yukarı aynı cümle yapısını kullanır. (Bu şirketler kendi kârları uğruna modem dünyanın en korkunç meydan savaşlarını çıkartmaktan çekinmezler.)

Peki nasıl olur da şiir dili böylesine değiştirebilir, basitçe bilgi iletmek yerine dinleyip vaatler verebilir ve bir tanrı işlevini yüklenebilir? Bir şiirin bir şirket raporundaki sözcüklerin aynısını kullanabilmesi, bir deniz feneri ve bir hapishane hücresinin aynı kütleden kesilmiş ve aynı harçla birleştirilmiş taşlardan yapılabileceği gerçeğinden değişik bir şey demek değildir. Her şey sözcükler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Bütün bu ilişkilerden çıkan toplam, yazarın dile bir sözcük dağarcığı, cümle yapısı ya da bir yapı olarak değil, bir ilke ve varlık olarak nasıl biçim verdiğine bağlıdır. Şair dili zamanın uzanabileceğinden uzak bir yere yerleştirir: Ya da daha doğrusu, şair dile bir yermişçesine, zamanın söz geçiremediği, zamanın kendisinin bile içerilip sınırlandırıldığı bir yoğunlaşma noktasıymışçasına yaklaşır. Şiir bazen kendi ölümsüzlüğünden söz açarsa, onun belli bir kültürel tarihe ait, belli bir şairin dehasından daha uzun ömürlü olduğunu anlatmak içindir bu. Ölümsüzlüğün ölümden sonra gelen ünden ayırt edilmesi gerekir burada. Şiir ölümsüzlükten söz açabilir, çünkü şiir dilin geçmiş, şimdi ve gelecekteki bütün yaşantılara kucak açtığına inanıp tümüyle dile teslim eder kendini. Şiirin vaadi diye bir şeyden söz etmek yanıltıcı olabilir, çünkü vaat geleceğe uzanır; ama şiirin vaadi geçmişin, şimdiki zamanın ve geleceğin toplamından oluşur. Şimdiki zamana ve geçmişe olduğu kadar geleceğe de uyarlanabilen bir vaade bir güvence demek daha uygun olur.

Sanat tarihçilerinin resimlerin kesin tarihlerini belirlemeye çalışırken, yenilikçi fırça darbelerine, faturalara, müzayede listelerine bazen çok önem verip resimdeki modelin yaşıyla pek ilgilenmemeleri çok gariptir. Sanki bu konuda ressama güvenmiyorlardır. Rembrandt’ın Hendrickje Stoffels tablolarını tarihleyip kronolojik bir sıraya koymaya çalıştıklarındaki gibi örneğin. Yaşlanma konusunda hiçbir ressam Rembrandt’ın yetkinliğine erişemedi, hiçbiri yaşamının en büyük aşkının böylesine içten kayıtlarını bırakmadı bizlere. Belgesel tahminler ne derse desin, tablolar ressamla Hendrickje arasındaki aşkın, Hendrickje ressamdan altı yıl önce ölünceye dek, yani aşağı yukarı yirmi yıl sürdüğünü gösteriyor. Hendrickje ressamdan on ya da on iki yaş gençti. Öldüğündeyse tablolardan anlaşıldığı gibi en azından kırk beş yaşındaydı ve Rembrandt’a ilk kez poz verdiğinde yirmi yedisini geçmiş olamazdı. Kızları Comelia 1654’te vaftiz edilmişti. Bu da Hendrickje’nin kızım otuz yaşlarında doğurmuş olduğu anlamına gelir. Benim hesabıma göre, “Yatakta Bir Kadın” (Edinburgh’ta) Comelia’nm doğumundan az önce ya da az sonra yapılmış olmalı. Tarihçilerse bu tablonun “Sara ile Tobias”ın gerdek gecesini temsil eden daha büyük bir tablodan alınma bir parça olabileceğini iddia ediyorlar. Rembrandt’ın gözünde, Kutsal Kitap’tan alınma bir olay her zaman güncelliğini korumuştur. Bu tablo bir bütünün parçası olsa bile, Rembrandt parçayı kesinlikle tamamlamış, izleyicinin kulağına bunun sevdiği kadının en içten tablosu olduğunu fısıldamıştır sonuçta.

Hendrickje’ye ait başka tablolar da var. Louvre’daki “Bathsheba”nın ya da Londra’da Ulusal Galeri’deki “Banyo Yapan Kadm”m önünde nutkum tutulur. Tablolardaki dehadan çok tabloların kaynaklanıp dile getirdikleri yaşantı -bildiğimiz dünya kadar eski, orada yaşam bulan istek; dünyanın sonuymuşçasına yaşanan içlilik, gözlerin sanki ilk kezmişçesine o tanıdık gövdeyi sonu gelmez keşfidir- dilimin böyle tutulmasının nedeni: sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerin ötesinde bir yaşantıdır bu. Başka hiçbir tablo böylesine bir güç ve beceriyle sessizliğe götüremez insanı. Üstelik ikisinde de Hendrickje hareket ederken resmedilmiştir. En büyük içtenlikse ressamın onu görüşündedir, ama karşılıklı bir içtenlik değildir bu. Hendrickje’ninkini değil, ressamın aşkını anlatır bu tablolar. “Yatakta Bir Kadın” adlı tabloda ressam ve kadın arasında bir suç ortaklığı söz konusudur. Bu suç ortaklığı bir ağzı sıkılık ve terk edişle birlikte gündüz ve geceyi de dile getirir. Hendrickje’ nin eliyle kaldırdığı yatak perdesi gündüz ve gece arasındaki eşiği belirtir. İki yıl içinde, Van Rijn’e bir sabah günün ilk ışıklarıyla iflas ettiği haberi verilecektir. On yıl önce, yine günün ilk ışıklarıyla Hendrickje, Van Rijn’in evine henüz bebek olan oğluna bakmak için hizmetçi olarak gelmiştir. On yedinci yüzyıl Flaman ahlakı ve Kalvenizmine göre bir ev sahibi ve ressamın birbirinden ayrı ve sınırlı sorumlulukları vardır. Bu yüzdendir ağzı sıkılıkları. Geceleri ise, ayrılırlar yaşadıkları yüzyıldan. Bir kolye dökülür göğüslerine Gider gelir bir uçtan öbürüne sürekli bir sıla değil midir bu gidiş gelişin aksine?- sonsuzun mis kokusu. Uyku kadar eski, Ölü, diri herkesin bildiği koku.

Hendrickje yastıkların içinden ileri doğru uzanıp kaldırır elinin sırtıyla perdeyi, çünkü avuç içi daha şimdiden hoş geldin demektedir, şimdiden hazırdır sevgilinin başına dokunma hissine. Hendrickje henüz uyumamıştır. Ressamın yaklaşmasını izler bakışları. Yüzünde ikisi bir olmuşlardır. İki imgeyi birbirinden ayırmak imkânsızdır artık: erkekte kadının, kadında erkeğin imgesi; erkekte akılda kaldığı kadar, kadında yatağa yaklaşan erkeği izlediği kadar.

John Berger Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü Metis Yayınları

 

NIETZSCHE: “DAHA İYİ SEVİNMEYİ ÖĞRENİRSEK, BAŞKALARINA ZARAR VERMEYİ DAHA KOLAY UNUTURUZ”

0

Merhamet Edenler Hakkında Dostlarım, dostunuza şöyle bir yergi yöneltmişler: “Zerdüşt’e bakın! Sanki biz hayvanmışız gibi dolaşmıyor mu aramızda? Ama şöyle dense daha iyi olur: ” Gören kişi insanlar arasında, hayvanlar arasındaymış gibi dolaşır.” İnsanın kendisi, gören kişi için nedir: al yanaklı bir hayvan. Bu, insanın başına nasıl gelmiştir? Pek sık utanmak zorunda kalmasından değil midir? Ey dostlarım! Şöyle der gören kişi: utanç, utanç, utanç, -insanın tarihi budur! Ve bunun için soylu kişi, başkalarını utandırmamayı buyurur kendine: bütün acı çekenlerin önünde utancı buyurur kendine.

Gerçek, sevmem onları, o acıyanları, o acırken mutlananları: utançtan yana pek eksik onlar.

Acımam gerekirse, bana acıyan kişi denmesini istemem; ve acıyan kişiysem, uzaktan olmasını yeğ tutarım.

Ve yeğ tutarım başımı örtmeyi ve daha tanınmadan kaçmayı: sizin de böyle yapmanızı isterim, dostlarım.

Yazgım yoluma hep sizin gibi dertsizleri çıkarsın, kendileriyle umut ve yemek ve bal bölüşebileceğim kişileri!

Gerçek, o dertliler için şunu bunu yaptım: fakat daha iyi sevinmeyi öğrendiğimde, hep daha iyi şeyler yapmışım gibi geldi bana.

İnsanlığın var olduğu günden beri insan pek az sevinmiştir: yalnız bu, kardeşlerim, bizim ilk günahımızdır!

Daha iyi sevinmeyi öğrenirsek, başkalarına zarar vermeyi ve zarar düşünmeyi daha kolay unuturuz.

Bunun için elimi yıkarım acı çekene yardım edince; bunun için gönlümü dahi silerim.

Çünkü acı çekeni acı çeker görünce, onun utancından ötürü utandım; ve ona yardım edince, gururunu pek yaman incitmiş oldum.

Büyük borçlar insanları değer bilmeye değil, kin beslemeye yöneltir; küçük bir iyilik, unutulmazsa, kemiren bir kurt olur çıkar.

“Çekingen kabul edin! Kabul ederken kendinizi gösterin!” -bunu salık veririm armağan edecek şeyi olmayanlara.

Ama ben, armağan edenim: dostun dosta vermesi gibi armağan etmeyi severim. Fakat yabancılarla yoksullar, meyveyi ağacından kendileri koparabilirler; daha az utandırır bu.

Ama dilencilerin kurutmalı kökünü! Gerçek, onlara vermek kişiyi tedirgin eder, onlara vermemek dahi kişiyi tedirgin eder.

Günahkarlarla tedirgin vicdanlar da öyle! Bana inanın, dostlarım: Vicdan yarası, yaralanmayı öğretir kişiye.

Ama en kötüsü, küçük düşüncelerdir. Gerçek, kötülük işlemek, küçük düşmekten yeğdir.

Elbet, siz dersiniz: “küçük kötülüklerin verdiği haz, bizi nice büyük kötü işlerden esirger.” Fakat burada kişi esirgenmek istememeli.

Çıban gibidir kötü iş: kaşınır ve sinirlendirir ve patlar, -dürüst konuşur.

“Bak, ben sayrılığım,” der kötü iş: bu onun dürüstlüğüdür.

Oysa mantar gibidir küçük düşünce: sokulur ve saklanır ve hiçbir yerde olmak istemez, -ta ki bütün gövde küçük mantarlarla çürür, sararır, solar.

Ama cin tutmuş kişinin kulağına şu sözü fısıldamak isterim: “cinini büyütsen iyi edersin! Senin için bile daha büyüklük yolu bulunur!”

Ah kardeşlerim! Kişi herkesi biraz fazla tanır. Ve nice kimseler bize göre saydamlaşırlar, yine de biz onların içine hiçbir zaman giremeyiz.

İnsanlar arasında yaşamak güçtür, susmak çok güçtür de ondan.

Ve biz zıddımıza gidene haksızlık etmeyiz en çok, bizi hiç ilgilendirmeyene ederiz.

Fakat acı çeken dostun varsa, acısına dinlenme yeri ol; sert bir yatak gibi ama asker yatağı gibi: onun en çok böyle yararsın işine.

Ve dostun biri sana kötülük ederse, şöyle de: “Bana ettiğini sana bağışlıyorum; ama kendine ettiğini, – onu nasıl bağışlarım!”

Böyle buyurur her büyük sevgi: o bağışlamayı da, acımayı da alteder.

Kişi yüreğini sıkı tutmalı: onu bir koyverdin mi, kafanı da pek çabuk kaçırırsın!

Ah, dünyada acıyanların deliliklerinden daha büyük delilikler nerede görülmüştür? Ve dünyada acıyanların deliliklerinden daha çok acı doğurmuş ne vardır?

Yazık bütün o seven, fakat acımalarının üstüne çıkmayan kişilere!

Bir gün bana şöyle dedi şeytan: “tanrının dahi kendi cehennemi vardır: bu, insana sevgisidir.”

Ve şöyle dediğini işittim geçenlerde: “Tanrı öldü: insana acımasından öldü tanrı.”

Böylece acımadan sakının: o yandan insan üstüne bir kara bulut gelecek daha! Gerçek, ben havanın dilinden anlarım!

Ama şu sözü de belleyin: her büyük sevgi, bütün acımasının üstündedir: çünkü o, sevileni yaratmak ister!

Kendimi sunuyorum sevgime, ”komşumu da kendim gibi” -konuşması da böyledir, bütün yaratıcıların.

Ama bütün yaratıcılar çetindirler.

Friedrich Nietzsche  Böyle buyurdu Zerdüşt

STEFAN ZWEIG: BU DÜNYADA HER ŞEY DERS KİTAPLARINDAN ÖĞRENDİKLERİMİZDEN ÇOK FARKLI

Stefan Zweig, Değişim Rüzgarı’nda; savaşın, insanların yaşamında nasıl travmalar yarattığını gösterir. Savaş sonrasında, değişen Avusturya ve Avrupa’da parçalanan hayatları, savaşın her sınıftan insanda yarattığı farklı etkileri, geleceksizliği, sınıfsal çelişkilerin insanların iç dünyalarında yarattığı değişimin sonuçlarını anlatır. Değişim Rüzgarı’nda savaşın sonuçlarını, Christine ile Ferdinand’ın değişen ve kesişen hayatları ekseninde anlatan Stefan Zweig, romanda ‘kendi yaşamına kendi iradesiyle son vermenin insanın yaşamı boyunca sahip olduğu tek özgürlük’ olarak nitelemesinin yanısıra ‘devlete karşı yapılan hırsızlık’ eyleminin felsefi gerekçesini ortaya koyarak özöldürümden başka bir çıkış yolu olduğunu söyler. Stefan Zweig, ‘Değişim Rüzgarı’ romanında, Avusturya’da bir köy postanesinde tek memur olarak çalışan Christine’nin değişen hayatını anlatır. S. Zweig, Christine’nin ailesi ve gençlik dönemini özetle anlatırken savaşın yarattığı, savaş sonrasında da süren, hayatı insanlar için dayanılmaz kılan yıkım, açlık , yoksulluk ve umutsuzluk günlerini gözler önüne serer. Zweig, roman boyunca savaşın insanların yaşamını nasıl altüst ettiğini, okuyucunun belleğine kalıcı bir biçimde yerleştirmeyi başarır.

Zweig, yarım kalmış ve ölümünden neredeyse 40 yıl sonra( 1981’de) yayınlanan Clarisse romanında savaş karşıtı tutumunu bütün açıklığıyla ortaya koyar: “… Benim için Fransız’ı, Rus’u ya da Avusturya’lısı yoktur. Düşman kan hücrelerine dayanılarak tespit edilemez…”

Clarisse’de cepheye gitmemek için hasta rolü yapan askeri şöyle konuşturur Zweig: “… Evet korkuyorum…Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir. Ben korkuyorum…kendi silahımdan korkuyorum…ben ona dokunamıyorum…ölümü ensende hissetmek yalnızca bizi parçalayacak olan bombayı beklemek, göçük altında kalmak, çığlıklar, başkalarını kanını ellerinde hissetmek…ben artık savaşmak istemiyorum… ben birini süngüleyemem…bomba patlayana kadar bekleyemem…bana sokak kazdırsınlar…bana tuvalet temizletsinler…ama cepheye göndermesinler…” 


BU DÜNYADA HER ŞEY DERS KİTAPLARINDAN ÖĞRENDİKLERİMİZDEN ÇOK FARKLI, İŞLERİNİN YOLUNDA GİTMESİ İÇİN SADIK VE DÜRÜST OLMAYA GEREK YOK…

Avusturya’da bir kent postanesinin diğer yerlerindekilerden pek farkı yoktur: Birini gören ötekilerini de görmüş gibi olur. Franz Joseph döneminden kalma az sayıdaki ve tekdüze mobilyalarıyla iç karartıcı ve soğuk bir etki bırakırlar. Buzulların soğuk nefesinin duyulduğu Tirol’un en uç dağ köylerine kadar asık suratlı memurları ve küf kokan tozlu dosyalarıyla hepsi de eski Avusturya devlet binalarının o bilinen özelliğini aynen korurlar. Mekân kullanımları da aynı: Camlı bir bölmeden oluşan dikey ahşap duvar, odayı herkese açık ve resmî hizmete özel olmak üzere ikiye bölüyor. Devletin odanın herkese açık bölümünde uzun süre beklemek zorunda kalan vatandaşlarını önemsemediği, oturulup dinlenilecek yerin bulunmayışından anlaşılıyor. Vatandaşlar için ayrılan bu bölümde yalnızca tek bir mobilya, duvara dayanmış, korkuluk gibi duran, dokununca sallanan, üzerindeki yırtık pırtık muşamba örtüsü mürekkep damlalarıyla kapkara olmuş bir kürsü bulunuyor; hokkanın içindeki mürekkebin de koyulaşmış, bozuk ve kullanılamayacak bir bulamaçtan farkı yok.

Eğer kürsünün üzerindeki kanalda tesadüfen bir kalem varsa, kesinlikle aşınmıştır ve kullanılamayacak durumdadır. Devlet tasarrufu estetik alanda da kendisini gösteriyor: Cumhuriyet hükümetinin Franz Joseph’in resmini kaldırttığından beri dekor olarak kireç badanalı kirli duvarda yıllar önce kapatılmış olan sergileri gezmeye davet eden afişler, piyango bileti satın alınmasına yönelik reklamlar ve hatta unutkanlık sonucu bazı odaların duvarlarını hâlâ süslemekte olan, savaş yardımında bulunulmasına ilişkin duyurular göze çarpıyor. Devletin, binanın halka açık bölümünde vatandaşına sunduğu güzelliklerin hepsi işte bu ucuz ve basit duvar dekoru ile hiç kimsenin uymadığı sigara içilmez tabelasıdır. Buna karşın üzerinde posta hizmetlerinin verildiği bankonun arkasındaki bölümün daha saygın bir görünüm var. Devlet burada kendi varlığının simgesi olarak tüm gücünü ve kudretini gözler önüne seriyor. Odanın bir köşesine demirden bir kasa konulmuş, pencerelerin tel kafesle örtülmüş olması kasanın içinde çok değerli şeylerin bulunduğu izlenimini veriyor. Seyyar masanın üzerinde pirinçten yapılmış pırıl pırıl parlayan bir mors cihazı çok özel bir parça olarak durmaktadır, cihazın hemen yanı başındaki telefon, siyah nikel altlığıyla daha sade bir görünüşe sahip. Yalnızca bu iki alet için devlet onuruna yakışır saygın bir yer düşünülmüş; çünkü bakır tellere bağlı bu aletler, bu küçücük ve ücra köyü ülkenin en uzak yerleşim birimleriyle birbirine bağlıyorlar. Posta idaresinde kullanılan öteki alet ve gereçlerin tümü birbiri üstüne yığılmış, karmakarışık durumdadır. Tartı cihazı ve mektup çuvalları, kitaplar, dosyalar, evrak çantaları, kayıt defterleri ve şıngır şıngır ses çıkaran yuvarlak bozuk para kutusu, teraziler ve tartı birimleri, siyah, mavi, kırmızı ve mor renkli kalemler, raptiyeler ve maşalar, kınnap, mühür mumu, sünger ve mürekkep kurutma kâğıdı, zamk, bıçak, makas, giyotin ve bunun gibi daha pek çok alet küçücük bir yazı masasının üzerinde üst üste yığılmış gibidir. Masanın çekmeceleri çeşit çeşit kâğıtlarla ve çizelgelerle tıka basa doldurulmuştur. Ancak bu alet ve gereç bolluğu sadece bir göz boyamadır, çünkü devlet bu basit ve ucuz aletlerin her birini çalışanlarına acımasızca zimmetlemiştir. Kullanılıp tükenen kalemden yırtılıp parçalanan mektup puluna, lime lime olmuş mürekkep kurutma kâğıdından teneke leğenin içinde eriyip yok olan sabuna, büroyu aydınlatan ampulden onu yakıp söndüren anahtara varıncaya kadar kullanılan ya da eskiyen her alet için devlet, memurlarından acımasızca hesap soruyor. Demir sobanın yanında, duvarda asılı bulunan, daktiloyla yazılmış, resmî mühürlü ve imzalı uzun demirbaş listesine memurların kullandığı en küçük ve en değersiz eşya bile en ince ayrıntısına kadar kaydedilmiş bulunmaktadır. Bu listede yer almayan hiçbir aleti memurlar burada kullanamazlar ya da tam tersine, listede yer alan her alet yerinde bulunmak ve her zaman kullanıma hazır durumda olmak zorundadır. Devlet böyle istiyor, düzen böyle istiyor, kanun böyle istiyor.

Aslında daktiloyla yazılmış bu demirbaş listesine her sabah saat sekizde büroya gelip camlı bölmeyi yukarıya kaldıran ve masanın üzerindeki aletleri toplayan, mektup çuvallarını açan, mektupları mühürleyen, havale işlemlerini yapan, paketleri tartan, mavi, kırmızı ve mor renkli kalemlerle önündeki kâğıtlara bir şeyler yazan, telefona bakan ve mors cihazını çalıştıran birinin adının da yazılması gerekirdi. Ancak –bir çeşit saygı ifadesi olsa gerek– vatandaşların “posta asistanı” ya da “posta uzmanı” diye adlandırdığı bu memurun adına bu listede yer verilmemiş. Onun adı başka bir listede kayıtlıdır ve bu liste postane müdürlüğünün başka bir bölümünde, her an açılıp denetlenebilecek bir çekmecede bulunduruluyor.

Kartal armasıyla takdis edilmiş bu büronun içerisin.de hiçbir zaman gözle görülür bir değişiklik olmuyor. Postane binasının dışında ağaçlar yeşillere bürünüp yapraklarını dökerken, çocuklar büyüyüp yaşlılar ölürken, evler yıkılıp yerlerine daha modernleri yapılırken, bankonun arkasındaki çalışma düzeninde hiçbir değişiklik olmuyor; devlet kendisini değiştirmeme konusunda var gücüyle direniyor. Çünkü bu bina içerisinde eskiyen ya da kaybolan, bozulan ve kırılan her aletin yerine aynısının konulması yetkili otorite tarafından isteniyor; dış dünyadaki değişim karşısında değişmemekte direnen devlet, böylece kendi gücünün ve üstünlüğünün inanılmaz bir örneğini veriyor. İçerik kayboluyor, ancak biçim varlığını sürdürmeye devam ediyor. Duvarda bir takvim asılı. Bu takvimden her gün bir yaprak kopartılıyor, haftada yedi, ayda otuz yaprak. 31 Aralık’ta takvimin sayfaları azalıp tükendiği zaman, yeni bir takvim alınıyor, aynı boyutta, aynı büyüklükte, dizgisi bile aynı yeni bir takvim; yıl değişiyor, ancak takvim aynı takvimdir. Masada bir gelir gider defteri durmaktadır. Sol taraftaki sayfa dolunca sağdaki sayfaya geçiliyor ve bu işleme, bir sayfadan ötekine geçilerek devam ediliyor. Son sayfa da dolup defter bittiğinde yeni bir deftere, aynı ebatta, aynı türde, öncekinden hiç farkı olmayan yeni bir deftere geçiliyor ve bu işlem, bir sayfadan ötekine geçilerek sürdürülüp gidiyor. Kaybolan eşyanın yerine ertesi gün aynısı konuluyor, hiçbir değişiklik yapmadan sürdürülen posta hizmetlerinde olduğu gibi. Memurlar hep aynı eşyaları, aynı kâğıtları, aynı kalemleri, aynı raptiyeleri ve aynı formları kullanıyorlar. Kullanılan eşya ne azalıyor ne de çoğalıyor; ne bir şey soluyor ne de açıyor, hep aynı yaşam ya da bir başka deyişle aynı tükeniş sürüp gidiyor. Değişen tek şey, kullanılan eşyaların eskimesi ve yenilenmesi ritmi, yazgıları değil. Bir kalem bir hafta dayanıyor, sonra aynı tipte bir yenisi alınıyor. Bir defter bir ay dayanıyor, bir ampul üç ay, bir takvim bir yıl. Hasır koltuk üç yıl dayanıyor, üstünde oturup görev yapan bir memur otuz ya da otuz beş yıl, bu koltuğa daha sonra bir başkası oturtuluyor. Sonuçta değişen hiçbir şey olmuyor.

1926 yılında Viyana’ya trenle iki saat uzaklıktaki Krems’in yakınında küçük bir köy olan Klein Reifling Postanesi’nde çalışan bu demirbaş “memur” bir kadındır ve burada kendisine “posta asistanı” diye hitap edilmektedir. Arkasında çalıştığı camlı bölme onun sempatik ve dikkat çekmeyen genç kadın profilinden daha fazlasını görmeye izin vermiyor; ince dudaklı, soluk benizli, gözlerinin altı biraz morarmış bu genç kadını akşamları parlak ışık altında çalışırken gören dikkatli bir göz, alnında ve şakaklarında bazı yara izleri ve kırışıklıklar bulunduğunu hemen fark eder. Pencerenin önüne koyduğu ebegümeci çiçeği ve daha bugün tenekeye diktiği mürver fidanıyla bu kadın, Klein Reifling Postanesi’ndeki demirbaşlar arasında hâlâ en taze ve en canlı olanıdır ve en azından daha yirmi beş yıl çalışabilir. Bu soluk tenli kadının eli, her açıp kapamada takur tukur eden bu camlı bölmeyi daha binlerce kez kaldırıp indirecektir; yüz binlerce ve belki de milyonlarca mektubu önündeki masanın üstüne koyacak ve yüz binlerce ya da milyonlarca kez siyah mühürü tutup pulların üzerine hep aynı gürültüyle vuracaktır. Belki buna alışık olan bileği giderek daha iyi, daha mekanik çalışacak, giderek otomatikleşecek ve canlı bedenin yerini alacaktır. Mühürleyeceği mektuplar farklı mektuplar olacak, fakat sonuçta hep mektup mühürleyecek, pul kullanacaktır. Günler değişecek, fakat hep 8’den 12’ye ve 2’den 6’ya kadar devam eden işgünü olarak kalacak ve görev, bütün çalışma yaşamı boyunca hep aynı, hep aynı, hep aynı görev olacaktır.

Belki de camlı bölmenin arkasındaki sarı saçlı genç memure, bu sessiz yaz sabahında gelecekle ilgili olarak böyle düşünmektedir, belki de düşlere dalmıştır. Masanın üstünden kucağına kayıveren elleri birbirine kenetlenmiş, hareketsizce duruyordu, zayıf, yorgun ve solgun eller. Masmavi gökyüzü ve kavurucu sıcağıyla bir temmuz günü öğle üzeri Klein Reifling Postanesi’nde yapılacak pek iş yok, sabah işleri bitirilmişti, tütün çiğneyen kambur postacı Hinterfellner mektupları çoktan dağıtmıştı bile. Akşamdan önce paket ya da göndermek üzere fabrikadan deneme ürünü de gelmez artık. Kır insanının, günün bu saatinde yazmak için ne isteği var ne de zamanı. Köylüler başlarına geçirdikleri kocaman hasır şapkalarıyla uzaklardaki üzüm bağlarında çalışıyorlar. Tatil dolayısıyla okula gitmeyen çocuklar çıplak ayaklarıyla derede koşuşturuyorlar. Kapının önünde uzanan ve yer yer kamburlaşmış taş kaldırım, kavurucu öğle sıcağında bomboş. Şimdi eve gidip düşlere dalmak ne güzel olur! Kâğıtlar ve formlar, indirilen panjurların yapay gölgesin.de, çekmecelerde ve raflarda öğle uykusundalar. Aletlerin metal aksamları içerinin loş ışığında miskin miskin parıldıyor. Sessizlik, eşyaların üzerine parlak toz zerrecikleri gibi çökmüştü. Sadece kapalı pencereler arasında uçuşan sivrisineklerin çıkardıkları tiz keman sesi ve bir yabanarısının çaldığı viyolensel, cüceler orkestrasının yaz konserini anımsatıyor. Panjurların indirilmesiyle kıs-men serinlemiş bu odada hiç durmadan hareket eden tek şey, pencerelerin arasında asılı bulunan ahşap çerçeveli duvar saatidir. Her saniye vuruşuyla bir damla zamanı yutuyor, fakat saatin çıkardığı ince ve tekdüze ses, insanı ayık tutmaktan çok, uyutuyor. İşte bu memure, uyuyan küçük dünyasının ortasında tatlı bir sarhoşluk içindedir. Aslında bir elişi yapmak istemişti; bu, yanında getirdiği iğne ve makastan belli oluyor, ancak işlediği eli.şi buruşup yere düştü ve memurenin eğilip onu yerden almaya ne isteği var ne de hali. Gevşemiş ve neredeyse soluğu kesilmişçesine koltuğuna yaslanmış, kapalı göz.lerle hiçbir iş yapmamanın verdiği o güzel duygunun keyfini çıkarıyor.

Ama birdenbire, o da ne öyle: Tak! Memure ürkerek yerinden fırlıyor. Ve bir kere daha, bu kez daha sert, daha mekanik, daha hızlı: tak, tak, tak. Mors cihazının maniplesi hiç durmadan vuruyor ve cihaz gacırdayarak harekete geçiyor: Bir telgraf –Klein Reifling’de çok ender rastlanan bir durum– kaydedilmeyi bekliyor. Memure bir hamlede o tatlı sarhoşluk uykusundan uyanıyor, hızla seyyar masaya koşuyor ve cihazın şeridini devreye sokuyor. Ancak, gelen ilk sözcükleri okur okumaz donakalıyor, çünkü burada çalıştığından beri ilk kez kendi adının bir telgraf metni üzerinde yer aldığını görüyor. Ne olduğunu anlamadan metni defalarca okuyor. Bu da ne demek şimdi? Neler oluyor? Pontresina’dan kendisine telgraf çeken de kim? “Christine Hoflehner, Klein Reifling, Avusturya. Ziyaretine gerçekten çok seviniyoruz. Yolunu bekliyoruz, istediğin zaman, istediğin gün gelebilirsin, yalnız geleceğin günü bize önceden telgrafla bildir. En içten sevgilerle. Claire – Anthony.” Memure bir an düşünüyor: Kendisini davet eden bu Herr ya da Frau Anthony de kimmiş? Yoksa arkadaşlarından birisi aptal.ca bir şaka mı yapmıştı? Ama daha sonra birden, annesinin haftalar önce kendisine teyzesinin bu yaz Avrupa’ya geleceğini söylediğini anımsıyor. Evet, doğru, teyzesinin adı da Klara, Anthony de eşinin adı olmalı. Annesi hep ona “Anton” derdi. Evet, evet doğru, şimdi daha iyi anımsıyor, her şey apaçık ortada, birkaç gün önce annesine Cherbourg’dan bir mektup gelmişti ve annesi tuhaf bir biçimde mektubun içeriğinden kendisine hiç söz etmemişti. İyi ama telgraf doğrudan kendisine geliyordu.Yok.sa sonunda Pontresina’ya, teyzesinin yanına kendisi mi gidecekti? Hayır, hayır, bu asla söz konusu olamaz. Adının üzerinde yer aldığı şeride tekrar tekrar bakıyor; kendi adına gelen ilk telgraftı bu. Merakla ve şaşırmış olarak metni defalarca baştan okuyor. Hayır, olmaz. Bu doğru değil. En iyisi öğleye kadar beklemek ve daha sonra eve gidip bütün bunların ne anlama geldiğini anneme sormak. Hemen anahtarı alıyor, binanın kapısını kilitliyor ve doğruca eve koşuyor. Telaşından telgraf cihazının kolunu indirmeyi de unutuyor. Ve cihazın pirinç maniplesi, boş odada açık bırakılıp gidilmesine isyan edercesine, boş şeride hiç durmadan tak, tak, tak vurup duruyor.

Elektrik kıvılcımının düşünceden daha hızlı olduğunu insan olarak algılayabilmemiz asla olası değil, çünkü beyaz ve sessiz bir şimşek gibi bu küçücük Avusturya postanesinin bunaltıcı, yer yer küf kokan nemli zemini.ne ulaşan bu yirmi üç sözcük, daha birkaç dakika önce üç eyalet ötede, masmavi bir gök kubbesi altında uzanan, buzulların gölgelediği ve sarı mavi renkli kantaron çiçekleriyle örtülü Engadin Platosu’nda yazılmıştı. Telgraf kâğıdının üzerindeki mürekkep henüz kurumadan, metnin içeriği buradaki bir insanın yüreğini telaşlandırmaya yetiyor.

Orada şunlar olmuştu: Anthony van Boolen Hollandalı, ancak bir pamuk tüccarı olarak yıllardan beri Amerika Birleşik Devletleri’nin güney eyaletlerinde yaşıyor. İyi kalpli, uyuşuk, aslına bakılırsa hiç de önemli bir kişiliği olmayan Anthony van Boolen, Palace Hotel’in camlı ve rengârenk ışıklarla donatılmış terasında kahvaltısını henüz bitirmişti ki kahvaltının en güzel bölümü, koyu kahverengi nefis bir Havana purosu geldi; puro, ağzı sıkı sıkı kapatılmış bir teneke kutu içerisinde, doğrudan üretim merkezinden geliyordu. Gerçek bir sigara tiryakisi olan bu şişman ve göbekli adam, ilk çekişin keyfini en iyi biçimde çıkarabilmek için koltuğuna yayıldı, bacaklarını karşısındaki hasır koltuğa uzattı ve daha sonra New York Herold gazetesini önüne açarak, para ve menkul kıymetler borsası verilerinin yer aldığı kocaman ekonomi sayfasına daldı. Masada, tam karşısında oturan karısı Claire –eskiden sadece Klara diye çağırılırdı– bu arada biraz canı sıkılmış olarak, sabahları içmeyi alışkanlık haline getirdikleri greyfurt suyunu hazırlıyordu. Claire yılların verdiği deneyimle, her sabah kocasıyla arasında oluşan bu kâğıttan duvarı yıkma girişiminin sonuçsuz kalacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden otelin kahverengi kepli, elma yanaklı sevimli komisinin birdenbire önüne dikilerek, sabah postasını uzatması Claire’i çok mutlu etti: Tepsinin içinde sadece tek bir mektup vardı, fakat içeriğinin Claire’i çok meşgul ettiği belli oluyordu, çünkü bunca başarısız girişimine rağmen hiç akıllanmamış olacak ki kocasının gazete okumasını kesmeye çalıştı: “Anthony, bir dakika lütfen,” dedi. Gazete hiç kımıldamadı. “Seni rahatsız etmek istemiyorum Anthony, bir saniye beni dinle lütfen, hemen konuşmamız gerek. Mary…” –farkında olmadan İngilizce ifade etti– “Mary mektubunda, çok istemesine rağmen gelemeyeceğini yazıyor: ‘Kalbimden çok rahatsızım, doktorum iki bin metre yüksekliğe kalbimin dayanamayacağını söylüyor. Ama eğer kabul ederseniz kendi yerime, on dört günlüğüne, kızım Christine’yi göndermek istiyorum, sen onu tanırsın Klara, en küçük ve sarışın olanı. Savaş öncesinde sana bir resmini göndermiştim. Gerçi bir postanede çalışıyor, ancak şimdiye kadar hiç izin kullanmadı. İzin dilekçesini verir vermez, izne ayrılabilir. Yıllar sonra seni, sevgili teyzesini ve onun saygıdeğer eşini ziyaret etmekten kuşkusuz mutluluk duyacaktır.’”

Gazete hiç kımıldamadı. Claire’in sabrı kalmamıştı: “Evet, ne diyorsun, Christine buraya gelsin mi?.. Burada ciğerlerine biraz temiz hava girmesinin zavallı çocuğa ne zararı olur, kaldı ki akraba olmanın gereği de bu. Okyanusu aşıp buraya kadar geldiğime göre kız kardeşimin çocuğunu yakından tanımam gerekir, diye düşünüyorum, zaten başka türlü bir ilişki kurmak da olası görünmüyor. Onu buraya davet etmemin bir sakıncası var mı sence?”

Gazete biraz kımıldadı. Beyaz sayfanın üzerinden önce havananın dumanı gri mavi halkalar halinde yükseldi, daha sonra ağır ve umursamaz bir ses tonuyla Anthony eşini yanıtladı: “Not at all. Why should I?” (Hiç.yok.. Neden olsun?)

Bu kısa ve özlü cevapla konuşma bitmiş ve yazgının bir insan yaşamında oynadığı oyun böylece başlamış oluyordu. Yıllar sonra bir ilişki yeniden kurulmuştu, çünkü yalnızca “van” sözcüğünün Hollandaca olmasına ve neredeyse soylu unvanını taşıyan adına ve karıkoca olarak İngilizce konuşup anlaşmalarına rağmen Claire van Boolen, Marie Hoflehner’in kız kardeşinden başkası değildi, bundan dolayı da Klein Reifling’de çalışan posta memuresinin öz teyzesiydi. Çeyrek asır önce Avusturya’yı terk ederken arkasında biraz karanlık bir geçmiş bırakmıştı; Frau Claire van Boolen bunu –belleklerimiz bize her zaman yardımcı olur– artık anımsamak istemiyordu, kız kardeşi de kendi kızını bu konuda yeterince bilgilendirmemişti. Fakat şu gerçekti, o zamanlar bu olay büyük heyecan uyandırmıştı, eğer akıllı ve becerikli insanlar çıkıp da halkın merakını çeken bazı şeyleri gizlememiş olsalardı, daha kötü sonuçlara neden olabilirdi. Frau Claire van Boolen, o zaman pazaryerindeki bir moda salonunda modellik yapan ve Klara adıyla çağrılan sıradan bir kızdı. Fakat fıldır fıldır gözleri ve zarif hareketleriyle karısını provaya getiren yaşlı bir kereste üreticisini baştan çıkarmasını bilmişti. Moda salonunun kapısının önünde saatlerce bekledikten ve birçok umutsuz ataktan sonra zengin ve oldukça da tutucu biri olan kereste üreticisi, birkaç gün içerisinde bu alımlı ve aynı zamanda da büyüleyici sarışına sırılsıklam âşık oldu ve çevresinin hiç de hoş karşılamadığı bir cömertlikle, genç kızla kurduğu ilişkiyi ilerletti. On dokuz yaşındaki manken, kendi halinde ve düzgün bir yaşam süren ailesinin tepkisine aldırmadan, her şeyi eleştiren ve hiçbir şeyi beğenmeyen müşteriler için aynanın karşısında sadece prova amacıyla giyebildiği en şık tuvaletlere ve kürklere sahip olmuş, özel bir arabayla gezintiler yapmaktadır. Ne kadar güzel giyinir ve şık olursa, zengin sevgilisinin daha çok hoşuna gitmektedir; yaşlı kereste üreticisi kesenin ağzını gittikçe daha çok açmakta ve genç sevgilisini daha çok giydirmekte ve süslemektedir. Birkaç hafta sonra Klara bu yaşlı adamı kendisine öyle bağladı ki adam karısından gizli olarak bir avukata başvurdu ve onu, boşanma işlemlerini başlatmakla görevlendirdi. Klara, Viyana’nın en zengin kadınlarından biri olmak üzereydi ki kereste üreticisinin isimsiz mektuplarla uyarılan karısı tam bir aptallık örneği sergileyerek olaya müdahale etti. Otuz yıllık mutlu bir evlilikten sonra birdenbire işe yaramaz bir at gibi, yuları çıkartılıp bir kenara atılmasına haklı olarak çok öfkelenen kadın, bir tabanca satın aldı ve birbirlerine hiç de yakışmayan bu çifti, yeni döşenmiş bir evde aşk yaparken bastı. Öfkesinden çılgına dönen bu talihsiz kadın, silahını doğrudan doğruya eşini baştan çıkartan Klara’ya yöneltti ve iki el ateş etti. Mermilerden biri hedefi.ni şaşırdı, ancak ikincisi üst koluna isabet etti. Yaralanma olayının önemli olmadığı anlaşılsa da yan etkileri bakımından utanç verici bir durumdu kuşkusuz: olay yerine koşarak gelen komşular, kırılan pencerelerden yükselen imdat çığlıkları, kapıların zor kullanılarak kırılması, ayılıp bayılmalar ve tartışmalar, doktorlar, polisler, düzenlenen tutanaklar ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de duruşmaya ve skandala neden olan tarafları aynı ölçüde korkutan dava. Çok şükür zenginlerin davalarına bakan avukatlar sadece Viyana’da yaşamıyor, böylesi yüz kızartıcı işleri takip etmekte uzmanlaşmış yetenekli avukatlara her yerde rastlamak olası; alanında oldukça deneyimli bir avukat olan Karplus, zamanında harekete geçerek olayın tehlikeli bir boyut kazanmasına engel oldu. Klara’yı bürosuna davet etti. Klara sargılı koluna rağmen oldukça şık giyinmiş olarak büroya geldi ve Avukat Karplus’un hazırladığı sözleşmeyi ilgiyle okudu; sözleş.me hükümlerine göre tanık olarak mahkemeye çağrılmadan önce Amerika’ya gitmeyi kabul etmekle yükümlü kılınıyordu, Amerika’da bir defaya mahsus olmak üzere alacağı tazminattan başka, uslu durması koşuluyla, görevlendirilecek bir avukat aracılığıyla beş yıl boyunca her aybaşı kendisine belli bir meblağ daha ödenecekti. Bu skandaldan sonra artık Viyana’da mankenlik yapmak istemeyen ve ailesi tarafından da evden kovulan Klara, hiç öfkelenmeden, önüne konulan dört sayfalık sözleşmeyi okudu, alacağı parayı çabucak hesapladı, aslında öngörülen parayı beklediğinden çok buldu, fakat yine de 1.000 guldenlik bir ek istekte daha bulundu. Bu isteği de kabul edildi ve Klara, buruk bir gülümsemeyle sözleşmeyi imzaladı, okyanusu aşarak Amerika’ya ulaştı ve verdiği karardan asla pişmanlık duymadı. Daha yolda pek çok evlilik teklifi aldı ve bunlardan birisini hemen değerlendirdi: New York’ta, kaldığı bir pansiyonda şimdiki eşi van Boolen’le tanıştı, o zamanlar bir Hollanda ihracat şirketinde küçük bir komisyoncu olarak çalışan van Boolen, eşinin yanında getirdiği ve kaynağını hiçbir zaman öğrenemediği küçük sermayeyle Güney’e gidip bağımsız olarak çalışmaya karar verdi. Üç yıl sonra iki çocukları oldu, beş yıl sonra bir evleri, on yıl sonra da Avrupa’yı yerle bir eden savaş sayesinde paralarına para kattılar ve büyük bir servetin sahibi oldular. Bu arada büyüyen oğlanlar da komisyonculuk işini öğrenmiş ve babalarının kurduğu şirketteki işleri üstlenmişti, böylece artık yaşlanmış olan çift, yıllar sonra gönül rahatlığıyla güzel bir Avrupa gezisine çıkabiliyordu. Fakat tuhaf bir durum ortaya çıkıyor: Gemi, Fransa’nın Cherbourg kentinin pırıl pırıl sahillerine tam yaklaşmıştı ki Claire’in vatan algısı bir anda değişiverdi. Yıllar boyunca Amerika’da yaşamış, kendisini her bakımdan bir Amerikalı gibi hisseden Claire, karşısında uzanan kara parçasının Avrupa olduğunu görünce, birdenbire gençlik yıllarını ve ülkesi Avusturya’yı anımsadı ve kardeşiyle küçücük karyolalarında yan yana yatıp uyudukları geceler ve bunun gibi daha binlerce anı birer birer gözlerinin önünden geçti ve zavallı, dul kalmış kardeşine yıllardan beri tek bir satır bile olsun yazmadığı için kendinden utandı. Artık daha fazla bekleyemezdi: Karaya ayak basar basmaz, işte o mektubu, içine yüz dolar koyup kız kardeşini davet ettiği mektubu yazdı.

Ancak bu daveti kız kardeşine değil de onun kızına yapmak zorunda kalmıştı; Frau van Boolen eliyle işaret eder etmez otelin kahverengi üniformalı komisi bir ok gibi yerinden fırladı ve daveti içeren telgraf kâğıdını alıp postaneye götürdü. Birkaç dakika sonra mors cihazının maniplesi harekete geçti ve cihazın gönderdiği sinyaller binanın damından dışarıya, titreşen bakır tellere ulaştı ve binlerce kilometre uzunluğundaki bu tellerle, akıp giden trenlerden, tozu dumana katan otomobillerden çok daha büyük bir hızla, bir şimşek hızıyla yoluna devam etti. Göz açıp kapatıncaya kadar eyalet sınırını aşmış, binlerce dağ ve tepeden oluşan Vorarlberg’e, şirin prenslik Liechtenstein’a ve platolarıyla ünlü Tirol’a, oradan da dağları ve buzulları aşarak Tuna Vadisi’ne inip Linz’e ulaştı ve bir transformatöre girdi. Burada birkaç saniye dinlendikten sonra “hızlı” sözcüğünün algılanışından çok daha büyük bir hızla Klein Reifling Postanesi’nin çatısındaki istasyondan içeriye, alıcı cihaza, oradan da sözcüklere dönüşerek meraktan yüreği kabarmış, gördüklerine inanamayan şaşkın bir insanın önüne geldi.

Hemen köşenin başında köhne bir çiftlik evi var. Basamaklarına basıldığında gacur gucur sesler çıkaran kara bir ahşap merdiven bu evin küçük pencereli çatı katına çıkıyor. Christine ve annesi işte burada oturuyorlar. Kışları yağan karı kesen geniş dam saçağı, gündüzleri ışığın içeri girmesini engelliyor; ev sadece akşamüzerleri cılız bir güneş ışığı alsa da o da ancak pencere kenarındaki sardunyalara kadar ulaşabiliyor. Bu yüzden bu tahta çatılı evin içindeki her şey, yatak çarşaflarına varıncaya kadar sürekli küf ve rutubet kokuyor. Yılların birikimi kokular, çürük ve mantarlaşmış tahtalara iyice işlemiş. Böyle bir ev normal zamanlarda herhalde sadece depo olarak kullanılırdı. Ancak savaş sonrası yaşanan korkunç konut sorunu, bu insanları alçakgönüllü yapmıştı; dört duvar arasına iki yatak, bir masa ve eski bir sandıktan oluşan eşyalarını koyabilecek bir ev bulabildikleri için Tanrı’ya şükrediyorlardı. Hatta ata yadigârı deri koltuk bile çok yer işgal ettiği için yok pahasına bir eskiciye satıldı; fakat daha sonra bunun büyük bir hata olduğu anlaşıldı, çünkü yaşlı Frau Hoflehner’in şişen ve su toplayan bacakları işlevini yerine getirememeye başladığında oturup dinlenebileceği tek yer olarak sadece yatak kalıyordu.

Yorgun ve genç yaşta ihtiyarlamış bu kadın, kumaş bandajlarla sardığı, üzeri yer yer şişmiş ve damarlarında.ki kanın pıhtılaşmasıyla mosmor olmuş hasta bacaklarını, çamaşırhanesi olmayan bir sahra hastanesinde çamaşır yıkayarak geçirdiği (çalışmak zorundaydı) iki yıllık hizmetine borçlu. O zamandan beri Frau Hoflehner’in yürümesine yürümek denmez; bu daha çok, sürüklenmektir. Bu iri yapılı kadın ne zaman ayağa kalkıp yürümek istese, bir adım bile atamadan acılar içinde kıvranarak yere yığılıyor. Fazla yaşayamayacağını kendisi de biliyor. İşte bu yüzden bir saray müşaviri olan kayınbiraderinin devrimden sonra, tam zamanında harekete geçerek Christine’ye bu posta memurluğu işini bulmuş olması Frau Hoflehner’i çok sevindirmişti; gerçi Christine çok az maaş alıyordu ve kimselerin uğramadığı ücra bir köyde yaşıyorlardı, ancak yine de bir yaşam güvenceleri, dört duvar arası da olsa, başlarını sokacak bir evleri vardı, kıt kanaat geçinip gidiyorlardı; aslında bu yaşamak değil, ol.sa olsa daha dar bir eve, içine konacağı tabuta alışmaktır.

Bu dört duvar arasında sürekli sirke ve rutubet kokusu, yatalak hasta odası kokusu var. Hemen bitişikteki küçücük mutfağın tam kapanmayan kapısından sıcak yemek kokusu ve buharı, için için yanan bir kumaştan çıkan bir duman gibi sürekli içeriye giriyor. Odaya girer girmez, Christine’nin yaptığı ilk hareket pencereyi açmak oldu. Bu ani hareket ve gürültüden, hasta yatağında yatmakta olan yaşlı kadın irkilerek uyanıyor ve inlemeye başlıyor. Bu onun isteyerek yaptığı bir şey değil, ne zaman uykusundan uyandırılsa, tıpkı kırık dökük bir sandık gibi, dokunmak şöyle dursun, yanına yaklaşınca bile gıcırdamaya başlayan bir sandık gibi ciyak ciyak bağır-maya başlıyor: Romatizma hastası olan birinin ani hareketlerden sonra oluşan şiddetli ağrıları önceden algılayıp ondan korkması gibi bir şey bu. Yaşlı kadın önce inleyip sızlıyor, daha sonra korkunç acıların şiddetiyle yarı baygın bir halde soruyor: “Ne var?” Tam ayılıp kendisine gelmemiş olsa da öğle yemeği için vaktin henüz erken olduğunu sezebiliyor. Herhalde önemli bir şey oldu, diye düşünürken, kızı telgrafı eline tutuşturdu.

Yaşlı kadının her hareketi kendisine büyük acı veriyor. Bu romatizmalı el güçlükle komodinin üzerindeki gözlüğe uzanıyor ve çelik çerçeveli gözlüğü ilaç kutularının arasından alıp gözüne yerleştirmesi epeyce zaman alıyor. Fakat telgrafı okur okumaz, hasta kadının ağır gövdesi elektrik çarpmış gibi titremeye başlıyor, heyecandan yerinden fırlıyor, soluk soluğa kalıyor ve düşmemek için kendisini var gücüyle Christine’nin kucağına atıyor. Kendisinin bu durumundan korkan kızına sımsıkı sarılıyor, titriyor, gülüyor, inliyor, bir şeyler söylemek istiyor, ancak bunu başaramıyor. Sonunda, bitkin bir halde ellerini kalbinin üstüne bastırıyor ve kendisini koltuğa bırakarak derin bir soluk alıyor ve bir dakika öyle kalıyor. Daha sonra titreyen dişsiz ağzından karmaşık ve bölük pörçük tümcecikler çıkıyor, bunları kahkahalar ve nedeni anlaşılamayan sevinç çığlıkları izliyor. Kekeleyerek kurmaya çalıştığı tümceler ve el işaretleriyle derdini anlatmaya çalışırken, yaşlı kadının gözlerinden yaşlar boşalıyor, boşalan gözyaşları yanakları üzerinden aşağıya doğru akarak solgun ve titreyen dudaklarını ıslatıyor. Bu komik ve ürkütücü görüntü karşısında şaşkına dönen Christine’ye heyecanlı heyecanlı bir sürü karışık şey sıralıyor: Tanrı’ya şükürler olsun, şimdi her şey daha iyi olacak, bu yaşlı, bu işe yaramaz hasta kadın artık huzur içinde ölebilir. Yalnızca bu amaçla geçen ay haç ziyaretinde bulundum; haziranda, yalnızca bu amaçla Tanrı’ya dua edip ondan tek bir şey istemiştim, o da kız kardeşim Klara’nın ben ölmeden önce buraya gelmesi, benimle ve sen zavallı kızımla ilgilenmesiydi. Şimdi bu dileğim gerçekleşiyor, buna çok seviniyorum. Evet, dualarım kab ul edildi, kız kardeşim şimdi burada, bizim ülkemizde ve sen Christine, onu ve eşini kaldıkları otelde ziyaret etmeye gidiyorsun; teyzen bu daveti mektupla da yapmıyor, daha çok para ödeyerek bize telgraf çekiyor, iki hafta önce de yüz dolar göndermişti. Klara’nın altın gibi bir kalbi var, o hep iyi kalpli ve cana yakın biriydi zaten. Ama sen cebine yüz doları koyup bu halinle oraya gitmemelisin, hayır, bu olmaz. Teyzenleri kaldıkları o lüks termal otelde ziyaret etmeden önce, prensesler gibi giydirip süslemeliyim seni. Evet Christine, orada zengin ve kültürlü insanların arasında olacaksın, ilk kez zengin ve seçkin insanların nasıl yaşadıklarını göreceksin. İlk kez, Tanrı’ya şükürler olsun ki, onlar gibi yaşayacak, onlar gi.bi yiyip içeceksin, bunu gerçekten hak ettin çocuğum. Şimdiye kadar yaşamından ne elde ettin, neye sahip oldun ki, hiçbir şey, sürekli çalışma, görev ve işkence, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de benim gibi huysuz ve elinden hiçbir şey gelmeyen yaşlı bir kadına, yapacağı en akıllı şeyin bir an önce bu dünyadan ayrılıp öteki dünyaya göçmesi olan bir yatalak hastaya bakmak zorundasın. Zavallı çocuğum, tüm gençliğini hasta annen ve şu lanet olası savaş yüzünden berbat ettin. Yaşamının en güzel yıllarını bana bakmakla geçirdin. Ama artık mutlu olabileceksin. Teyzenin ve kocasının yanında çok kibar olmalısın, her zaman kibar ve alçakgönüllü olmaya çalış yavrum, teyzenden çekinmene hiç gerek yok. Klara’nın altın gibi bir kalbi var, o çok iyi bir insan, inanıyorum ki günün birinde ölüp yerin altına girdiğimde, sana sahip çıkacak ve seni bu sevimsiz yerden, bu ahırdan kurtaracaktır. Eğer teyzen seni Amerika’ya götürmek isterse bu.na hayır deme sakın, bu kokuşmuş devletten ve bu kötü insanlardan uzaklaşmaya bak ve beni de kendi yazgımla baş başa bırak. Bakımevinde bir yer bulurum kendime, zaten şurada ne kadar ömrüm kaldı ki… Oh, ne güzel, artık huzur içinde ölebilirim, şimdi her şey iyi olacak.

İLKEL DÜRTÜLERİMİZ MODERN YAŞAMLARIMIZI NASIL BİÇİMLENDİRİYOR? – ROBERT WINSTON

En Meraklı Hayvan

En Meraklı Hayvanlardan yere indiler. Buz Çağı onları yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorluyordu. Bu yeni çevre, bitki zengini ormanlardan daha az kaynak içeriyor ve yırtıcı hayvanlardan korunmak için daha az olanak sunuyordu. Burada 200.000 kuşak boyunca ağır ağır kötü bir doğal seçilim dramı yaşandı ve maymun-adam şiddete, kargaşaya ve savana yaşamına daha iyi uyum sağlamış daha hızlı, daha güçlü, daha dayanıklı, daha zehirli hayvanlarla rekabet etti. Savanadaki bu yaşama beyni bir şempanzeninkiyle aynı büyüklükte olan Australopithecus olarak başladık. Bu beynin büyüklüğü sonraki üç milyon yıl içinde üç kalına çıktı.

Beynimiz ve içinde barınan aklımız bizim gizli silahımız ve hayatta kalma sorununa bulduğumuz çözüm oldu. Gitgide karmaşıklaşan zihinsel bir mimari gelişmeye başladı. Beyin hücrelerinin sayısında daha önce eşi benzeri görülmemiş bir artış meydana geldi (bizim beynimizde bugün yüz milyar sinir hücresi bulunmaktadır) ve bunun yanı sıra akıl gittikçe karmaşıklaştı. Öğrenme, duygular ve mantıktaki olağanüstü sıçramaya paralel olarak yeni içgüdüler geliştirmeye devam ettik. Alet yapmayı ve kullanmayı öğrendik. Ateşi ve kullanım alanlarını keşfettik. Çevremizi saran dünyanın daha geniş bir kısmını merak etmeye ve böylece keşifler yapmaya başladık. Birbirimizle konuşmaya başladık. Konuşma toplumsal yaşamı mümkün hale getirdi. Toplumsal yaşam gitgide karmaşıklaşh ve daha başarılı oldu. Aç avcı-toplayıcılardan oluşan küçük gruplar kaynaklarını bir araya getirebiliyor; kendileri, çevreleri, su, yiyecek ve yakıt kaynakları hakkında edindikleri önemli bilgileri değiş tokuş edebiliyorlardı. Üyeleri arasında daha karmaşık duygusal işbirliği ve akrabalık bağları bulunan daha büyük gruplar oluşturmak olanaklı hale geldi. İşbölümünün karmaşıklığının artışı toprağa kök salmamıza, uygarlıklar kurmamıza ve zengin bir kültürel yaşam icat etmemize olanak verdi.

Tür olarak, fiziksel tasarımımız büyük ve anonim kentlere, düşük stres düzeyine, hızlı yiyeceklere, bağımlılık yapan ilaçlara ve toplumsal olmayan bir yaşama uygun değildir. Nükleer silahları icat edenler başka insan gruplarıyla ne kadar kolay ittifak kurduğumuzu ve düşmanlarımıza şiddet uygulamaya ne kadar kolay yöneldiğimizi hiç hesaba katmamıştır. Maddesel zenginlik ve statü arayışı çoğu zaman ailelerin parçalanması sonucunu doğuruyor. Bazı gereksinim ve isteklerimizi her zaman karşılayamıyoruz. Üyeleri birbirine sıkıca bağlı ve bağımlı gruplar halinde yaşadığımız için dedikodu ve entrikaya alışkınız; ama bugün EastEnders ile yetinmek zorundayız. Taş Çağı içgüdülerimiz ile sanayi-ötesi uygarlığın bize yaşattığı stres arasında bir gerilim mevcuttur.  Türümüz beş milyon yıllık savana psikolojisinin genetik yükünü sırtlayarak ve hominidler öncesinden kalan mirası devralarak hayatını sürdürmek zorunda kalmıştır. İçgüdü ve genler Okuduğunuz kitabın konusu işte bu genetik yüktür. Ama önce izninizle “içgüdü” sözcüğüyle ne demek istediğimi anlatayım. Charles Darwin konuyla ilgili olarak ne diyor? Darwin Türlerin Kökeni adlı eserinde, “İçgüdünün herhangi bir tanımlamasını yapmaya kalkışmayacağım. Terimin genellikle çeşitli zihinsel eylemleri içine aldığını göstermek kolaydır; ama içgüdünün guguk kuşunu göç etmeye ve yumurtalarını başka kuşların yuvalarına bırakmaya ittiğini söylediğimiz zaman, ne demek istediğimizi herkes anlar,” diye yazar. Bunun evrim teorisinin babasından beklenmeyecek kadar kısa bir açıklama olduğunu düşünebilirsiniz. Ama Darwin “içgüdü” terimiyle ilişkilendirilen özelliklerden hiçbirinin her yerde her zaman karşımıza çıkacak türden nitelikler olmadığına işaret etmekte haklıydı; daima istisnalar olacaktır. Kuşkusuz, elimizde işe yarayan bir tanım olmalıdır ve bu tanım doğuştan sahip olduğumuz akıl ile, öğrenme, kültür ve sosyalleşme yoluyla “edindiğimiz” akıl arasında bir ayrım yapmalıdır. O halde, içgüdü aslında davranışlarımızın öğrenmediğimiz kısmıdır diyebiliriz. Bununla birlikte, çevremiz (ve bu nedenle öğrenmemiz) içgüdülerimizi dışa vurma biçimimiz üzerinde güçlü bir etki yapabilir. İçgüdü; eylem, arzu, akıl ve davranışların geçmişten miras olarak devralınan öğeleridir ve kesinlikle insansal olan içgüdüler savanada geçirdiğimiz zaman  zarfında  bilenen içgüdülerdir. Bugün miras olarak aldığımız nitelikler hakkında Darwin’in bildiğinden çok daha fazla şey biliyoruz; bu niteliklerin genler aracılığıyla aktarıldığını biliyoruz. İnsan genomunun dizilemesinin tamamlanması insan bilimleri tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu uluslararası araştırma programında çalışan önemli kişilerden biri Birleşik Krallık Sanger Enstitüsü’nün başkanı John Sulston idi. Britanyalı sanatçı Marc Quinn alışılmışın dışında bir Sulston portresi yapmıştır ve bu eser Londra’ daki Ulusal Portre Galerisi’nde sergilenmektedir. Eser, Galeri’ de sergilenen ilk “kavramsal portredir.” Portre, konu aldığı kişinin yüzünü resmetmemektedir; bunun yerine, etrafı paslanmaz çelikten yapılmış kalın bir çerçeveyle çevrilmiş bir agar jölesi kitlesi içinde yarısaydam boncuk dizileri asılı durmaktadır. Her boncuk dolaşık halde duran milyonlarca ONA lifi içermektedir. Bu lifler Sulston’ın spermlerinden alınmış kendi genetik materyalinden elde edilerek büyütülmüştür. Sulston ve araştırma ekibinde yer alan Amerikalı Francis Collins ile Eric Lander gibi çalışma arkadaşlarının ne büyük bir başarı kazandığını kavramak biraz güç olabilir. Genetik alanının önde gelen kişilikleri ilk kez 1985 yılında Santa Cruz’ da fikri tartışmak üzere buluştular ve fikrin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı sonucuna vardılar. Ama 1988′ de Amerikan hüküm eti projeyi resmen onayladı. Bazı kişiler bu projeyi aya yolculuk etmeye benzetiyordu, ama işin  içinde olanlar bu araştırmanın Mars’ a insan göndermek kadar zor bir görev olduğunu düşünüyorlardı. DNA dizileme ve bilgisayar teknolojilerinde hızlı ilerlemeler kaydedilmesiyle birlikte bu düşünceler süratle değişti ve İnsan Genomu Projesi 2001 yılında tamamlandı. Araştırma ekibi tarafından DNA çift sarmalının basamaklarını simgeleyen üç milyar harften (A, T, G ve C harflerinden) oluşan bir liste yayımlandı. Bu liste A4 boyutlarında 600.000 sayfadan oluşuyor ve kitap boyutlarında üretilmiş hali rafta 80 küsur metrelik yer kaplıyordu. Bu dev şifre aslında insan vücudunun nasıl geliştirileceğini anlatan bir formüldür. Kimsenin tek yumurta ikizinin olmadığını varsayarsak, çok küçük farklar dışında herkesin vücudunda bu kimyasal şifrenin  aynısından bulunmaktadır. Buna bu nedenle insan genomu denmektedir. Kişiden kişiye kabaca her bin harften sadece biri değişmektedir. Bu binde birlik farklılık insanın fizyolojisini, hormon dengesini, kanser geliştirme ya da mavi gözlü olma eğilimini belirlemektedir. Ama bu şifrenin 600.000 sayfalık kısmında bu spesifik genler ve onların “fenotip” etkilerini göstermelerini (organizma içerisinde  eylemlerini gerçekleştirmelerini) sağlayan bilgileri aramak, samanlıkta iğne aramaya benzer. Beynin gelişimini belirleyen büyük ölçüde bu genetik şifredir. Ama beynin bilişsel işleyişinin ayrıntıları hala gizemini korumaktadır. Beynin fiziksel yapısının incelenmesi bize çok fazla fikir vermez ve biz bugün beyinle ilgili tıbbi tedavilerin büyük kısmını üstünkörü uygulamaktayız. Beyinle ilgili tıbbi araştırmalarımızı bir adamın önüne bir bilgisayar koyup eline de bir tornavida tutuşturarak ondan bilgisayarın kasasını açmasını ve işletim sisteminin nasıl çalıştığını bulmasını istemekten farklı bir yaklaşımla yürüttüğümüz  söylenemez. Bu iyi bir benzetme olabilir, çünkü insan beyni sadece bilgisayara benzemekle kalmaz, zaten bir tür bilgisayardır. Beynin hızlı ve esnek sinir ağları içerisinde veri işlemciler, bellekler, davranış algoritmaları, mantık yürütme programlan, hızlı-tepki mekanizmaları ve dış dünyaya ilişkin girdi ve çıktılar bulunur. Bu organı araştırmanın en iyi yolu, kasasını hiç açmadan yazılımı  yeniden çalıştırmak ve onun işleyişini izlemektir. Garip davranışlar İnsanlık yirminci yüzyılda etkileyici bilimsel başarılar elde etti. Bunlardan ilki Einstein’ın Newton fiziğine cesurca meydan okuyan özel ve genel görelilik teorileriydi. Görelilik Merkür’ ün yörüngesinde gözlemlenen gariplikleri açıklayarak ve yıldız ışığının Güneş tutulması sırasında Güneş çevresinde nasıl eğileceğini doğru şekilde tahmin ederek çok geçmeden kendini kanıtladı. ABD Nagasaki ve Hiroşima’ya birer atom bombası attığı zaman tüm dünya Einstein’ın kuramlarının doğrulanışına yakından tanık oldu. Peki ya insan bilimleri ve “insan doğasını” aydınlatma girişimleri? Antropologlar uzaklardaki yabancıl adalardan ve metropollerin gettolarından harika öykülerle döndüler. Bu öykülerde kültürel tuhaflıklar, garip, sıra dışı ayinler ve inançlar anlatılıyordu. Bazı antropologlar insan doğası ve kültürlerinin dünyanın her yerinde ve zamanın her uğrağında nasıl bazı açılardan benzer bazı açılardansa farklı olduğunu açıklamayı hedefleyen görkemli ve geniş kapsamlı teoriler kurmaya kalkıştılar. Ama bir süre sonra aralarında işlevselcilik ve yapısalcılığın da yer aldığı bu teoriler yavaş yavaş yok oldu ya da saygınlığım yitirdi. Princeton Üniversitesi’nin saygın antropoloğu Profesör Clifford Geertz antropologların işinin laboratuvarda deney yapmak olmadığına işaret etmekte haklıdır. Trobriand Adalarında yaşayan halklar arasında Oedipus kompleksinin “ters yönde gerçekleştiği” iddiası ya da Pueblo Kızılderililerinin hiçbir şekilde saldırgan olmadıkları teorisi “bilimsel olarak sınanmış ve onaylanmış” varsayımlar değil, birtakım yorumlardır.

İnsan davranışı değişken ve tahmin edilmesi güçtür. Kimsenin Günlüğü adlı eserin kahramanı Bay Pooter her sabah kent merkezine inmek için sekiz kırk beş otobüsünü yirmi sene boyunca hiç  kaçırmadı diye onun aynı otobüsü yarın da yakalayacağına güvenemeyiz. Nitekim bir sabah Bay Pooter bir nakliyeci ile tartışır ve bu yüzden otobüsü kaçırır. Öte yandan Merkür’ün yörüngesinin tahmin edilmesi kolaydır. Görelilik teorileri Newton’un göksel cisimlerin hareketlerine ilişkin olarak kurduğu modeli daha da iyileştirmiştir. Ve ona bir asteroit ya da kuyrukluyıldız çarpmadığı sürece (ki bu da tahmin edilebilecek bir olaydır) Merkür Güneş kendi kendini yakıp bitirene dek aynı hareketi tekrarlayacaktır. İnsan her gün sınırsız sayıda davranış sergileyebilir. Bir restoranda olduğunuzu ve sabırsızlıkla akşam yemeğinizin gelmesini beklediğinizi düşünün. O gün öğle yemeği yeme fırsatı bulamadığınız için artık Pavlov’un köpeklerinden pek bir farkınız kalmamıştır. Sipariş verdiğiniz az pişmiş bifteğin düşüncesi bile ağzını sulandırmaya yetiyor. Sonunda garson önünüze bir tabak koyuyor, ama siz bifteğin çok pişirildiğini ve eskimiş çizmeler gibi simsiyah ve kaskatı olduğunu hemen fark ediyorsunuz. Umutsuzluğa kapılıyorsunuz. Bu durumda ne yaparsınız? Geri mi gönderirsiniz? Olay mı çıkarırsınız? Garsona fazla pişirildiğini belirtmekle yetinip bifteği yemeye mi başlarsınız? Yeni bifteğin gelmesini beklemek size çok zor mu gelir? Ya da hemen restorandan çıkıp köşedeki Burger King’ e mi gidersiniz?

Şimdi pencereden giren ışık ışınıyla aydınlanarak odada uçan toz parçacığını düşünün. Toz parçacığı üç boyutlu uzayda belli bir yol izler ve hareketi birkaç değişken tarafından belirlenir: Açık pencereden giren hava akımı; havayı ısıtan ve parça ağı havaya kaldıran sıcaklığı doğuran güneş ışığı; hava akımlarından ötürü oluşan tahmin edilmesi çok güç girdaplar ve burgaçlar; ve son derece ender görülecek bir şey olarak kabul etsek de, havada uçuşan başka parçacıklarla çarpışan akarlar. Bir de tıpkı atmosferde düşen başka nesnelere yaptıkları gibi toz parçacığına da etki edecek kuvvetler olan yerçekimi ve hava direnci. Toz parçacığının izleyeceği yol muhtemelen çok dolambaçlı olacak, parçacık birçok kez yön değiştirecektir. Bazen birden fazla kuvvet parçacığa aynı anda etki edecektir. Bu kuvvetlerden bazıları, örneğin güneş ışınları ve yerçekimi, parçacığı ters yönlerde hareket etmeye zorlayacak, birbirlerini etkisiz hale getirecektir. Başka kuvvetlerse uyum içinde hareket ederek parçacığı tek bir yönde yol almaya itecek, onun hızını artıracaktır. Tıpkı toz parçacığı gibi insan davranışları da birçok kuvvetin merhametine kalmıştır. Pek çok farklı biyolojik, bilişsel ve kültürel kuvvetler tarafından aynı anda farklı yönlere itilir ve çekiliriz. Bu kuvvetlerden bazıları aynı yönde, bazılarıysa ters yönde çalışabilir. İki içgüdüsel eğilimin birbirleriyle çelişmesi çok olasıdır. Ama bu, söz konusu kuvvetlerin bir arada var olamayacakları anlamına gelmez; sadece “toz parçacığının” üç boyutlu uzayda izleyeceği yolun anlaşılmasının daha güç olacağı anlamına gelir. Biri şiddeti diğeri işbirliğini destekleyen iki farklı uyum sağlama mekanizmasına sahip olmamız, bu kuvvetleri ayrı ayrı açıklayamayacağımız anlamına gelmez.

Bu kuvvetlerden biri bizi bir yöne iterken öteki farklı bir yöne çeker; karşı karşıya olduğumuz güçlük birbirine dolaşık halde işleyen bu kuvvetleri çözmek ve kökenlerini açıklamaktır. Kaos teorisi toz parçacığının izleyeceği yolu önceden tahmin etmenin olanaksız değilse de çok güç olduğunu söyler. Bunun nedeni kelebek etkisiyle ilgilidir. Bu düşünceye göre Çin’ de tek bir kelebeğin kanat çırpması en nihayetinde Karayiplerdeki bir fırtınanın gidişatını etkileyebilir. Başlangıç koşullarındaki küçük değişiklikler kaotik bir sistemin nihai sonucu üzerinde önemli etkiler yapabilir. Bu, fiziksel dünya için olduğu gibi insan davranışları için de geçerlidir. İşe sayısız etmen karıştığı için insan davranışlarını modellemek olanaksızdır. Bu etmenlerin her biri kelebeğin kanadının yaptığı etkiyi yapma potansiyeline sahiptir. Ve işi daha da karmaşık hale getiren bir başka faktör daha mevcuttur: İnsanlar özgür iradeye sahiptir. İnsan davranışı (içgüdüsel, fizyolojik, mantıksal, duygusal vs.) pek çok etmenin ürünüdür. Bu nedenle tahmin edilmesi olanaksızdır ve açıklanması olağanüstü derecede karmaşık bir süreçtir. Laboratuvar deneyleri bir kişinin bir ışığın yanıp sönmesine tepki verme süresinin değiştiğini ve bu değişimi bir modele oturtmanın mümkün olmadığını göstermiştir. Bu türden gelişigüzel çıktılar eğer kişiyi bir aslan kovalıyorsa faydalı olabilir; yön değiştirebiliriz, tahmin edilmesi olanaksız biçimde sağdan sola sıçrayabiliriz ve aslana yakalanmadan kaçmayı başarmamız biraz daha olanaklı hale gelebilir. Rastlantısallık sinirsel yapımızın özgün bir öğesidir. Çok pişirilmiş bifteği bir akşam yiyebilir, ertesi akşam garsona saldırabilirsiniz. Ama savanada hayatın nasıl olması gerektiği ve ilk insanın pek çok deneyime nasıl tepki vermiş olabileceğiyle ilgili geçerli varsayımlar yapabiliriz. Bu gezende birtakım temel ilkelere sıkı sıkıya uyulduğunu biliyoruz. Gece, gündüz, güneş ışığı, yağmur ve sıcaklık değişimi denen şeyler var. Tırmanılacak  tepeler,  geçilecek ırmaklar var. Ara sıra kuraklıklar meydana geliyor. Kemiklerini bulduğumuz için, başta büyük kediler olmak üzere birtakım iri yırtıcı hayvanlar olduğunu biliyoruz. Hominidler yenme tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Kedilere ve muhtemelen insanlara da av olan antilop, geyik ve diğer otçul memeli hayvan sürüleri olduğunu biliyoruz. Bitkiler besin kaynağıydı, ama aynı zamanda zehirli böcekler barındırıyor ve zehirli meyveler de veriyordu. Memelilerin yaşam tarzını  yöneten  temel kuralların o zamandan bu yana hiç değişmediğinden emin olabiliriz. Savanada yaşayan hominidlerin yemesi, içmesi, geceleri kendini sıcak tutması ve uyuması gerekiyordu. Yaşlanıyorduk.

En Meraklı Hayvan genlik çağına giriyor ve seks yapıyorduk. Kadınlar gebe kalıyor ve bebeklerini emziriyordu. Fiziksel olarak erkeklerden daha ince yapılı ve zayıftılar. Doğurgan oldukları dönem içerisinde nispeten az sayıda çocuk yapabiliyorlardı. Erkekler daha güçlüydü ve gebe bırakabilecekleri kadın sayısı sınırsızdı. Anlatacağımız öykü açısından son derece önemli oldukları için cinsiyet farklılıklarının taşıdığı anlamları daha sonraki bölümlerde ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Bütün bunları kesin olarak biliyoruz. Hominidlerin ölüm, kardeş, ebeveyn ve çocuk anlayışına sahip olduğunu biliyoruz. Hastalık ve yaralanmayı da biliyorlardı. Zayıf düşmüş ya da sakat kalmış bireyler  beslenme ve korunma bakımından başkalarına bağımlıydı, aksi halde ölüyorlardı. Bebek ölüm oranı yüksek, ortalama ömür kısaydı. Savana otlaklarının maddesel kaynaklar bakımından dipsiz kuyu olmadığını varsaymalıyız. Bu cennet bahçesi bir bolluk ülkesi değildi, her ağacın dalları meyve yüklü değildi ve etrafta kesilmeyi uysal uysal bekleyen semiz danalar bulunmuyordu. Kaynakların (av hayvanları, yenebilir bitkiler, su ve barınak)  sınırlı  oluşu muhtemelen kaynaklar için rekabet yaşandığı anlamına geliyordu. Bu sadece türler arasında değil türler içinde de yaşanan bir rekabetti. Başka deyişle, pekala birbirimizle savaşabiliyorduk. Bu maddesel gerçeklerin altında gen-merkezli evrimle ilgili bazı temel gerçekler yatmaktadır. Yaklaşık son elli yıl içinde doğal seçilimin nasıl işlediği hakkında pek çok ayrıntıyı öğrendik. Doğal seçilimin mantığına ilişkin oldukça iyi açıklamalar bulundu. Bu kavramın merkezinde ”bencil” gen fikri bulunmaktadır. Göreceğimiz gibi, bencil gen hem evrimsel gelişim hem de insanın mevcut psikolojisi üzerinde çok büyük bir etki yapmaktadır. Bencil gen sadece kaynak ve eş bulmak için verdiğimiz mücadeleyi etkilemekle kalmamakta, seks ve aile yaşamlarımızın evrildiği koşullan da belirlemektedir.

Robert Winston Kaynak: İnsan İçgüdüsü İngilizceden çeviren: Sinan Köseoğlu

OĞUZ ATAY: KİTABIMI BASTIRMAK İÇİN BİR YIL KADAR, BABIÂLİ YOKUŞUNDA DOLAŞTIRDIM DURDUM

Mühendislerin yayımladığı bir tür meslek dergisi olan Teknik Güç dergisinin 1 Ekim 1972 tarihli sayısında, Oğuz Atay’ın “Başka çalışmalarıyla ün kazanmış arkadaşlarımız” bölümünde yayımlanmış muhtemelen dergi için kendisini tanıtan bir yazı yazması isteniyor, o da aşağıdaki -pek bilinmeyen- yazıyı kaleme alıyor. 

“Ben sanıldığı kadar karamsar değilim”

“Yazdığım ilk kitabın adı “Topoğrafya“dır. Sonra “Tutunamayanlar” romanını yazdım. Edebiyatçılar, vitrinlerde ilk kitabımı gördükleri zaman çok gülüyorlar; akademideki bazı hocalar da roman yazdığımı duyunca, acıma duygularını (buna biraz istihza da karışıyor) gizleyemiyorlar. “Tutunamayanlar”ı 1968’de yazmaya başladım ve bir yılda bitirdim. Romanın başlıca kahramanları nedense mühendistir, hem de inşaat mühendisi. Ve nedense mühendis oldukları halde tutunamamışlardır. Kitabı, 1969’da, birçok bölümünü değiştirerek, çıkararak ya da yeni bölümler ekleyerek baştan yazdım. 1970 TRT yarışmasına gönderdim ve başarı ödülü aldım. Bugün, romanın kahramanlarından ayrılarak,  tutunmaya başladığımı söyleyenler var. Oysa, kitabımı bastırmak için, bir yıl kadar, teksir olarak 500 sayfaya yakın ağır bir kütleyi (kitap olarak 663 sayfa) Babıâli yokuşunda dolaştırdım durdum.

Tutunamayanlar“ı yayımlamakla inşaat mühendisleri topluluğuna ne gibi bir hizmette bulunduğumu bilemiyorum; fakat, eleştirmenler topluluğunun başına oldukça büyük bir dert açtığımı sanıyorum. Kitabı iyi ya da kötü bulduklarını bilmiyorum; fakat, günlük bunca endişe içinde, sonuna kadar okumanın zorluğunda birleştiklerini sanıyorum. Kitabın alaycı bir dille yazıldığı ve çok karamsar olduğu söyleniyor. Ben sanıldığı kadar karamsar değilim; sayfaları şöyle bir karıştıranların dedikodularına kulak verilmeden okunursa, romanım hakkında başka türlü düşünüleceğine güveniyorum. Okuyucunun “Tutunamayanlar“ı, başka romanlarımızdan oldukça farklı bulacağını sanıyorum; fakat, bu işten anlayanların, romanı, ilk çalışmam olan “Topoğrafya” ile karıştırmayacaklarına da inanıyorum. Mühendis arkadaşlarımın çoğu, bir roman olduğu halde ikinci kitabımı oldukça ilgiyle karşıladılar. Her ne kadar birinci ciltteki “Hayatın Koordinatları” nazariyemin yalnızca mühendislerce anlaşılacağı ileri sürülüyorsa da, ben orta derecede bir lise matematiğiyle bunun anlaşılacağına güveniyorum. Belki de ortaöğrenimdeki eğitim aksaklıkları ve yazarların genellikle orta ikiden sonra matematikten ikmale kalmaları gibi nedenlerin de bunda payı vardır. Romanda ayrıca “insan” denilen ve ülkemizin çeşitli güçlükleri yüzünden kendisine bir türlü gerçek anlamıyla yaklaşamadığımız bir garip yaratıkla da uğraşılmaktadır; onun, hoyrat ellerde bir kukla durumuna indirgenmesine karşı çıkılmaktadır. “Tutunamayanlar”ın da garip yaratıklar olmakla birlikte herkes kadar saygıdeğer olduğuna inanıyorum. Personel Kanununun güçlükleriyle savaşan arkadaşlarımın özellikle bu dönemde kitabın kahramanlarına ilgi göstereceğini sanıyorum.

Karşılaştığım bütün güçlükleri göz önünde tutmakla birlikte bir roman daha yazmaktan kendimi alamadım. “Tehlikeli Oyunlar” sanıyorum 1973’ün ilk aylarında yayımlanacak. Gene oldukça uzun ve gene tutunamayanların maceralarıyla ilgili. Yalnız, romanın kahramanı bir mühendis değil. (Dedikodulara son vermek için bu noktaya özellikle dikkat ettim.) Bugünlerde ayrıca hikâye yazmaya başladım. (Biri yayımlandı.) Çalışmalarımı sürdürmek istiyorum. İlk gençlik yıllarımda roman yazmanın dehşetli bir iş olduğunu düşünürdüm, bugün sadece yorucu bir iş olduğunu biliyorum. Ben, belki de büyük bir bilim adamı olmak isterdim. Büyük bir bilim olduğuna inandığım profesör bir arkadaşım da, romancı olmak isterdim diyor; anlaşamıyoruz. Olduğundan başka türlü olmak isteyenlerin ülkesinde yaşıyoruz. Bu durumun da içinden çıkacağımıza güveniyorum. Bu konuda şöyle düşünüyorum: “Kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlikle tespit edemediği Tunç devri, halkımız için bir altın devri olacaktır. Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgâhtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır.”(Tutunamayanlar, sayfa 213 – 214);Mühendis olduğuma da seviniyorum ayrıca. Başka meslek seçemezdim herhalde.”

DOSTOYEVSKİ: “PARAYA İHTİYACIM VAR ANCAK PARA İÇİN HAYATIMI HARCAYAMAM…”

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, “Kumarbaz” (The Gambler) adlı romanını, kumar borçlarından dolayı yoğun baskı altında 25 günde (Kasım – Aralık 1866) kaleme aldı.

Kumarbaz, Dostoyevski’nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tutkusunu en yalın hali ile kaleme aldığı yapıtlarından biridir. İlk büyük romanı olan ve büyük bir kitleye ulaşan Suç ve Ceza’dan sonra yayınevi ile yaptığı anlaşmaya bağlı kalmak mecburiyeti üzerine (Kumarbaz romanının 25 gün içerisinde yazılmaması halinde Dostoyevski ileride yazacağı romanlardan herhangi bir hak talep edemeyecekti) romanın yetişememe telaşı ve en önemlisi iyi bir roman yazmak düşüncesiyle tuttuğu stenograf Anna Grigoryevna yardımı ile yazmış ve kendinden genç olan bu kadınla daha sonra evlenmiştir.

“1866’da yayımlanan Kumarbaz’ın hemen öncesine bakarsak, Dostoyevski, yıllardır düşünü kurduğu yurtdışı gezisini gerçekleştirme olanağı bulmuş, bu gezide gördüklerinin etkisiyle kaleme aldığı “Batı Batı Dedikleri” adlı yazısında, Avrupa uygarlığının kötülüklerinden, Batı zehirinden kurtulmayı başarma koşuluyla, Rusya’yı parlak bir geleceğin beklediğini açıklamıştır. Ama çok geçmeden, kumar masalarında talihini denemek ve yakın ilişki içine girdiği, Vremya dergisi yazarlarından Polina Suslova’yla buluşmak amacıyla, soluğu Almanya’nın Wiesbaden kentinde almış (insanlık hali!); ne ki, her iki konuda da talihi yaver gitmemiştir. Suslova’nın kendisini terk etmesinden sonra, tüm parasını rulette yitirerek giysilerini bile rehin bırakmak zorunda kalmış, otel faturalarını ödemek ve Rusya’ya dönmek için borç aramaya koyulmuş, bir derginin yayın yönetmenine mektup yazarak, kısaca konusunu anlattığı Suç ve Ceza romanının karşılığında avans istemiş, gelen parayla Rusya’ya dönmüş, ama bu arada, yıllar sonra varoluşçuluğun temeli sayılacak Yeraltından Notlar adlı romanı bir dergide çoktan yayımlanmaya başlamıştır.

İşte, o günlerin hemen ertesinde, ilk yayıncısına söz verdiği romanın teslim tarihine bir ay kaldığından, Anna Snitkina adlı genç bir stenograf tutarak, Kumarbaz’ı çok kısa bir zamanda bitirir Dostoyevski. Kumarbaz, kumar tutkusunu ve Suslova’yla aşk nefret ilişkisini işleyen güçlü bölümlerle yüklüdür. Suslova’yla sürdürdüğü gönül ilişkisi, romanlarında rastlanan “şeytansı kadın” izleğine kaynaklık edecektir.

Henri Troyat, Fyodor Mihayloviç’in bu fena halde özyaşamöyküsel yapıtından söz ederken, yazarın “Alınyazısına meydan okumak, onunla alay etmek, ona dil çıkarmak isteğini duydum” dediğini anımsatıyor:

“Alınyazısı nasıl onunla oynuyorsa, onun da alınyazısıyla oynamasına izin veriyor rulet. Rulet sayesinde “duvar”ı aşıyor. Mantıksızlığın, eksiksiz olanağın, rastlantının alanı içine düşüyor. “İki kere iki dört eder’in anlamı yok artık. En ustalıklı oyunların bile, rastlantının sayısız kaprisleri karşısında borusu ötmüyor. Kumarda ve sadece kumarda hiçbir şey hiçbir şeye bağlı değildir?”

Dostoyevski, Kumarbaz’ın hemen ardından yazmaya koyulacağı Suç ve Ceza’da ise, rulet masasından kalkıp hayatın içine karışacak, insan hayatıyla kumar oynamayı deneyecektir.?

Celal Üster Radikal Gazetesi