ÖZGÜRLÜK BİR RUHBİLİMSEL SORUN MU? – ERICH FROMM

Gerek Avrupa tarihi gerekse Amerika tarihi insanları ekonomik, sosyal ve ruhsal kelepçelerden kurtarmayı anlatır. Ezilenler ve yeni özgürlük arayışı içerisinde olanlar daima özgürlük savaşı vermişlerdir. Ve bu mücadeleyi yapanlar diğerlerine örnek olmuşlardır. Ancak bu uzun ve sürekli savaşta bir dönemdeki baskıya karşı savaşan sınıflar, zafer kazanıldıktan ve savunulacak yeni ayrıcalıklar ortaya çıktıktan sonra, özgürlük düşmanlarının yanında yer almışlardır.

Özgürlük, birçok yenilgiye rağmen, savaşlar kazanmıştır. Özgür yaşam için ölümü hiçe sayan bir çok insan olmuştur tarih boyunca.. Bu türden bir ölüm, o insanın bireyselliğini en açık bir biçimde ortaya koyma şekliydi. Tarih, insanoğlunun kendi kendini yönetmesinin, kendi adına karar vermesinin ve uygun gördüğü şekilde düşünmesinin ve duymasının olanaklı olduğunu kanıtlıyordu sanki. Toplumsal gelişmenin, yolunda hızla ilerlemekte olduğu hedef, insanoğlunun Gizli güçlerinin tam anlamıyla ortaya koyuyordu…

Ekonomik liberalizm, siyasal demokrasi, dinsel özerklik ve kişisel yaşamda bireycilik, özgürlük özleminin anlatımı haline geldi; bunlar aynı zamanda insanoğlunu özgürlüğü gerçekleştirmeye daha çok yaklaştırıyor gibiydi. Her gün yeni bilgiler ortaya çıkıyordu… İnsan, doğanın egemenliğini yıktı ve onun efendisi oldu; kilisenin egemenliğini, mutlakçı devletin egemenliğini yıktı. Dış egemenliğin ortadan kaldırılması, o çok istenen amaca yani bireyin Özgürlüğüne ulaşmak için gereken zeminin oluşmasını sağlamıştır Bireycilik, özgürlük özleminin anlatımı haline geldi; bunlar aynı zamanda insanoğlunu özgürlüğü gerçekleştirmeye daha çok yaklaştırıyor gibiydi.

Çoğu kişi, Birinci Dünya Savaşı’na son savaş, sonucunaysa özgürlüğün kesin zaferi gözüyle bakmıştı. Eski krallıkların yerini yeni demokrasiler aldı. Ne var ki, insanoğlunun, yüzyıllar süren savaş sonucunda kazandığı sandığı şeyi aslında kazanmadığını anlaması çok az sürdü. İnsanların tamamıyla denetimi altına alan bu yeni sistemlerin özü, bir avuç insan dışında herkesin, kendilerinin denetleyemedikleri bir otoriteye boyun eğmelerine dayanıyordu.

Başlangıçta çoğu kişi, otorite sisteminin zaferinin, birkaç bireycinin çılgınlığı sonucu ortaya çıktığını ve bu çılgınlığın onları zaman içinde kendi düşüşlerine götüreceği düşüncesiyle avundu. Diğerleriyse, kendini beğenmiş aklı havalarda, İtalyanların, ya da Almanların, yeterince uzun bir demokrasi deneyiminden yoksun olduklarını, bu yüzden de Batı demokrasilerinin siyasal olgunluğuna ulaşmalarını beklemek gerektiğini düşündü. Başkalarına göre Hitler gibiler, yalnız ve yalnız kurnazlık ve hileyle devlet aygıtının tümünü ele geçirmişler, onun üzerinde etki ve otoriteye sahibi olmuşlardı; bu insanlar ve onların tarafları düpedüz zor kullanarak yönetiliyorlardı; bütün insanlarsa, ihanet ve terörün iradesiz nesnelerinden başka bir şey değildi. Bugüne gelindiğinde o tezlerin boş sözler olduğu açıkça ortaya çıktı. Almanya’daki milyonların, özgürlüklerini başkalarının eline teslim etmede gösterdikleri istekliliğin, atalarının o özgürlüğü savunmada gösterdikleri isteklilikten az olmadığını kabul etmek zorunda bırakıldık; özgürlük istemek yerine, ondan kaçmanın yollarını aradıklarını gördük; diğer milyonlarca insanın kılını kıpırdatmadığını, özgürlüğü savunmayı, uğrunda savaşmaya ve ölmeye değer bir olgu olarak görmediğini kabul etmek zorunda kaldık. Ayrıca, demokrasi krizinin, yalnız ve yalnız İtalyanlara ya da Alınanlara özgü bir sorun olmadığını, da görüyoruz.

Özgürlük faşizm söz konusu olduğunda tehlike altına girmiş olmaz. Bu hakikat, John Dewey tarafından çok güçlü bir şekilde dile getirilmiştir: «Demokrasimizin karşı karşıya bulunduğu tehlike,» diyor, «yabancı totaliter devletlerin varlığı değildir yabancı ülkelerde, Lider’e bağımlılığa zafer kazandıran ve kendi kişisel davranışlarımızda ve kurumlarımızda var olan koşullar, en ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu durumda savaş alanı da, kendi içimizde ve kendi kurumlarımızda bulunmaktadır.» Faşizmle savaşmak için onu anlamak zorundayız, iyimser hayallerin bize bir Yararı olmaz, iyimser görüşler dile getirmekse, bir Kızılderili yağmur dansı kut töreni kadar yetersiz ve yararsız olacaktır. Faşizmin boy göstermesine ortam hazırlayan ekonomik ve toplumsal koşullar sorunundan başka, anlaşılması gereken bir insansal sorun da var.

Bu kitabın amacı, çağdaş insanın kişilik yapısında bulunan ve faşist ülkelerde onu özgürlüğünden vazgeçirten etmenleri, kendi halkımız arasında da milyonlarca insanda çok belirgin bir şekilde varlık gösteren dinamik etmenleri çözümlemektir. Özgürlüğün insani yönüne ve iktidar hırsına göz attığımızda, ortaya çıkan belli başlı sorular şunlardır: Bir insansal deneyim olarak özgürlük nedir? Özgürlük isteği, insan doğasında var olan bir şey midir? Kişinin içinde yaşadığı kültür ortamı ne olursa olsun, özgürlük, bütün insanlarda benzer şekilde mi yaşanır, yoksa belli bir toplumda ulaşılan bireyciliğin ölçüsüne bağlı olarak farklılık mı gösterir?

Özgürlük, yalnızca dış baskının yokluğu mudur yoksa aynı zamanda bir şeyin varlığı mıdır ve eğer böyleyse, neyin varlığıdır? Toplumda, özgürlüğe kavuşma isteği yaratan toplumsal ve ekonomik etmenler nelerdir? Özgürlük, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağır bir yük, kaçmaya çalıştığı bir şey haline gelebilir mi? Faşizm ya da otorite terimini, Alman ya da İtalyan tipi diktatörlük sistemini anlatmak için kullanıyorum. Özellikle Alman sistemini anlatırken Nazizm diyeceğim. Peki, özgürlük, nasıl oluyor da pek çok kişinin ulaşmak için can attığı bir amaç ve çok kişi için de bir tehdit oluşturuyor? Doğuştan gelen bir isteğin yanında, içsel bir boyun eğme isteği de olamaz mı? Eğer bu istek yoksa bugün birçok kişinin gösterdiği, «lidere hayranlık» olgusunu nasıl açıklayacağız?

Boyun eğme, daima kamu önüne çıkmış, elle tutulur bir otoriteye mi yönelik, yoksa görev bilinci gibi içselleşmiş otoritelere, içsel zorlamalara ya da kamuoyu gibi anonim otoriteye boyun eğme de söz konusu mu? Boyun eğmek, kabullenmek davranışında gizli bir doyum var mı, varsa bunun özü nedir? İnsanoğlunda, doymak bilmez bir iktidar hırsı yaratan şey nedir? Yaşamsal enerjilerinin gücü mü, yoksa temelde yaşamı kendiliğindenliği içinde, sevgiyle yaşama yetersizliği ve zayıflığı mı? Bu karşı durulması güç isteklerin gücünü oluşturan ruhbilimsel koşullar nelerdir? Bu ruhbilimsel koşulların dayandığı toplumsal koşullar nelerdir?

Özgürlüğün ve otoritecilik güçlerinin insansal yönlerinin çözümlenmesi, genel bir sorunu, yani ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal süreç içersinde etkin güçler olarak oynadığı rolü ele almamızı gerektirmektedir; bu da sonunda bizi, toplumsal süreçteki ruhbilimsel, ekonomik ve ideolojik etmenler arasındaki karşılıklı etkileşim sorununa götürür. Aslında faşizmin büyük uluslar üzerindeki çekicilik etkisini anlamak yönündeki her girişim, bizi, ruhbilimsel etmenlerin rolünü kabul etmek zorunda bırakacaktır. Çünkü burada, temelde kişisel çıkar güçlerini değil, insanoğlunda var olmadığını ya da en azından uzun zaman önce ölmüş bulunduğunu sandığımız şeytani güçleri harekete geçiren bir siyasal sistem söz konusudur.

Son yüzyıllar içinde, insanoğlunu, etkinlikleri, kişisel çıkarları ve bu çıkarlara uygun hareket etme yeteneğiyle belirlenmiş mantıksal bir varlık olarak gördük. İktidar hırsıyla düşmanlığı, insanoğlunun itici güçleri olarak kabul eden Hobbes gibi yazarlar bile, bu güçlerin varlığını kişisel çıkarların mantıksal bir sonucu olarak açıkladılar. Onlara göre, insanlar eşit olduğundan ve dolayısıyla aynı mutluluk anlayışını beslediklerinden ve de herkesi aynı ölçüde doyurmaya yetecek kadar servet bulunmadığından, şuan da sahip olduklarının mutluluğunu gelecekte de yaşamayı güvence altına alma gücünü elde etmek amacıyla kaçınılmaz olarak birbirlerine karşı savaşacaklardı. Ancak Hobbes’un Bu tezi çürütülmüştür. Orta sınıf bir önceki siyasal ya da dinsel yöneticilerin iktidarını yıkmada başarıya ulaştıkça, insanlar doğaya egemen olmada daha büyük adımlar atmışlar ve milyonlarca birey ekonomik bağımsızlığına kavuştukça, daha çok sayıda insan, dünyayı mantıksal bir dünya ve insanı, temel mantıksal varlık olarak görmeye başlamıştır. İnsan doğasının karanlık ve şeytansı güçleri, ortaçağların ve hatta tarihin daha da eski dönemlerinin sayfalarında bırakılmış, bu güçler, bilgisizlikle, ya da hain kralların ve rahiplerin kurnaz entrikalarıyla açıklanmıştır. İnsan bu zamanlarda tehlike olmaktan çıkan bir yanardağa bakar gibi bakıyordu.

Kendini güvencede hissediyor, çağdaş demokrasinin başarılarının, bütün kötü güçleri silip süpürdüğüne inanıyordu; dünya, çağdaş bir kentin iyi aydınlatılmış sokakları gibi pırıl pırıl ve güvenliydi. Savaşlar, eski zamanların son kalıntıları olarak görülüyordu, savaşı sona erdirmek için bir tanecik savaş daha yapmak yeterliydi; ekonomik bunalımlar, düzenli olarak belli aralıklarla başa gelen kazalardı ama gene de yalnızca birer kazaydı. Faşizm iktidara geldiğinde, insanlar ona her konuda hazırlıksızdı. İnsanoğlunun böylesine derin kötülük eğilimleri, böylesine büyük iktidar hırsı, zayıfın haklarını böylesine yok sayma eğilimi, ya da böylesine büyük bir boyun eğme özlemi taşıdığına inanamıyorlardı. Patlayacak olan volkanın homurtularının farkında olan sadece birkaç kişiydi.

Nietzsche, on dokuzuncu yüzyılın tatlı iyimserliğini dürtükledi; Marx da bir başka yönde aynı işi yaptı. Bir başka uyarı daha sonra Freud’dan geldi. Aslına bakılırsa, Freud da çoğu izleyicileri de, toplumda olup bitenler konusunda çok saf düşünce ve görüşlere sahiptiler, ruhbilimin toplumsal sorunlara uygulanması konusundaki çoğu çalışmaları yanıltıcı çerçevelere oturtulmuştu; ama gene de, Freud, ilgisini tümüyle bireyin coşkusal ve zihinsel rahatsızlıkları görüngüsüne yöneltmekle, bizi volkanın tepesine götürdü ve bize, kaynamakta olan krateri gösterdi. Freud, ilgileri, insan davranışının bazı bölümlerini oluşturan akıl dışı ve bilinç dışı güçlerin gözlenmesi ve çözümlenmesine yöneltmede kendisinden önce gelen herkesten daha derinlere indi. O ve onun çağdaş ruhbilimdeki izleyicileri, insan doğasının akıl dışı ve bilinçdışı bölümünü örten perdeyi kaldırmakla kalmadılar; bu akıl dışı durumun, belli yasalara uyduğunu, dolayısıyla mantıksal olarak anlaşılabileceğini gösterdiler…

Freud. Bize düşlerin dilini anlamayı ve daha birçok şeyi öğretti. Ama Freud, kendi kültürünün ruhuna öylesine gömülmüştü ki, o kültürün koyduğu belli sınırların ötesine gidemezdi. Onun, hasta bireyi bile kavramasına engel oluşturan sınırlar, onu bazı şeyleri anlama da ve gerçekleştirmede alı koymuştu. Bu kitap, ruhbilimsel etmenlerin, toplumsal sürecin tamamı üzerindeki rolünü öne çıkardığından ve bu çözümleme, Freud’un temel buluşlarından bazılarına, özellikle de insan kişiliğinde bilinçaltı güçlerin işleyişi ve bunların dış etkilere bağlı oluşuyla ilgili buluşlara dayandırıldığından, okurun, daha işin başında yaklaşımımızın genel ilkelerinden bazılarıyla, bu yaklaşımla klasik Freud’a ait kavramları arasındaki belli başlı farkları bilmesi yararlı olacak sanıyorum.

Freud, insan doğasının kötülüğünü savunan geleneksel öğretiden başka, insanla toplum arasında bir temel karşıtlık olduğu yönündeki geleneksel inancı da kabul etmiştir. Ona göre insan, temelde toplum karşıtıdır. Toplum, onu sakinleştirmeli, yok edilmesi olanaksız dürtülerin şu ya da bu şekilde dolaysız olarak doyurulmasına izin vermelidir; ama toplumun asıl görevi, insanın temel tepilerini arıtmak ve bunları ustaca denetlemektir. Toplumun doğal tepileri bu şekilde baskı altına almasının sonucu olarak mucizevi bir durum ortaya çıkar: baskı altına alınan istekler , kültürel açıdan değer taşıyan ve gerçekleştirilmesi şiddetle arzulanan özlemlere dönüşür ve Freud’un kuramının temel sonuçlarına dayandırılmış olmakla birlikte, ondan pek çok önemli yönde ayrılan bir ruh çözümsel yaklaşım, Karen Homey’nin bir yazısında dile getirilmiştir.. Bu iki yazar birçok yönden birbirinden ayrılsa da, bu kitabımda sunulan görüş, her ikisinin görüşüne birçok yönden benzemektedir. Ve bu görüş insanın kültür temeli haline gelir. Bu garip dönüşüm için Freud, yücelme sözcüğünü seçmiştir. Baskı, yücelme özelliğinden daha fazlaysa bireyler sinir hastası olmaktadır. Ancak genelde, insan isteklerinin doyurulması ve kültür arasında çelişkili bir ilişki söz konusudur: baskı arttıkça kültür artar.

Freud’a göre bireyle toplum arasındaki ilişki temelde durağandır: birey hemen hemen aynı bireydir; ancak toplumun, doğal dürtülerine daha büyük baskı yaptığı ya da daha fazla doyuma izin verdiği oranda değişebilir. Kendisinden önce gelen ruhbilimcilerin kabul ettiği, insanın, temel dürtüleri denilen şey gibi, Freud’un insan doğası kavramı da temel olarak, çağdaş insanda görülecek olan en önemli isteklerin bir yansımasıydı. Freud’a göre kendi kültürünün bireyi «insan»ı temsil ediyordu; çağdaş toplum insanının belirleyici özelliği olan tutkulara ve kaygılaraysa, insanın biyolojik yapısında kök salmış ezeli güçler gözüyle bakılıyordu. Bu düşünceyi kanıtlayacak pek çok örnek gösterilebilir, ama ben, bir toplumsal varlık olarak bütün bir insan kavramını ilgilendirmesi açısından özellikle önemli bulduğum tek bir örnek vereceğim. Freud, daima bireyi başkalarıyla ilişkisi içinde ele alır. Ancak Freud’un anlattığı bu ilişkiler, kapitalist toplum bireyine özgü olan, kişinin başkalarıyla ekonomik ilişkileri olgusuna çok benzer.

Her bir kişi her şeyden önce başkaları ile işbirliği içinde değil, bireysel olarak, kendisi için çalışır. Ama kişi, bir Robinson Crusoe değildir; müşteri gibi, işçi ya da işveren gibi başka kişilere gereksinimi vardır. Satın almak ve satmak durumundadır; almalı, vermelidir ve ne olursa olsun, bu ilişkileri pazar düzenler. Dolayısıyla, her şeyden önce yalnız ve kendine yeterli olan birey, bir araç olarak, satın alma ve satma aracı olarak başkalarıyla ekonomik ilişkiye girer.

Freud’un insan ilişkileri kavramı da temelde aynıdır: Birey, doğuştan sahip olduğu ve Doyurulmak gereksinimi içinde bulunan isteklerle donanmış görünmektedir. Bunları doyurmak için, birey, diğer «nesneler» ile ilişkiye girer. Dolayısıyla diğer bireyler, her zaman için kişinin amacına ulaşmada kullanılan araçtır, amaç dediğimizse, bireyde, başkalarıyla temasa geçmeden önce doğan yoğun isteklerin doyurulmasıdır. Freud’un anladığı anlamda insan ilişkileri alanı, pazara benzemektedir biyolojik olarak var olan gereksinimlerin doyurulması yönünde yapılan bir değiş tokuştur bu ve bu değiş tokuşta, bir başka bireyle olan ilişki, hiçbir zaman için bir amaç değil, her zaman için bir araçtır.

Erich Fromm Özgürleşme Olgusu Çeviri: Sedat Erdemli, Altınpost Yayıncılık

ARISTOTELES : “GERÇEK DÜNYA DOĞADIR, İYİLİĞE GÜCÜN YETMEZSE, KÖTÜLÜK ETME!..” – JOSTEIN GAARDER

0

Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip çalışan bir heykeltraş varmış. O biçimsiz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş. Bir gün yanına bir çocuk yaklaşmış ve: “O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?” diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya yanıtı: “bekle ve gör!” olmuş. Birkaç gün geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde, artık heykeltraş o koca granit parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış. Çocuk hayranlıkla ata bakıp heykeltraşa dönerek demiş ki: “Peki ama kayanın içinde at olduğunu nereden biliyordun?”

Aristoteles Atinalı değil, Makedonyalıydı. Platon’un akademisine Platon 61 yaşında iken gelmişti. Babası meşhur bir doktor ve bilim adamıydı. Salt buna bakarak bile onun felsefi projesinin ne olduğunu tahmin edebiliriz. Onu en çok ilgilendiren konu, yaşayan doğa idi. Yalnızca büyük Yunan filozoflarının en sonuncusu değil, Avrupa’nın büyük biyologlarının da ilkiydi. Biraz da abartarak diyebiliriz ki, Platon mutlak biçimler ya da “fikirler” ile öylesine meşguldü ki doğadaki değişimlere pek ilgi göstermiyordu. Aristoteles ise tam da bu değişimlerle ya da bugün adlandırdığı biçimiyle doğal süreçlerle ilgileniyordu.

Biraz daha abartacak olursak, Platon’un tüm duyular dünyasına ve etrafımızda gördüğümüz şeylere sırt çevirdiğini söyleyebiliriz. (Niyeti Mağara’dan çıkmaktı Platon’un. Mutlak idealar dünyasına girmekti.) Aristoteles ise bunun tam tersini yaptı: gerçekçi bir şekilde balıkları, kurbağaları, anemon çiçeklerini ve gelincikleri inceledi.

Platon mantığını, Aristoteles ise bunun yanında duyularını kullandı da diyebiliriz.

Platon ile Aristoteles’in yazı tarzları arasında da belirgin farkla, görülür. Platon bir şair ve destan yazarı iken, Aristoteles’in yazılar, ansiklopedi maddeleri gibi kuru ve detaylıdır. Buna karşılık yazdıklarının temelini o güne kadar hiç yapılmamış doğa araştırmaları oluşturur.

Aristoteles’in yazılarının sayısının 170’i bulduğu söylenir. Bunlardan ancak 47’si günümüze dek gelebilmiştir. Bu yazıları birer kitap gibi düşünmek yanlış olur. Aristoteles’in yazılarının çoğu ders notları şeklindedir. O dönemde de felsefe öncelikle ağızdan ağıza aktarılan bir şeydi.

Aristoteles’in Avrupa uygarlığına bir başka katkısı da pek çok bilimin bugün dahi kullandığı bilimsel dilin kurucusu, pek çok bilimi kurup düzenleyen bir filozof oluşundadır.

Platon da kendinden önceki filozoflar gibi tüm değişimlerden öte, mutlak ve değişmez olanı bulmak peşindeydi. Sonunda duyular dünyasının üzerindeki mükemmel fikirleri buldu. Üstelik bu fikirlerin doğadaki tüm olan bitenlerden daha gerçek olduğunu öne sürdü. Önce “at” fikri vardı ona göre, duyular dünyasının tüm atları ise mağara duvarlarındaki gölgeler gibi sonradan ortaya çıkmıştı. Yani tavuk da yumurta da “tavuk” fikrinden çıkıyordu.

Aristoteles ise, Platon’un böyle diyerek her şeyi başaşağı ettiğini söylüyordu. Tek atın “değiştiği” ve hiçbir tek atın ilelebet varolmadığı konusunda öğretmeniyle aynı fikirdeydi. At biçiminin kendisinin ise mutlak ve değişmez olduğu konusunda da onunla aynı görüşü paylaşıyordu. Ancak at “fikri”nin insanların pek çok at gördükten sonra oluşturdukları bir kavram olduğunu öne sürüyordu. Yani ona göre at “fikri” ya da “biçimi” kendiliğinden varolamazdı. Aristoteles’in at “biçimi” deyince anladığı atın ya da bugün dediğimiz biçimiyle at türünün özelliklerinin toplamıdır.

At “biçimi” Aristoteles’e göre tüm atlarda ortak olan özelliklerdir. Bu noktada çörek kalıpları ile ilgili benzetmenin geçerli olmadığını görüyoruz, çünkü çörek kalıpları çöreklerden bağımsız olarak vardır. Aristoteles ise doğanın dışında bir yerlerde, rafların üzerinde, bu tür biçimler durduğuna inanmıyordu. Çünkü “biçimler” şeylerin içindedir, şeylerin ayırdedici özellikleri olarak onlarda mevcuttur.

Bir başka deyişle Aristoteles Platon’la “tavuk” fikrinin tavuktan önce varolduğu konusunda aynı fikirde değildi. Aristoteles’in tavuk “biçimi” ile kastettiği şey, tavuğun özgün özellikleri olarak her tavukta varolan şeyler: örneğin tavuğun yumurtlayan bir hayvan olmasıydı. Bu yüzden tavuğun kendisi İle tavuk “biçimi”, ruhla beden gibi, birbirinden ayırt edilemeyecek şeylerdi.

Böylece Aristoteles’in Platon’un idea öğretisi hakkındaki eleştirisinden sözetmiş olduk. Bu noktada önemle altını çizmek isterim ki, bu, düşünce yönteminde çok önemli bir değişim anlamına gelir. Çünkü Platon için gerçeklik aklımızla düşündüğümüz bir şey iken, Aristoteles için gerçeklik duyularımızla algıladığımız bir şeydi. Platon doğada, etrafımızda gördüklerimizin gerçekte idealar dünyasında ya da insanın ruhunda varolan şeylerin yalnızca birer yansıması olduğunu söylerken, Aristoteles bunun tam tersini ileri sürer: İnsan ruhunda varolan şeyler, dışarıdaki şeylerin bir yansımasıdır. Yani gerçek dünya doğadır. Aristoteles’e göre Platon gerçek dünya ile insanların algılayışlarının birbirine karıştırıldığı Gizemci bir dünyagörüşüne takılıp kalmıştır.

Aristoteles, önce duyularda varolmayan bir şeyin bilinçte de varolmayacağını iddia eder. Platon ise önce fikirler dünyasında varolmayan hiçbir şeyin doğada varolamayacağını öne sürer buna karşılık. Aristoteles, Platon’un bu tutumuyla “şeylerin sayısını çiftleştirdiğini” söylüyordu. Platon tek atı at “fikrinden” yola çıkarak açıklıyordu.

Aristoteles içimizdeki her türlü düşünce ve fikrin, bilincimize görüp işittiklerimiz yoluyla yerleşmiş şeyler olduğunu söylüyordu. Bir de doğuştan gelme aklımız vardı. Duyularımızla algıladığımız şeyleri gruplara, sınıflara ayırmak gibi doğal bir yeteneğimiz var. “Taş”, “bitki”, “hayvan” ve “insan” kavramları böyle ortaya çıkıyordu. “At”, “dam” ve “saksağan” kavramları böyle ortaya çıkıyordu.

Aristoteles insanların doğuştan akıl sahibi olduklarını yadsımıyordu. Tersine, insanların en önemli ayırdedici özelliği aklın ta kendisiydi. Ancak duyularımız olmadan akıl “boş” kalırdı. Yani insanların doğuştan gelme “fikirleri” yoktu.

Biçimler Şeylerin Özellikleridir

Aristoteles Platon’un idea öğretisine karşı olan tavrını böylece ortaya koyduktan sonra, gerçekliğin biçim ve özdeğin birliği olan değişik pek çok şeyden oluştuğunu söyler. “Özdek” bir şeyi oluşturan madde, “biçim” ise şeylerin kendine özgü özellikleridir.

Kanatlarını çırparak dolaşan bir tavuk düşün. İşte tam da kanat çırpmaktır tavuğun “biçimi” ve de gıdaklamak ve yumurtlamaktır! Tavuk “biçimi” ile tavuğun özgün türsel özellikleri ya da tavu5un yaptıkları kastedilmektedir. Tavuk öldüğü yani kanat çırpmayı bıraktığı zaman, tavuğun “biçimi” de yokolur. Geriye kalan şey tavuğun “özdeği”dir ki buna da artık tavuk diyemeyiz.

Daha önce de söylediğim gibi, Aristoteles doğadaki değişimlerle çok ilgiliydi. “Özdek”te her zaman bir “biçim” olabilme olanağı yatar. “Özdek” bu içkin olanağı gerçekleştirebilmek için uğraşır. Aristoteles’e göre doğadaki her türlü değişim, özdeğin “olanaklılıktan” “gerçekliğe” dönüşmesidir.

Bir zamanlar koca bir granit parçasının üzerine eğilip çalışan bir heykeltraş varmış. O biçimsiz kayayı günlerce oymuş, kazımış durmuş. Bir gün yanına bir çocuk yaklaşmış ve: “O kayanın içinde ne arayıp duruyorsun?” diye sormuş. Heykeltraşın bu soruya yanıtı: “bekle ve gör!” olmuş. Birkaç gün geçip çocuk tekrar heykeltraşın yanına geldiğinde, artık heykeltraş o koca granit parçasından çok güzel bir at heykeli ortaya çıkarmış. Çocuk hayranlıkla ata bakıp heykeltraşa dönerek demiş ki: “Peki ama kayanın içinde at olduğunu nereden biliyordun?”

Heykeltraş bir bakıma granitin içerisinde at biçimini görmüştü. Çünkü bu granit bloğunda bir ata dönüşme olanağı vardı. Aristoteles, aynen bu şekilde, doğadaki tüm şeylerin belli bir “biçimi” gerçekleştirme ya da oluşturma olanağına sahip olduklarını söylüyordu.

Bir tavuk yumurtası bir tavuğa dönüşme olanağını içinde taşır. Ancak bu tüm yumurtaların bir gün tavuk olacağı anlamına gelmez. Çünkü bir takım yumurtalar, içkin “biçim”lerini gerçekleştiremeden kahvaltı sofrasında rafadan yumurta ya da omlet olup giderler. Ancak bir tavuk yumurtasından bir kaz olamayacağı da ortadadır. Çünkü tavuk yumurtasında bu olanak yoktur. Dolayısıyla bir şeyin “biçimi” hem ondaki olanakları hem de sınırlamaları belirler.

Aristoteles şeylerin “biçim” ve “özdeklerinden söz ederken sadece canlıları ele almaz. Tavuğun “biçim” i nasıl kanat çırpıp yumurta yumurtlamaksa, bir taşın biçimi de yere düşmektir. Nasıl tavuk kanat çırpmadan duramazsa, taş da yere düşmeden duramaz. Taşı alıp çok yükseklere atabilirsin, ancak yere düşmek onun doğasında olduğu için taşı ta Ay’a kadar atmayı başaramazsın.

Ereksel Neden

Tüm canlı ve cansız şeylerin “olanaklarını belirleyen bir “biçim”e sahip oldukları bahsini kapamadan önce, Aristoteles’in doğadaki nedensellik ilişkileri konusunda oldukça ilginç bir görüşü olduğunu da eklemeliyim.

Günümüzde, şunun ya da bunun “nedeni” derken bir şeyin nasıl meydana geldiğini kastederiz. Camın kırılma nedeni Petter’in cama bir taş atmış olmasıdır veya bir ayakkabının varolmasının nedeni ayakkabıcının deri parçalarını birbirine dikmiş olmasıdır. Ancak Aristoteles’e göre doğada çeşit çeşit neden vardır. O toplam dört tür nedenden sözeder. Bunların içinde onun “ereksel neden” dediği nedeni anlamak en önemlisidir.

Cam kırma örneğinde Petter’in cama niçin taş attığını sormak doğaldır. Burada Petter’in cama taş atmaktaki amacını sorarız. Amaç ya da “erek” ayakkabı yapımında da önemli bir rol oynar kuşkusuz. Ancak Aristoteles doğadaki cansız süreçlerde de bu tür bir “ereksel neden” arıyordu. Bir örnek verelim:

Yağmur neden yağar? Yağmurun bulutlardaki su buharının soğuyup damla şeklinde yoğunlaşarak yerçekiminden ötürü yere düşmesiyle oluştuğunu okulda öğrenmişizdir.

“Özdeksel neden”, söz konusu su buharı bulutların) tam da hava soğuduğunda orada varoluyor olması. «Etken neden” su buharının soğumasıdır ve “biçimsel neden” de yağmurun “biçim”inin ya da doğasının damla damla yere düşmek olmasıdır. Sen susup başka bir şey söylemezsen, Aristoteles buna ek 0|arak, yağmur yağdığını çünkü bitkilerle hayvanların büyümek jçin yağmura gereksinimi olduğunu söylerdi. “Ereksel neden” ile kastettiği de buydu. Gördüğün gibi Aristoteles bir anda yağmur damlalarına bir görev ya da bir “amaç” veriyordu.

Bizse bunu başaşağı edip bitkilerin büyüme nedeninin yağmur olduğunu söylüyoruz. Aristoteles doğadaki her şeyde bir amaçlılık olduğunu söylüyordu. Yağmur bitkiler büyüsün diye yağar. Portakallar ve üzümler insanlar onları yesin diye yetişir.

Bu gün bilim böyle düşünmüyor. Hayvan ve insanların varolması için yiyecek ve suyun gerekli bir koşul olduğunu söylüyoruz. Bu koşullar olmasıydı biz de varolamazdık. Ama suyun ya da portakalın amacı değildir bizi beslemek.

Nedenler hakkındaki görüşleri konusunda Aristoteles’in yanıldığını söylemek hevesine kapılabiliriz. Ancak acele etmemekte yarar var. Pek çok insan, Tanrı’nın dünyayı üzerinde insanlarla hayvanlar yaşasın diye yarattığına inanır. Buna bağlı olarak, insanlarla hayvanların yaşamak için suya ihtiyacı var diye ırmaklarda su aktığı iddia edilebilir. Ama burada Tanrının erek ya da amacından sözediyor oluruz, bize iyilik etmek isteyen yağmur damlalarından ya da ırmak suyundan değil!

Mantık

“Biçim” ve “özdek” kavramları arasındaki fark, Aristoteles’in insanların dünyadaki şeyleri tanıma sürecini anlatışında da önemli bir rol oynar.

Bir şeyleri tanımak, onları bir takım gruplara ya da sınıflara ayırarak olur. Bir at görürüm, bir at daha ve sonra bir at daha… Atların hepsi birbirinin aynı olmasa da atların hepsinde ortak olan bir şeyler vardır. İşte atların hepsinde aynı olan bu şey, atların “biçimi’dir. Diğerlerinden ayrı ya da bireysel olan şey atın “özdeği”ne girer.

Aristoteles insanların kavramlarına bit düzen getirmek isteyen, titiz ve düzenli biriydi. Bu yanıyla mantığı bilim olarak kuran kişi de o oldu. Hangi çıkarımların ya da kanıtların mantıksal olarak geçerli olduğuna ilişkin kesin kurallar öne sürdü. Bir örnek bunu açıklamaya yeter: Önce “tüm yaşayan varlıklar ölümlüdür” (1. önerme), sonra da “Hermes yaşayan bir varlıktır” (2. önerme) dersem, bundan pek güzel bir şekilde “Hermes ölümlüdür” sonucunu çıkarabilirim.

Aristoteles mantığı kavramlar arasındaki ilişkilere dairdir. Bu örnek de “yaşayan varlık” ile “ölümlü” kavramları arasındaki ilişkiyi gösterir. Aristoteles’in bu çıkarımı yüzde yüz doğru olsa da bize pek yeni bir şey öğretmediğini kabul etmek durumundayız. Hermes’in “ölümlü” olduğunu zaten biliyorduk. (Hermes bir “köpek” ve bütün köpekler “yaşayan varlıklardır. Bunlar da Everest Dağı’nın tepesindeki taşların tersine ölümlüdürler)

Doğanın Merdiveni

Aristoteles varoluşumuza bir “düzen getirirken” öncelikle doğadaki her şeyin iki ana gruba ayrılabileceğine işaret eder. Bir tarafta taş, yağmur damlası ve toprak parçası gibi cansız şeyler vardır. Bunlar içlerinde bir değişme olanağı taşımazlar. Bu tür yaşamayan şeyler ancak dışarıdan etkilerle değişebilirler. Diğer tarafta içlerinde değişebilme olanağı taşıyan canlı şeyler vardır.

Aristoteles, “canlı şeyier”in de iki ana gruba ayrılması gerektiğini söyler. Yaşayan bitkiler ve yaşayan varlıklar. Son olarak “yaşayan varlıklar” da hayvanlar ve insanlar olarak ikiye ayrılabilir.

Aristoteles doğa olaylarını sınıflarken şeyleri özelliklerinden, daha doğrusu onların yapabildikleri ya da yaptıkları şeylerden yola çıkıyordu.

Tüm “canlı şeylerde” (bitki, hayvan ve insanlarda) gıda özümseme, büyüme ve üreme yeteneği vardır. Tüm “yaşayan varlıklarda” (hayvan ve insanlarda) ise buna ek olarak çevresindekileri hissedebilme ve hareket edebilme yeteneği vardır. Tüm insanlarda ise bunlara ek olarak düşünebilme ya da duyusal izlenimlerini farklı gruplara ve sınıflara koyabilme yeteneği vardır.

Doğada keskin sınırlar yoktur. Basit bitkilerden daha karmaşık bitkilere, basit hayvanlardan karmaşık hayvanlara yumuşak bir geçiş vardır. Bu “merdiven”in en üstünde insan yer alır ki, insan Aristoteles’e göre doğanın tüm yaşamını yaşamaktadır. İnsanlar, bitkiler gibi büyür ve özümser, hayvanlar gibi duygu taşır ve hareket eder ve bunlara ek olarak sadece insanlara mahsus olan mantıklı düşünme yeteneğini taşır.

Böylelikle insan tanrısal akıldan bir nebze taşır. Bir takım yerlerde Aristoteles, doğadaki tüm devinimleri başlatan bir Tanrı olması gerektiğinden sözeder. Böylece Tanrı doğa merdiveninin mutlak tepesini oluşturur.

Aristoteles Dünya’daki devinimleri yıldız ve gezegenlerin yönettiğini düşünüyordu. Ancak gökyüzü cisimlerini de hareket ettiren bir şey olmalıydı. Bu güce Aristoteles “ilk devindirici” ya da “Tanrı” diyordu. “İlk devindirici”nin kendisi hareket etmez ve o gökyüzündeki cisimlerin ve dolayısıyla doğadaki her şeyin hareketlerinin “ilk nedenidir.

Etik

Aristoteles üç tür mutluluk olduğunu söyler: İlk tür mutluluk, arzu ve isteklerin olduğu bir hayattır. İkincisi, özgür ve sorumlu bir vatandaş olarak varolunan hayattır. Üçüncü tür mutluluk ise araştırmacı ve filozof olunan hayattır.

Aristoteles, insanın mutluluğu için bu üç koşulun da bir arada varolması gerektiğini ısrarla belirtir. Tek yönlülüğü reddeder. Ve bugün yaşasaydı yalnızca bedeni ya da yalnızca aklı kullanmanın tek yönlülük olduğunu söylerdi kuşkusuz. Bu iki uç, dengesiz bir yaşam biçiminin ifadesiydi ona göre.

İnsanlarla ilişkilerimizde de “altın orta”yı tutmaktan sözeder Aristoteles: ne korkak ne çılgınca atılgan, sadece cesur olacağız. (Cesaretin azı korkaklık, çoğu çılgınlıktır.) Ne cimri ne savurgan, sadece bonkör olacağız. (Aşırı bonkörlük savurganlık, az bonkörlük cimriliktir.)

Yemek konusunda da aynı şey geçerlidir. Az yemek gibi çok yemek de sakıncalıdır. Platoncu ve Aristotelesçi ahlak, Yunan tıp bilimini hatırlatır: yalnızca dengeli ve ölçülü olarak mutlu ya da “uyumlu” insan olunur.

İnsan bir “politik varlıktır”

Aristoteles’in bu tutumu politik görüşlerinde de kendini gösterir. İnsan bir “politik varlıktır” diyen Aristoteles’e göre, insanı çevreleyen toplum olmadan gerçek anlamda insan olunmaz. İnsanın ailesi ve açlık, sıcaklık, evlilik ve çocuk yetiştirme gibi temel yaşamsal eksilmelerini karşılasa da, insanların birlikteliğinin en gelişmiş biçimi devlette ifadesini bulur.

Sonra da devletin nasıl organize edilmesi gerektiği sorusu geliyor. Aristoteles üç iyi devlet türünden sözeder. Bunların ilki, devletin başında tek bir kişinin bulunduğu monarşidir. Bu devlet biçiminin iyi olabilmesi için baştaki kişinin kendi çıkarları uğruna devleti kötüye kullanmaması gerekir. Bir diğer iyi devlet biçimi aristokrasidir. Aristokraside devleti yöneten bir grup lider vardır. Bu,devlet biçiminin de üçbeş kişinin kasıp kavurduğu, bugün cunta denilen idare biçimine dönüşmemeye özen göstermesi gerekir. Üçüncü iyi devlet biçimi de Aristoteles’in politeia demekle kastettiği demokrasidir. Ancak bu yönetim biçiminde de varolan tehlike, bir demokrasinin kolayca bir ayaktakımı egemenliğine dönüşebilmesidir.

Jostein Gaarder

BAĞLANMA VE KAYBETME: BAĞLANMANIN NÖROBİYOLOJİSİ ÜZERİNE ÇALIŞMALAR – JOHN BOWLBY

Alanındaki temel eserlerden biri olan Bağlanma ve Kaybetme üçlemesinin ilk cildi olan Bağlanma, bağlanma ilişkilerinin nasıl kurulduğunu anlatır ve çocuğun anneye olan bağlarının doğasını inceler. Bowlby, çocuklar üzerine yapılan deneysel çalışmaların ve bunlardan gelen verileri onaylayan biyolojik buluşların nasıl bazı davranış kalıplarını ortaya çıkardığını göstermeye çalışır. Ona göre bağlanma davranışı, hayatta kalma mücadelesinde yırtıcılara karşı korunmak için ortaya çıkan, beslenme ve üreme kadar önemli olan içgüdüsel bir tepkidir. Kitaba içgüdüsel davranış, nedenleri, işlevleri ve ontogeni tartışmalarıyla başlayan Bowlby, bağlanma davranışının nasıl geliştiği, nasıl idare edildiği, ne işlevi olduğuna dair kuramsal bir formülasyon vermeye çalışır.


Önsöz

International Journal of Psycho-Analysis’de erken çevresel şartların karakter gelişiminde nasıl etkili olabileceğine dair ilk makalesinin yayımlanmasından (1940) yirmi dokuz yıl sonra 1969’da John Bowlby, kariyeri boyunca oluşturduğu gözlemler ve teorik kavramsallaştırmaları Bağlanma, Ayrılma ve Kayıp adı altında üç etkileyici kitabın ilkinde bütünleştirdi. Temel cilt olan Bağlanma çığır açıcı nitelikteydi.

Bilimin başlıca sorularından biri, özellikle belirli erken dönem ontogenetik olayların, sonrasında her şeyde nasıl ve neden aşırı biçimde etkili olduğudur? Bowlby, hem keşifsel teorik perspektif hem de test edilebilir deneysel metodolojinin, erken dönem sosyal çevrenin gelişimsel süreçlere şekil vermek için olgunlaştırıcı organizma ile etkileşim içinde olduğu oldukça belirli mekanizmaları gözlemleme, ölçme, değerlendirme için yaratılmış olabileceği biçimindeki temel problemleri sundu.

Fakat belki de daha da önemlisi, özenle ele aldığı disiplinler arası perspektifin gelişimsel fenomen çalışmasına uygulanabileceği önerisiydi. Bilim spektrumunun ortak bilgi temeli, en güçlü modellerini ortaya koyacaktı –hem bebeğin başka bir insan varlığına ilk bağlanmasına aracı olan temel ontogenetik işlemler hem de bu işlemlerin yaşam döngüsünün daha geç noktalarında organizma gelişimine kalıcı bir şekilde etki ettiği temel psikobiyolojik mekanizmalar.

“Aslında Bowlby’nin …kalkıştığı, biyolojideki son ilerlemeler ışığında psikanalitik teoriyi güncellemektir” (Ainsworth, 1969, s. 998). Bowlby’nin bugün literatürle uzaktan akraba olduğu gözüken birleşmenin sinerjistik potansiyelindeki derin anlayışı, parlak bir sezgi patlaması gibi görünmektedir fakat aslında iki çok önemli entelektüel tesirin, Charles Darwin ve Sigmund Freud, doğal bir çakışmasını sunmaktadır. Psikanaliz ve etolojiden (davranışsal biyoloji) gelen kavramların birbirine karışımı, biyolojik ve psikolojik alanlar arasında kurulabilen karşılıklı zengin bir diyalog ortaya koyarak dışsal ve içsel dünyada önemli olayların tanımını kolaylaştırır (bkz. Darwin’in The Expression of Emotions in Man and Animals ve Freud’un Project for a Scientific Psychology).

Darwin ve Freud gözlemsel ve teorik merceklerini öncelikle (fakat özellikle değil) tamamen olgunlaşmış erişkin organizmaların uyumlu/adaptif ve uyumsuz/maladaptif işleyişleri üzerine odaklarlarken Bowlby, kliniksel gözlemcilerin ve deneysel bilim adamlarının devamlı gelişen organizmalar üzerinde yoğunlaşmaları gerektiğini savunur. Daha bilimsel bir şekilde olgunlaşmamış organizmanın önemli derecede kendi türünün olgun erişkin bir üyesiyle olan ilkel ilişkisiyle biçimlendiği temel ontogenetik mekanizmaların daha derinden incelenmesi çağrısında bulunur –ki bu da anne ile çocuk arasındaki bağlanma biçimleri ilişkisinin daha kapsamlı çalışmaları içindir. Bowlby bu gelişimsel süreçlerin belirli bir çevre ile doğuştan gelen benzersiz genetik donanımın bir etkileşiminin ürünü olduğunu ve çocuğun ortaya çıkan sosyal, psikolojik ve biyolojik kapasitesinin, annesiyle ilişkisinden ayrı anlaşılamayacağını ileri sürer.

Bağlanma araştırması, bu cildin ilk yayınlanışından sonra yaklaşık otuz yıl içerisinde etkisini doğrulayarak patladı fakat Bowlby’nin eseri dikkat çekmedi. Tekrar okunduğunda gelişimsel faaliyetlerin doğasındaki gizli içgörüleri açıklamayı ve yine incelenmesi gereken gelişimsel araştırma bölgelerini aydınlatmayı sürdürdü. Gerçekte Bowlby, ilişkisel olarak psikobiyolojik faaliyetlerle güdülenen bilinmeyen anne-çocuk alanını incelerken temel topografik işaretleri tespit eder –bağlanma ilişkisinin gelişen birey üzerinde anlık ve devamlı etkide bulunma biçiminin kapsayıcı bir modeli fenomenal merkez olmaktadır.

Bowlby’nin “bebekliğin sözcük öncesi döneminden itibaren insanın sosyal tepkilerinde geniş kapsamlı araştırma programı” için çağrıda bulunduktan sonra üstlenilen bağlanma teorisinin deneysel ve klinik incelemelerinin niteliği psikoloji, psikiyatri ve psikanalizde genellikle bir standart vazifesi gördü; genişliği gelişimsel psikoloji, gelişimsel psikobiyoloji, gelişimsel nörokimya, çocuk psikolojisi ve psikanalize uzanmaktadır. Ardındakiler, Bowlby’nin çalışmasına sadece psikonörobiyolojik bir bakış açısı uygulamaz aynı zamanda Bowlby’nin kartografisinde¹ resmedilen bağlanma alanının hala incelenmemiş belirli bölgelerini disiplinler arası araştırma için kendisinin özgün reçete ve ayırmaları karşısında mevcut araştırmaları ölçümler.

Çoğu araştırmacı, bu ufuk açıcı cildin ikinci bölümünde ana hatları çizilen kavramlar üzerine odaklanır ki burada Bowlby, çocuğun birinci bağlanma figüründen ardışık ayrılma tepkileri – protesto, umutsuzluk ve kopma- üzerine temel makalelerini ayrıntılandırır ve Ainsworth’un bağlanma araştırması için başlıca deneysel paradigma olmuş, artarak gerilim üreten “yabancı ortam” ını ileri sürer.

Bowlby ayrıca bağlanma ilişkisinin temel dinamikleri olarak gördüklerine yönelir. Başlangıçta çocuğun etkileşim aramada aktif olması, annenin annelik davranışının çocuğun bağlanma davranışıyla karşılıklı olması ve bağlanma gelişiminin hem bebeğin işaretlerine cevaben annenin duyarlılığı hem de etkileşimin doğası ve miktarıyla ilgili olmasıdır. “Karşılıklı aktarım” olarak bağlanma dinamiklerini gösteren bir zemin, dinamik sistemler teorisindeki son ilerlemelerle mükemmel şekilde uyumlu bir kavramsallaştırma hazırlar (Schore, 1997b, basım aşamasında; Lewis, 1995).

Bağlanma Davranışı adlı kısmın en başında Bowlby, temel özellikleriyle ilk modelini ortaya koyar. Bu, “özellikle annenin gidişi ya da korkutucu herhangi bir şeyle kolaylıkla aktive olan biyolojik fonksiyonlu içgüdüsel bir sosyal davranıştır ve sistemleri en etkili şekilde sonlandıran uyarıcılar annenin sesi, görünmesi veya dokunuşudur”. Bağlanmanın “öngörülebilir bir sonuç olarak anneye yakınlık gerektiren çok sayıdaki davranışsal sistemin aktivitesinin bir ürünü” olduğunu eklemesine rağmen ikinci ciltte (1973) bağlanma sisteminin amacını sadece bir yakınlık olarak değil duygusal olarak uygun ve duyarlı bir bağlanma figürüne erişim olarak yeniden tanımlamaya kalkışır.

Bu kavramın daha geniş açılımı, bugün çocuğun yüz ifadeleriyle gösterdiği duygusal hallerini ortak bir şekilde düzenleme sırasında ilk bakıcının merkezi rolünü vurgulayan (Schore, 1994, 1998a, baskıda b.) ve bağlanmayı diyadik duygu düzenlemesi (Sroufe, 1996) ve organizmalar arasındaki biyolojik eşzamanlılık düzenlemesi olarak tanımlayan etkileşimsel teorilerde görülmektedir. ² Hızlı bir şekilde yüz yüze düzenlenmiş etkileşimlere psikobiyolojik olarak uyum sağlayan bakıcı (Field, 1985) sadece çocuğun olumsuz duygulanım durumlarını minimize etmez aynı zamanda olumlu duygulanım durumlarını maksimize eder (Schore, 1994, 1996, 1998b). Bu “duygulanım eşzamanlılığının” yakın bireylerarası bağlamı (Feldman, Greenbaum ve Yirmiya, 1999) ve bireylerarası rezonansı (Schore, 1997b, baskıda b) bağlanma dinamiklerinin dışsal alanını gösterir.

Bowlby, içsel alana yoğunlaşır bunun yanında “fiziksel dünyanın, annenin ve diğer önemli kişilerin, kendisinin ve her bir etkileşimin davranış göstermesi beklenen” içsel çalışma modellerinin çocukta gelişen oluşumu üzerine yorumda bulunur. Bu formülasyon, “süreç-yönelimli” içsel çalışan modeller anlayışı içerisinde yorumlayıcı yükleme süreçleri sayesinde bireylerin ilişki uyumunu düzenleyen (Bretherton ve Munholland, 1999), duygulanım düzenleme stratejilerini (Kobak ve Sceery, 1988; Schore, 1994) ve çevresel zorluklar karşısında temel düzenleme ve olumlu duygulanımın devamlılığı ile ilgili beklentileri (Sroufe, 1989) şifreleyen sunumlar olarak değerlendirilir. Mevcut psikobiyolojik modeller, duygu durumunu düzenlemeyi sağlayabilen, çocuğun anneyle olan duygulanım diyaloğunun sunumlarına başvurur (Polan ve Hofer, 1999).

İlginç biçimde Bowlby kitabın ilk sekiz bölümünde, içsel çalışma modellerini tanımlar ki bu bölümler içgüdüsel davranışa ayrılmıştır ve ileriki bölümlerde bağlanma üzerinde ortak bir bütünlük oluşturur. İlk kısımlardaki ana temalar içerisinde daha derinlikli bir yorum, bağlanma teorisi ve araştırmasının sınırını ortaya koyar. Bowlby, içsel model fonksiyonunu beyindeki “bilişsel haritalar” biçiminde görür ve “belirli hedeflere (bağlanmaya) nasıl ulaşılabilineceğine ilişkin tahmin yürütmeye yardım eden bilgiyi aktarma, biriktirme ve işleme” sağladığını varsayar. Dahası “her bireyin sahip olduğu iki çalışma modelinin sırasıyla organizmal model ve çevresel model olduğunu” açıklar. Bunun nedeni “duyu organları sayesinde bir organizmaya ulaşan olaylarla ilgili duyu verilerinin derhal değerlendirilmesi, düzenlenmesi ve yorumlanmasıdır… Aynısı, organizmanın içsel durumundan elde edilen duyu verileri için de geçerlidir”. Burada Bowlby, psikoloji ve biyolojiyi, zihin ve bedeni birbirlerine kenetleyebilen gelişimsel teorik bağlanma kavramı ihtiyacına işaret etmektedir.

Bu nedenle Bowlby, hem biyolojik hem de sosyal bağlanma unsurlarını içeren teorik bir çerçeve tanımlayarak “Görev” (Kısım I)’e başlar; bu, fonksiyonel özelliklerinin yanı sıra yapısal bir organizasyon açısından tanımlanması gereken bir alandır. Biyolojik araştırmacıların tamamının yaklaşımlarını izleyerek yaşam sisteminin yapı-fonksiyon ilişkilerini açıklamaya kalkışır fakat sistemin öncelikle kendisinin organize ettiği önemli ilk dönem düzeyler üzerine odaklanmak için gelişimsel biyolojinin perspektifiyle vizyonunu zenginleştirir. O yüzden kitabın biçimi, öncelikle içyapısal sistemin genel özelliklerini belirlemek ve sonra da bu sistemin bağlanma sürecindeki merkezi fonksiyonel rolünü tanımlamaktır.

Bowbly bu eseri yazma sebebini, insan gelişiminin en önemli evresinin 0-3 yaş arasında olduğunu ve bunun en önemli sebebinin ”bağlanma” ilişkisi olduğunu açıklamış. Bebeğin ağlama evrelerini 3’e ayırarak (protesto, umutsuzluk, kopma) her bir evrenin bağlanma ihtiyacının yansıması olduğunu açıklamış. Bağlanma ve ”İkincil dürtü teorisi” arasındaki ilişkiyi incelemiş ve bunu sadece insan bebekler üzerinde değil, babunlar ve alyanaklı maymunlar üzerindeki durumlarını da eklemiş. Bağlanmanın yaşamın ilk yılında yoğunluğunun ve sıklığının arttığını, ikinci ve üçüncü yıllarda azaldığını, insanlardaki fetiş seçiminin üçüncü yaş sırasındaki periyodu merkez aldığını söylemiş. Gülümseme evrelerini inceleyip üçe ayırmış, bebelemenin özelliklerini tanımlamış. Bağlanma figürünü birincil bağlanma figürü olarak ilk yılda anneye olduğunu, ikinci yılda babayla rol paylaşımı yapıldığını söylemiş. Bağlanma figürünün nerede olduğunun eminliğinden sonra oyun arkadaşı arandığını belirtmiş. Winnicot’un ”Nesne ilişkilerine geçiş süreci” olarak adlandırdığı evreye katılmamış, bu sürece ancak ”Geçici Süreç, Geçici Nesne” denilebileceğini savunmuş. Bağlanmanın sağlanmasını; 1-) Ağlamasına Tepki Vermek 2-) Sosyal Etkileşim 3-) Sinyallere Zamanında ve Uygun Tepki verilmesi şeklinde en uygun şekilde sağlanacağını savunmuş. Bağlanmada önemli olan bebeğin bedensel ihtiyaçların tatmini değil, ”Sosyal Etkileşim” olduğunu ifade etmiş. Bağlanma kriterinin, annesi bebeği bırakıp gittiğindeki ”itirazı” değil, bebeğin annesi döndüğündeki tepkisinin ölçülmesi sayesinde olacağını söylemiş. Annenin yenidoğan bebeğine nasıl davranacağını; ”Annenin doğumdan önceki 2 yıl deneyimlediği duygu ve düşüncelerle ilgili olduğunu” ve bebeğe verilen tatmin arttıkça bağlanmanın ”istikrarlı” hale geldiğini savunmuş. Çocuğun diğer insanlara bakış açısının, ”annesinin bebekle ilgilenirken, bebeğin bakış açısını dikkate alıp almadığı” sayesinde geliştiğini ifade etmiş. Çocuğun diğer insanları analiz becerisinin üçüncü yılda oldukça iyi geliştiğini Ainsworth ile paylaşmıştır.

Bowlby, üçüncü bölümü Freud’un (Freud, 1925) “Psikolojide güvenli görülen içgüdüler teorisinden başka acil bir ihtiyaç yok” sözüyle açar. Temelde Freud’un bilinçdışı faaliyetlerin biyolojisini açıklayacak bir modelin oluşumunu gerekli gördüğü düşüncesinin göstergesi olan “alternatif içgüdüsel davranış modeli” sunarak ihtiyacı karşılamaya çalışır. Bu amaçla Bowlby, bağlanmanın kendini korumayla ilgili içgüdüsel bir davranış olduğunu ve genetik donanım ile erken dönem çevrenin arasındaki etkileşimin bir ürünü olduğunu ileri sürerek başlar.

Ancak çok geçmeden merkezi olarak içgüdüsel davranışla ilgili biyolojik kontrol sisteminin detaylı ve “tümüyle amaç düzeltimli davranışsal yapı” olduğuna dair hiyerarşik biçimde organize olmuş bir tanımda bulunur. Bowlby ayrıca bu kontrol sisteminin nörobiyolojik işlemlerine göre bazı ipuçları verir; fonksiyonları, retiküler oluşumun önemli faaliyetlerinden kaynaklanan organizmanın “uyarılma durumuyla” ve orta beynin çekirdek ve limbik sistemin “organizmal haller ve durumların değerlendirmesiyle ilişkili olması gerekir”. Hatta anatomik konumu, alın lobları ile ilgili yorumda bulunur.

Bu kontrol sisteminin “içerisinde gelişimin meydana geldiği ortam tarafından bir dereceye kadar etkiye açık olduğunu” söyler. Daha belirli bir biçimde çocuğun “uygulanabilirlik ortamı ile etkileşiminde ve özellikle bu ortamdaki birincil figür yani anne ile etkileşiminde gelişir. Bunun yanında Bowlby’e göre, “bireysel gelişimin basitten başlayarak karmaşık olma sürecinde kontrolün artması, hiç şüphe yok ki büyük oranda merkezi sinir sisteminin gelişiminin bir sonucudur”. Bu kontrol sisteminin olgunlaşmasındaki zamansal aralığın –dokuz-on sekiz ay– olduğunu ileri sürecek kadar ileri gider.

Bir sonraki “Değerlendirme ve Seçme: Hissetme ve Duygular” bölümünde Bowlby, Darwin’in (Darwin, 1872) yüzde ve bedendeki ifade hareketlerinin anne ve çocuk arasındaki iletişimin ilk araçları olarak hizmet gördüğü gözlemini alıntılar. Bu temayı geliştirirken Bowlby, yüz ifadesi, tavır, ses tonu, psikolojik değişim, hareket hızı ve başlangıç hareketinin” dikkat çekiciliğini vurgular. Bu tür girdiler, “mutlu ya da mutsuzluk değeri” açısından deneyimlenir ve farkında olmadığımızda bile aktif bir şekilde faal olabilir”; bu şekilde duygu, hem davranışsal hem de psikolojik durumları izleme imkanı verir. Bu nedenle duygusal süreçler içgüdüsel bir davranış modelinin temelinde yatmaktadır.

İlerleyen bölümlerde Bowlby, anne çocuk bağlanma ilişkisinin “çok güçlü duyguları ya da hisleri, mutluluğu ya da tersini beraberinde getirdiği”, çocuğun “stresle baş etme kapasitesi”nin belirli annelik davranışıyla ilişkili olduğu, ortak oluşturulmuş evrimsel uygulanabilirlik ortamından gelen içgüdüsel davranışın “türlerin hayatta kalması için hayati sonuçlara” sahip olduğu sonucuna varır. Ayrıca “bazı evrimsel eşiklerin geçildiği” süreçte çocuğun “aniden” anneden ayrılmayla baş etme kapasitesinin geliştiği otuz yaşının sonuna dek bağlanma sisteminin kolaylıkla aktive olduğunu öne sürer.

Bir sonraki soru; bu cildin yayınlanışından otuz yıl sonra, decade of the brain* araştırması sonucunda Bowlby’nin temel bağlanma yapıları nasıl dayanır? olacaktır. Onlar gerçekten tam anlamıyla öngörülüydü. İçsel bağlanma çerçevesinin kuş bakışı perspektifi, sadece bağlanma faaliyetlerine aracılık eden temel beyin yapılarına değil aynı zamanda bu yapıların gelişen beyin içerisinde dinamik bir biçimde kendini nasıl organize ettiğinin görsellerine yakından bakmak için bugün yoğunlaşma gerektirecek kadar genişlemiştir. Bowlby’nin nörobiyolojik kontrol sistemi çalışmaları bugün “duygusal beynin kıdemli yöneticisi” olarak adlandırılan (Joseph, 1996) ve “özellikle duygu ile ilgili davranış kontrolünün en yüksek düzeyine” aracılık ettiği görünen bir bölge olan orbitofrontal korteks ile ilişkilendirilebilir. (Bu kavramların ve referansların daha geniş açıklamaları için bakınız, Schore, 1994, 1996, 1997b, 1998a, 1999, baskıda a, b, c, d, e.)

Bowlby’nin Bağlanma ve Kayıp eserinin yeni baskısının yayını, bağlanma teorisinin dayalı olduğu nöropsikobiyolojik temeli inceleyebildiğimiz bir döneme denk gelmektedir. Çocuğun ilk ortamı ya da daha doğrusu çocuk ve anne tarafından paylaşılan ortak psikobiyolojik ortamın, bilimde ilkel bir terra incognita** sunduğu göz önüne alınırsa (Schore, 1994, s. 64) Bowlby’nin teorik çerçeve çalışmalarının sonraki jenerasyonu, erken sosyal ortam ve bağlanma deneyimlerinin gelişen beynin benzersiz mikrotopografisine nasıl farklı bir şekilde etki ettiğini ayrıntılı bir şekilde gösterecektir.

Bu tür çalışmalar, psikolojik ve biyolojik alanlar sunan beyin sistemlerinin ortak dinamik arayüzeyinde meydana gelen olaylar üzerine deneysel bir projektör yansıtacaktır. Bağlanma işleminin temelinde yatan sağ beyinden sağ beyne psikobiyolojik etkileşimler bedenselliğe dayalı hızlı hareket eder ve çocuğun gelişim ve uyum kapasitesi için önemlidir. Her iki üyede de beyin, davranışsal ve bedensel değişikliklerinin koşut zamanlı ölçümlerini gerektirir³.

Bunun dışında uyumlu ve uyumsuz ebeveyn ortam etkilerine dair psikonörobiyolojik çalışmalar, sonradan biçimlenen psikopatolojilere ya da bunların riskine direnmeyi sağlayan psikobiyolojik mekanizmaların yanı sıra güvenli ve güvenli olmayan bir şekilde bağlanan bireylerin arasındaki beyin organizasyonlarındaki küçük önemli farklılıkları ortaya koyacaktır. Bu disiplinler arası gelişimsel çalışmalar, farklı sınıflardaki psikiyatrik rahatsızlıklarda düzenleyici kusurların kuşaklararası aktarım mekanizmalarını açıklayabilir ve ayrıca daha arı tedavi modelleri için bir temel olarak vazife görebilir. Bir anlamda insan deneyiminin ilkel köklerine yapılan bu derin çalışmalar, gerçek zamanlı olarak gelişen beyinzihin- beden faaliyetlerini invazif olmayacak biçimde yansıtabilen metodolojilerdeki teknik ilerlemeler ve gelişimsel nörobiyolojideki teorik gelişmeleri bekliyordu.

Bağlanma teorisinin devam eden gelişimindeki temel bir figür olan Mary Main’in gözlemine göre; “şu anda alanımızın tarihindeki en heyecan verici anlardan birindeyiz. …yakında erken dönem bağlanma deneyimlerindeki bireysel farklılıklar ile nörokimya ve beyin organizasyonundaki değişikliklerin arasındaki ilişkilerin haritasını çıkarmaya başlayacak bir konuma geleceğiz. Ayrıca bebek-bakıcı etkileşimiyle ilgili psikolojik düzenleyicilerin incelenmesi, hem klinik değerlendirme hem de müdahale için geniş kapsamlı içerik oluşturacaktır” (Mary Main, 1999, s. 881-882).

Çalışmasının anlamı üzerine son söz Bowlby’nin kendisinden gelsin. “Gerçek şu ki insan gelişiminin en az çalışılan evresi, bir çocuğun, onu en farklı şekilde insan haline getiren her şeyi elde ettiği evredir. Burası hala keşfedilecek bir kıta.”

Bağlanmanın Nörobiyolojisi Üzerine Çalışmalar

Ainsworth’a göre (1967, s. 429) bağlanma, açık davranıştan daha fazlasıdır, içseldir, “bebeğin annesiyle etkileşimlerinin deneyiminin bir sonucu olarak ve bu sırada sinir sisteminin içine eklenerek” var olur. Bowlby’nin önerisinin izinde, limbik sistem, bağlanma davranışının belirmesiyle ilgili gelişimsel değişikliklerin alanı olarak konumlandırılmıştı (Anders ve Zeanah, 1984). Gerçekte yedi ila on beş ay arası belirli bir periyotta, miyelinasyon ve özellikle hızlı bir şekilde gelişen limbik ve kortikal bağlantı bölgelerinin olgunlaşması için önemli olduğu görülmektedir (Kinney vd. 1998); insan serebral korteksinin limbik bölgeleri, on beşinci ayda anatomik olgunlaşma gösterir (Rabinowicz, 1979). Kanıtlar göstermektedir ki bağlanma deneyimleri, bakıcı ve bebek arasındaki duygulanım senkronunun yüz yüze etkileşimi, doğrudan mühürleme etkisi, orbital alın korteksinin devre hattı, kortikolimbik bölgenin on iki aylıkken majör olgunluk değişiminin başladığı ve ikinci yılın ortalarından sonuna gelişimin kritik periyodunun tamamlandığı bilinir. Bunun için gereken zaman dilimi, Bowlby’nin gelişimsel ortamın etkisine açık bir bağlanma kontrol sisteminin olgunlaşması için gerekenle aynıdır.

O nedenle ortak yaratılan evrimsel uygulanabilirlik ortamı, orbitofrontal korteksteki düzenleyici sistemin deneyim-bağımlı olgunlaşması için gelişim kolaylaştırıcı ortama izomorfiktir. Aslında bu prefrontal sistem yüzsel bilgiyi değerlendirir (Scalaidhe vd. 1997) ve hoş olmayan öfke ve üzüntülü surat ifadelerinin yanı sıra hoş dokunma, tat, koku (Francis vd. 1999) ve müziğe (Blair vd. 1999) olan yanıtları işler. Bu ayrıca amaç yönelimli davranışın motivasyonel kontrolünü dengeler (Tremblay ve Schultz, 1999), koşullar değişirken yanıtları doğrulamak için içe duyarlı ve dışa duyarlı alanları ve fonksiyonları esnek bir şekilde koordine eden yüksek bir kodlama düzeyi sağlar (Derryberry ve Tucker, 1992) ve duygusal yanıtları izler, ayarlar ve doğrular (Rolls, 1986).

Bu fonksiyonlar, beynin bu bölgesinin benzersiz anatomik özelliklerini yansıtır. Ventral ve medyal yarım küre yüzeylerde bulunmalarından dolayı bunlar, korteks ve subkorteksin kesiştiği bir kavuşma bölgesi olarak hareket eder. Bu nedenle orbitofrontal korteks, insular korteks, ön singulat, ve amigdaladaki birbirine bağlı limbik bölgelerin hiyerarşik dizisi olan “rostral limbik sistem”in en yüksek aşamasında konumlanmıştır (Schore, 1997a, yayına hazırlanıyor). Limbik sistemin artık merkezi olarak “hızlı bir şekilde değişen ortama adapte olma” ve “yeni öğrenim organizasyonu” kapasitesi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir (Mesulam, 1998, s.1028). Bu dinamik, birinci ve ikinci yıla doğru gelişirken duygusal olarak odaklı limbik öğrenimin temelinde benzersiz ve hızlı hareket eden mühürleme işlemleri, bağlanmayla ilgili öğrenme mekanizması yatar. Hinde (1990, s. 62) “sosyal davranış gelişiminin sadece aktif ve değişken organizma ile aktif ve değişken ortam arasında süregelen diyalektik yönünden anlaşılabildiğine” dikkat çeker.

Fakat orbitofrontal sistem aynı zamanda özerk sinir sistemi ve uyarılma- üreten retiküler oluşum ile derinden bağlantılıdır ve bu tür doğrudan bağlantılarla sadece kortikal bir yapı olduğundan dolayı sosyal uyarıcıya özerk yanıtları düzenleyebilir (Zald ve Kim, 1996) ve “içgüdüsel davranışı” dengeleyebilir (Starkstein ve Robinson, 1997). Bu frontolimbik sistemin etkinliği o nedenle sosyal ve duygusal davranışların dengelenmesi, bedenin homeostatik düzenlemesi ve motivasyonel durumlar ve temelinde bağlanma süreçleri ile ilgili duygulanımdüzenleyici fonksiyonlar için önemlidir. Bu fonksiyonun esas yönü “etkiyi düzenleme girişiminin -mutsuz duyguları minimize etmek ve mutlu olanları maksimize etmek- insan motivasyonundaki güdüleyici güç” olduğunu ileri süren Westin (1997, s. 542) tarafından vurgulanmıştır.

Orbital prefrontal bölge özellikle sağ yarım küreye yayılmıştır ve bütün sağ beyin için bir yönetici kontrol fonksiyonu olarak hareket eder. Bilinçdışı işlemler için dominant olan, bu yarım küre sürekli bir temel üzerinde dışsal uyarıcıların duygusal belirginliğini hesaplar. Bu yanal sistem, algıların mutluluk-mutsuzluk derecesinin kalibrasyonuna uyumlu olumlu ya da olumsuz duygu değişimini aldığı bir “değer etiketleme” fonksiyonu ortaya koyar (Schore, 1998a, 1999). Ayrıca yüzsel ifadeler, mimikler, prozodi gibi sözel olmayan duygusal işaretler için bir sözlük olan “sözel olmayan duygulanım sözlüğü” içerir (Bowers, Bauer ve Heilman, 1993). Sağ kortikal yarım küre soldan daha fazla limbik ve subkortikal bölgelerle daha geniş karşılıklı bağlantılar içerdiğinden duygusal bilgiyi işlemek ve ifade etmek, psikobiyolojik durumları düzenlemek için dominanttır (Schore, 1994, 1998a, 1999; Spence, Shapiro ve Zaidel, 1996). Bu nedenle sağ yarım küre temelde Bowlby’nin bağlanma sistemlerinin sosyal ve biyolojik fonksiyonları olarak tanımladığı ile ilişkilidir (Henry, 1993; Schore, 1994; Shapiro, Jammer ve Spence, 1997; Siegel, 1999).

EEG ve nörolojik görüntüleme kullanarak bu modeli doğrulayan Ryan, Kuhl ve Deci (1997, s. 719), “özerk-destekleyici ebeveynden kaynaklanan olumlu duygusal değişim, global, tonik duygusal modülasyonu içeren sağ yarımküre kortikal ve subkortikal sistemlerin ortaklığını içerir” sonucuna vardılar. Bowlby’nin bağlanma davranışının türlerin hayatta kalması için çok önemli olduğu iddiası doğrultusunda artık sağ yarımküre stres ve mücadelelerle baş etmeyi sürdürecek organizmaya imkân veren ve yaşamı sürdürmeyi destekleyen hayati fonksiyonların kontrolü için merkezdir (Wittling ve Schweigher, 1993).

Geliştirilen bir grup çalışma bebeğin erken olgunlaşan (Geschwind ve Galaburda, 1987) sağ yarımküresinin özellikle erken sosyal deneyimlerden etkilendiğini göstermektedir (Schore, 1994, 1998b). Bu gelişimsel ilke, günümüzde Chiron vd. (1997) tarafından yapılan Tek Foton Emisyonlu Bilgisayarlı Tomografi (TFEBT/SPECT)*** çalışmasıyla desteklenmiştir ki bu da sağ beyin yarımküresinin sözcük öncesi insanbebeklerde özellikle yaşamın ilk üç yılında dominant olduğunu gösterir. Bu süreçte hakimiyetin sağ yarım küreden sol yarım küreye geçtiği bu ontogenetik değişim, Bowlby’nin üç yılın sonunda bağlanma sistemindeki azalmanın “olgunlaşma eşiği”nin “ani” geçilmesinden kaynaklandığı yorumunu açıklayabilir.

Mevcut nöropsikolojik çalışmalar, “bebeğin … duygusal deneyimlerinin beyin ontojenisinin biçimlendirici düzeyleri sırasında sağ yarım kürede oransız biçimde biriktirildiğini ya da işlendiğini” (Semrud- Clikeman ve Hynd, 1990, s. 198), “bebeğin yaşamın ilk 2-3 yılı sırasında öncelikle yöntemsel bellek sistemlerine itimat ettiğini” (Kandel, 1999, s. 513) ve sağ beynin “kendi geçmişinin serebral temsilini” ve duygusal olarak yüklü otobiyografik belleğin alt katmanını içerdiğini (Fink vd. 1996, s. 4275) göstermektedir. Bu bulgular, bağlanma ilişkisinin erken biçimlenen içsel çalışma modellerinin sağ yarım kürede örtülü yöntemsel bellek sistemlerinde işlendiğini ya da depolandığını ileri sürer. Güvenli bir şekilde bağlanmış bireyde bu modeller “homeostatik bozulmalar sağda olacaktır” beklentisini kodlar (Pipp ve Harmon, 1987, s. 650).

Bağlanma (Bağlanma ve Kaybetme – 1) John Bowlby, Çeviri: Tuğrul Veli Soylu


¹ Yüzyılın sonunda konuyu genişçe gözden geçirmek için bkz. Attachment Theory: Social, Development and Clinical Perspectives (1995) ve Handbook of Attachment: Theory, Research and Clinical Applications (1999) ² Senkronize etkileşimlerin gelişimi, çocuğun sağlıklı duygusal gelişiminde temeldir (Penman, Meares ve Milgrom, Friedman, 1983). Reite ve Capitanio (1985) duyguyu “sosyal bağlanmaları kolaylaştıran ya da onlara hizmet eden temel düzenleyici ya da motivasyonel sistemlerin bir belirtisi” olarak kavramsallaştırır (s. 248) ve temel bağlanma fonksiyonunun “organizmal bir düzeyde biyolojik ve davranışsal düzenleme ya da senkron geliştirmesi” olduğunu öne sürer (Wang, 1997, s. 235). * decade of the brain: ABD başkanı George Bush tarafından başlatılan 1990- 2000 arasında sürdürülen beyin araştırmalarından elde edilecek bilgiler ile kamu bilincini arttırma ve bilgilerin toplum üzerindeki etkisi üzerine birçok program, etkinlik ve konferans içeren proje. ** terra incognita: keşfedilmemiş bölge –çn. ³ Bebeğin bedensel durumlarının özerk ölçümlerinin, bağlanma fonksiyonlarının kapsamında bulunması gerekir ve olgunlaşmış merkezi ve özerk sinir sistemleri arasındaki etkileşimin gelişiminin, bağlanma yapıları araştırmalarında incelenmesi gerekir. Bu şekilde Bowlby’nin adlandırdığı bağlanma deneyimlerinin “yapı blokları”nı organize eden doğum öncesi ve doğum sonrası olgunlaşmış limbik döngüleri bütünüyle anlamalıyız (Schore a; yayına hazırlanıyor). Sağ yarım kürenin sonradan gelişim parlamalarına yeniden girdiği (Thatcher, 1994) ve sonunda sonradan olgunlaşan sol ile bir etkileşim sistemi biçimlendirdiği (Schore, 1994, baskıda b; Siegel, 1999) gerçeği doğrultusunda çocukluk ve erişkinliğin birbirini takip eden aşamalarında bağlanma sisteminin nörobiyolojik tekrar organizasyonları ve onların fonksiyonel ilintilerinin incelenmesi gerekir. *** SPECT: Single Photon Emission Computed Tomography –çn.

BÜYÜMENİN YAŞLANMAK DEMEK OLDUĞUNU BİLMİYORDUM… – TEZER ÖZLÜ

Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini bilmiyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim.

Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten. Hem de nasıl ürküten! Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz. Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgınlık dünyasının en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğunu yaptım.

Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez,kahvelere otur- artık hiçbir yerdesin. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, tüm gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.

Tüm raylardan git, denizin her türlü grisinin tadını çıkart. Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. Oluşumunu yaratan spermalara dek geri gidebilir düşüncen. Kendi embriyonluğunu anımsayabilirsin, annenin karnında geçirdiğin ayları, orada kalıp gün ışığı görmek istemeyişini. Çılgınlığın evreninde yükselmeye başladığın anlar ne büyük acı verir. Gövdenin ayrıdığı anlar.

Otuz yaşım ile kırk arasında ne akıllı ne de çılgındım. Bu ikisinin ötesinde kalıp olup bitene seyirci oldum ve dünyayı kavradığımı sandım. İlk kez gördüm denizlerini. İlk kez güneşin altında yattım. Gecelerinde dolaştım. Bir çocuk bile doğurdum, benim anneme yabancı olduğum gibi o da bana yabancı. Evet dünyayı kavradığımı sandım. Politikası, toplumsal yapıları, sömürenleri, sömürülenleri ile ilgilendim.Ben ne sömüren ne de sömürülendim. Kırk yaşımda başlamam ya da bitirmem gerekeni bitirdiğimi sanıyordum. Bir insan yaşamı kırk yılda olabilir.. Olmalı.

Bir ölüm özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum.. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarladığım çevresinde dönen bir yolculuğun. Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımla yeniden acıkıyorum.Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum.Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umarsamazlıkla dolaşıyorum.Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.

Berlin 31 Ekim 1982

Tezer özlüden Alıntılar (Aforizmalar) “Çağımızın en büyük acısının yaşamını yabancı ülkelerde kazanmak zorunda bırakılmışlık olduğunu görüyorum…” “Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir…” “Sürekli gitmek istemek de, bir yerde, hiçbir yerde olmak istemek değil mi?” “Nasılsa her gittiğin yerde kendinsin…” “Yaşlandıkça insanlarla aramdaki uçurum büyüyor. Arabalardaki, uçaklardaki, resmi dairelerdeki, otobüslerdeki, caddelerdeki insanlarla aramdaki uçurum…” “Yaşamımın en mutlu anlarında da aynı güçle acıyı duymadım mı. Ve acıların ötesinde bir beklenti vardı: Kendi dünyamın beklentisi…” “Dünya nasıl olması gerekiyorsa öyle. Kendi kendini kurtaramayanı hiçkimse kurtaramaz…” “Sen günlere birşeyler getirmedikçe, günler sana hiçbir şey getirmiyor…” “Aynı dili konuşan iki kişi yok..!” “Ben gökyüzünün altında, topraklarımın üzerinde olacağım. Toprakların dümdüz ve sonsuz ufku boyunca sürekli gideceğim…” “Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır.” “İnsan ilişkilerini değiştirmek için yaşıyorum. Hiçbir şeyin değişmeyeceği umutsuzluğuna kapıldığım kısa anlar kadar korkunç ve umutsuz anlar tanımıyorum…” “Sevgiler geçer, sevgiler gelir… ” “Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırması…” “Her gidiş, her yolculuk, kendi ‘benimin’ bilinmeyenine doğru, bilmek için bir iniştir.” “Yaşam, belki de benim algıladığımdan daha acı…” “İnsan kendini yaşamının her döneminde, hem genç, hem çocuk, hem yetişkin, hem yaşlı algılamıyor muydu?” “Ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiç değil mi?” “Hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum. Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yönüm yok… Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için.” “Her insan kendi sevgisini taşımıyor mu?” “Alışılagelmiş ilişkilere karşı çıktığın an, insanı yadırgıyorlar…” “Hep öyle değil mi. Sevgilerimizi, duyguların yükseliş ve alçalış dalgalanmalarını, kendi kendimize algıladığımız biçimde bir başka insana akıtmak istediğimizde tümüyle içimize hapsetmiyor muyuz. Kim karşılıyor sevgileri…” “Her anı ölüdür…” “Yaşamın sonu hiçbir zaman bana ırak gözükmedi…” “Birisinin teniyle yanyana olmak, kendi var oluşumu unutmak mı?” “Her var oluş kendisiyle birlikte ölümü getirmiyor mu?” “Zaman zaman kendimi tüm insanlıktan daha güçlü duyuyorum, ama kendimi anı anda çıplaklıklarından sıyrılmaya çalışan ağaçlar kadar da bırakılmış duyuyorum. Özellikle ben’in, ben’i bıraktığı anlarda. Ya da ikisi bütünleştiğinde…” “Çevreyi tanımlamak değil, duygularla yaşamak gerekir…” “Her sevginin başlangıcı ve süreci, o sevginin bitişinin getireceği boşluk ve yalnızlık ile dolu. Belirsizlikler arasında belirlemeye çalıştığımız yaşam gibi…” “Sevgi isteği, kendi kendine yaşamı kanıtlama dileği kadar büyük. Belki kendilerine yaşamı kanıtlamaya gerek duymayan insanlar, sevgileri de derinliğine duymadan, acıya dönüştürmeden yaşayıp gidiyorlar. “Ya da sevgiyi, beraberliği beraberlik, ayrılığı ayrılık, yaşamı yaşam, ölümü ölüm olarak yaşıyorlar. Oysa yaşam ölümle, ölüm yaşamla tanımlı…” “Sen tüm kentten daha yalnızdın. Okyanus gibi bir yalnızlık…” “Ve bana geceler yetmiyor. Günler yetmiyor. İnsan olmak yetmiyor. Sözcükler, diller yetmiyor…”

Tezer Özlü (1943-1986), Türkiye edebiyatının özgün kalemlerinden biri, tarzının tek kadın yazarıdır. “Yaşamın Ucuna Yolculuk” Bir İntihar’ın İzinde adıyla önce Almanca yazılmış ve Almanca yazan yabancı yazarlara verilen Marburg Edebiyat Ödülü’ nü almıştır. Yazar daha sonra kitabı kendisi Türkçe’ye çevirmiş birebir çeviri yapmak yerine yeniden yazmıştır. Eserleri Eski Bahçe (1978), öykü Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980), roman Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde 1983),roman Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984), roman Eski Bahçe – Eski Sevgi (1987), öykü

“İNSAN BİLİNCİ VESTİYER DEĞİLDİR!” SİYASAL YAZILAR – YILMAZ GÜNEY

“Her organik varlık her an hem aynı şeydir, hem de aynı şey değildir; her an dışarıdan aldığı maddeleri özümlerken, daha başka maddeleri de dışarı atmaktadır; her an bedenindeki hücreler ölmekte ve yeni hücreler oluşmaktadır; gerçekte, belirli bir süre içinde her organik varlığın bedeninin maddesi tepeden tırnağa yenilenir ve yerini başka madde atomları alır, dolayısıyla her organik varlık her zaman hem kendisidir, hem de kendisinden başka şeydir.”

Şeylerin, toplumsal ve siyasal olayların, insan bilincine objektif içeriklerine uygun olarak yansıması, duyum organlarının sağlığına, insan bilgisinin ve bilincinin düzeyine, içinde yaşadığı durumun —kişisel ve toplumsal— objektif ve subjektif niteliğine bağlıdır. İnsan, duyumları ve bilinci aracılı­ğıyla, şeyleri ve olayları, yani bilinçten bağımsız olarak varolan şeyleri ve bu şeylerin hareketlerini, asıllarına uygun bir biçimde algılayacak olgun­luk, bilgi ve sağlığa sahipse, doğru bilgilenmenin ilk koşulu yerine gelmiş olur.

Duyum organlarındaki yetmezlik ve sakatlıklar, algılamanın sağlıksız ve aslına uygun olmamasına yol açar. Örneğin, gözü bozuk bir insanın, herhangi bir nesneyi algılaması bulanıktır. Kulağı iyi duymayan ya da hiç duymayan birinin, hareketin bir yönünü —ses hem hareketin bir biçimidir hem de hareketin bir sonucudur— aslına uygun algılaması düşünülemez. Yazılarımıza gözlerini kapayarak bakanlar, sesimize kulaklarını tıkayarak ilgi gösterenler, sığındıkları grupların kaba önyargılarıyla koşullanmış ola­rak düşüncelerimize yaklaşanlar, anlatmak istediklerimizi bulanık göreceklerdir. Onlar Marksizmi “bir dünya görüşü olarak değil, siyasal eylemin yönetici bir zinciri olarak” ele alanlardır ve bunu da tam anlamıyla başaramayanlardır. Çünkü Marksizmi bütünlüğüyle kavramayanlar, bir dün­ya görüşü olarak ele almayanlar, yenilirler.

Toplumsal ve siyasal ilişkilerin düzeyi, bilginin ve bilincin niteliği, algılamanın ve kavramanın biçimlenişini belirleyen etkenlerdir. Şeyleri ve olayla­rı inceleme yöntemi ve teorisi de, bilginin ve bilincin derinleşmesinde, şeyler ve olaylarla bilinç arasındaki karşılıklı ilişkide tayin edici bir öneme sa­hiptir. Algılanan şeyler arasındaki bağları, karşılıklı etkileşimi doğru biçimde kavramak, şeyleri yalnız dış görünümleriyle değil, şeylerin iç bağlantı­larıyla, şeylerin şeylerle bağlantılarını, bir bütün olarak içerikleriyle, gelişim eğilimleriyle birlikte kavramak, şeylerin hareket yasalarını, yani çelişme­nin yasalarını, materyalist diyalektik temelde bilmekle mümkündür.

İnsan, her an hem aynı şeydir, hem de aynı şey değildir. Biyolojik anlamda olsun, bilgilenme ve bilinçlenme anlamında olsun, bu böyledir. Örne­ğin, bilgilenme süreci içinde insan, toplumsal pratiği aracılığıyla çeşitli bilgiler edinir. Bilgiler gereklilik oranına göre özümsenir. Bilgilerin özümsen­mesi, bir besinin sindirilmesine benzer; sindirim sürecinde, bir kısmı bedenin çeşitli hücrelerinin yenilenmesini, beslenmesini sağlarken, bir kısmı da dıştalanır. Yaşamamız ve eylemimiz için gerekli olan bilgi de benzer işlemlerden geçer. Bilginin yaşamamız için gerekli olan kısmı özümlenip haya­ta geçerken, bir kısmı da kullanılamaz, açıkta kalır. Özümleme, yararlının alınması, yararsızın atılması demektir. Bilinçsiz seçimler, ilgisizlik, yediği­miz şeyleri incelememek, temizliğe bakmamak, organlarımızdaki rahatsızlıkları hesap etmemek, nasıl küçük rahatsızlıklardan zehirlenmelere yol açarsa, bilgilenme alanında gelişigüzel seçimler de, siyasal saflaşmadaki gelişigüzel seçimler de, toplumsal, siyasal ve kültürel rahatsızlıklara ve ze­hirlenmelere yol açabilir.

Bir besin maddesinin özümlenmesinde, hem besinin niteliği, hem de sindirim organlarının niteliği söz konusudur. Hasta bir mide görevlerini yapa­maz; salgı bezleri görevlerini yerine getirmiyorsa, besinin özümlenmesinde rolleri olan organlar görevlerini yerine getirmiyorlarsa, getiremiyorlarsa, besinin yararlı maddeleri hücrelere tam ulaşamaz. İnsan bilincinin sağlığı, bilgi edinme yöntemi, deneyim olgunluğu da edinilen bilgilerin hayata geçi­rilmesinde önemli ve tayin edici bir rol oynar. Bilginin yararlılığını ya da yararsızlığını ya da oranını belirleyen, o an içinde bulunduğumuz objektif ve subjektif durum, üretim içindeki yerimiz ve bilinç düzeyimizdir. Öyle bilgiler vardır ki, esas itibariyle yararlı ve gereklidir fakat o an için gerekli olmayabilir. Ya da bir başkası için gerekli olduğu halde bize gerekli değildir. Örneğin bir doktora gerekli olan bilgilerle bir avukata gerekli olan bil­giler —mesleki anlamda— farklıdır. Ama hem doktor, hem de avukat için gerekli olan ortak bilgiler de vardır.

Bilgi de, besin gibi yaşamamızın sürmesi ve gelişmesi için gerekliyse, zorunlu bir ihtiyaçsa, hayatımıza katılır; toplumsal, siyasal, kültürel, sanat­sal vb. çalışmalarımızı etkiler, eylem ve ilişkilerimize yön verir; toplumsal konumumuza, içinde bulunduğumuz objektif ve subjektif koşullara ve bil­ginin gereklilik ve acillik durumuna göre, her türden ilişkilerimizi ve sonuçlarını etkiler. Özümlenmiş bilgi, toplumsal pratiğimize karışan, ilişkilerimi­zi ve sonuçlarını şu ya da bu ölçüde etkileyen, değiştiren, başka bir şey olan bilgidir. Elektrik akımı ışık oluyor, bir şeyi çalıştıran enerjiye dönüşü­yor, ısı veriyor vb. ise, bilgi de işlenerek başka bir şeye dönüşüyor. Bilginin başka bir şey olması, işlenerek biçim değiştirmesi, somut ya da soyut biçimleriyle yararlı ya da zararlı olması demektir. Her bilgi yararlı sonuçlar doğurmaz. Öyle bilgiler vardır ki, insanları olumsuz eğilimlere sürükler­ler. Öte yanda, genel anlamıyla yarar ve zarar, sınıflara, kişilere ve zamana göre değişkenlik gösterebilir. Bizim yararlı dediğimiz şeye bir başkası zararlı diyebilir. Örneğin, işçi sınıfının siyasal ve sınıfsal bilincinin derinleşmesi bizim için yararlı iken, egemen sınıflar için zararlıdır. Bu konuya, an­latmak istediklerimizi dağıtmamak için değinmeyeceğiz.

Elma yiyoruz, ekmek yiyoruz, su içiyoruz; yediklerimiz ve içtiklerimiz sindiriliyorsa, başka bir şey olurlar. Elmayı, ekmeği, daha dişlemeye baş­ladığımız andan itibaren, elma ve ekmek, başka bir şey olmaya başlamışlardır. Elmadaki vitaminler, glikoz, su vb. yararlı şeyler bedenimize katılır­ken elmalığı yiter. Bilgi de hayata karışırken başka bir şey olur; ya da başka bir şey olarak hayata karışır. Örneğin bir doktorun edindiği bilgiler hayata bilgi olarak değil, bilginin özümlenmesinin sonuçları olan birtakım tahliller ve tesbitler biçiminde, tedavi yöntemi biçiminde, mesleki çabanın olgunlaşması ve gelişmesi biçimlerinde yansır. Bir diş doktorunun edindiği bilgiler eyleme dönüşür; diş çekme, dolgu yapma vb. biçiminde yansır. Soyut bilgi, üretilen şeylerde somutlaşır ya da yeni, gözle görülmeyen elle tutulmayan hizmetler biçimine dönüşür. Bu nedenledir ki, Marksizm bir eylem kılavuzudur. Bilgiler de toplumsal, siyasal vb. ilişkilerimizi yönlendirirler. İnsan eli değen her şey bilgiyi içerir ve bilginin zenginleşmesinin kaynağını oluşturur. Bir anlamda, bilgiyi içermeyen ya da bilginin kaynağını oluşturmayan tek şey bile yoktur. Edindiğimiz bilgiler, gerçekten özüm­leniyorsa, en küçük günlük ilişkilerimizden tutun da en geniş toplumsal ilişkilerimize dek, insanlığın kaderini değiştirecek her şeyi etkiler.

Bu arada, insan idaredesinden bağımsız varlıklarını sürdüren şeylerin ve olayların insan bilincini etkilemesi, bu etkilenmenin denetimi, yönlendiril­mesi üzerinde durmayacağız. Örneğin hava kirliliğinin yoğun olduğu Ankara’da ya da bir tabakhanede, kömür ocağında, havanın solunumu deneti­mimiz dışındadır. Yani insan iradesine bağlı değildir. İçki içen bir insanın, sarhoş olması kendine bağlı bir şey değildir. Konumuz bu olmadığı için, değinmeden geçeceğiz.

Sindirilmeyen şeyler, çoğu kez biçimsel yapılarını da koruyarak dışa atılırlar. Örneğin bir zeytin çekirdeğini yutsak, olduğu gibi çıkacaktır. Bir tesbih tanesini yutsak, olduğu gibi çıkacaktır. Ezberlenen, şemalar, formüller halinde akılda tutulan, fakat hayata karışmayan bilgiler de böyledir; vestiyerdeki bir askıya asılmış bir şapka, bir palto vb. gibidir. Bir şapka gider bir başka şapka gelir. Şapkaların renklerinin, biçimlerinin değişik ol­ması vestiyerin niteliğini değiştirmez. Şapkalar değişir vestiyer değişmez. Ve hatta, vestiyerci değişir, vestiyer değişmez. Sözünü ettiğimiz değiş­mezlik vestiyerlik anlamındadır. Yoksa, belli bir süre içinde vestiyerin boyaları dökülecektir, eskiyecektir, nicel birikimler onun niteliğini de değişti­recektir. Bu ayrı.

Bugün, bazı grupların bazı taraftarları vestiyere ve vestiyerdeki askılara benziyorlar. Grup önderleri “A” diyorsa, taraftarların büyük bir çoğunlu­ğu da bir askı suskunluğu ve katılığıyla “A” diyorlar. Grup önderleri bir süre sonra “B” diyor… Grup önderleri için, “A” ile “B” yer değiştirirken, iki ayrı görüş arasında köklü olmasa da bir mücadele olmuş ve “A” yerini bazı kalıntılarla da olsa, “B”ye bırakmıştır. Fakat vestiyer taraftarın, ves­tiyer kafası bu mücadeleyi geçirmeden, “A”yı kaldırıyor, “B”yi bilincinin askısına takıyor. “A” derken de, “B” derken de öz itibariyle aynıdır. De­ğişen, söylediği formüllerdir; eskiden “A”yı ezberlerken, şimdi “B”yi ezberleyecektir. Çünkü “A”yı hayata geçirmemiştir, ilişkilerini “A”ya göre ye­niden düzenlememiştir. Bu nedenle “A” ile “B” arasında var olan değişim, onun hayatında belli bir değişime yol açmamıştır. Daha sonra “C” dendi­ği zaman da onun için pek büyük değişiklik olmuyor. Çünkü onlar için bilgi ve bazı “görüşler” sindirimi gayet zor şeylere benzer. Onlar, zeytin çe­kirdeğini, bir tesbih tanesini nasıl yuttukları gibi çıkartıyorlarsa, bir yığın temel görüşü de aynı kolaylıkla, sancısız, alt üst oluş olmadan kabul edebi­lirler ve yine alt üst oluşsuz, sarsıntısız, hayatlarından çıkartabilirler. Çünkü onların edindiği görüşler, askıya asılmış şapka gibidir. Hayatlarına geçi­rilmeden dışarı atılırlar, yerine başka “şapka”lar gelir.

Yakın geçmişimize bakarsak, anlatmak istediklerimizi somutlayacak bir yığın örnek bulabiliriz. Örneğin modern revizyonizmin sınıf içeriğinin kavranması, modern revizyonizmin iktidarda olduğu ülkelerde meydana gelen değişimler, Sovyetler Birliği’nin sosyal emperyalist bir ülke olması ve hegemonya emellerinin kavranması, bu anlamda modern revizyonizme karşı mücadelenin hayata geçirilmesi, toplumsal, siyasal, örgütsel, kültü­rel, sanatsal vb. bütün ilişkilerimizde, ulusal ve uluslararası planda köklü değişikliklere yol açmıyorsa, mücadelenin teorik ilkelerinin hayata geçiril­diğinden kuşku duymak gerekir. “Üç Dünya Teorisi”nin kabulü ya da reddi de böyledir. Çünkü bir teorinin kabulü, o teorinin hayatı değiştirme doğrultusunda hayata geçirilmesi demektir. Herhangi bir konuda, bir görüşün kabulü ve hayata geçirilmesi, daha önce varolan ve toplumsal, siyasal, kültürel, örgütsel, vb. ilişkiler biçiminde hayata geçirilmiş olan görüşün ve buna bağlı olarak, en azından temel bazı ilişkilerin ve tutumun değiştirilmesi demektir. Değişim, bir şeyin başka bir şey olma sürecinin yani zıtların birliği ve birlikte olan zıtların mücadelesi sürecinin sonucudur; bu mücadele içinde birlikte olan zıtlardan biri yeni­lir ve giderek yokolur, bu yokoluş sonucu varolan yeni şey içinde yeni bir zıtların birliği ve mücadelesi doğar. Toplumsal, siyasal anlamda iki çizgi arasındaki mücadelenin felsefi temeli budur: Zıtların birliği ve mücadelesi. Sürecin sonu, genel anlamda mücadelenin sonu değildir. Mücadele mut­laktır. Çünkü çelişme ve bunun zorunlu sonucu hareket ve değişim mutlaktır.

Bu dünya görüşünün ya da çok önemli derecede siyasal ve toplumsal tahlil ve tespitlerin değişmesi, bunların yerine yeni bir dünya görüşünün geçirilmesi ve de yeni bazı tahlil ve tespitlerin kabulü, farklı iki değerlendirme, farklı iki kavrayış arasındaki mücadeledir; buna bağlı olarak toplum­sal ve siyasal yaşamı etkileyecek nitelikte değişikliklerin hayata geçirilmesidir. Daha doğrusu hayata geçirilen yeni tahlil ve tespitlerin kendilerine bağlı alanlarda, değişiklik yaratmasıdır.

Yaşamımız, ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel, sanatsal, vb. ilişkilerimizin toplamıdır. Edindiğimiz görüşler ilişkilerimizde hiçbir değişiklik, köklü hiçbir etkilenme yapmıyorsa, uzun bir süreç içerisinde bile olsa rengimizi değiştirmiyorsa, yeni görüşlerimiz eski görüşlerimizin temelleri üze­rinde biçimlenmiş ilişkilerimizi sarsmıyorsa, görüşler ve yeni bilgiler karşısında vestiyer rolü oynuyoruz demektir. Vestiyer kafa Marksizmi kavra­yamaz. Şimdi vestiyer kafalara soruyoruz: Daha düne kadar, “Mao Zedung çağımızın en büyük Marksist-Leninistidir” diyordunuz. “Yaşasın Marksizm-Leninizm Mao Zedung Düşüncesi” diyordunuz. “Mao Zedung düşüncesi” demeyenleri Marksist kabul etmiyordunuz. Mao Zedung’u beşinci usta olarak görüyordunuz. Ve kendinizi bu öğretiler doğrultusunda biçimlemeye çalışıyordunuz. Şimdi Enver Hoca, “Mao Zedung ve şürekası” diyor, “…Marksist-Leninist yolu izlemedi­ler”.

Ne diyeceksiniz şimdi? Bir çırpıda “Mao Zedung oportünisttir” mi diyeceksiniz?

Uzun bir süre, ÇKP’nin gözüne girmek için, tel canbazlarına taş çıkartacak numaralar yaptınız, şimdi de, aynı öz ve tutumla, Arnavutluk Sosya­list Halk Cumhuriyeti’nin ve AEP’nin gözüne girmek için parendeler atıyorsunuz. Komünistler içten, dürüst ve açık yürekli olurlar. Hile ve entrika­larla uğraşmazlar. Bir şeyin doğru olduğunu kabulün göstergesi, ona körü körüne sadakat yemini değildir. Eleştirel olma temelinde kavramak ve özümlemektir.

Yine vestiyer kafalara soruyoruz; Enver Hoca diyor ki: “Amerikan emperyalistleriyle, Sovyet sosyal emperyalistleriyle ya da faşist devletlerle diplomatik ilişkilerimiz yoktur ve olmayacaktır.”

Sizler, Türkiye’deki siyasi rejim biçimini “faşist diktatörlük” olarak niteliyorsunuz. Bu değerlendirmenizde hatalı değilseniz, Enver Hoca, Türki­ye’deki siyasi rejim biçimini “doğru değerlendirmiyor” demektir. İki değerlendirme de aynı anda doğru olamayacağına göre, hangisi yanlıştır? Sizin değerlendirmeniz mi, Enver Hoca’nın değerlendirmesi mi? Siz Türkiye’deki siyasi rejim biçimini faşist diktatörlük değil, anti demokratik, gerici burjuva diktatörlüğü olarak niteleyen devrimcileri, bundan ötürü “revizyonistlik”, “anti Marksistlik”, “devrime zararlı olmak”la suçladınız. Peki şimdi ne yapacaksınız?

Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti’nin Türkiye ile diplomatik ilişkileri vardır. Üstelik Enver Hoca diyor ki: “Türkiye ile de dostça iliş­kilerimiz, iyi ticari, kültürel ilişkilerimiz var; bunları daha da geliştirmek istiyoruz.”

Enver Hoca, “faşist diktatörlük” altındaki Türkiye ile mi dostça ilişkilerden ve bu ilişkilerin geliştirilmesinden söz ediyor acaba?

Vestiyer kafalar değişmelidir!.. Yalnız unutulmasın ki, gerçeğe çarpınca değişen kafa sağlıklı bir kafa değildir. Önemli olan çarpmadan gerçeği görebilmektir.

Vestiyer kafaların değiştirilmesi için ideolojik mücadeleyi yoğunlaştıracağız. Çünkü vestiyer kafalar devrimimizin önündeki temel engellerden biridirler.

Siyasal Yazılar Yılmaz Güney

DİDEM MADAK: NEDEN HER AŞK/ BİR KADININ CENAZESİNİ KALDIRIR MUTLAKA

Müsveddeler

“Tekirdir tekerlenir bir saranı bulunmaz” diyen o adama….

1- Anlatarak bitiriyorum hayatımı Bilmiyorum başka nasıl bitirilir bir hayat Bir çiçek çizdim bu akşam avcuma İsmini herşey koydum. Simli ojeler sürdüm yalnızlıktan sıkıldığımdan. Müsveddesi gibi şimdi tırnaklarım Yıldızlı bir gecenin.

Yıl 2000 Tekke ve zaviyeleri kapatıldı kalbimin Tombul güvercinler dolaşırdı kiremit çatısında Bulutlar akardı paçalarından, uğuldarlardı. Kuşların şarkılarından anlarım. Kimse hayra yormaz beni Kuşbaz ve uçmaya meraklı, Ütüsüz giyerim karabasanlarımı Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı İçimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra Şikayetim yok, rahatım. Taşralı ve safım. Yağmurda unutulmuş bir Tanrı’yla ahbabım Balkonda asılı kalır günlerce gökkuşağım, Deterjan reklamına çıkacağız biz ikimiz Tanrı’yla Ben böğürtlen lekeli çocuğu oynayacağım, O kirli beyaz gömleğim. Ah bir de şu gömleğe, göynek diyecek kadar Cesur olaydım.

Teyzem öldü. Kırkı yeni çıktı En iyi hikayeleri ölüler anlatır Ölülerin anlattığı hikayeler İnşirah suresi gibi insanı ayartır

Kırmızı günleriyim ben takvimlerin Okullar tatil oluyor ben söz konusu olduğumda Şeker istemeye geliyor çocuklar. Oyun oynuyoruz, Sağlam bir halatla çekiyorum acıyı kendime doğru. Siyah iş günleri müdahale ediyor hayatıma Mor bir köşe yastığı gibi isyankar oturmak istiyorum, Ben oysa divanın en ucunda. Çorba pişirmek istiyorum, Sonra kalkıp ekmek kızartmak, Bıçağın ucuyla kazımak aşkı fazla kızardığında. Söyleyin ateşe, Ruhunu üflemesin benden gayrısına. Çiçek silindi bu sabah ellerimi yıkadığımda “Ellerim bomboş…” Kötü şiirlerden koru beni Tanrım Amin!

2- Bir şaşkınlık şarkısı olarak besteliyorum aşkı Kaprisli notalar, huysuz sololarla Bekçisi olmayan geceler denk geliyor bana, Çaresiz bekliyorum, Düdük çalıyorum, İki el ateş ediyorum havaya. Gecenin bir yarısı oturup ağlıyorum bir çocuk parkında Ulumak gibi ağlıyorum Köpekler koşuyor sağımda solumda Tanrım! Diyorum sadece Başka bir şey diyemiyorum zaten o an. İyi niyetli ve sevimli bir kızdan kalanlar Sallanıyor durmadan boş salıncaklarda “Üzgünüm” diyor, Bir mutluluk şiiri yazamam bu saatten sonra!

Yoksul çocuğuydun sen benim 23 Nisan sabahımın Şiir okutmadım sana, folklor oynatmadım. Yoksulluk diyorum, O an, Ucuz lafların çalılarına takılıyor şiirimin elbiseleri. Sen tuz ol en iyisi sevgilim Ben ekmekle duruma müdahale edeyim. Bırak hazır soyunmuşken Kuru öksürüğüne elma kabuğu ve tarçın tavsiye edeyim. Tasfiye ettiler beni kediler aralarından Yar olmaz bundan sonra sarmandan sana. Beni tasfiye ve tavsiye arasındaki karışıklıkta Müsait bir yerde bırak sevgilim. Hem otuzumu geçtim azıcık Gerisini ben yürürüm artık. Çizgili olsun, buruşsun yüzü, Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım.

Yokuş aşağı şarkımı söylerdim, sarhoş “Kanatlarım vardır benim uçarım” Koşup kaşe kabanından yakalardın uyduruk şarkılarımı Ne çok ısıttın beni, Ne çok ısıttım seni, Buruştu ve kirlendi 23 Nisan’da takılan simli ve tül kanatlarım Kurtulamadım, üstümde kaldı. Ben sevgilim… Bir çocuk bayramı gibi yaşamak isterdim her aşkı Cezaya kaldım. Bir mutluluk şiiri yazamamaktan dolayı İmlamı iyice bozsam da farketmez artık. Kime ne “de-da”ları ayırmasam? Noktalarda durmasam, Bir ünleme koşsam yalnızca, Sonu uçmak olan çığlığa. Kime ne anlatarak bitirsem hayatımı? Ölümüme de bir şiir yamar nasıl olsa birileri artık.

3- Bazı vakitler tren geçiyor evin yakınından Yaşlanıyorum pencereden her bakışımda Anna Karenina’yı taklit ediyor zaman, Atıyor kendini raylara. Neden her aşk Bir kadının cenazesini kaldırır mutlaka.

Sevdiğim adamlar çarpıyor camlarıma Bir kelebek gibi kocaman, kara Pervazlarımda kuruyorlar sonra Begonya tozlanıyor, Unutmanın gözyaşları sanki bu tozlar. Annemin temizlik günleri gibiyim Yorgun, solgun ve beyaz. Kardeşim ayağını sallıyor sevdiği şarkılarda Birini çok sevmek gibiyim Sütle siliyor tozlarımı kardeşim. Kestane pişiririz diyoruz sobada Hayallerimiz çatlıyor sonra, çıtırdıyor, kızarıyoruz.

Bu şiirden bir bölümü attım Kilometrelerce uzağa Tavşanlı pijamalarımla balkona çıkıp el salladım ardından Havaya uçuracaktı şiirimi az daha, Attım. Lokum getirmişti ve kitap, Ben ruhunu getirsin istemiştim oysa. Onu da tam buradan attım. Ben ne de olsa yakıp yıkanlar listesinde Ölü yada diri arananlardanım.

Bir Doğuş şarkısı söyletiyorum bazen hayatıma: “Aramızda uçurumlar söz konusuyken” Uçurumlarda tenzilat varken hazır Uçalım, hadi uçalım Ben nasıl olsa Bu müsveddelerin ortasında yalnızım.

Didem Madak

PSİKOLOJİ VE DİN: DOGMA VE DOĞAL SEMBOLLER – CARL GUSTAV JUNG

0
DOGMA VE DOĞAL SEMBOLLER

Belirtilen rüyaların ilki – kilise rüyasından önceki -bir maymunun yeniden yapılacağı bir törenden bahseder. Bu noktayı yeterince açıklamak için, çok fazla ayrıntıya girilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, sadece şunu belirtmekle yetiniyorum: “maymun” rüya sahibinin, salt bir entelektüel tavır uğruna tümüyle ihmal ettiği içgüdüsel kişiliğine işaret etmektedir. Bu ihmal sonucunda, içgüdüleri onu altetmiş ve kontrol edemediği patlama anlarında saldırıya geçmiştir. Maymunun “yeniden yapılması”, bir bilinç hiyerarşisi (silsilesi) çerçevesinde, içgüdüsel kişiliğin yeniden oluşturulması anlamına gelmektedir. Böyle bir yeniden inşa, ancak bilinçli tutumda önemli değişikliklerle birlikte yürütülürse mümkün olabilir. Hasta, doğal olarak bilinçdışı eğilimlerinden korkuyordu çünkü bunlar şimdiye kadar en elverişsiz şekillerde kendilerini göstermişti. Bu rüyayı izleyen kilise rüyası, değinilen korkudan kaçarak bir kilise dinine sığınma girişimini temsil etmekledir. üçüncü rüya, “hayvanların insana dönüştürülmesi”nden sözederken, açık bir şekilde ilk rüyanın temasını sürdürmektedir, yani maymun sadece daha sonra insana dönüşlürülmek amacıyla yeniden yapılmaktadır. Yeniden yapılan bu varlık, yeni bir varlık olacaktı, diğer bir deyişle, hasta şimdiye kadarki parçalanmış içgüdüselliğinin yeniden bir araya getirilmesi suretiyle önemli bir değişim geçirecekti ve bu yolla yeni bir insan olacaktı. Çağdaş akıl, eski insanın ölümü ile yeni bir insanın yapılışından , ruhsal yeniden doğuştan ve buna benzer eski moda “mistik saçmalıklardan” söz eden eski gerçekleri unutmuştur. Benim hastam, günümüzün bir bilim adamı olarak, bu tür mistik düşüncelerin pençesine düştüğünü fark edip bir kaç kez paniğe uğramıştı. Çıldırmaktan korkuyordu, oysa iki bin yıl öncesinin insanı böyle rüyaları sevinçle karşılar ve sihirli bir yeniden doğuş ve yeni hayat ümidiyle neşelenirdi. Fakat bizim çağdaş yaklaşımımız, boş inançların ve ortaçağ ve ilk çağ safdilliklerinin oluşturduğu bulutlara gururla üstten bakıp, bu bulutların akılcı bilinç gökdeleninin alt katlarındaki yaşamı taşıdığını unutmaktadır. Oysa alt katlar olmadan aklımız boşlukta asılı kalır. Böyle bir durumda ise, sinirlilik göstermemize şaşmamak gerekir. Aklın gerçek tarihi, okunan kitap ciltlerinde değil, herkesin canlı zihin organizmasında saklıdır.

Ancak, kabul etmeliyim ki, öldükten sonra yenilenme görüşü , çağdaş aklı kolayca şoke edecek şekiller almıştır. Gerçekten de, bizim düşündüğümüz şekliyle “yeniden doğuşu”, rüyalarda tarif edilen şekliyle ilişkilendirmek, olanaksız değilse de, güçtür.

Fakat tuhaf ve beklenmeyen bir transformasyona (değişim) ilişkin bilgilere girmeden, daha önce kısaca değindiğim açıkça dini nitelikteki diğer rüyaya dikkatimizi çevirmeliyiz.

Kilise rüyası uzun bir rüyalar serisi içinde göreceli olarak önlerde yer alırken, aşağıdaki rüya sonlarda yer alır.

Rüyayı anlatan metin şöyledir:

“ Kutsal bir eve giriyorum. Ev, “İç sükun veya Öze (nefse, kendine) dönüş evi” olarak adlandırılıyor. Arka planda bir çok yanan mum var, bunlar piramide benzeyen dört nokta oluşturmuş. Yaşlı bir adam evin kapısında duruyor. İnsanlar içeri giriyor, konuşmuyorlar ve konsantre olmak için çoğunlukla hareketsiz duruyorlar. Kapıdaki yaşlı adam, eve gelen ziyaretçilerden sözediyor bana ve “Evden ayrılırken saf ve temizdirler. ” diyor. Şimdi ben eve giriyorum ve tümüyle konsantre olabiliyorum. Bir ses diyor ki: “Yapmakta olduğun şey tehlikelidir. Din, kadın imgesinden (imajından) kurtulmak için ödediğin bir vergi değildir, çünkü bu imgeden kaçılmaz. Dini, insanın öbür dünyadaki hayatının yerine koymak için kullananlara yazıklar olsun. Bunlar gaflet içindedirler ve lanetleneceklerdir. Din, bir ikame (başka bir şeyin yerine koyulan şey) değildir, insanın her eylemine eklenen nihai bir başarıdır. Ancak hayatını dolu dolu yaşadığın zaman dine ulaşırsın ve ancak o zaman kutsanırsın.’’ Son cümleyle birlikte hafif bir müzik duyulur, Wagner’in “fire magic – sihirli ateş”ini hatırlatan, orgun çaldığı basit melodilerdir bunlar. Evden ayrılırken, gözümün önünde alevler içinde bir dağ görüntüsü vardı ve söndürülemeyen bir ateşin kutsal bir ateş olması gerektiğini düşünüyordum. ”

Hasta, rüyanın çok etkisinde kalmıştı. Bu deneyim, üzerinde ciddi ve geniş etkiler yaratmış, hayata ve insanlığa karşı tutumunu tümden değiştiren deneyimlerden biri olmuştu.

Değinilen rüyanın kilise rüyasına olan paralelliğini görmek hiç güç değil. Sadece bu kez, kilise “kutsallık evi” ve “öze dönüş evi” olmuş. Ne bir tören belirtisi ne de katolik kilisesinin diğer bilinen özelliklerinden bir belirti var; bunun tek istisnası, olasılıkla katolik kültünden(l) alınmış ve sembolik bir tarzda düzenlenmiş yanan mumlardır. Mumlar , belki de alevler içindeki dağın dört yönden son görünüşüne işaret eden dört piramit veya nokta oluşturmaktadır. Ancak, dört sayısının ortaya çıkışı, hastanın rüyalarında düzenli olarak tekrarlanmaktadır ve çok önemli bir rol oynamaktadır. Sözü edilen kutsal ateş, rüya sahibinin kendi gözlemine göre, Bernard Shaw’un Saint Joan’ına gönderme yapmaktadır . Diğer taraftan “söndürülemeyen ateş“ ise, tanrının iyi bilinen bir özelliğidir; sadece Eski Ahit’te değil, Origines vaazlarında değinilen ve İncil’e girmemiş İsa’nın sözlerindeki İsa allegorisinde de (mecazı) bundan sözedilmektedir.  Kim bana yakınsa, ateşe yakındır; kim benden uzaksa, krallıktan uzaktır. Heraklit’ten beri hayat, ebediyen yanan bir ateş şeklinde düşünülmüştür. İsa kendisini Hayat olarak tanımladığı için, dini esaslara ait olmayan, meşru olmayan bu ifade anlaşılır bir şeydir , hatta inanılırlık bile taşımaktadır. Ateşin hayatı sembolize etmesi, rüyanın çerçevesine iyi oturmaktadır, zira rüya, dinin tek yasal dayanağının “dolu bir hayat” olduğunu vurgulamaktadır. Böylece dört alevli nokta, neredeyse tanrının ya da eşdeğer bir fikrin varlığını bildiren bir ikon görevi üstlenmektedir. Daha önce de söylediğim gibi, dört sayısı bu rüyalarda önemli bir rol oynamakta ve her zaman Pisagor yeminine benzer bir görüşü çağrıştırmaktadır.

Özel bir ayinde, piskopos dört mum taşıyabilir. Daha kutsal ayinlerin bazılarında, örneğin missa cantata’da, yine dört mum vardır. Çok daha kutsallarında ise altı ve yedi mum olabilir.

Dörtlü kavramının (quaternarium, quaternity) uzun bir geçmişi vardır. Bu kavram, sadece hristiyan ikonolojisinde ve mistik düşüncesinde ortaya çıkmaz, Gnostik felsefesinde^) ve ondan daha önceye, ta sekizinci yüz yıla kadar olan ortaçağda, belki de daha büyük bir rol oynar.

Ele aldığımız rüyada, dörtlü, bilinçdışının yarattığı dinsel kültün en önemli örneğidir. Rüya gören kişi “öze dönüş evine” yalnız başına girer, kilise rüyasında olduğu gibi bir arkadaşıyla değil. Burada yaşlı bir adamla karşılaşır ; bu adam, daha önceki bir rüyada yargıç olarak görünmüştür ve rüya sahibinin yeryüzünde ait olduğu belirli bir yeri göstermektedir. Yaşlı adam, kültün özelliğinin bir arınma töreni olduğunu belirtir. Ancak rüya metninde açıklığa kavuşmayan nokta, ne tür bir arınmadan sözedildiği ya da neden arınılması gerektiğidir. Yapılan tek ritüelin bir konsantrasyon ya da meditasyon olduğu görülmektedir ve sözkonusu ritüel vecd (coşkunluk) halindeki bir ses fenomenine yol açmaktadır. Ses, bu rüya serisinde sık sık karşımıza çıkmaktadır. Her zaman ya otoriter bir bildiride bulunmakta ya da emir vermekte ve bunları şaşırtıcı bir sağduyu ve doğrulukla veya son derece geniş bir felsefi bağlamda yapmaktadır. Ses, hemen her zaman, kesin bir ifade şeklindedir, genellikle rüyanın sonuna doğru gelir ve öyle açık seçik ve ikna edicidir ki rüya sahibi ona karşı her hangi bir sav ileri süremez. Öylesine tartışılmaz bir gerçektir ki, çoğu zaman, ileri sürülmüş olan görüşlerin uzun süreyle bilinçdışı düşünüp taşınılması ve tartılması sonucunda ortaya çıkan nihai ve kesinlikle geçerli bir özet niteliğindedir. Ses çoğunlukla, askeri bir komutan, ya da gemi kaptanı ya da yaşlı bir doktor gibi yetkili bir kişiden gelmektedir. Bazen de, bu örnekte olduğu gibi, nereden geldiği belli olmayan bir sese benzemektedir. Hastamız gibi çok entelektüel ve kuşkucu birinin, bu sesi nasıl olup da kabul ettiğini görmek çok ilgi çekiciydi; bu durum ona hiç uymuyordu, buna rağmen onu sorgusuz sualsiz, hatta alçakgönüllü bir şekilde kabulleniyordu. Dolayısıyla ses, dikkatle kaydedilmiş yüzlerce rüya arasında, bilinçdışının önemli ve hatta kesin temsilcisi olarak ortaya çıkıyordu. Bu hastam , gözlemim altında bulunup da rüyalarda ve diğer özel bilinç koşullarında ses fenomenini ortaya koyan tek vaka olmamasına rağmen, şu gerçeği kabul etmeliyim ki, bilinçdışı akıl, bazen, bilinçli bakıştan daha üstün bir kararlılık ve zeka sergilemektedir. Söz konusu gerçeğin temel bir dinsel fenomen olduğu konusunda kuşku yoktur , üstelik bu fenomen, bilinçlilik düzeyinin dinsel bir fenomen üretme olasılığının hemen hiç bulunmadığı bir vakada gözlemlenmektedir. Diğer vakalarda da sık sık benzer gözlemler yaptım ve elimdeki bilgilere dayanarak bunun dışında başka sonuca varamadığımı itiraf etmeliyim. Çoğu zaman şu itirazla karşılaştım: sesin temsil ettiği düşünceler, kişinin kendi düşüncelerinden başka bir şey değildir. Mümkündür, fakat ben olsam, bir düşüncenin ben düşündüğüm zaman benim olduğunu söylerdim, tıpkı bilinçli ve yasal yoldan kazandığım veya elde ettiğim takdirde bir paranın benim olduğunu söyleyebileceğim gibi. Eğer birisi parayı bana hediye olarak verirse, kuşkusuz veren kişiye “Benim param için teşekkür ederim.” demem, ama daha sonra ve üçüncü bir şahsa :”Bu benim kendi param..” diyebilirim. Sesle ben aynı durumdayız. Ses bana belirli içerikleri vermektedir, tıpkı bir arkadaşın bana fikirlerinden sözetmesi gibi. Onun söylediklerinin benim fikirlerim olduğunu ileri sürmek ne uygun, ne de gerçek olurdu.

Kendi bilinçli gayretimle ürettiğim ya da kazandığım şeyle, açık ve yanılgısız şekilde bilinçdışı aklın bir ürününü işte bunun için ayırdediyorum. Buna karşılık, bilinçdışı akıl denen şeyin sadece benim kendi aklım olduğu ve bu nedenle böyle bir ayrımın gereksizliği ileri sürülebilir. Fakat bilinçdışı aklın salt benim aklım olup olmadığı konusunda hiç de emin değilim, çünkü “bilinçdışı” terimi onun bilincinde bile olmadığım anlamına gelir. Aslına bakılırsa, bilinçdışı akıl kavramı, kolaylık nedeniyle yapılmış bir varsayımdır. Gerçekte, sesin nereden geldiği konusunda tümüyle bilinçsizim – diğer bir deyimle, hiç bilgim yok. Ne ses fenomenini isteğe bağlı olarak yaratabilme yeteneğim var, ne de, ses sahibinin aklından neler geçtiğini tahmin edebiliyorum. Bu koşullar altında, sesi çıkaran faktörü benim olarak adlandırmak haddini bilmezlik olurdu, gerçeği de yansıtmazdı. Sesi rüyanızda algılayıp farketmeniz hiç bir şeyi kanıtlamaz, zira yollarda da gürültüler duyar, ama bunların sizin olduğu söyleyemezsiniz.

Sesi yasal olarak kendinize ait sayabileceğiniz bir tek durum vardır, bilinçli kişiliğinizin bir bütünün parçası veya daha büyük bir dairenin içindeki daha küçük bir daire olduğunu varsaydığınızda. Kenti arkadaşına gezdiren bir banka memuru, banka binasını arkadaşına göstererek “Ve işte benim bankam.” dediğinde, şimdi değindiğim imtiyazdan yararlanıyor demektir.

İnsan kişiliğinin iki şeyden oluştuğunu varsayabiliriz : önce, bilinçlilik ve bunun içine giren her şey, ve ikinci olarak, bilinçdışı psikenin sınırsız genişlikteki hinterlandı. İlki Sözkonusu olduğunda, bilinç az ya da çok kesinlikle tanımlanabilir ve sınırları belirlenebilir, fakat insan kişiliğinin toplamına gelince, tam bir tanımın olanaksızlığı kabul edilmelidir. Diğer bir deyişle, her kişiliğin sınırlanması ya da tanımlanması olanaksız olan ekleri vardır; çünkü kişilik, gözlemlenebilir ve bilinçli bir kısımdan oluşmakla birlikte bu kısım , gözlemlediğimiz bazı gerçekleri açıklayabilmek için varolduğunu varsaymak zorunda kaldığımız belirli faktörleri kapsamaz. İşte bilinmeyi mi sözkonusu faktörler, bizim bilinçdışı dediğimiz şeyi oluşturur.

Bu faktörleri neyin oluşturduğu konusunda ise bilgimiz yoktur, günkü onların sadece sonuçlarını izleyebiliyoruz. Sözkonusu faktörlerin, bilincin içerikleri gibi psişik nitelikte olduklarını varsayabiliriz, fakat bu konuda da bir kesinlik yoktur. Böyle bir benzerliğin bulunduğunu varsayarsak, daha da ileri gitmekten kendimizi alakoyamayız. Aklımızın içeriği, yalnızca bir egoyla ilişkili olduğu sürece bilinçli olduğundan ve kavranabildiğinden, kuvvetli bir kişisel özellik taşıyan seslenomeni de bir merkezden çıkıyor olabilir – fakat bu merkez, bilinçli egomuzunkiyle aynı değildir. Böyle bir akıl yürütme ancak, bütünün, yani sınırları çizilemez ve tanımlanamaz psişik kişiliğin merkezinin üst-ego olduğunu ve egonun bu üst-egoya tabi olduğunu veya onun içinde bulunduğunu varsayarsak, mümkün olur.

Karmaşıklığından ötürü hoşa giden felsefi tartışmalar bana göre değildir. Benim savım muğlak görünse de en azından, gözlemlenen gerçekleri tanımlayıp ortaya koyma yolunda samimi bir girişimdir. Basitçe söylemek gerekirse : Her şeyi bilmediğimize göre, her deneyimde, gerçekte veya nesnede bilinmeyen bir şey bulunmaktadır. Bu yüzden, eğer bir deneyimin tümünden bahsediyorsak, “tümü” kelimesi, deneyimin sadece bilinçli kısmına gönderimde bulunabilir. Yaşadığımız herhangi bir deneyimin, nesnenin tümünü kapsadığını varsayanlayız, buna göre, nesnenin mutlak tümünün, yaşamadığımız deneyimi de kapsaması gerektiği açıktır. Daha önce değindiğim gibi, aynı şey, her deneyim için, ve aynı zamanda mutlak tümü bilinçten daha fazla yer kaplayan psike için de geçerlidir. Diğer bir deyişle, psike genel kurala bir istisna oluşturmaz ve evren ancak bizim psişik organizmamız izin verdiği ölçüde kurulabilir.

Psikolojik deneyimlerim tekrar tekrar bana göstermiştir ki, belirli içerikler, bilinçten daha tam olan bir psikeden doğmaktadır. Çoğunlukla sözkonusu içerikler , bilincin üretmeyi başaramadığı kadar üstün analizler yapar veya bakış açıları sağlar. Bu tür oluşumlara verdiğimiz uygun bir ad vardır, sezgi (intuition). Ve çoğu kişi bu açıklamayı yapınca da, sanki bir şey hallolup çözüme kavuşmuş duygusuna kapılır. Fakat, sezgileri bizim gerçekleştirmediğimiz gerçeğini hiç dikkate almazlar. Oysa sezgiler her zaman bize gelir; bir şey içimize doğar ; aslında sezgi kendisini yaratmıştır ve biz, eğer yeterince akıllı ya da hızlıysak onu yakalarız.

Dolayısıyla, kutsal ev rüyasındaki sesi şöyle açıklıyorum: bu ses, rüya sahibinin bilinçli benliğinin ait olduğu daha tam kişiliğinin bir ürünüdür ve kanımca, işte bu nedenle, ses rüya sahibinin bilincinden daha üstün bir zeka ve netlik düzeyine sahiptir. Sesin koşulsuz otoritesi, sözkonusu üstünlükten kaynaklanmaktadır.

Sesin verdiği mesaj, rüya gören kişinin tutumunu garip biçimde eleştirmektedir. Kilise rüyasındaki ses, bir tür ucuz uzlaşmayla hayatın iki yanı arasında uzlaşma sağlamaya çalışmıştır. Hatırlayacağımız gibi, meçhul kadın, anima, bunu reddetmiş va sahneden çekilmiştir. Şimdiki rüyada ise, animanın yerini ses almış görünmektedir, ve anima gibi sadece duygusal bir protesto yapmakla yetinmeyip, iki tür dine ilişkin yetkin bir bildirimde bulunmuştur. Bu açıklamaya göre, rüya sahibi, metnin belirttiği “kadının imgesi” yerine dini koyma eğilimindedir. “Kadın” animayı göstermektedir. Dinin, “hayatın öbür tarafını” ikame için kullanıldığına değinen bir sonraki cümle bunu kanıtlamaktadır. Daha önce de açıkladığım gibi, anima “öbür taraf” demektir. Anima, bilinç eşiğinin altında, yani bilinçdışı akılda gizlenmiş kadın azınlığın temsilcisidir. Bu nedenle eleştiri şöyle de olabilirdi :”Bilinçdışından kaçmak amacıyla dine başvuruyorsun. Hayatının bir kısmının yerine koymak için kullanıyorsun dini. Oysa din, hayatın, yani her iki tarafı da içeren bir hayatın bütünlüğünün meyvasıdır ve en ileri noktasıdır.”

Aynı seride bulunan diğer rüyalarla dikkatli bir kıyaslama, “öbür tarafın” ne olduğunu kesin şekilde göstermektedir. Hasta , duygusal ihtiyaçlarından her zaman kaçınmaya çalışmıştır. Aslında bu ihtiyaçların başına dert açacağından çekiniyordu, örneğin evlilik, aşk, sadakat, bağlılık, güven, duygusal bağlanma ve ruhun ihtiyaçlarına genel bir boyun eğiş gibi sorumluluklara yol açacağından korkuyordu. Ona göre, tüm bu sayılanların bilimle ya da akademik kariyerle bir ilgisi yoktu; ve dahası, “ruh” kelimesi, entelektüel bir müstehcenlikten başka bir şey değildi.

Anima “gizi”, din hakkında, onun bir inanç olduğu dışında hiç bir bilgisi bulunmayan hastam için büyük bir bilmecedir. Onun anlayışına göre din, beceriksiz ve sıkıntı verici bazı duygusal ihtiyaçların yerine koyulabilecek bir şeydir ve insan kiliseye gitmek suretiyle bu ihtiyaçlarını karşılayabilir. Rüya sahibinin korkularında çağımızın önyargılarını görebiliriz. Oysa ses, tutucu değildir, hatta insanı hayrete düşürecek kadar gelenekselcilikten uzaktır: dini ciddiye almakta, onu hayatın, daha doğrusu “her iki tarafı” da kapsayan bir hayatın doruk noktasına koymakta, ve böylelikle en çok rastlanan entelektüel ve akılcı önyargıları altüst etmektedir. Bu öylesine bir ters-yüz edişti ki, hastam çıldırmaktan korkuyordu sık sık. Dünün ve bugünün ortalama aydınını bildiğimiz için, onun içinde bulunduğu bu güç durumu anlayışla karşılamakta zorlanmıyoruz. “Kadın imgesi”ni, diğer bir deyişle, bilinçdışı aklı, ciddi olarak hesaba katmak, aydınlığa kavuşmuş sağduyuya ne büyük bir darbedir!

Hastam yaklaşık üçyüz rüyalık ilk seriyi gözden geçirdi ve ancak ondan sonra onun tedavisine başladım. Ona rahatsızlık veren deneyimlerine, yaşantılarına ilişkin tüm geçmiş bilgileri aldım. Ve o zaman, bu rüya macerasından kaçmak isteyişine hiç şaşırmadım! Fakat yeterince şanslıydı ki, bir “din”e sahipti, yani deneyimini “dikkatle göz önüne alıyordu”, ona sahip çıkıp sürdürmesini sağlayacak kadar da deneyimine bağlılık duyuyordu. Nevrotik olması onun için büyük avantajdı ve bu suretle ne zaman deneyimine bağlı kalmamayı denese veya sesi reddetmeye çalışsa, derhal nevrotik haline dönüyordu. Bir türlü “ateşi söndüremiyordu” ve en sonunda, deneyiminin kavranılamaz numinosum niteliğini kabul etmek zorunda kaldı. Söndürülemeyen ateşin “kutsal” olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. Bu onun tedavisinin baş koşuluydu.

Gerçekten insani ve bir bütünlük taşıyan kişilikler nasıl istisnaysa, hastamın bu durumunun da bir istisna oluşturduğu sanılabilir belki. Eğitimli insanların çok büyük çoğunluğunun parçalanmış kişilikler olduğu ve gerçek iyiler yerine bu iyilerin ikamelerine (yerine geçen şeylere) sahip oldukları doğrudur. Böyle bir ikame durumu ise, hastamda nevroza yol açıyordu ve bir çokları için de aynı sonucu doğuruyordu.

Çoğunlukla ve genellikle “din” olarak adlandırılan şey, o kadar şaşılacak derecede bir ikamedir ki, din yerine inanç demeyi tercih ettiğim bu tür bir dinin , insan toplumunda önemli bir işlevi olup olmadığını ciddi olarak kendime soruyorum. İkame işleminin açık amacı, doğrudan, dolaysız deneyimin yerine,. sağlam yapılı bir dogmaya ve ritüele dayalı uygun semboller koymaktır. Katolik kilisesi, bu sembolleri tartışılmaz otoritesi sayesinde korumaktadır, protestan kilisesi ise (eğer bu terim hala geçerliyse) İncil’in mesajları üzerinde ısrar ederek korumaktadır. Bu iki ilke, yani kilisenin ve İncil’in otoriteleri, geçerli olduğu sürece, kişi kendini doğrudan dinsel deneyime karşı etkin şekilde korumuş ve savunmuş olur. Hatta böyle bir şey başına gelse , yani doğrudan bir deneyimle karşılaşsa bile, kiliseye başvurur, çünkü bu deneyimin tanrıdan mı şeytandan mı geldiğini, kabul edip etmemesi gerektiğini kilise bilir.

Böyle doğrudan deneyimlerin yaşandığı ve dogmatik kararın otoritesine boyun eğilmediği pek çok vaka ile karşılaştım mesleğimde. Hastalanma, ihtişamlı aynı zamanda da korkunç olan çatışmalarında, delilik paniklerinde, çaresiz kafa karışıklıklarında ve depresyonlarında öyle çok eşlik ettim ki, dogma ve ritüelin, en azından ruhsal temizlik yöntemi olarak taşıdığı olağanüstü önemin geniş ölçüde farkındayım. Eğer hasta, dinin gereklerini yerine getiren bir katolikse, ona değişmez önerim, günah çıkarması ve iletişim kurup içini dökmesidir, böylelikle kendisi için çok aşırı gelebilecek olan doğrudan deneyimden korunabilir. Protestanlar için bu genellikle o kadar kolay değildir, çünkü dogma ve ritüel artık o kadar silikleşmiştir ki etkinliklerini büyük ölçüde yitirmişlerdir. Aynı zamanda, kural olarak, günah çıkarma da yoktur ve psikolojik sorunlara karşı duyulan genel ilgisizliğe ve ne yazık ki yaygın cahilliğe papazlar da katılmaktadır. Katolik “vicdan d ¡rektörü” ise, çoğunlukla çok daha fazla psikolojik bilgi ve becerisine sahiptir, üstelik, protestan papazları ilahiyat fakültesinde bilimsel bir eğitimden geçmiştir ve bu okul eleştirel yeteneği yüzünden inancın naifliğini zayıflatır, oysa katolik rahip eğitimindeki tarihsel gelenek, kurumun otoritesini güçlendirir.

Bir doktor olarak, doğallıkla “bilimsele” inanmayı benimseyebilirdim, nevrozun içeriğinin bastırılmış çocukluk cinselliğinden veya istenç gücünden başka bir şey olmadığına inanabilirdim; ve böylelikle nevrozun değerini azaltmak suretiyle bir kısım hastayı doğrudan deneyim tehlikesine karşı korumam mümkün olabilirdi. Fakat biliyorum ki, bu teori kısmen doğrudur, yani nevrotik psikenin sadece bazı yüzeysel yönlerini açıklamaktadır. Oysa ben, kendimin de tam olarak inanmadığı bir şeyi hastama söyleyemem.

Şimdi -bir protestan olduğum varsayımıyla- bana sorabilirsiniz: “Eğer katolik bir hastana, rahibe gidip günah çıkarmasını söylersen, yine inanmadığın bir şeyi önermiş olmuyor musun?”

Bu kritik soruyu cevaplamak için, önce şunu belirtmeliyim ki, eğer elimde olsaydı, inancımı asla söylemezdim. Eğer inancımı sorarlarsa, gerçekten bildiklerimden ibaret olan inançlarımın şüphesiz yanında olacağım. Bildiklerim konusunda kendime güvenirim. Bunlar dışındaki her şey hipotezdir ve bunların çoğunu bilinmeyene bırakabilirim. Bunlar beni rahatsız etmez. Fakat onlar hakkında bir şeyler bilmem gerektiğini hissedersem, eminim o zaman canımı sıkmaya başlarlardı.

Dolayısıyla, eğer bir hastam, nevrozunun tümüyle cinsel kökenli olduğundan eminse, onun bu görüşüne karışmazdım çünkü bilirim ki bu inanış, özellikle de köklüyse, doğrudan deneyimin yaratacağı korkunç belirsizliğin saldırısına karşı mükemmel bir savunmadır. Bu savunma etkili olduğu sürece onu bozmam, zira biliyorum ki hastanın böylesine dar bir çerçevede düşünmesi için güçlü nedenleri vardır. Fakat gördüğü rüyalar, geliştirdiği bu koruyucu teoriye zarar vermeye başlarsa, yukarıda incelediğimiz rüyada da olduğu gibi, daha geniş bir kişiliği desteklemek zorunda kalırım.

Aynı şekilde ve aynı nedenle, kendisine yararlı olduğu sürece, dinin gereklerini yerine getiren katoliğin hipotezini de desteklerim. Her iki durumda da, ciddi bir tehlikeye karşı geliştirilmiş olan bir savunma aracını desteklerim. Ve bu sırada da, akademik bir konu olan savunmanın nihai gerçek olup olmadığı sorusunu da sormam. Bu savunma işe yaradığı zaman ve yaradığı sürece de memnun olurum.

Ben daha konuya el bile atmadan çok önce, hastamdaki katolik savunması çökmüştü. Eğer ona gidip te günah çıkarmasını ya da benzer bir şeyi önerseydim bana gülerdi, tıpkı artık destek vermeyeceği seks teorisine güleceği gibi. Fakat, sesin tarafını tuttuğumu ona her zaman hissettirdim ; bu sesi, kendisini tek taraflı olmaktan kurtaracak olan gelecekteki daha büyük kişiliğinin bir parçası olarak gördüm.

Carl Gustav Jung Psikoloji ve Din Çeviren: Raziye Karabey, Okyanus Yayıncılık

 

SCHOPENHAUER: KÖTÜLÜK BELİRLEYİCİ OLDUĞU İÇİN DÜNYADA ACI VE MUTSUZLUK HÜKÜM SÜRÜYOR

0

“Bir insanın hayata adım atar atmaz kendisini içinde bulacağı maskeli balo hakkında haberdar edilmesi son derece önemlidir. Zira bizim medeni dünyamız şövalyelerle, askerlerle, eğitimli insanlarla, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla ve bilmediğimiz başkalarıyla karşılaştığımız büyük bir maskeli balodan başka nedir ki? Fakat göründükleri kişiler değildirler bunlar; sadece birer maske ve kural olarak da onun arkasında daima servet avcılarıyla karşılaşırsınız. Örneğin birisi, maksatlı olarak barodan elde ettiği ve sadece bir başkasını daha sağlam ve kesin biçimde hezimete uğratabileceği hukuk maskesini geçirir yüzüne; bir başkası aynı niyetle yurtseverlik ve kamu yararı maskesini seçer; bir üçüncüsü ise din veya öğretide arıcılık ilkesini benimser. Kadınlar, nispeten daha önemsiz seçimler yapar. Kural olarak da; ahlak, evcimenlik ve uysallık maskelerinden istifade ederler. Ardından da tıpkı domino taşları gibi kendilerine belirli herhangi bir karakter atfedilemeyecek genel maskeler gelir. Bunlara her yerde rastlanır. İnsanların iddia ettikleri nezaket, duygu paylaşmada içtenlik ve yüze gülen dostluk bu türe dahildir.”

Kötümserlik Felsefesi

Gerçekten var olanın akıldışı bir güç olarak irade olduğunu söyleyen bu tür bir irrasyonalizmden, sadece bir pesimizm veya bir kötümserlik felsefesi çıkar. Kötümserlik felsefesi, şu halde, salt kişinin mizacına bağlı olarak benimseyebileceği veya şiddetle karşı çıkabileceği bir tavrı imlemez.

O, Schopenhauer’a göre, deneyimin olgularından, dünyanın kendisinin kötü olduğu gerçeğinden çıkarsanabilecek yegâne rasyonel sonuçtur. Dünyanın kötülüğünün onun en temel, kalıcı, olumlu ve belirleyici yönü olduğunu öne süren Schopenhauer, dünyanın her köşesinde acı ve mutsuzluğun hüküm sürdüğünü belirtir.

Schopenhauer’a göre, bunun bilincine varılmasını geciktiren şey, öncelikle teologların beyhude çabaları ve sonra da modern zamanlara damgasını vuran iyimserlik olmuştur. Teologlar dünya ile insan hayatının anlamını kesinlikle iyi olduğuna inanılan ilahi bir plan ya da amaca bağlamışlar, fakat delil ve hayatın acımasız olguları yerine, inananların yürekleriyle sadece iyi niyetli birtakım temennilere sığınmışlardır. İyimser filozoflar ise, hayatın salt devam ettirilmek dışında, nihai bir amacı, bir anlamı, peşinden koşulmaya değer bir hedefi olduğunu iddia ederler. Bütün bunlar boşunadır, zira gördüğümüz ya da işittiğimiz hiçbir şeyde, Schopenhauer’a göre, bu iddiaları destekleyecek tek bir şey bulamayız.

İyimser filozofların dünyada hakiki ve pozitif iyiler olduğunu, bunların kötülere ve kötülüğe baskın çıktığını iddia etmeleri temeli olmayan hoş bir seda olmaktan öteye hiçbir zaman gidemez. Çünkü Schopenhauer’ın felsefesinde summum bonum veya tam ve mutlak iyi kavramı yalnızca ortadan kaldırılamaz bir saçmalığı imler; onda en yüksek veya mutlak iyi yalnızca arzu ya da iradenin eksiksiz bir biçimde doyurulmasından oluşur, oysa arzu da zamanın kendisi gibi sonsuz ve sınırsız olup, hiçbir şekilde doyurulamaz. Tam anlamıyla tatmin olmuş bir irade tasarlamaya çalışın, Schopenhauer’a göre, elde edebileceğiniz şey, sadece bütün arzuların yatışmış olduğu, en küçük bir çabayla dahi ilişkisi olmayan mutlak bir faaliyetsizlik halidir. Fakat kabul edilmelidir ki bu, tam bir sıkıntı halinden başka hiçbir şey değildir. Mahkûmlara verilen en büyük cezanın hücre cezası olması boşuna değildir. Schopenhauer modern insanın büyük bir yanılsamayla sadece şeylerin hakiki doğasıyla ilgili gerçekleri  saklamakla   kalmayıp,  kendisini  de   gizlediği   inancındadır:  “Uygarlaşmış   dünyamız, şövalyelerle, papazlarla, askerlerle, âlimlerle, avukatlarla, rahiplerle, filozoflarla ve daha adını sayamadığımız pek çok insanla karşılaştığımız bir büyük maskeli balodan başka nedir ki? Fakat bütün bu insanlar olma iddiasında oldukları adamlar değildirler; onlar sadece birer maskedir, maskelerin gerisinde ise parayı bulursunuz. Biri, öyle sanıyorum ki bir başkasına tumturaklı bir dayak atabilmek için bir avukattan hukuk maskesini alıp takınır; bir diğeri yine benzer bir niyetle, vatanseverlik ve genel mutluluk maskesine sığınır. Üçüncüsü ise dini veya öğreti saflığını benimser.”

Bütün bu olumsuzluk ve kötülüklerin temelinde ise, Schopenhauer’ın kullandığı eğretilemeyle, insanın gerçek yanlışı olan ilk günah bulunmaktadır. Buna göre, varoluşumuz düzen ve amaçtan yoksun bulunan dünyanın temelindeki kör bir güç olarak iradenin yaşam isteğinin, onun insan şeklinde nesnelleşmesinin bir sonucudur. Acı ve mutsuzluk iradenin nesneleşmesinin kaçınılmaz bir neticesi olmak durumundadır. Başka bir deyişle, iradenin doğadaki fiziki tezahürü, onun fenomenal görünüşüne tekabül eder. Bu fenomenal görünüş ya da tezahüre bireyleşim ilkesi adını veren Schopenhauer’a göre, insan da bedeni ve cinsel organlarıyla söz konusu fenomenal tezahürün somut bir örneğidir. Schopenhauer, bütün istek ve arzular gibi, cinsel içtepi de doyurulamaz olduğu için fiziki aşkın tüketilemez bir şey olduğu inancındadır. Aşksız olunamaması, onun her daim sürekli tekrarı, aşkın aynı anda hem çekici ve hem de itici olması, bunun en büyük kanıtıdır. Aşkta, hatta birbirleri için yanıp tutuşan sevgililerin aşkında bile, söz konusu olan bireylerin kendileri değil, fakat iradenin kendisi, türün varlığını devam ettirme arzusu, iradenin yaşama isteğidir. Diğer bir deyişle irade, bireyin kendisiyle değil, fakat türün bekasıyla ilgilenir. Nitekim bireyin çektiği acı aşkta bile türün yararına olmak durumundadır.

Bireysel bilinçte, kendini genel olarak cinsel bir içtepi gibi duyuran ve öteki cinsten belli bir kimseye yönelmemiş olan şey, fenomenlerin dışında ve kendinde ele alındığı zaman, sadece bir yaşam iradesidir. Ama bilinçte belli bir bireye çevrilmiş bir cinsel içtepi olarak ortaya çıkan şey ise, kesin bir biçimde belirlenmiş birey olarak yaşamak iradesinin dile gelişidir sadece. Bu durumda cinsel içtepi, kendinde ele alındığı zaman tepeden tırnağa öznel bir ihtiyaç olduğu halde, nesnel bir hayranlık kılığına bürünmesini ve böylece bilincimizi aldatmasını çok iyi bilir. Çünkü doğa, kendi özamaçlarına ulaşmak için böyle bir hile kullanmak zorundadır.

İki acıklı insani hal, arzu, istek veya ihtiyaç ile sıkıntı ya da tatminsizlik arasında sıkışıp kalan veya salınıp duran bireyin acı ve mutsuzluğu, düşünce işe karışıp, bilgi de arttıkça daha yoğun hale gelir. İnsan çektiği acı ve mutsuzluğun bilincine vardığı ölçüde daha çok acı çekmeye başlar. Onun acıları ve mutsuzluğu, yine hayvandan farklı olarak, ihtiyaç ve arzuları gelişip çeşitlendiği oranda artar, hatta o nispette pekişir. Kesin sonuçlu ya da mutlak bir tatminden söz edilemeyeceğine, şu ya da bu ölçüde bir tatmin yeni istek ve arzuların doğuşu, yepyeni çaba ve koşuşturmaların bir başlangıcı olduğuna göre Schopenhauer, acı ve mutsuzluğun bir sonu ve ölçüsü olmadığına inanır.

Böyle bir durumda, Schopenhauer’a göre, intihar çözüm olamaz. O, her yönüyle insanın içini karartan bu tablodan, estetik ve etiğe dayalı bir çözüm ya da çıkış yolu temin etmeye çalışır. Başka bir deyişle o, istemenin ve beyhude çabalamanın kısır döngüsünden, acı ve mutsuzluktan çıkışın yolunu, sanatta ve ahlakta bulur. Çünkü onun teorisine göre, bilgi türlerimizle anlama tarzlarımız kozmik irade tarafından belirlenip yönlendirilen faaliyetler olmak durumundadır. Nitekim Schopenhauer, bilimsel araştırmanın irade tarafından belirlenmişliğin en kusursuz örneği olduğunu söyler: Bunun da en önemli nedeni, bilimsel araştırmanın temel işlevinin bize, doğal düzenliliklerin keşfi yoluyla, istek ve arzularımızın tatmini için pratik teknikler temin etmesidir.

Ahmet Cevizci Kaynak: Felsefe Tarihi, Yayınevi: Say Yayınları

AHMET HAMDİ TANPINAR: “NEYE YARAR HATIRLAMAK,/ NEYE YARAR BU CILIZ IŞIKLI BAHÇELERDE…”

ZAMAN KIRINTILARI Biz, zaman kırıntıları,

Zaman sinekleri, Tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar Ve lüzumsuz görenler artık Bu aydınlıkta kendi gölgelerini!

Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz, Sanki hiç görmedik birbirimizi, Sanki hiç tanışmadık!

Dünya bize öyle kapattı kendisini…

Neye yarar hatırlamak, Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde Hatırlamak geçmiş şeyleri, Bu beyhude akşam bahçesinde Kapanırken üstümüze böyle Zaman çemberi Hatırlıyor yetmez mi Güneşe uzanan ellerimiz!

Aynalar sonsuz boşluğa Çoktan salıverdi çehremizi,

Yüzüyoruz, İpi kopmuş uçurtmalar gibi. Biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun, Birdenbire bulanlar içlerinde Gülüncün sırrını, Ne kadar benziyoruz şimdi, Aynı tezgâhtan çıkmış testilere Bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları!

Baksak aynalara Tanır mıyız kendimizi, Tanır mıyız bu kaskatı Bu zalim inkârın arasından Sevdiklerimizi.

Ben zamanı gördüm, İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu, Bir mezar böyle kazılırdı ancak, Yıldırımsız ve baltasız, Bir orman böyle devrilirdi! Ben zamanı gördüm, Kaç bakışta bozdu hayalimi, Ve kaç düşüncede! Ben zamanı gördüm, Şimşek gibi bir ânın uçurumunda.

Kim tanır bizi şimdiden sonra, Aydınlığı kıt gecemize Misafir olanlardan başka; Kuru tahta üstünde bizimle Paylaşanlar günlerimizi Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe Ancak tanır bizi Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından! Akşamın tek bir ağaç gibi Dal budak saldığı sular Çocukluk rüyalarının bahçesi! Sakın kimse el sürmesin dallara, Yapraklar, meyveler olduğu gibi kalsın Benim uykum boyunca!

Ben zamanı gördüm, Devrilmiş sütunları arasından Çok eski bir sarayın Alnında mor salkımlar vardı Ve ilâhlar kadar güzeldi. Uçmak için kanatlanmayı bekleyen Yavru kuş gibi doğduğu kayada Ben zamanı gördüm Çırpınırken avuçlarımda.

Bak martılar kanat çırpıyor sana Bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz Yelkovan kuşları yalıyor suyu, Sen ki bakışından yumuşak bir yaz Gülümser en yeşil gecesinden Ve sesin durmadan, durmadan örer, Yıldız yosunu bir uykuyu… Bak, martılar kanat çırpıyor sana.

Süzülen yelkenler var enginde, Dalgalar var, güneş var. Güneş ayna ayna, güneş pul pul Güneş saçlarınla oynar Omzundan tutar giydirir seni, Sırtında tül olur belinde kemer Boynunda inci Ve dişlerinin zâlim çocuk sevinci Bir tanrılaşırsın genç adımlarında Mevsimler önünde çözer yükünü Bahçeler yığılır eteklerine! Rüya ile Hayal arasında Hayal ile Hakikat arasında Yalnız sen varsın! Gece ile Gündüz arasında Güneşle Göz arasında Yalnız sen varsın!

Niçin sen yaratmadın bu dünyayı? Ellerinin mesut işaretlerinden Daha güzel doğardı eşya! Daha zengin olurdu aydınlık Kendi karanlığından çağırsaydı sesin, Sular başka türlü akardı Sert kayalardan göklere doğru Büyük, mavi, aydınlık sular!

Eğilme sakın üstüne Kendi yeşilinde boğulmuş havuzların, Ve bırakma saçlarını tarasın rüzgâr, Durmadan çukurlaşan bu aynada! Bilinmez hangi uzaklara götürür seni Dudak dudağa öpüştüğün hayal! Sokma güneşle arana, İmkânsızın parıltısını! Ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları! Değişmenin ebedî olduğu yerde Güzeldir hayat!

Ne kadar uzak, uzak Yollardan gelir bize Ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz, Keder durmadan çiçek açar içimizde. Ne çıkar unuttuk hepsini!

Biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık, Yıldızların amansız çarkına Ve boş yere sızlamış kemiklerimiz, Bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı Bahçelerde hâlâ güller açar mı, Bilmiyoruz, kadınlar, kızlar, Şarkılar masallar var mı? Gece ile gündüz, Acıdan kaskatı kesilmiş yüz, Uykusuzluktan harap göz, Öpüşen dudaklar, Çözülmeye razı olmayan eller var mı? Ayrılık var mı gurbet var mı? Biz beyhude yere gecikenler, Çoktan bitmiş bir yolun ucunda Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede Ne yapar ne eder, Gidip de gelmeyenler, Beyhude bekleyenler! Biz ayın çıplak arsasında Savrulan zaman kırıntıları.

Nerden bilelim bunları!


Ahmet Hamdi Tanpınar  Bütün Şiirleri, S. 73-78

STEFAN ZWEIG: YAŞAMIN İNSANA YÜKLEDİĞİNİ YERİNE GETİRMİŞ OLMAKTAN DAHA BÜYÜK MUTLULUK OLAMAZ

Büyük Okyanus’un Keşfi

Ömrünü yarılamış ve tam yaratma çağında bulunan bir insan için yaşamın kendisine yüklediği bir görevi yerine getirmiş olmaktan daha büyük mutluluk olamaz. Nunez de Balboa, kendisini bekleyen şeyin ne olduğunu biliyor: ya giyotinle noktalanacak kötü bir ölüm ya da ölümsüzlük! Fakat önce tahtla barışmayı sağlamak ve daha sonra da krala karşı işlediği suçları, iktidarı zorla ele geçirme suçunu bağışlatmak ve böylece resmen kabul ettirmek! İşte bu yüzden dünkü asi, Reis Comagre’nin kendisine bağışladığı altınlardan İspanya Kralı’na yasa gereği vermek zorunda olduğu beşte birini iyi bir vatandaş olarak Espanola’daki Hazine Bakanı Pasamonte’ye göndermekle kalmıyor, dünyadaki uygulamaları yalnızca bir bilim adamı olan hukukçu Enciso’dan çok daha iyi bilen biri olarak, Hazine Bakanı’nın kendisine de yüklüce bağışta bulunuyor ve ondan sömürgenin genel kaptanı olarak resmen tanınmasını rica ediyor. Gerçi Hazine Bakanı Pasamonte’nin onun bu isteğini yerine getirmek için hiçbir yetkisi yoktur, ancak kendisine bağışladığı altınların hatırı için, Nunez de Balboa’ya hukuki değeri bulunmayan geçici bir belge yolluyor. Geleceğini her yandan sağlama almak isteyen Balboa, ülkesine kazandırdığı şeyleri krala anlatmaları ve kabile reisinden öğrendiği önemli haberi bildirmeleri için, en çok güvendiği iki adamını da İspanya’ya yolluyor. Bana yalnızca iki bin adam gerekli, diye Sevilla’ya haber gönderiyor, kendisinden önce hiçbir İspanyol’un yapamadığı şeyleri bu iki bin kişiyle başarabileceğini bildiriyor. Balboa, yeni denizi keşfetmeyi ve Kolomb’un söz verip de yerine getiremediği, ancak kendisi tarafından mutlaka ele geçirilecek olan şu altın ülkesini de İspanya’ya kazandırmayı üstüne alıyor.

Bu umudunu yitirmiş insan, bu mahvolmuş asi için her şey iyiye gidiyor gibi! Ancak İspanya’dan gelen ilk geminin getirdiği haberler çok kötü. Elinden her şeyi alınan ve kaçmak zorunda bırakılan Enciso’nun sarayda yapacağı şikâyetlerin etkisini azaltmak için İspanya’ya göndermiş olduğu isyancı ortaklardan biri durumunun tehlikede olduğu, orada kendisini ölümün beklediği haberini getiriyor Balbao’ya.

Çünkü Enciso, iktidarı zorla eline geçiren bu haydut aleyhine İspanyol mahkemesinde dava açmış ve Balboa’yı, uğradığı zararları ödemeye mahkûm ettirmiştir. Yakınında bulundukları Güney Denizi üzerinden beklenen ve belki de onu kurtaracak olan haber henüz gelmemişti; ancak krala karşı yaptığı davranışlarından dolayı Balboa’dan hesap sormak ya da onu zincire vurup İspanya’ya götürmek üzere bir hâkim bir sonraki gemiden inecekti; işte bu kesindi.

Vasco Nunez de Balboa, mahvolduğunu anlıyor. Yakınında bulunduğu Güney Denizi ve altın kıyısıyla ilgili olarak gönderdiği haber yerine ulaşmadan kendisini yargılamışlardır. Kafası kumlarda yuvarlanırken, onlar bu haberden elbette yararlanacaklar. Onun düşlerini, herhangi biri gerçekleştirecek. Balboa, İspanya’dan umudunu kesmek zorundadır artık. Kralın atadığı valiyi ölüme sürüklediğini, hiç kimseye sormadan polis müdürünü makamından zorla uzaklaştırdığını biliyorlar. Eğer yalnızca hapse mahkûm edilir ve yaptıklarının hesabını boynu vurularak ödemeyecek olursa, kendisini bağışlanmış sayacak. Güçlü dostlarının yardımını da bekleyemez, çünkü artık tüm gücünü yitirmiştir ve en iyi yardımcısı olan altın da, acındırıp bağışlanmasını sağlayacak kadar ses getirmemiştir. Yaptıklarının hesabını vermekten onu ancak bir tek şey kurtarabilir: daha atak davranıp daha büyük çapta işler yapmak. Kraliyet yargıçları karaya çıkmadan ve görevliler onu yakalayıp ellerini ve ayaklarını bağlamadan önce yeni denizi ve yeni altın ülkesini bulacak olursa, belki canını kurtarabilir. Bu kıtanın insan ayağı değmemiş topraklarını ele geçirip ölümsüzlüğe sığınmak Balboa için biricik kurtuluştur.

Nunez de Balboa, bilinmeyen okyanusun keşfi için İspanya’dan istediği iki bin kişinin beklenmemesi gerektiğine karar veriyor. Burada oturup gemiden inecek hâkimleri de beklemesi gerekmiyor. Bu az sayıdaki gözü pek adamla bu çok büyük işi gerçekleştirmeyi göze alması daha doğru olurdu. Elleri bağlı bir durumda giyotinin altında bir alçak gibi ölmektense, onuruyla ölüp gelmiş geçmiş en büyük serüven adamı diye anılmak çok daha iyi. Nunez de Balboa bütün sömürge halkını bir araya topluyor, zorlukları saklamadan dağlar arasından geçme düşüncesini onlara açıklıyor ve arkamdan gelmek isteyen var mı, diye soruyor. Onun bu ataklığı, ötekileri de yüreklendiriyor. Yüz doksan kişi, yani sömürge halkının hemen hemen eli silah tutanlarının tümü, hazır olduklarını söylüyorlar. Donanım için çok fazla düşünmeye gerek yoktur, çünkü bu adamlar zaten sürekli savaş halinde yaşamaktadırlar. Darağacından ya da zindandan kurtulmak isteyen bu kahraman ve eşkıya, serüven düşkünü ve asi adam, Nunez de Balboa, işte böylece 1 Eylül 1513 tarihinde, ölümsüzlüğe doğru yürüyüşe başlıyor.

Ölmezlik Anı

Panama’yı çevreleyen dağlar arasındaki boğazlardan geçilmeye, Balboa’nın hayat arkadaşı, kabile reisinin kızı Careta’nın küçük ülkesi Coyba topraklarından başlanıyor. Çevreyi tanımaması yüzünden Balboa’nın sonradan anlaşılacağı üzere boğazın en dar yerini seçmemiş olması, bu tehlikelerle dolu geçidi aşma süresini birkaç gün daha uzatıyor. Fakat hiç tanınmayan bir ülkeye yapılan böylesine atak bir hareket için Balboa’nın, her şeyden önce ikmal ve çekilmede kendisine yardımcı olacak dost bir yerli kabilesinin güvenini kazanmış olması gerekliydi. Korkunç buldog köpeklerinin koruyuculuğunda kargılar, kılıçlar ve oklarla silahlandırılmış yüz doksan asker, on büyük kayığa binerek Darien’den Coyba’ya geçiyor. Dost ve müttefik kabile reisi, yüklerini taşımada ve yol göstermede yardımcı olmaları için yerlilerini onların emrine veriyor ve böylece gözü pek ve en tehlikeli kişiler için bile sonsuz zorluklarla dolu o ünlü yürüyüş bu sarp yamaçlar arasından daha 6 Eylül’de başlamış oluyor. İspanyollar yüzyıllar sonra Panama Kanalı yapılırken bile binlerce cana mal olacak bu bataklık ve sıtma mikrobuyla dolu topraklarda, ekvatorun boğucu sıcağında yol almak zorunda kalıyorlar. Zehirli sarmaşıklarla neredeyse bütünüyle kaybolmuş bu bilinmezliğe giden yolun, daha ilk andan itibaren balta ve kılıçlarla temizlenmesi gerekiyor. Önden gidenler, yeşil ve dev bir maden ocağını anımsatan sık ormanlardan ve çalılıklardan geçerek arkadan gelenlere yol açıyorlar; arka arkaya dizilerek uzayıp giden sıralar oluşturan bu İspanyol saldırı ordusu, yerlilerin ani baskınlarına karşı koymak için elleri her an tetikte, kulakları kirişte çevreyi gözetleyerek gece gündüz hiç dinlenmeden yol alıyor. Kızgın güneşin her şeyi kasıp kavurduğu ekvator ormanlarının çevrelediği bu rutubetli loşlukta, insan boğulacak gibi oluyor. Gövdeleri ter içinde kalmış ve susuzluktan dudakları çatlamış, tepeden tırnağa silahlı bu insanlar, adım adım yol almaya devam ediyorlar. Birden tufanı anımsatan ekvator yağmuru boşanıyor, küçücük dereler bir anda önüne gelen her şeyi sürükleyip götüren nehirlere dönüşüyor, bu dereleri ya sel sularıyla boğuşarak ya da yerlilerin ağaç kabuklarından yaptıkları sallanan asma köprüler üzerinden geçmek gerekiyor. İspanyolların yanında bir avuç dolusu mısırdan başka yiyecek yok. Zehirli ve kan emen böcek sürüleriyle çevrilmiş bu adamlar, uykusuz, aç ve susuz, dikenlerle boğuşmaktan giysileri parçalanmış, ayakları yara bere içinde, gözleri kıpkırmızı, sivrisineklerin sokmasıyla yanakları şişmiş bir durumda, uyuyup dinlenmeden gece gündüz ilerlemeye çalışıyorlar ve sonunda bitkin düşüyorlar. Yola koyulalı daha henüz bir hafta olmuşken, adamların çoğu bu sıkıntıya artık dayanamaz duruma geliyor. Asıl tehlikenin kendilerini bundan sonra beklediğini bilen Nunez de Balboa, bütün sıtmalıların ve yürüyemeyecek duruma gelmiş olanların geride bırakılmasını buyuruyor. Bu büyük serüvene, yalnızca seçkin adamlarla atılmak istiyor. Arazi, sonunda yükselmeye başlıyor. Ekvator iklimine özgü bataklıklarda büyüyüp gelişen balta girmemiş ormanlar, aydınlanıyor. Fakat artık korunabilecekleri ağaç gölgesi de olmadığı için tepelerinden vuran kızgın ekvator güneşi, bu tam teçhizatlı insanları kasıp kavuruyor. Yorgun ve bitkin düşen İspanyollar, yavaş yavaş ve sık sık konaklayarak, iki deniz arasındaki daracık yolu tıpkı bir belkemiği gibi ayıran o sıradağlara tırmanmaya çalışıyorlar. Çevre yavaş yavaş katlanılır hale geliyor, özellikle geceleri hava serinliyor ve insanlarda bir ferahlık başlıyor. On sekiz gün süren kahramanca bir mücadeleden sonra zorlukların en zoru aşılmışa benziyor. Yanlarındaki Kızılderili kılavuzun söylediğine göre, zirvesinden her iki okyanusun da, Atlas Okyanusu ve o zaman henüz bilinmeyen ve adı olmayan Büyük Okyanus’un da görülebildiği o sıradağlar, şimdi tam önlerinde yükseliyor. Fakat doğanın bu sert ve amansız direnişi tam kırılır gibi olduğu bir sırada, yeni bir düşmanla karşılaşılıyor: Yerli kabile reisi, yüzlerce savaşçısını ileri sürerek bu yabancıların topraklarına girişini engellemek istiyor.

Nunez de Balboa, yerlilerle savaşta hayli deneyimlidir. Onların haklarından gelmek için dolma tüfeklerini bir kere ateşlemek yetiyor ve böylece şimşek ve gök gürlemesinin yerliler üzerindeki sihirli etkisi, bir kere daha kanıtlanmış oluyor. Korku içinde haykırarak kaçan yerlilere, İspanyollar, buldog köpekleriyle arkadan saldırıyorlar. Ama, bu kolay kazanılmış utkuya sevineceği yerde Balboa, bütün İspanyol sömürgecileri gibi acımasız davranarak, bu başarısını lekeliyor: Savunmasız, elleri bağlı esirleri boğa güreşi ve gladyatör oyunlarında kullanılan zavallılar gibi aç buldog köpeklerinin önüne canlı canlı attırarak parçalattırıyor. Nunez de Balboa’nın adı ölümsüzlük gününden önceki gece, işte bu iğrenç katliamla kirlenmiş oluyor.

İspanyol sömürgecilerinin kişilik ve davranış biçimlerindeki bu anlaşılmaz çelişki bir kere daha kendisini gösteriyor. Koyu bir Hıristiyan olan bu insanlar, bir yandan dindarlık ve inanç bütünlüğü içinde, içten gelen kutsal bir duyguyla Tanrı’ ya sesleniyorlar, öte yandan da insanlık tarihinin gördüğü en rezil davranışları yine bu Tanrı adına sergiliyorlar. Cesaretin, özverinin ve nefsi feda edip her türlü acıya katlanabilmenin kahramanca örneğini verebilecek bu insanlar, insanlık adına utanç verici bir biçimde birbirlerini aldatıyorlar ve birbirleriyle çekişiyorlar. Fakat bütün bu utanç verici davranışlarının içinde yine de bir onur duyguları var ve tarihsel görevlerinin büyüklüğüne yakışan bir bilinçle hareket ediyorlar. Bir akşam önce elleri bağlı suçsuz tutsakları vahşi köpek sürülerinin önüne attıran ve ağızlarından henüz taze insan kanı damlamakta olan hayvanların dudaklarını hoşnutlukla okşayan Nunez de Balboa, yaptığı şeyin insanlık tarihi için taşıdığı önemi çok iyi biliyor ve kesin an geldiğinde, çağları aşacak o büyük tavrı takınmasını biliyor. O, 25 Eylül gününün insanlık tarihi için taşıdığı anlamın bilinci içersindedir ve bu acımasız, gözünü daldan budaktan sakınmayan serüven adamı, çağlar boyu iz bırakacak görevinin önemini çok iyi anladığını davranışlarındaki eşsiz İspanyol heyecanı ve coşkusuyla gösteriyor.

Balboa’nın büyük serüveni mutlu sona yaklaşıyor. Katliamdan hemen soma, akşamüstü, yerlilerden biri ona, yakındaki bir tepeyi işaret ederek, bilinmez deniz Mar del Sur’un buradan görülebileceğini söylüyor. Balboa, hemen harekete geçiyor. Yaralıları ve yorgunları, yağmaladıkları köyde bırakıyor ve yola devam edebilecek olanlara Darien’den birlikte yola çıktıkları yüz doksan adamdan şimdi topu topu altmış yedi kişi kalmıştır o dağa tırmanmalarını emrediyor. Sabahleyin saat ona doğru, tepeye iyice yaklaşmış bulunuyorlar. Aşmak zorunda oldukları küçücük ve çıplak bir tepecik daha vardır, sonra önlerinde uzanan uçsuz bucaksız dünyayı seyredebilecekler.

Tam bu sırada Balboa, adamlarına durmalarını, peşinden hiç kimsenin gelmemesini söylüyor. Bu bilinmeyen okyanusu ilk defa görme ânını kimselerle paylaşmak istemiyor. Dünyamızın iki büyük okyanusundan biri olan Atlas Okyanusu’ nu geçtikten sonra, Büyük Okyanus’u da gören ilk İspanyol, ilk Avrupalı ve ilk Hıristiyan olmak ve bu onuru başkalarına bırakmak istemiyor. Bu büyük ânın önemiyle iyice sarsılmış ve kalbi çarpar bir durumda, sol elinde bayrağı, sağ elinde kılıcı ile bu uçsuz bucaksız boşluktaki ıssız siluete doğru yürüyor ve yavaş yavaş, hiç acele etmeden tepeye tırmanıyor. Artık düşleri gerçekleşmiştir. Yalnızca birkaç adım daha: mesafe gittikçe azalıyor ve şimdi, tem tepeye ulaştığı zaman, önünde uzanan eşsiz bir manzara ile karşılaşıyor. Sarp, meyilli inen dağların, yemyeşil ormanlarla kaplı tepelerin arkasında, bir maden parçası gibi ışıldayan uçsuz bucaksız bir deniz, o âna kadar yalnızca hayal edilen ve hiç görülmemiş olan efsaneler denizi, Kolomb’un ve ondan sonrakilerin yıllar boyu boş yere aradıkları, dalgaları Amerika, Hindistan ve Çin kıyılarına çarpan deniz uzanıyor. Nunez de Balboa, içine bu uçsuz bucaksız denizdeki maviliğin yansıdığı ilk Avrupalı gözün, kendi gözü olduğunu bilmenin verdiği keyif ve gururla kendinden geçiyor ve önünde uzanan o eşsiz manzaraya bakıyor, bakıyor, hiç durmadan yeniden yeniden bakıyor.

Vasco Nunez de Balboa, uzun uzun, kendinden geçmiş ve hayran hayran bakıyor bu mavi sonsuzluğa. Daha sonra kendine geliyor ve sevincini paylaşmak için adamlarını ve can yoldaşlarını da yanına çağırıyor. Adamları, huzursuz, heyecan içinde, soluya soluya ve haykırarak tepeye tırmanıyorlar, mavi sonsuzluğu görünce hayretler içinde kalıyorlar ve coşku dolu bakışlarla orayı işaret ediyorlar. Kafileye eşlik eden Rahip Andres de Vara, birdenbire bir ilahi söylemeye başlıyor, bunun üzerine gürültüler ve haykırışlar bir anda susuyor ve bütün askerlerin, serüven düşkünlerinin ve eşkıyaların sert ve kaba sesleri bu kutsal ilahiyle birleşiyor. Yerliler, üzerine İspanya Kralı’nın adının baş harfleri kazınacak bir haç dikmek için bu adamların, rahibin bir tek sözü üzerine, bir ağacı nasıl yere yıktıklarını hayretler içinde seyrediyorlar. Ve şu anda, zirvede yükselen bu haç, tahta kollarıyla her iki büyük denizi de, Atlas Okyanusu’nu da Büyük Okyanus’u da görünmeyen ufuklarıyla birlikte kucaklamak istiyormuşçasına bütün görkemiyle duruyor orada.

Nunez de Balboa, bu korkunç sessizlik sırasında öne çıkıyor ve askerlerine bir söylev çekiyor: Bizlere bu onuru, bu lütfu sunan yüce Tanrı’nın önünde şükranla eğilin ve ondan, bu denizi ve bütün bu toprakları ele geçirebilmemiz için yardımını esirgememesini isteyin, diyor. Eğer adamları, kendisine şimdiye kadar gösterdikleri bağlılıklarını sürdürmeye devam edecek olurlarsa, bu Yeni Hindistan’dan, İspanya’nın en zengin insanları olarak geri döneceklerdir. Balboa, rüzgârın gittiği bütün toprakları İspanya Krallığı adına ele geçirebilmek için bayrağını dört rüzgâr yönünde de sallıyor. Daha sonra, bu tarihsel ânı gelecek kuşaklara aktaracak bir belge düzenlenmesi için kâtibi Andres de Valderrabano’yu yanına çağırıyor. Andres de Valderrabano, kapalı bir tahta kutuda sakladığı hokkası ve kalemi ile birlikte, balta girmemiş ekvator ormanlarından geçirerek buraya kadar taşıdığı bir parşömen kâğıdını açıyor ve Güney Denizi’nin, Mar del Sur’un, bu toprakların valisi, asil ve yüce kaptan Nunez de Balboa tarafından keşfinde hazır bulunmuş olan bütün soyluları, şövalyeleri ve askerleri, bu denizi ilk defa Bay Vasco Nunez’in gördüğünü ve kendisinden sonra geleceklere göstermiş olduğunu doğrulamaya çağırıyor.

Sonra, bu altmış yedi insan tepeden aşağıya iniyorlar ve 25 Eylül 1513 tarihinde insanlık, yeryüzünün o zamana kadar bilinmeyen son okyanusunu da, işte böylece öğrenmiş oluyor.

Altınlar ve İnciler

Artık gerçek ortaya çıkarılmıştır. Balboa ve adamları, önlerinde uzanan denizi görüyorlar. Şimdi hemen aşağıya, sahile inip nemli dalgalarını hissetmeli, bunlara dokunmalı, onları tatmalı ve kumsalında ganimetler toplamalı. İniş iki gün sürüyor. Nunez de Balboa, dağdan denize inen en kısa yolu bulmak için, adamlarını gruplara ayırıyor. Bunlardan Alonzo Martin’in yönetimindeki üçüncü grup, kumsala ilk olarak varıyor. Bu serüven düşkünlerinin en sıradan askerleri bile kendilerini şöhret düşkünlüğüne öylesine kaptırmışlar ve ölmezlik tutkusu onları öylesine sarmış ki, şu sıradan biri olan Alonzo Martin bile, hemen kâtibini çağırtıyor ve bu henüz adı konulmamış sulara ilk defa elini ve ayağını sokup ıslatanın kendisi olduğunu bir belge ile onaylattırıyor. Alonzo, küçücük benliğini bir anlık olsun ölümsüzleştirdikten sonra, denize ulaştığını, kendi elleriyle dalgalarına dokunduğunu Balboa’ya bildiriyor. Balboa, yeni bir heyecan ve yeni bir coşkuyla hemen harekete geçiyor ve ertesi gün, yani kutsal Michael’in takvim günü, tıpkı Sankt Michael gibi silahlanmış olarak yirmi iki adamıyla birlikte, görkemli bir törenle bu yeni denizi, kendi egemenlikleri altına almak üzere kumsalda görünüyor. Balboa, hemen denize doğru yürümüyor; yüce efendileri gibi gururla ve ihtişamla bir ağacın altında dinlenerek, yükselen denizin, dalgalarını yanına kadar atmasını ve uysal bir köpek gibi ayaklarını yalamasını bekliyor. Bundan sonra ayağa kalkıyor, güneşte bir ayna gibi parıldayan kalkanını omzuna atıyor, bir elinde kılıcı, bir elinde, üzerinde Meryem Ana tasvirleri bulunan Kastilya sancağı olduğu halde, denizin içine doğru yürüyor. Dalgalar, kalçalarına vurmaya başladığı ve gövdesi bütünüyle okyanusun sularına girdiği zaman, o âna kadarki asi ve umutsuz serüvenci Nunez de Balboa, şimdi kralın en sadık uşağı ve kahraman bir komutanı olarak, sancağını dört bir yana sallıyor ve yüksek sesle şunları söylüyor: “Onların adına ve İspanya Kraliyet tacı yararına bu denizlere, bu topraklara ve bu kıyılara, bu adamlara ve limanlara el koyuyorum; bu toprakları ve bu denizleri, üzerinde herhangi bir prens ya da bir kaptan hak iddia edecek olursa, ister Hıristiyan, ister dinsiz, hangi inançtan olursa olsun, buraları Kastilya Kralı adına, şu andan başlayarak ve her zaman, dünya döndükçe ve kıyamet gününe kadar savunacağıma ant içiyorum.”

Balboa’nın arkasından bütün İspanyollar, bu yemini tekrarlıyorlar ve sözcükler dalgaların müthiş uğultusunu bir an için bastırıyor. Daha sonra her biri, dudaklarını deniz suyu ile ıslatıyor: Kâtip Andres Valderrabano, bu toprakların kral adına sahiplenme sahnesine tekrar katılıyor ve belgesini şu sözlerle tamamlıyor: “Bu yirmi iki insan ve Kâtip Andres de Valderrabano, ayaklarını bu Mar del Sur’a sokan ilk Hıristiyanlardandır ve hepsi, bu denizin suyunun da, öteki denizin suyu gibi tuzlu olup olmadığını anlamak için ağızlarını ıslatmışlar ve bu suyun da ötekisi gibi olduğunu görünce, Tanrı’ ya şükretmişlerdir.”

Büyük serüven başarıyla sonuçlanmıştır. Artık sıra, bu kahramanlık destanından dünya çıkarları sağlamaktır. Gerçi İspanyollar, yerlilerden zorla veya değiş tokuş yoluyla biraz altın elde ediyorlar; ancak bu büyük coşku ânının ortasında onları yeni bir sürpriz beklemektedir. Çünkü yerliler, civardaki adalarda bolca bulunan ve aralarında, Cervantes ve Lope de Vega’nın övgüyle söz ettikleri “Pellegrina” adını taşıyan, İspanyol ve İngiliz krallarının taçlarını süsleyen, dünyanın en güzel ve paha biçilmez incilerinden avuç avuç getiriyorlar.

İspanyollar, burada istiridye ve kum tanecikleri kadar bol bulunan bu incilerle bütün ceplerini, bütün torbalarını dolduruyorlar. Fakat kendileri için yeryüzünde en önemli olan şeyi, altını sorduklarında, kabile reislerinden biri, dağ çizgilerinin ufukta yavaş yavaş kaybolduğu güney yönünü işaret ediyor ve orada çok zengin bir ülke var, diyor. Bu ülkenin hükümdarları, altın kaplarda yemek yerler ve dört ayaklı kocaman kocaman hayvanlar reisin anlatmak istediği hayvanlar, lamalardır bu paha biçilmez yükleri, kralın hazinesine taşırlar. Kabile reisi, denizin aşağısında, güneyde, dağların arkasında bulunan ülkenin adını da söylüyor. “Biru” gibi söylenen ve kulağa hoş gelen yabancı bir isim.

Vasco Nunez de Balboa, reisin eliyle işaret ettiği yöne, dağların ufukta kaybolduğu noktaya bakıyor ve gözlerini oradan bir türlü ayıramıyor. Bu yumuşak, bu insan aklını çelen “Biru” sözcüğü hemen içine işledi. Kalbi, heyecanlı heyecanlı atıyordu. Yaşamında ikinci kez hiç beklemediği bir anda kendisine çok önemli bir haber veriliyordu. İlk haberi ona Comagre vermişti. Çevredeki denizle ilgili bu haber gerçekleşti. İnciler kumsalını ve Güney Denizi’ni, Mar del Sur’u buldu; belki bu ikinci haber de doğru çıkacak ve Balboa, dünyanın bu en zengin ülkesini, İnkalar Krallığı’nı bulup ele geçirecektir.

İlahlar İstenileni Yapmaya Her Zaman İzin Vermezler

Nunez de Balboa, özlem dolu bakışlarını ufuktan bir türlü ayıramıyor. “Biru”, “Peru” sözcüğü tıpkı altın bir çıngırak gibi bütün benliğini sarıyor. Ama çaresizlik içindedir ve bu ona çok acı veriyor. İki ya da üç düzine yorgun adamla ülkeler ele geçirmek olası değildir. O halde hemen Darien’e dönmeli ve kuvvet topladıktan sonra artık bilinen yollardan geçerek bu yeni altın ülkesine gitmeli. Fakat bu geri dönüş yolculuğu da pek kolay olmayacak. İspanyollar, ekvatorun balta girmemiş ormanlarıyla yeniden mücadele etmek, yerlilerin baskınlarına karşı koymak zorundadırlar. Dört ay süren, korkunç güçlüklerle dolu zorlu bir yürüyüşten sonra 19 Ocak 1514’te, tekrar Darien’e varanlar artık savaşçı değiller, son bir gayret gösterip ayakta kalmaya çalışan sıtmalı küçücük bir kafile. Yorgunluk ve bitkinlikten neredeyse ölecek hale gelmiş olan Balboa’yı da yerliler bir hamak içinde taşımaktadırlar. Fakat tarihin en büyük işlerinden biri başarılmıştır. Balboa verdiği sözü tutmuş ve kendisiyle birlikte bilinmezliğe gelme yürekliliğini gösteren herkes zengin olmuştur. Balboa’nın askerleri, Kolomb’un ve öteki sömürgecilerin hiçbir zaman ele geçiremediği altınlarla, Güney Denizi kıyılarından dönmüşler ve öteki sömürgeciler de bu işten kendi paylarını almışlardır. Ganimetin beşte biri de taht için ayrıldı. Bu büyük adamın, zavallı yerlilerin bedenlerini vahşice parçalayan köpeği Leoncico’yu bile ganimetin paylaşılması sırasında unutmayarak savaşçılarından biriymiş gibi beş yüz altınla ödüllendirmesini kimse ayıplamıyor ve kimse bundan dolayı ona kızmıyor. Böylesine kusursuz bir adamın vali gibi otoriter davranmasına kimse karşı çıkmıyor. Bir zamanlar devlete başkaldırmış bu asi ve serüven adamı, şimdi bir ilah gibi görülüyor ve Kolomb’dan bu yana Kastilya tahtı için en büyük işi başarıyla sonuçlandırdığı haberini, övünerek İspanya’ya gönderiyor. Şansının güneşi, o âna kadar üzerine çöken bütan kara bulutları dağıtmış ve onu en yükseklere çıkarmıştır.

Fakat Balboa’nın sevinci uzun sürmüyor. Birkaç ay sonra, güneşli bir haziran gününde Darien halkı hayret içinde kumsala koşuyor. Ufukta bir yelkenli belirmiştir ve bu, dünyanın bu kaybolmuş köşesinde bir mucize gibi karşılanıyor. Ama Darien halkı gözlerine inanamıyor, bu geminin yanında ikinci bir gemi daha görülüyor ve sonra bir üçüncüsü, derken bir dördüncüsü, bir beşincisi ve az sonra sayıları onu, hayır on beşi. hayır hayır yirmiyi buluyor ve bütün bir filo, limana doğru hızla yol alıyor. Ve kısa bir süre sonra da gerçek iyice anlaşılıyor: Bütün bu gemilerin buralara gelmesini sağlayan şey, Balboa’nın krala yazdığı mektup. Ama başarılarını ve kahramanlıklarını bildirdiği mektup değil çünkü bu mektup henüz İspanya’ya ulaşmadı; bu, yerli kabile reisinin çevredeki altın ülkesi ve Güney Denizi ile ilgili sözlerini bildirdiği ve buraları ele geçirmek için iki bin kişilik bir ordu istediği bir önceki mektup. İspanyol tahtı böyle bir sefer için hiç duraksamıyor, görkemli bir Filo hazırlayıp hemen yola çıkartıyorlar. Ama bu son derece önemli görevi, Nunez de Balboa gibi bir asiye, kötü ün sahibi bir serüven adamına vermeyi ne Sevilla’da ne de Barcelona’da hiç kimse düşünmüyor. Kralın valisi olarak sömürgede düzeni yeniden kurmak, şimdiye kadar yapılan bütün yolsuzlukların ve işlenen cinayetlerin hesabını sormak. Güney Denizi’ni bulmak ve sözü edilen altın ülkesini ele geçirmek üzere zengin, soylu ve itibar sahibi, altmış yaşlarında ve genellikle Pedrarias diye tanınan Pedro Arias Davilla’yı bu donanma ile gönderiyorlar.

Fakat Pedrarias için can sıkıcı bir durum. Bir yandan, önceki valiyi kovduğu için asi Nunez de Balboa’dan hesap sormaya ve eğer suçu sabit görülürse onu zincire vurmaya ve yargılamaya memur edilirken, öte yandan da Güney Denizi’ ni bulmakla görevlendirilmiştir. Ama gemisi daha karaya yanaşır yanaşmaz, hesap sormaya geldiği bu asinin bütün bu olağanüstü işleri yalnız başına başarmakla Amerika’nın keşfinden bu yana İspanyol tahtı için en büyük görevi yaptığını, yalnızca kendisinin olan bu utkuyu haklı olarak kutladığını öğreniyor. Kuşkusuz, böyle bir adamı yargılayıp adi bir suçlu gibi celladın ellerine teslim edemezdi; onu saygıyla selamlayıp içtenlikle kutlaması gerek. Fakat bu andan itibaren Nunez de Balboa mahvolmuştur. Pedrarias, gerçekleştirmek üzere gönderildiği ve kendisine asırlar boyunca büyük bir ün sağlayacak bu çok büyük işi kendi başına yapmış olan bu rakibi hiçbir zaman bağışlamayacak tır. Gerçi sömürgecileri daha şimdiden kızdırmamak için bu kahraman eşkıyaya beslediği kini belli etmemek zorunda kalıyor, soruşturma erteleniyor ve Pedrarias, İspanya’daki kızını Nunez de Balboa ya nişanlayarak göstermelik bir barış bile yapıyor, ancak onun Balboa’ya karşı beslediği kin ve kıskançlık duygusu hiçbir zaman azalmayacak, hele Balboa’nın elde ettiği başarıların konuşulduğu İspanya’dan, bir zamanların asisine verilen unvanın yanı sıra bir de soyluluk unvanı verilmesi ve Pedrarias’ı, her önemli konuda onunla görüşüp tartışmak zorunda bırakan buyruk geldikten sonra, bu kin ve kıskançlık duygusu daha da artacaktır. Küçük bir ülke için iki vali fazladır, valilerden birinin geri çekilmesi ve oyunu kaybetmesi gerekecektir. Askerî kudret ve yargı gücü Pedrarias’ın elinde bulunduğu için Vasco Nunez de Balboa, başının üzerinde dolaşan kılıcı hissetmektedir. Bu yüzden, birincisinde kendisine o eşsiz başarıyı sağlamış olan kaçışı tekrarlamak ve bir kere daha ölmezliğe sığınmak istiyor. Bu amaçla Pedrarias’tan, Güney Denizi kıyılarını etraflıca araştırmak ve daha geniş bir bölgeyi ele geçirmek üzere, emrine bir kuvvet verilmesini rica ediyor. Fakat bu eski asinin gerçek amacı, denizin öteki kıyısında kendi başına, her türlü denetimden uzak, kendi filosunu kurmak ve kendi topraklarının efendisi olmak ve hatta, eğer işler yolunda gidecek olursa, o efsanevi Biru’yu, Yeni Dünya’nın bu altın ülkesini de ele geçirmektir. Pedrarias, onun bu isteğini sinsice onaylıyor. Eğer Balboa bu girişiminde başarısızlığa uğrarsa iyi olacak, fakat başarılı olursa, bu hırslı adamdan kurtulmak için epeyce uğraşacak.

Böylece, Nunez de Balboa’nın ölümsüzlüğe yaptığı bu ikinci sığınma yolculuğu başlamış oluyor. Bu yeni girişimi, birincisinin tarihte sağladığı başarıyı kazanmamış olsa da, çok daha görkemli geçiyor. Balboa, yine dağları aşarak gerçekleştirdiği bu yürüyüşü yalnızca adamlarıyla yapmıyor, birincisinin aksine, dört gemi yapımına yetecek kadar kereste, kalas, halat, yelken bezi, çapan ve bocurgatı, binlerce yerlinin sırtına yükleyip taşıtıyor. Çünkü orada bir donanma kuracak olursa, o zaman bu bölgedeki bütün kıyıları, inci adalarını ve efsaneler ülkesi Peru’yu ele geçirebilir. Fakat, hiçbir zaman yılmayan bu kararlı adamın şansı bu kez yüzüne gülmez ve karşısına yeni yeni engeller çıkar. Balta girmemiş ekvator ormanlarından geçerken kurtlar odunları yiyip bitirirler, çok zor koşullarda getirilen kalaslar işe yaramaz hale gelir. Balboa, cesaretini kaybetmez ve Panama Körfezi’nde ağaçlar kestirerek yeni kalaslar biçtirir. Azim ve kararlılıkla gerçek bir mucize başarılıyor. Çalışmalar başarıyla sonuçlanmış ve Büyük Okyanus’un ilk gemileri harekete hazırdır. Ancak tam bu sırada çıkan bir fırtına, gemilerin bulunduğu nehirlerin kabarmasına neden olur ve denize sürüklenen gemiler parçalanırlar. Ancak üçüncü bir girişim sonunda iki gemi yapılabilir. Fakat Balboa’nın daha ikiüç gemiye gereksinimi var. Ancak o zaman yola çıkabilir ve kabile reisinin güneyi işaret ettiği ve ilk kez insanın aklını çelen o “Biru” sözcüğünü duyduğu andan beri gece gündüz hayal ettiği o altın ülkesini ele geçirebilir. Nunez de Balboa, birkaç cesur asker daha getirtip oluşturacağı seçme bir birlikle kendi devletini kurabilir! Yalnızca birkaç ay daha zamana ve biraz da şansa gereksinimi var. O zaman dünya tarihine, İnkalar galibi ve Peru fatihi Pizarro’nun adı değil, Nunez de Balboa’nın adı geçecekti.

Fakat şans en çok sevdiklerine bile her zaman cömert değildir. İlahların insanoğluna iz bırakan işler başarma şansını bir defadan fazla verdikleri çok az görülmüştür.

Hazin Son

Nunez de Balboa, bu büyük girişime demir gibi bir irade ile hazırlanmıştı. Fakat hazin sonunu hazırlayan da yine bu sarsılmaz iradesi oldu. Bu sırada Pedrarias’ın kuşkulu bakışları, onun bütün amaçlarını kaygı ile izlemektedir. Belki de biri Balboa’ya ihanet etmiş ve onun hırs dolu hükümranlık hülyalarını Pedrarias’a bildirmişti; belki de o, kıskançlık yüzünden eski asinin ikinci bir başarı kazanmasından korkuyordu. Her ne olursa olsun, Balboa’ya dostça bir mektup gönderip bu büyük girişim için harekete geçmeden önce kendisiyle son bir kez daha görüşmesi için Darien yakınlarındaki Acla kentine gelmesini istedi. Pedrarias’tan askerî destek alacağını uman Balboa, çağrıya uydu ve hiç vakit kaybetmeden Darien’e döndü. Kentin kapıları dışında küçük bir müfreze ona doğru yürümektedir. Balboa, bunların kendisini karşılamaya geldiklerini sandı ve komutanlarını, pek çok senelik silah arkadaşı, Güney Denizi’nin keşfi sırasında yanından hiç ayırmadığı güvenilir dostu Francisco Pizarro’yu kucaklamak için sevinç içinde onlara doğru yürüdü.

Fakat Francisco Pizarro, Balboa’nın omzuna ellerini koydu ve kendisini tutukladığını söyledi. Çünkü Pizarro’da da ölümsüzlük arzusu kabarmakta, o da altın ülkesine göz dikmiş, onu ele geçirebilmek için yanıp tutuşmaktadır. Böylesine gözü pek bir adamı ortadan kaldırmak hiç de fena olmazdı. Vali Pedrarias, sözümona bir isyan olayı yüzünden dava açar ve yargılama çabuk sonuçlanır. Birkaç gün sonra Nunez de Balboa ve en sadık arkadaşları, boyunlarının vurulacağı kütüğün önüne getirilirler. Celladın baltası havada parlar ve yere düşen baştaki gözlerin ışığı, dünyamızı çevreleyen her iki okyanusu da insanlık tarihinde ilk defa görmüş olan gözlerin ışığı, bir anda, bir daha hiç ışıldamamak üzere söner.

Stefan Zweig İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar On İki Tarihsel Minyatür (Deneme) Almanca Aslından Çeviren: Kasım Eğit, Can Yayınları

YILMAZ ERDOĞAN’IN AMCASI NAMIK ERDOĞAN’I NEDEN ÖLDÜRDÜLER?

Yılmaz Erdoğan’ın amcası için yazdığı ‘Kayıp Kentin Yakışıklısı’ şiiri

dokuzunda kayboldu mayıs’ın cesedi bulundu onikisinde

kaçırıldığında da kaybolduğunda da ve cesetken de yakışıklıydı

amcamdı.

Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Namık Erdoğan Kırıkkale’nin Kılıçlar kasabası Kayadibi mevkiinde kafasına tek kurşun sıkılarak öldürülmüş halde bulunduğunda takvimler 10 Mayıs gününü gösteriyordu.

8 Mayıs 1994 günü saat 18.00’de işyerinden ayrıldı. Kendi aracıyla Selanik Caddesi’nde bulunan Numuneliler Lokali’ne geldi. Aracını lokalin kapalı garajına park ettikten sonra görevliye , “geç geleceğini” belirtip garajın kapısının açık bırakılmasını söyledi. Saat 20.30 sıralarında aracıyla garajdan ayrıldı. Ayrılırken yanında birilerinin olup olmadığı hiçbir zaman belirlenemedi.

Kırıkkale Savcılığı, soruşturma başlattı. Nuran Erdoğan’ın şikâyeti üzerine şüpheli sıfatıyla Mehmet Ünlü, Haluk Kırcı, Bilal Demirbağ, Menşure Sümer, Veysel Özsoy, Ünal Sümer, Mustafa Azılı, Mehmet Aydoslu’nun ifadeleri alındı. Ancak şüpheliler suçlamayı reddetti. Başsavcılık 11 Şubat 1999’da görevsizlik kararı vererek, dosyayı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başsavcılığı’na gönderdi. DGM Başsavcılığı da 23 Eylül 1999’da sekiz şüpheli hakkında ‘cürüm işlemek için teşekkül oluşturma” suçlaması’yla yaptığı soruşturmanın ardından takipsizlik kararı verdi.

10 Mayıs günü cesedi bulunan Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı Namık Erdoğan’ın ölümüyle ilgili yıllar sonra Özel Harekat polisi Ayhan Çarkın, savcılıktaki ifadesine göre ” Ahmet Sakarya’nın anlatımlarından, Ahmet Demirel grubunda daha doğrusu ona yakın çalışan Samsunlu olarak bildiğim Özel Harekât kökenli Sait Yıldırım tarafından gözaltına alındı.” dedi.

Faili meçhul kalan cinayetin üzerinden 17 yıl geçtikten sonra Veli Küçük’ün evinden çıkan 3 Mart 2000 tarihli ‘Namık Erdoğan neden öldürüldü’ başlığı altındaki notta yer alan ifadeler haberlere konu oldu.

Namık Erdoğan görevi gereği eroin üretiminde kullanılan asitlerin Türkiye’ye kimler adına ne miktarda girdiğini araştırıyordu. Bir gerçeği görmüştü. Ankara’nın uluslararası oligarşik çete üyelerine doğru uzanan zincirin halkalarında yer alanları isim isim gözler önüne seren liste onun elindeydi. Görmemesi gereken gerçek az önce yukarıda özetle ifade etmeye çalıştığım eroin üretiminde kullanılan asit trafiğiydi. Öldürüldü.

Yürütülen soruşturma kapsamında ‘mağdur tanık’ sıfatı ile ifade veren Namık Erdoğan’ın kızı Begüm Erdoğan ise, savcıya babasının ölmeden önce Doğru Yol Partisi’nden bir milletvekili ile görüştüğünü ve bu vekilden kendisini Tansu Çiller ile görüştürmesini talep ettiğini anlattı.

Begüm, Erdoğan iki sayfalık ifadesinde savcıya şu bilgileri verdi: “Babam öldükten sonra yaptığımız araştırmalarda Sağlık Bakanlığı’na bağlı kurumların yapmış olduğu ihalelerde bir takım yolsuzluklar yapıldığını, bunun da babam tarafından soruşturulduğunu ve bu yüzden öldürüldüğü ve Kürt kökenli olması sebebiyle de bu öldürmenin farklı bir yöne çekilmesi istendiği bize söylenmişti.

Babasının ölümünden kısa süre önce kurum içerisinde Namık Erdoğan’ın PKK ile ilişkisi olduğu yönünde kasıtlı dedikodular yapıldığını da öne süren Begüm Erdoğan daha sonra “Babam Kürt bir bürokrat olduğu için öldürüldü. Devletini seven ve devleti için çalışan biriydi. O dönemdeki faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin çoğu Kürt’tü.” dedi.

Susurluk davasının en önemli isimlerinden olan eski özel harekât polisi Ayhan Çarkın’ın, Ankara’da Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Hakan Yüksel tarafından yapılan sorgusunda, 1990’lı yıllarda Ankara’da aralarında ünlü sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın amcası Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkanı Namık Erdoğan’ın da bulunduğu 4 faili meçhul cinayete bizzat katıldığını itiraf edecekti.

Kırıkkale Cumhuriyet Başsavcılığı’nın cinayetin üzerinden 16 yıl geçtikten sonra Namık Erdoğan’ın cesedinden çıkan kurşunları balistik incelemeye göndermesi cinayetin üstünün nasıl ustalıkla örtüldüğü göstermesi bakımından önemli bir not olarak hafızalarda kaldı.*


Nuran Erdoğan: Oh olsun dedim

Oğlumu okula gönderiyorum, akşam camlarda kalıyorum geri gelecek mi diye. Çünkü eşimi öyle gönderdim, geri gelmedi.

‘‘Benim evliliğimi yıktılar, düzenimi değiştirdiler. Benim çok sevdiğim eşimi elimden aldılar,yavrularımı babasız bıraktılar. Ne hakları var! Ben niye onsuz yaşamaya muhtaç olayım? Suçu, dürüst, namuslu olması mıydı?’’

Eşi Nuran Erdoğan’dı. İş Bankası’ndan emekli; tam içinizden biri. O da eşi gibi Hakkarili. Hala-dayı çocukları eşiyle. Yıllarca birbirlerini tanımayıp sonra ilk görüşte aşık olmuşlar. Namık Erdoğan Özel Eczacılık’ta gece dersleri alarak okurken kızları Begüm kucaklarındaymış. Sermaye olmayınca eczane açmak kolay değil. Memlekete, Hakkari’ye uzanmakta bulmuşlar çareyi. 1976’da Buğra da katılmış aileye. Nuran Erdoğan İş Bankası’nda Şef Muavini’yken Namık Erdoğan Sağlık Bakanlığı’nın sınavını kazanmış.

‘‘Karı-koca çalıştık, didindik çocuklarımızı okutalım, iyi bir yer edindirelim, diye. Kocam işinde başarıyı yakaladı. Seviliyordu, sayılıyordu, dürüstlüğüyle, kararlılığıyla tanınıyordu. Hatta güzel giyimiyle de tanınırdı. Kaçırılıp götürüldüğünde kendi kendime çok düşündüm, onun suratına bakan, gözlerini gören kıyamaz, dedim. Kıydılar…’’

Namuslu bir memur ailesi günün birinde cinayet denen haksız ölümle işte böyle karşılaştı. Cinayetin ardında Nuran Erdoğan’ın aylardır yüreğini daraltan tehdit mektupları vardı. Namık Erdoğan’ın Bakanlık’taki ofisine ve hatta Bakanlık’taki tüm birimlere gönderilen imzasız tehdit mektuplarında ‘‘PKK’lı bir başkan yardımcınız var, onlara (Kürtlere) yardım ediyor, özel şirketleri var, paravan olarak kullanıyor’’ yazıyordu. Onu yolsuzlukla, PKK’lı olmakla suçlayan satırlar Namık Erdoğan’ın teftişlerinin hızını kesmedi. Ölümünden hemen önce Hıfzıssıha’daki bir teftişte 25 kişiyi açığa almıştı. Elinde incelenecek yüksek rakamlı ihale dosyaları vardı. O günler ülkücü kanadın Sağlık Bakanlığı’nın köşelerini tuttuğu günlerdi. Erdoğan ise ‘‘ben Kürdüm’’ diyenlerdendi. Olayların üstüne gidiş tarzı ve kimliği hem ailesine hem de rüşvet ve yolsuzlukla başetme kabiliyetini gittikçe daha çok kaybeden Türkiye’ye pahalıya maloldu.

O GÜN YOLCU EDEMEDİM

İşte onun yokoluş günü ve gecesi: ‘‘Kızım evlendi, bir bebeği oldu, ben büyütüyordum. O sabah bebeğe mama yediriyordum. Ben her sabah arkasından bakar el sallarım. O gün yolcu edemedim. Sen çocukla kalkma, ben giderim dedi.’’ Nuran Erdoğan eşini erken bekliyordu. Öğleden sonra aramış, anne ve babasının yemeğe geleceğini söylemişti. Akşam yediye doğru eve bir telefon geldi. ‘‘Ben içerde iş yapıyordum. Kızım çıktı telefona, koşarak içeri geldi. Birisi ona dikkatli olun bugünlerde babanız öldürülecek demiş. Babam oradan, olacak şey mi, dedi. Her tehdit eden adam mı öldürür?’’ Ancak gece ilerledi, Namık Erdoğan eve dönmedi. Eşi battaniyesini aldı, sarındı, camın önüne geçti. ‘‘O taksiye bakıyorum, o arabaya koşuyorum, yok, yok. Herkese haber verdim, gören olmamış. Dört gün aradılar. Dört gün sonra Kırıkkale’de nehrin kenarında buldular.’’ Haberi veren Hakkari milletvekili Mustafa Zeydan’dı. Nuran Erdoğan onun canlı halini yeniden görebilmek umuduyla dört gün kapının karşısında beklemişti. Elinde eşinin çerçeveli resmi vardı.

Farklı, düşünceli ya da sıkıntılı bir hali var mıydı son günlerde?

– Bir durgunluk yaşıyordu ama günün yorgunluğu diye geçiştiriyordu. Konuşkan bir insan değildi. Bir çantası vardı, şifresini hiçbirimiz bilmezdik, devamlı şifreliydi. Ölümünden sonra o çanta bulunamadı.

Öldüğünü öğrendiğinizde kim vurdu sorusunu yanıtlayabildiniz mi?

– İnsanlara çok güvendin diye isyan ettim. Seni güvendiklerin vurdular dedim.

Dört sene geçti aradan. Değişen cevap var mı kafanızda?

– Devlet içindeki çeteler yaptı, kesinlikle. Açıkların, yolsuzlukların üstüne gidiyordu. Bir de kimliğini saklayan bir insan değildi. Niye saklasın ki! Bir Kürdün, bir doğulunun gelip Bakanlık’ta öyle bir yere çıkmasını çekemediler. Olayların üstüne gitmeseydi, rüşvet yeseydi, gözünü kapasaydı hala yaşıyor alacaktı.

Borcunuz var mıydı mesela?

– Evet. Eşim öldüğü zaman, telefon açtılar, kaç tane eviniz var, kaç tane yazlığınız var diye.

Kimdi bu telefonu açan?

– Bilmiyorum. Telefonu açtı, sordu. İnanır mısınız arabamızı tüketici kredisiyle almıştık. Nissan marka. Üç senedimiz daha duruyordu. Ben ödedim.

KİMSE BİZE İNANMADI

Namık Erdoğan’ın öldürülmesi farklı yönlere taşınmaya çalışıldı. Gazete haberlerini ‘‘acaba rüşvet mi almıştı?’’, ‘‘doğu kökenli, acaba esrar mı kaçırdı?’’ soruları yönlendirdi. Araştıranlar üzerine kayıtlı bir ev ve bir araba buldular yalnızca. Evi babasından miras kalan arsaların satışıyla alınmıştı; hatta 10 milyon eksik, borçla kapatılmıştı.

Peki bu ‘‘dürüst bürokratı’’ kim öldürdü? ‘‘Ben baştan beri devlet içinde birtakım şahısların bunu yaptığını söyledim. Ama kimse bize inanmadı. Herkes dedi ki neden devlet Namık Bey’i öldürsün? Ama nasıl Susurluk olayı oldu, herkesin kafasında bir soru işareti; Namık Bey’in olayı buna benziyor diye. Aynı inanmayan kişiler şimdi de soruyorlar niye takip etmiyorsun, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurmuyorsun diye.’’

Susurluk kazasıyla bunca ilişki çıktı ortaya, sizin bilmediğiniz ilişkiler, başka cinayetler, ölümler. Ne düşündünüz?

– Ben eskiden ölümlere üzülürdüm. Susurluk kazasının karşısında oh olsun dedim, daha beter olsunlar dedim. Ve dedim ki Tanrı kocamı öldüren kişiye evlat acısı göstersin, daha ağırmış. Eşimin acısı bana çok ağır geldi. Susurluk yargılanırken mutlaka içlerinden birinin eşimi öldüren olacağını zannettim. Namık Erdoğan’ın katili çıkacak diye bekledim. Ama çıkmadı ya da çıkarılmadı. Niye istedikleri cinayeti aydınlatıyorlar da benimki aydınlatılmıyor? O raporda Namık Erdoğan cinayeti açığa çıkar dedim. Çıkmayınca yıkıldım. Eşimin davasını takip eden komiser, Yüksekova Çetesi’nden çıktı…

Neden böyle yarım kaldı?

Nuran Erdoğan’a eşi, ‘‘ömrümün sonuna kadar yanındayım’’ demiş, ‘‘bu hayatı senle bitireceğiz, torunlarımızı senle büyüteceğiz’’ sözü vermiş ona. Peki neden böyle yarım kaldı diye soruyor. Gündüzler eşle dostla geçiyor ama hava kararmaya başladı mı, dört duvara kapanıp kalıyor. Dul bir kadının yaşamının zorlukları… Kalıplaşmış düşüncelerin dışına çıkmak zor diyor, o kuralları yıkmak çok zor. ‘‘Niye böyle bir yaşantıya terk edildim ben? Hayallerimiz vardı, bir ay sonra emekli olacaktı, mavi yolculuğa çıkacaktık.’’ Eşinin ölümünden sonra parası yetmediği için evini satmış Nuran Erdoğan. Oğlu öyle okumuş üniversiteyi. En büyük korkusu Buğra’yı kaybetmek. ‘‘Düşünün okula gönderiyorum akşam camlarda kalıyorum çocuğum geri gelecek mi diye. Çünkü eşimi öyle gönderdim, geri gelmedi.’’ Mezarlığa oğluyla gittiğinde ağlamasını saklıyor. Tek başınaysa birbuçuk saat konuşuyor, ağlıyor. Geceleri sigara içiyor, gündüz değil. Hayata ve eşinin anısına sarılıyor. O eşinin kilitli çantasındakileri hiç bilmedi. Eşi öldürülmeden hemen önce Uğur Mumcu serisini almıştı; kitapların taksitlerini yeğeni ödedi.

Namık Erdoğan’ın ölümüyle ilgili ceza davası hala sürüyor. Aile Bakanlık aleyhine tazminat davası açacak. Cumhuriyet Savcısı Kutlu Savaş‘tan 1991-94 yılları arasında Bakanlık’ta Namık Erdoğan’ın baktığı tüm dosyaların ve teftişlerin yeniden incelenmesini talep ettiler. Bakanlık incelemeyi kabul etti… Öldürülmesinin üstünden dört, Susurluk’un üstünden iki yıl geçti…

Üçüncü yıl başlarken

Susurluk kazası yarın ikinci yılını dolduruyor. Susurluk milat gibi. Ortaya çıkardığı ilişkiler hala çözülmüş değil, her gün yeni bir şeyler öğreniyoruz. Bu ilişkilerin başlangıcı Susurluk’tan çok daha önceye gidiyor. Susurluk faili meçhul diye adlandırılan cinayetler zincirine bir ışık tuttu. 1990’ların başında birileri bazı insanları kaçırıp öldürmeye, otomobillerinde vurmaya başladı. Öldürülenlerin ortak noktaları vardı. Dolayısıyla öldürenlerin de ortak noktaları olduğunu kamuoyu hissedebiliyordu. Ama cinayetlerin aydınlanması imkansız gibiydi. Aradan zaman geçti, Susurluk kazası olunca, gözler yeniden geçmişe, o faili meçhullere döndü. İpler birbirine bağlandı. Biz de Susurluk’un üçüncü yılı başlarken o faili meçhullerden bazılarına geri döndük. Kurbanların geride bıraktıkları eşleri ne yapıyordu? Bunlardan biri Namık Erdoğan; Ankara’da bir ‘‘dürüst bürokrat’’.

Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu Başkan Yardımcısı’yken ihalelerin hiç de açık ve temiz olmadığını gördü. Üzerine gitti, tehdit edildi. Namık Erdoğan 1994 yılının 9 Mayıs akşamı arkadaşlarıyla her gün gittiği lokalden kaçırıldı. Cesedini dört gün sonra Kızılırmak kıyısında başında iki kurşunla buldular. **

* twitter lobihaber **www.hurriyet.com.tr


 

ŞÜKRÜ ERBAŞ: İNANIYORUM YENİDEN SEVGİYE VE GÜZELLİĞE

Anlıyor musun…


Zaman buldukça uğra Tek neşem bu benim Beklemek ve bulmakla yaşadığım Dili tutulmuş bu şaşkın sevinç.

Eşyalar geri çekiliyor sen gelince Bir ayrıntı gibi içinde kaybolduğum Sığ ilişkileri günlerin Geri çekiliyor, dudaklarıma kadar Yükselen sıkıntı suları Tutunup kirpiklerinin ışığına Mavi bir kıyıya çıkıyorum Kurtuluyorum boğulmaktan. Aldığım soluğu duyuyorum, varlığımı Dünyanın benim için de var olduğunu. Gülümseyen ve bağışlayan Bir genişliğe dönüyor içimdeki keder Dumanı kalkmış karlı bir dağ gibi Açılıp aydınlanıyorum güneşinle İnanıyorum yeniden sevgiye ve güzelliğe. Aralarından ilgisiz geçtiğim insanlar -Telaşlı, dalgın, uzak- Daha bir dost görünüyor, daha bir sıcak İçlerinden biri olduğumu duyuyorum İyi gözle bakabiliyorum herşeye

Gelişin hayata bağlıyor beni Anlıyor musun Zaman yarat ve uğra..


Şükrü Erbaş /Aykırı Yaşamak

MICHAEL FOLEY: İNSANLAR ESKİDEN YAŞAMAK İÇİN ÇALIŞIRDI, ŞİMDİ ÇALIŞMAK YAŞAMAK HALİNE GELDİ

0

İşin Saçmalığı

Kopuş hiçbir yerde işyerinde olduğundan daha gerekli değildir. Ama kopuş başka hiçbir yerde işyerindeki kadar da zor değildir. Çünkü ev ve arabanın, kocaman kaşıklar ve kolalı peçetelerle lokantalarda akşam yemeklerinin ve taşrada begonvilli villalarda tatilin parasını iş öder (alternatifiyse bir yan sokakta, alevli bidonun etrafında sosyalleşmek olabilir pekâlâ). İşe verilen muazzam zaman ve enerji yeterli karşılık almaya yönelik umarsız bir zaruret doğurur; haliyle meslektaşlara, işin kendisine ve kişinin işe kendi katkısına dönük bir “gereğinden fazla değer biçme eğilimi” ortaya çıkar. Müthiş bir iş yapan müthiş bir grubun vazgeçilmez üyesi olunduğu yanılsamasını edinmek gayet kolaydır.

İş dininin esasında en büyük zaferi, uyum sağlama baskısını artırırken uydumculuk konusunda neredeyse her türlü farkında oluşu ortadan kaldırmasıdır. Eskiden insanlar geçinmek, yaşamak için çalışırdı. Bugünse çalışmak yaşamak haline geldi. Tıpkı alışveriş, yolculuk ve iletişimdeki gibi, araç amaca dönüştü. Kişinin işi, kimliği ve statüsü hayatı oldu. Krallar, başkanlar, suikastçılar, papazlar, şairler ve fahişeler: Bugün hepsi sadece işlerini yapan kişiler oldukları iddiasında ve iş dini böylece insanın güvenini artırıyor. 20. yüzyılda yapılan, teknolojinin herkese lüks hayat yaşatacağı ve bulacağımız onca boş zamana uyum sağlayamayacağımız öngörüleri bugün ne kadar gülünç geliyor! (Hannah Arendt gelecekte işten yoksun işçiler toplumu olacağından yakınırdı.) Bugün önemli ABD ve İngiliz şirketlerinde haftada 70 saat çalışma ve oldukça kısa tatil uygulaması bunca yaygınken ortaçağda insanların haftanın sadece belli bir bölümünde ve yılın sadece yarısında çalıştıklarını öğrenmek ne şaşırtıcıdır! Erich Fromm’un vurguladığı üzere, “Tarihte özgür insanların enerjilerini tümüyle tek bir amaca, işe verdikleri başka hiçbir dönem yoktur.”

Başarılı dinlerin sırrı iyicil paternalizmdir (ataerkillik). Din, özgürlüğün teslim edilmesine karşılık sevecen ilgi ve her türlü gereksinimi tatmin edebilme görüntüsü sunar. Şirketler de kendi dükkânları, caféleri, barları, spor salonları, kuaförleri, masaj salonları ve tıbbi tesisleriyle kendi içlerinde birer dünyaya dönüşmüştür. İşyeri yeni köy, sadece iş ve statü değil, her türlü elzem hizmeti, zengin, çeşitliliğe sahip sosyal hayatı ve eğlenceyi sunan yeni mahalle veya semttir.

Arkadaş toplumu sosyal paylaşım şebekelerine gereksinim duyar ve işyeri buna olanak sunan, hazır bir sosyal ağdır. Neden başka yerde arkadaşlık aransın? Veya aşk? İşyerinde ilişki tabusu gittikçe zayıflıyor. İş bulma web sitesi CareerBuilder’a göre işyerinde gönül ilişkilerinin gizli tutulması gerektiğini düşünen çalışan sayısı gittikçe azalıyor: “Tüyünüzü şirketin mürekkebine batırmayın uyarısını duymuşsunuzdur belki ama bugünün çalışanı için bu öğüt demode sayılıyor.”

Şu yürek ısıtıcı haber New York Times’ta yayınlanmıştı: “Sarah Kay ile Matt Lacks’in işyerinde gönül ilişkisine girdikleri dedikodusunun yayılmasının üzerinden çok geçmeden Bayan Kay İnsan Kaynakları Müdürü’nün bürosuna çağrıldı. Bir zamanlar bu tür çağrılar ilişkinin ölüm fermanına hatta çalışanların işten atılmasına işaret sayılırdı. Ama Bayan Kay (29) neşeyle, müdürün, ‘Bir arkadaş edinmenize hepimiz çok sevindik’ dediğini anlatıyor.”

Kim meslektaşlarını asla seçemeyeceğini ve sokakta karşılaşsa çoğundan kaçacağını hatırlamak ister artık? İş ortamı bir iş kimliği, bir karakter dayatır: uysal, sığ, neşeli, sürü halinde yaşamayı seven ve şakacı… Bu karakter sıklıkla, genelde tek heceli, şirinleştirici yeni isimlerin kullanılışıyla güçlendirilir. Bu yüzden modern işyerleri Jo’larla, Chris’lerle, Jill’lerle, Dave’lerle, Sue’larla, Bob’larla dolup taşmaktadır. Kendi işyerimde “Mike” diye tanındığımı söylememe gerek yok herhalde. Tıpkı keşiş ve rahibelerin yeniden isimlendirilmelerindeki gibi, bu yeni işyeri isimleri eski benliğin reddedilişi ve yeni cemaatin değer ve uygulamalarına adanışını işaret etmektedir. Benedict Birader misali, Meslektaş Mike adıyla yeniden doğdum mesela. Ama bu yeniden doğuş, dinsel yeniden doğuşların aksine hiçbir zaman resmen hükme bağlanmıyor. Herhangi bir örgütlü zorlama kampanyası da söz konusu değil. Hiç kimse kalkıp “Bundan böyle sadece Mike adıyla bilineceksin” demedi bana. Hatta bu dayatmanın farkında olan bile yoktu. Açık bir buyruk veya kaynak bulunmadığında karşı durulması neredeyse imkânsız bu olay, “anonim otorite”nin kusursuz bir örneğidir. Bu yüzden birkaç ay “Mike” diye çağrılmaya direndikten sonra pes ettim. Yeni adın faydaları da vardı. İki faklı kişi olduğumun sürekli farkında olmamı sağladı.

Nicholson Baker’ın romanı The Mezzanine, çağdaş işyeri komplekslerinin, umarsızca dostane davranmaya gayretli insanlarla dolu uçsuz bucaksız, tüzel anonimlikte alanın eşsiz atmosferini yakalıyor:

“Ofislerde her daim henüz-tanıştırılmamış, henüz-havadan-sudan-şaka-yapılmamış kategorisine giren kalıntı insanlar bulunurdu. Bu kalıntıların miktarı gittikçe azalıyordu ve Bob en sona kalanlardandı. Yüzü öyle aşinaydı ki devam eden yabancı konumu utanç vermeye başlamıştı ve işte tam o sırada, tam ortalarında bir yerde kesişmeye mahkûm, kırmızı mermerden mezarımsı lobiden altı metre yukarıda, havada göz teması sağlayacağımız ve baş selamları eşliğinde mırıldanacağımız veya donuk bakışlarımızı boşluğa çevireceğimiz, onun aşağı, benim yukarı asansör yolculuklarımızda, Bob ile gittikçe birbirimize yakınlaşacağımız gerçeği içimi çaresiz bir hoşnutsuzlukla doldurdu.”

Uyum göstermeye, uymaya yönelik bir diğer baskı, yakın dönemde gelişen sürekli görünürlüktür. İnsanlar gittikçe daha fazla açık-planlı veya cam duvarlı ofislerde çalışıyor, böylece tuvalet dışında yalnız kalabilmek imkânsızlaşıyor. Tuvaletlerde bile ayırıcı bölmeler üst ve alttan açılarak yalnızlık asgariye indiriliyor. Nicholson Baker günümüzün kurumsal dünyasında mahremiyetin artık sadece asansörlerde yaşanabileceğine işaret ediyor ve romanındaki karakterleri bu nadir lüksten sonuna dek faydalanıyor:

“Bazı asansörler tıka basa doluydu; diğerlerindeyse tek bir kişinin, eşsiz, gerçek bir yalnızlık anının tadını çıkardığını düşündüm. Bu yalnızlık, şirket tuvaletindeki kabinlerde elde edilebilenden çok daha gerçekti çünkü yüksek sesle kendi kendinize konuşabilir, şarkı söyleyebilir ve duyulmazdınız. L bir keresinde asansörlerde yalnız kaldığında eteğini ta yukarıya dek kaldırdığını söylemişti. Kurulan pilli oyuncak rolüne bürünerek gidip duvarlarına tosladığım, yüzümdeki lateks maskeyi söküyormuş gibi yapıp acıyla haykırdığım, hayali bir adama parmağımı doğrultup, “Ağzını topla yoksa gırtlağını sökerim” dediğim bir sürü solo asansör yolculuğum vardı.”

Tenha ofis fikrinin modasının geçtiği kesindir. Artık yapayalnız, gözlerden uzak kalınacak, gizli benliği koruyup besleyecek, derin düşüncelere dalınacak hiçbir yer yok. Hatta düşüncelere dalıp gitmek öyle yabancılaştı ki bugün surattaki düşünceli ifadeler keyif değil mutsuzluk olarak algılanıyor. Bu tür kopuşlar öyle sıra dışı ve endişe verici oldular ki insanlar sadece kedere ve mutsuzluğa bağlıyorlar.

Bu sürekli ortada olma durumuysa sonunda mahremiyet aramayı çatlak işi, demode, eski kafalı hatta yalnız kalmayı sadece bir web sitesinden çocuk pornosuna bakıp mastürbasyon yapmak için gerekliymiş gibi sapıkça gösteriyor. Hele elde kitapla birkaç dakika geçirmek… Gerçi Joshua Ferris, Chicago’daki bir reklam ajansını anlattığı romanı Ve İşimiz Bitti’de basit ama dâhiyane bir çözüm sunuyor: Okumaya hevesli bir çalışan işe meslektaşlarından önce geliyor, kitabının tümünün fotokopisini çekiyor ve gün boyu, işle ilgili belgeleri okuyormuş pozunda kitabını okuyor…

Ama ortada olmaktan kaçınmak gittikçe zorlaşıyor. Cam ofis duvarlarını dosya dolapları, afişler, takvimler veya notlarla bloke etme girişimleri fanatik güvenlik kadrosu üyelerince (işyerlerinin genelde en aşırı Ferisileri) derhal fark edilip yasaklanıyor. Güvenlik görevinin alçak ve yasaklayıcı doğası dar kafalı ve kötü ruhlulara çekici geliyor herhalde.

Bir keresinde her yanı inşaat iskeleleriyle kaplanmış bir binadan çıkışımda bir güvenlik görevlisiyle harika bir karşılaşma yaşamıştım.

Adam doğrudan karşıma dikilmişti. “Bu taraftan çıkmamalıydınız. İnşaat malzemelerinin yarattığı tehlike söz konusu.”

“Eh” demiştim, “çıktım ve yaşıyorum işte.”

“Hayır, hayır” demişti adam. “Geri dönmeniz ve belirtilmiş çıkışı kullanmanız gerekiyor. İşaret levhası var içeride.” Ardından azıcık üzerime doğru gelmişti.

Bunak sırıtışımla, “Doğru mu anladım, bir bakalım” diye yanıt vermiştim. “Kafama düşebilecek malzemelerden beni korumak için kafama düşebilecek malzemelerin altından geçerek içeri geri dönmemi istiyorsun, öyle mi? Yanlış mı anladım?” Ardından daha da kaçıkça sırıtmıştım.

Adam uzun süre duraklamış, ardından, “Adınızı ve kadro numaranızı verin” demişti.

Uyum gösterme baskısıysa takım-geliştirme molaları ve işyerinden uzak işgünleriyle sürdürülmektedir. Meslektaşları hafta boyunca görmek yetmezmiş gibi, mesela terk edilmiş bir maden ocağının hafta sonu hep birlikte keşfedilmesi türü faaliyetlerle meslektaşlar arası bağların güçlendirilmesi gerekmektedir. En azından işyerinden uzakta bir gün geçirilecektir: genellikle pahalı bir yer kiralanır ve bu yer, gene genellikle ulaşılması işyerinden daha güç bir yer olacağından herkes haritalar, kılavuzlar edinir, yeni ve daha masraflı yolculuk ayarlamaları yapılır. Sonundaysa işyerindekinin aynısı bir konferans salonunda, aynı tabloların, aynı yansıtım ekranının karşısında, aynı hiyerarşik oturma düzeninde ve elbette sırf konuşma hayrına konuşan aynı kişilerin yürütmeyi yönetmesiyle karşı karşıya kalınır. İş dininde her toplantıda konuşmakta ısrar edenler, kiliselerde her daim ön sıralarda oturan dindarların muadilidir. İşyerleri, çağdaş Ferisilerin yaşam ortamıdır artık.

İşyerinden uzak iş günlerinde sabırsızlıkla beklenecek tek şey bedava yemeklerdir ki bu anlar bile bunaltıcı ölçüde aşina anlardır: Standart kurum işi soğuk büfe, aynı tatsız çeyrek sandviçler, egzotik etki amaçlı Asya işi atıştırmalıklar ve ananaslı, kavun dilimli, hiç kimsenin uzanıp almaya cesaret edemediği iki adet çilekli aynı meyve tabakları… Üstüne bir de yöneticinin teki en öne oturur ve pek imalı göz devirme eşliğinde, hararetle haykırır: “İşyerinden uzak olmak ne şahane!” Çünkü uygulamanın gerçek amacı gelenlerden hiçbirisinin işyerine bağlı olmadığı ve işte, neşeli uyum işyeri dışında da sürdüğüne göre otantik olmasının gerektiği etkisini yaratmaktır.

Derken, uzun, tembel öğleden sonra uzadıkça uzar, siz sıkıntıdan nihayet çileklerden birine el atarken ekip ufak gruplara bölünür ve Güçlü Noktaları, Zayıflıkları, Fırsatları ve Tehditleri belirlemeye yönelik SWOT analizi oturumlarına geçilir. Her grup listeler çıkarır ve genel oturuma sunar.

Sunum sürerken hevesli bir yeni eleman bana doğru eğilip ciddi bir ilgiyle soruyor: “Bu raporlarla sonra ne yapıyorlar?”

Minik kanepeler tükenmiş, itin teki diğer çileği çaktırmadan götürmüş, kalan kahve ılıdıktan sonra bir daha ısıtılmış ve bizi daha “ağ” töreni bekliyor… O yüzden biraz açık yanıtlıyorum galiba: “Siktir et.”

Genç afallayarak geri çekiliyor.

Hesapta alaycı olması gereken anlar bunlar. Ama işte ve iş konusunda şaşırtıcı ölçüde az alaycılık söz konusu. Ferris’in romanındaki anlatıcı onaylamazcasına şöyle diyordu: “Alaycılara fazla sabrımız yoktu.” Haliyle gereksiz toplantılara veya idareye ya da birbirine yün yumağı fırlatmanın beyhudeliğine yönelik en ılımlı kuşkuculuklar dahi kafadan öfke uyandırıcı alaycılık damgası yiyecektir. Aynı şekilde, karton duvarlı bir ofis kabininde oturup günlük yanıtlanmamış e-posta sayısını beş yüzün altında tutmaya onca zaman harcanacağı fikrine dair alenen umutsuzluk da fazla değil. Tabii aşırı çalışmaya, destek hizmetlerinin zayıflığına, yanlış yönetime falan dair sızlanmalar her zaman mevcut ama bu sızlanmalar da sıklıkla ardında hiçbir gerçek mutsuzluk hissi yatmıyormuşçasına ayinselleştirilmiş, rahat bir duyguyla sarmalanıyorlar. Yakınma, sızlanma bile mutlu evcimenliğin bir biçimi artık.

Bilinçsiz uyum göstermeler nadiren kavranabilmektedir. Mesela ben evde Fransız malı kahve çekirdeği öğütüp şöyle sert bir espresso yapmak için İtalyan kahve makinesi kullanır ve üstüne uygun dozda, yoğun krema eklerken işyerimde hazır kahve içiyordum. Hazır kahve işyerinde gayet hoş geliyordu ve bir keresinde evde kahve çekirdeğim kalmayınca yapayım dedim. Kesinlikle iğrenç, kahve sevenler için içilemeyecek, lanet bir şeyle karşılaştım. Ama ertesi gün işyerimde, masamın başına geçtiğimde bir kez daha içilebilir geldi hazır kahve. Yani işyerimde tat alma cisimciklerim bile karmaşık yapı ve derinlikten feragat ediyorlardı.

Sorun işin sadece karşılığında para aldığımız eylemi değil, basitleştirilmiş bir kimliğin korunuşunu, sürekli bir performans vermeyi, biteviye rol yapmayı da kapsaması. Dışarıda, mesela öğlen yemeğinde karşılaştığımız meslektaşlarımızın gözümüze sıklıkla pespaye, küçük ve kaçamak yapar görünmesi bu yüzdendir. Alanlarının, devrenin dışındadırlar ve bu yüzden yapay canlılıkları ortadan kalkmış geriye sadece kılıfları kalmıştır. Beteri farkında bile olmadan rol yapmamız hatta bu rolün doğal davranış olduğuna inanmamız ve her türlü olumsuz duyguyu tasfiye etmemizdir. İyi kazançlı ve görünürde tatmin edici işlere sahip onca çalışan profesyonelin birdenbire ve belli bir sebep olmaksızın bunalıma düşmelerinin açıklaması bu olabilir. Buradaki sorun grup teslimiyetindeki kimlik kaybıdır; maske yüze yapışmaktadır. Ferris’in romanındaki reklam ajansı çalışanları birbirlerine bayılıyorlardı (“Çoğumuz hemen herkesten hoşlanırdı”); hepsi akıllı, yaratıcı, cin fikirli, capcanlıydı. Ve hepsi anti-depresan kullanıyordu (“Depresyonla mücadele ettik… Oturarak duş alıyor, hafta sonları yataklarımızdan çıkacak mecali bulamıyorduk. Sonunda bir uzmana görünmek üzere İnsan Kaynakları’na başvurduk; uzman herkese ilaç yazdı.”)

Bir defasında çalışanların ilerlemek için sahiden gereksindiği becerileri içeren bir ders hazırlamıştım. Dört çekirdek parça vardı:

1. Mesleki Mizah 2. Teoride ve Uygulamada Profesyonel İtibar 3. Neoloji 4. Akıl Hocalığı Mesleki Neşeliliğin daha gelişkin biçimi olan Mesleki Mizah, anahtar yetkinlik parçası, evrensel kolaylaştırıcıdır ama eğitim almamışlar için kafa karıştırıcıdır çünkü şakaların her daim içten gülüşle ödüllendirilmesi gerekmesine rağmen aslında komik olmaları gerekmemektedir. Çünkü Mesleki Mizah, mizah değil, şakalaşmadır. Mizah gerçeğe dalmanın, şakalaşmaksa gerçekten kaçmanın yoludur. Mesela Mesleki Mizah daima hınzırca huzur kaçırıcı olmalı ama hiçbir şekilde tehdit edici olmamalıdır.

Kaşar çalışan (içten bir kükreyişle): Uslu duruyor musun bakalım? Acemi çalışan (henüz şakalaşma eğitimi almamış, çekinerek): Evet. Kaşar çalışan (daha da içten bir gülüşle): Ne ayıp!

Ve Mesleki Mizah zararsızlığını korumakla birlikte, vahşice taciz gibi görünmelidir:

Toplantı sırasında, birinci eleman: Şu konferansa gittiğimde… İkinci eleman (inanamayarak): Aldılar mı seni içeri yani? Üçüncüsü (daha da inanamayarak): Seni dışarıda mı tuttuk? Toplantı boyunca, özellikle birinci eleman kahkahalarla güler. Mesleki Mizah, işyerini daima ancak çalışanların parlak yaramazlıklarıyla katlanılabilecek dayanılmaz bir kargaşa gibi göstermelidir. Destekleyici ekipler, iş istasyonlarını afiş ve kartlarla bezeyerek destek vermelidir:

Burada çalışmak için illa deli olmak gerekmiyor. İşe yaradığı kesin ama! Işığın girmesine izin verdikleri için çatlaklara şükürler olsun! Durum kötüye gidiyor: çikolata yollayın! Bunların hepsi hoşuma gidiyor ama gözdem şu:

Cuma’ya kadar her işi ancak Robinson Crusoe bitirebilir! Çalışan motivasyonu danışmanları Adrian Gostick ve Scott Christopher’ın yazdığı The Levity Effect: Why It Pays to Lighten Up [Laubalilik Etkisi: Ciddiyeti Elden Bırakmak Neden İşe Yarar] adlı kitap Mesleki Mizah’la ilgili temel metinlerden sayılabilir. Gostick’in açıklaması şöyledir: “Laubalilik derken daha çok bir hafifliği; komik olmayı değil, eğlenceli, rahatlatıcı olmayı kast ediyoruz.” Burada amaç “kaygısız bir iş ortamıdır.” Fish! A Remarkable Way to Boost Morale and Improve Results [Balık! Moral Yükseltme ve Sonuçları İyileştirmenin Yolu] da bir başka önemli çalışmadır. Bu kitapta, Seattle balıkçılarının birbirilerine balık fırlatarak morali yüksek tutma uygulamaları uyarlanarak “ciddiyeti elden bırakma” konusunda “balık felsefesi” işlenmektedir. Gerçek balıklar elbette ofis ortamı için fazla kokulu geleceğinden yerlerini Percy the Perch adı verilen bir oyuncak ayıcık almaktadır.

Mesleki Mizah kendi içinde bir kariyer yolu da sunabilir. Bazı şirketler bünyelerinde bir Laubalilik Müdürü (LM) ve Laubalilik Ekibi barındırıyorlar. LM’si ekibine “Gülümseme Takımı” adını koyan ve görevlerini “genel hoşnutluğu ve tesadüfi keşifleri” teşvik etmek diye belirleyen Iris North America reklam ajansı bu şirketlere dair verilebilecek örneklerden biridir.

Teoride ve Uygulamada Profesyonel İtibar ise, tıpkı Mesleki Mizah gibi, göründüğünden daha karmaşık yapılı olup, genel anlamda dalkavuklukla ilgilidir. Çoğu kimse herkesin kolayca kıç yalayacağına inanır. Ancak, dalkavukluğu tanımada uzmanlar, patronlardır. Patronlar her gün sürekli yaltaklanma ve övgü görürler ve memnuniyetten çok sinir bozukluğu üretebilecek sıradan bayağılıklardan etkilenme ihtimalleri düşüktür. Dalkavukluğun, övmenin bir sanat olduğunu unutmamak gerekir. Patronun tam ne duymayı arzuladığını kestirmek öncelikle dikkat, anlama ve sezgi gerektirir. Ayrıca hazırlanmış övgünün tam sunulması gereken zaman için hassasiyet ve incelik şarttır. Bir de övgüyü doğru sunacak dil becerisi lazımdır. Ve elbette nihayetinde övgüyü şaka kılığına sokabilmek önemlidir. Üste yönelik başarılı pohpohlamada bunların tümü bir arada olmalıdır. Ancak, asta övgü de aynı ölçüde önemlidir. Patronlar arasında yalın güç kullanımı yaygın bir hatadır. Ama herkesin herkesle “kanka” olduğu günümüz işyerlerinde övgücülük, kesinlikle göz korkutmaktan daha verimlidir. Açıkgöz patronlar, mesela, “Mike, bunu sana yıkmak hiç istemiyorum ama çok önemli ve gereğince yapma konusunda başkasına güvenemem doğrusu” türü bir cümlenin bağırıp çağırarak buyruk yağdırmaktan daha fazla işe yarayacağını bilirler. Bu tavır çalışanların en bayıldığı şeyi, vazgeçilemezlik yanılsamasını besler. Ferris’in romanındaki anlatıcı da bunu itiraf etmektedir: “Hepimiz günlük bireysel katkılarımız olmasa bütün şirketin baş aşağı gideceği yanılgısını taşıyorduk.” Oysa hiç kimse vazgeçilmez değildir. Her çalışanın yerine yenisi getirilebilir ve gönderilen, piramitlere koca blokları taşıyan adsız köleler misali unutulur.

Neoloji tüm uzmanlar tarafından sürekli gereksinilen yeni terim, unvan ve dilin yaratılması ve kullanılması üzerinedir ve söz konusu disiplinin uzmanları neologlar adıyla tanınacaklardır. Toplantılarda, “Bu dikey silolardan kurtulmalı ve sinerji ile ortak akıl için daha fazla fırsat yaratmalıyız” türünden ifadelerle etki yaratmak önemlidir. “Sinerji” ve “ortak akıl” bugünün en heyecan verici işyeri deyişleri arasındadır çünkü yeni işbirliği, dayanışma ve paylaşım biçimlerini ima eder. “Şu silolardan bir çıksak, çevre yetenek kaynıyor.” “Yenilik” bir diğer anahtar kavramdır ve bizzat yenilikçilik sürekli, “zarfı zorlamak”, “kutunun dışında düşünmek” ve “en yakın meyveden ötesine uzanmak” türünden yeni deyişler gereksinir. Ama zaten her türlü duruma uygun, “Somonsuz füme olmaz”, “Kutuya koyup kaldıracağız bunu” ve “Bu benim yetkinlik alanıma girmiyor” (“Bir halt bilmiyorum bu konuda” demekten daha tatmin edicidir) gibi yeni deyişler sürekli çıkmaktadır. Tınlayıcı yeni unvanların geliştirilmesi de morali korumada önemli rol oynar. Yakın dönemde görülen en başarılı unvan değişikliklerinden biri, “Personel Dairesi”nin yerini “İnsan Kaynakları Yönetimi”nin almasıdır.

Dört parçanın sonuncusu Akıl Hocalığı, kariyerde yükselmeye yardım etmesi en olası çalışanları seçmek ve bu kişilerle ilişki kurmakla ilgilidir ve bu girişim başarıya ulaştığında işe yarar hizmeti en fazla sunabilecek olanlar ve en istekliler akıl hocalarına dönüşür. Buradaki elzem taktik iş çıkışında potansiyel akıl hocasıyla birlikte içmeye gitmek ve yeni kazanılmış dalkavukluk ve şakacılık becerilerini işe koşmaktır. Yeni ilgi alanları ve spor faaliyetlerine girişmek de gerekebilir. Bir keresinde yelkencilik saplantılı bir patronuma ancak suları en az yüz yıldır fırtına görmemiş kanallarda kendimi huzurlu hissedebildiğimi söyleyerek kariyer şansımı mahvetmiştim.

İşyerinde hayatta kalabilmek ikiyüzlülük gerektirir. Pek çok düşünür bu rezilliğe saldırmıştır ve bunlar arasında en ısrarcı ve şiddetlisi İsa’dır. Ama İsa hayatında hiç geçinmek veya meslektaşlara katlanmak zorunda kalmamıştır (havariler çok başkadır). İşyerinde dürüstlük tehlikeli bir lükstür. Kişinin gerçek duygularını açıklaması aptallık, büyük tartışmalara girmek, husumetlere karışmak daha da büyük aptallıktır. Stoacıların öfkenin beyhudeliğine dair söylediklerini ve özellikle konuya dair kapsamlı yazılar yazmış Seneca’yı hatırlamak işe yarayacaktır. Tartışmak, kavga etmek bir ilişkinin kurulmasını sağlayan duygusal iştiraktir ve işyerlerinde gerçek ilişkilere pek yer yoktur. Ama asık suratlı bir üstünlük tavrı da aynı ölçüde kötüdür; profesyonel anlamda sürdürülemez, karaktere zarar verir ve haddinden fazla şeyi açığa çıkarır. İşyerinde kopuşun sırrı, meslektaşları anlarken meslektaşların sizi anlamasını engelleyebilmekte yatar. Kullanılabilecek tekniklerden biri, her türlü neşeli yaklaşımı ne kuralları bozacak ne de kurallarla oynayacak, özenli, hafif alaycı bir kibarlıkla kullanmaktır. Böyle bir tavır, faydalı bir emin olamama hali (“Nedir bu adamın olayı yahu?”) yaratır.

Kopuşun paradoksal bir biçimiyse manik katılımcılık, mecburi neşelilikten tümüyle farklı, aldatıcı, irkiltici bir zest yaklaşımıdır. Cool Hand Luke filminde mahkûmların yol kenarında toprak kazdığı ve her zamanki gibi mümkün mertebe yavaş çalıştığı bir sahne vardı. Bu sahnede Luke (Paul Newman) aniden çılgınca kazmaya başlıyordu. Diğer mahkûmlar önce şaşalıyor, derken içlerinden birisi aynısını yapmaya başlıyordu. Bu tavır gardiyanları kızdırıp çileden çıkarıyordu; ne halt ediyordu bu soytarılar? Mahkûmlar öyle çılgınca kazıyorlardı ki sonunda kazacak yer kalmıyor, ardından gardiyanların çaresiz öfkeli bakışları altında yerlerde yuvarlanarak kahkahalar atıyorlardı.

Ama insanoğlu beklenti içinde yaşamayı ve başkaları üzerinde farklılık kurmayı sever. Bu yüzden terfi açlığından kopuş kolay değildir. Ve bu kendinde hak görme çağında herkes terfi hak ettiğine inanmaktadır. Belli deneyim ve özellikler gerektiren mevkilere, her ikisine de sahip olmayanlar güvenle başvurur ve ret yanıtı aldıklarındaysa hayretle, “Hak ediyordum o işi ben” diyerek öfkelenirler. Bu hak görmenin nedenlerinin soruşturulması veya terfi alana, ekstra paranın sorumluluk ve baskıyı meşru kılıp kılmadığının sorulması tavsiye edilmez gerçi. Terfi, kendi başına iyi görülür.

İşte tatminin kilit belirleyicisi para hatta statü değil, kişisel sorumluluk derecesidir. Ama çalışanlar bunu nadiren kabul ederler. Çalışma hayatım boyunca özerkliği çalıştığı mevkinin kilit veya yeni bir makamın arzu edilir özelliği diye değerlendiren hiç kimseye rastlamadım ki terfi sıklıkla özerklik kaybı getirir. Düşününce sözcüğün kendisini kullananı bile duymadığımı fark ediyorum. Oysa özerklik iş hayatını tatmin edici kılan tek şeydir.

Yönetim kademeleri elbette terfinin çalışanları nasıl heyecanlandırdığını ve terfilerin genellikle yetersiz sayıda ve sıklıkta olduklarının farkındadır. Bu yüzden, kalıcı ve evrensel teşvik edici olarak Performansa Göre Ödeme geliştirilmiştir. İnsanlar fazladan birkaç kuruş uğruna her şeyi yapmazlar mı? Aslında, hayır. 20. yüzyılın ikinci yarısını iş motivasyonu üzerine çalışarak geçirmiş psikolog Fred Herzberg, işte iki tatmin kaynağı bulunduğu sonucuna varmıştır: aralarında maaş ve çalışma koşullarının bulunduğu ve “hijyen faktörleri” adını verdiği etkenler ve işin kendisinin kontrol ve zorluk kapsayan “motivasyon faktörleri.” Ama hijyen faktörleri sadece tatminsizliğe yol açabilirler. Düşük maaş çalışanın motivasyonunu azaltmakta ama maddi teşvikler aksi etkiyi yaratmamaktadır. Motivasyon sadece daha fazla çalışan özerkliği ve daha zorlayıcı, kamçılayıcı görevlerle artırılabilir. Yani işte tatmin için, tıpkı hayattaki gibi kişisel sorumluluk ve zorluk gereklidir.

Herzberg Performansa Göre Ödeme teorisinde iki kusur daha saptamıştır. Birincisi performansın nesnellikle ve tamı tamına ölçülebildiği varsayımıdır; oysa bu iş sıklıkla çok zor veya imkânsızdır ve çalışanlarda gerçek ölçütün yaltaklanma becerisi olduğu kuşkusuna yol açar. İkincisiyse işin bir yüzünün değişmesi durumunda diğer her şeyin aynı kalacağı varsayımıdır. Gerçekte her şey her şeye bağlıdır ve bir şeyin değişmesi, her şeyi değiştirir. Performansa Göre Ödeme’nin yol açtığı en önemli sonuçsa iyi niyet kaybıdır. Bu nedenle idarenin erişmeyi umduğu şey –istekli çalışmada artış– genellikle kaybedilen şeyin ta kendisi olur. Ekstra ödemeyi, ikramiyeyi almayan çalışanlar kendi kendilerine, çabaları karşılık görmeyecekse fazladan çalışmaya devam etmelerine ne lüzum kaldığını sormaya başlarlar.

Maddi teşviki devreye sokmak bir işi iyi yapmanın doğal tatminini mahvedebilir ve bu nedenle motivasyonu azaltabilir. Psikolog Edward Deci, iki denek grubundan bir dizi bulmacayı çözmelerini istemiş ama doğru yanıtlar karşılığında sadece bir gruba para ödemeyi vaat etmişti. Verilen zaman dolduğunda iki gruba da çalışmaya devam etme izni verdi. Büyüleyici ve yüreklendirici keşif, para vaat edilmeyen gurubun diğerinden iki kat fazla süre uğraşması oldu. Deci, aynı sonuca –ikincil, dışsal teşviklerin amaca zarar verdiği– varılan yüzü aşkın başka çalışmayı da inceledi.

İş hayatımdaki aynı ölçüde cesaret verici hatta en heyecan verici dönemse öğretim görevlileri için hazırlanmış Performansa Göre Ödeme planının yüz kızartıcı başarısızlığıdır. Teklifin duyurusu yapıldığında idareci tayfası ukalaca sırıtarak başvuruları beklemeye koyulmuştu. Ama öğretmenler öğretmenin yanlışsız ölçülemeyeceğini ve işin içine sıralama sokulmasının ihtilaf çıkaracağını anlamıştı. Böylece kimsenin başvurmaması konusunda fikir birliğine varıldı. Birkaç açgözlünün teklifi dayanılmaz bulduğuna eminim ama anlaşmaya sadık kalındı ve hiçbir başvuru yapılmadı. Şaşıran idare bunun üzerine belli kişileri başvurmaya davet etti ama bu hareketleri sadece ikramiyenin gözdelere ödeneceği kuşkusunu artırmaya yaradı. Sonunda idare umarsız bir hamleyle ikramiyeleri seçtiklerinin banka hesaplarına yatırdı ama bu kişiler, beklendiği üzere parayı alıp çenelerini kapalı tutmak yerine, ikramiyelerini bir havuza toplayıp herkese bölüştürdüler. Plan geri çekildi ve bir daha gündeme gelmedi. Bu zafer meslektaşlarıma bakışıma yeni bir saygı, işe gitmeme yeni bir haz hatta gönlüme, insanlığa yönelik yeni bir inanç ekledi.

Terfi mekanizmasını sadece terfi için başvurmayarak bozmak mümkündür. Tabii pek çok işte bu denli açık bir hırs eksikliği işten atılmayla sonuçlanabilir ama söz konusu hareket öğretmenlik gibi kamu hizmeti görevlerinde uygulanmaya gayet açıktır. Yeterli kazancı getiren ve özerklik sağlayan bir makama erişmiş bir insan ne demeye gereksiz baskı altına girmek istesin? Kurallara göre oynamayı kuralları çiğnemeden reddetmenin bir diğer yolu da budur. Bu tavır yöneticilerin anladığı tek baskı yöntemini ortadan kaldırır ve özerk çalışana nasıl davranacakları konusunda tereddüde düşmelerine yol açar.

Ama bir de günümüz kültürünün, değişimi değişim hayrına cesaretlendirmesi var. Bugün çalışanlar sadece daha fazla para veya daha iyi statü değil, bir de değişiklik gerekli sayıldığı için gittikçe daha fazla iş değiştiriyor. Bir işte birkaç yıldan fazla kalmış kişiler feci sıkıcı, geri kafalı addediliyorlar. Oysa bir işe tam yerleşmek, bir işyerinin geleneklerini öğrenmek ve güven yaratacak tutarlılıkta uzun süre ehliliği göstermek bir veya iki yıl alır. İşin gülünç tarafı, insanların tam çalıştıkları kuruma yerleşmenin faydalarını görecekken iş değiştirmeleri, yabancı bir kente haritasız, dilini bilmeden veya gidiş nedenlerine dair gerçek bir fikir taşımadan gitmeleri kadar sıkıntı verici olacaktır. Nicholson Baker’ın Mezzanine romanında açıkladığı gibi, yeni işe alınanın rahatlık bulduğu tek yer vardır:

“Yeni işe alınanlarda tuvalete gitme sayısı günde sekiz veya dokuzu buluyordu çünkü şirket tuvaleti tüm ofiste insanın kendisinden ne beklendiğini tamı tamına anlayabildiği tek yerdi. İşin diğer kısımları belirsizdi… Ama erkekler tuvaletinde kaşar profesyoneldiniz; sifonu şirkete yıllarını vermiş kişiler misali aldırışsız aşinalık havasıyla çekebilirdiniz. Bir defasında yeni gelenlerden birisiyle öğlen yemeğine çıkmıştım; sandviçlerimizi yerken pek yerinde denemeyecek sorular sormasına, yanıtlarıma anlamadan kafa sallamasına ve yerinde karşılıklar vermemesine karşın, geri döndüğümüzde tam erkekler tuvaletinin önünden geçerken birden işi bilen, erkek-erkeğe tarzı bir ifade takınmış ve “Depoyu boşaltmam lazım. Görüşürüz sonra. Tekrar sağ ol” demişti.”

Ama işte, gene de insanlar sürekli kendilerini yeni iş işkencelerine atıyorlar. Baker, insanın arkasında öfkeli meslektaş kuyruğu uzarken kontrol paneli kafa karıştırıcı yeni fotokopi makinesinin başında arkalı-önlü fotokopiyi nasıl çekeceğini kestirmeye uğraşmasının sıkıntısından bile söz etmiyor. Alışkanlık, en azından kimi rutin görevlerin düşünülmeden yapılmasına izin veren işyeri ortamında kesinlikle fayda sağlar. Yani özel yaşamın laneti alışkanlık, iş yaşamının nimetidir.

Ardından işe ne kadar çaba harcanacağıyla ilgili can sıkıcı soru geliyor. İsa’nın bitkilerin yaşamını taklit etme önerisi pek uygulanır ve bilgece görünmüyor: “Vadideki zambakların nasıl büyüdüğüne bakın; ne çalışırlar ne de iplik eğirirler.” İş-etikçi Protestanların kutsal kitaptaki gayet net kaytarma teşvikine pek dikkat etmedikleri açık. Yalnız kaytarmaya, meslektaşların nefretini kazanmak veya işten atılmak tehlikelerinin ötesinde edilecek itirazlar da mevcut. Birincisi, her şey her şeyi etkilediğinden, bir konuda kaytarma diğer konulara da sızacaktır. Ama daha önemlisi, kaytarmanın tatmin getirmemesidir. Buda, Spinoza, Rilke ve Fred Herzberg’in söylediği üzere, bizler dünyaya vadide zambak olmaya değil, zoru aramak ve zor içinde sürekli çabalamak üzere geliriz. Onca çalışanın talep edilmeden fazladan iş yapmayı üstlenmesi ve maddi ödülün gerekli bir teşvik edici olduğu fikrini hakaret görmeleri bu yüzdendir. Ayrıca insanın kendisini benlik ve zamandan koparmasının eşsiz tatminini, akış deneyimini işte yaşamak mümkündür. İsa’nın bugün yaşasa söyleyeceği gibi, ne mutlu haz aldıkları işle geçinenlere çünkü onların yaşadığı yer, cennet krallığıdır.

Hemen her işten zevk almak mümkündür. Aleksandr Soljenitsin’in otobiyografik romanı İvan Denisoviç’in Bir Günü’nde Sovyet Gulag’ındaki mahkûmlar sıfırın altında soğukluktaki havada bir duvar örmeye, nereye ve neden bilmeden, yürütülürler ama kendilerini işe gönülden verirler ve gün sonunda görevden mutlu olduklarını fark ederler. Yani Gulag’da, muazzam soğuklarda zorla çalıştırılırken mutlu olunabiliyorsa açık-planlı bir işyerinde çalışma kabinlerinde ekranlara hatırlatma notları yapıştıran köleler de mutlu olabilirler. Ve işverene, amire değil, işe teslimiyet, kendini işe gömmek ama iş düzenine, ortama gömmemek stratejisi gayet mantıklı bir işyeri stratejisi olabilir.

Peki, amire nasıl direnmeli? Kolay yanıtı yok. Lord ve efendi olmak istedikleri zamanlarda zaten zordu; bugün bir de arkadaşınız (kankanız) olmak istediklerinden daha da zor. Ama Hannah Arendt’in, Adolf Eichmann’ın davranış nedeni olarak saptadığı düşünmeyi ve otorite figürleri için elektrik şoku vermek gibi sadistliği açık eylemlerde bile itaat yaratmanın ne kolay olduğunu kanıtlamış uydumculukla ilgili psikoloji deneylerini akılda tutmak işe yarayacaktır.

İşyerinde uyuma yönelik benzer uydumculuk deneyleri “idari itaat paradigmasını” araştıran Hollandalı bir araştırma ekibince yapılmıştır. Deneye katılanlardan, iş başvurusu yapanlar diye tanıtılan (aslında araştırmacıların adamları) kimselere bir seçme testi yapmaları ve söz konusu “başvuranlara” işe ancak testi geçmeleri durumunda alınacaklarını söylemeleri istenmişti. Katılanlara (artık “idareci” diye anılıyorlardı) ayrıca bu sözlü sınavın aynı zamanda baskı altında çalışabilme becerisini ölçmeyi amaçladığı, bu yüzden “başvuranlar” üzerinde baskıyı, görece ılımlı “Bu sahiden aptalcaydı” cümlesiyle başlayıp gittikçe kişisel husumet ve tacize dek yükselen, performanslarına ve kişiliklerine yönelik eleştirel cümleler sarf ederek artırmaları söylenmişti. Test ilerledikçe başvuranlar çeşitli rahatsızlık ve sıkıntılar gösterdi hatta itiraz bile ettiler. Ama vazgeçmeye kalkan idareciler, otoriter bir araştırmacı tarafından devam etmeye zorlanıyordu. Güya baskı altında kalan başvuranlar gittikçe daha fazla yanlış yanıt verdiler, testi geçemediler ve idarecilerin bildiği kadarıyla işe alınmadılar. Ancak başvuranların sıkıntılarındaki belirgin artışa ve testi geçememelerine rağmen idarecilerin yüzde 91’i araştırmacıların zorlamasına boyun eğdi ve tacize sonuna dek devam etti. Oysa karşılaştırılabilir bir “idareciler” grubuna bu tür bir deneyde nasıl hareket edecekleri sorulduğunda yüzde 90’dan fazlası son derece kararlılıkla asla boyun eğmeyeceklerini söylemişti. Kısacası boyun eğme derecesi katılımcıların öngördüğünün neredeyse tam tersiydi. Güya çalışanlara karşı duyarlı davranma eğitimi görmüş gerçek İnsan Kaynakları yöneticileri “idareci” olarak kullanıldığında da aynı sonuçlar alındı.

Peki, tanınmayan bir araştırmacıya böylesine körlemesine itaat edilebiliyorsa, insanın hayatı üzerinde güce sahip, kocaman bir ofiste oturan ürkütücü bir patrona teslimiyet arzusu ne kadar daha fazla ezicidir?

Yanıtın bir kısmı patronun o denli ürkütücü olmayabileceğinde yatıyor. Fromm şöyle diyor: “İktidar arzusunun kökünde güç değil, zayıflık vardır. İktidar arzusu, kişinin kendi başına ayakta durma ve yaşama aczinin ifadesi, gerçek gücün yokluğunda ikincil gücü edinmeye yönelik umutsuz çabadır.” Bu, olduğun gibi görünmen gerekmez kuralının bir diğer uygulanışıdır: İktidar kovalayanlar gerçekte güçlü olmadıklarından güç görüntüsüne ihtiyaç duyarlar. Kocaman masanın ardında oturan ürkütücü figür, psikoloji deneylerindeki otoriter araştırmacılar kadar sahte çıkabilir. Bunu anlamak her türlü patronu daha az ürkütücü kılacaktır. Buna karşılık masanın ardında ürkütücü olmayan bir figür de sahici çıkabilir: En iyi idareciler sıklıkla idareciliğe büyük arzu duymayanlardan çıkar. En iyi dönemlerinde aksi, bugünse artık iyice beter hale gelmiş, her konuda kendinde hak gören ama hiçbir şey yapmaya gelmeyen insanı kim idare etmek ister?

İktidar ahlaksızlığının aşırı uç hali, patronun zorba, haliyle daha tehlikeli ama aynı zamanda sıradan güç meraklısından daha zayıf olmasıdır. Klasik zorba zihniyeti “üstü yalamak, astın canına okumak”tır ve dalkavukluğun ödlek sırnaşıklığı aşırı zayıflıkları ortaya serecektir. Astın canına okumadaysa zorbalar sadece incinirlikleri en belirgin kişilere saldırdıklarından, korkusuzluk genellikle yeterli korumayı sağlar. En uygun tavır itaatsizlik ve saygısızlıktır ama bu eylemlerde temkinli davranmak gerekir çünkü zorbalar kincidir. Hannah Arendt devrimlerin, kötü yönetime karşı itaatsizlik ve saygısızlığın (sivil itaatsizlik) yaygınlaşması ve yıkıcılaşmasının ardından sistemlerin çökmesiyle geldiğini söylemişti ki bu teori, komünizmin çöküşüyle kanıtlanmıştır. Kısacası zorba patrona karşı saygısızlık ve itaatsizliğin fotokopi odasında akıllıca yayılıp teşvik edilmesi işe yarayabilir.

Ekmek uğruna asırlar boyu dökülen onca ter düşünüldüğünde, bu neredeyse evrensel gerekliliğin yürütülüşü üzerine bunca az yol gösterenin çıkmış olması şaşırtıcıdır. Tabii düşünürler maaşlı çalışma yükünden sıyrılma konusunda ciddi başarılar göstermiş ve konuya dair ellerini değil, akıllarını bile kirletmeyi reddetmişlerdir.

Ama pek çoğu iş deneyiminden geçmiş olmasına rağmen edebiyat yazarlarının da büyük ölçüde iş konusunu es geçmiş olmaları tuhaf. Özellikle de işyeri ortamını iktidar açlığı, hırs, açgözlülük, nefret ve öfke gibi duygulardan mustarip birbirinden çok farklı, uyumsuz insanın uzun zaman dönemleri boyunca zorla bir yere tıkıştırıldıkları edebi anlamda hayli bereketli bir sahne olarak düşündüğünüzde. Bu durum şok edici zaman ve enerji harcanmasıyla iş deneyiminin saygısızlık edilmeyecek ölçüde berbatlığından kaynaklanıyor olabilir. Veya belki de alışkanlığın öldürücü etkileri imgelem seviyesinin yükselişini imkânsızlaştırıyordur. Ama sonuçta tümüyle işyerinde geçen romanların azlığı ilginçtir.

Mezzanine adlı romanı böyle değerli kılan da budur. Kitap okura işyerinin iç karartıcı değil, insan tuhaflıkları ve saçmalıklar ile dolu, zengin bir mekan olduğunu hatırlatan mükemmel gözlemlenmiş ayrıntılarla doludur. Bir sekreterin çalışma kabininin anlatıldığı bölüme bakalım:

“Kullanılmayan flüoresan ışığın altındaki rafın gölgesine çizgili gömlekli kocasının, kuzen ve yeğenlerinin, Barbra Streisand’ın fotoğraflarını ve Gotik harflerle yazılı fotokopiyle çoğaltılmış bir sloganı iğnelemişti: “Çıkamıyorsan içinden, gir içine!” Birisinin bu kadro destekleme laflarının kentlerdeki tüm ofislerdeki gelişimini izlemesi hoşuma giderdi; Deanne bir başkasını kabin duvarına raptiyelemişti. Kopyadan kopyası çıkarılmaktan baş harfleri iyice erimiş slogan şöyle diyordu: ACELE ETMEK İÇİN ACELE ETTİĞİM ACELE İŞİ ACELE BİTİRMEMİ Mİ İSTİYORSUN?”

Mezzanine maalesef sadece bir öğlen yemeği saatini kapsıyor. Tam güne yayılsa işyerinin Ulysses’i olabilirdi ve sabah treniyle işe gelirken okuyan ayrıcalıklı okurları kendilerini Homeros kahramanları gibi hissedebilirlerdi. Kitap çalışma hayatının bile övülebileceğinde kararlı ve Marcus Aurelius’tan zevkle alıntı yapıyor: “Felsefe için hayatta hiçbir koşul, bugün burada, kaderin sizi bulduğu noktadaki kadar uygun olamaz.” Hatta işyerinde kendi başına coşku ve zest yaşamak için bir ipucu bile veriyor:

“Bir defasında, tuvalet kabininde çakılı kalmış ve üst kademe yönetimden biriyle önemli bir ziyaretçinin konuşmasını askeri geçit trampetleri misali gürültüyle gaz çıkararak istemeden bölmüştüm. Berikiler bir an duraksamış, ardından bozuntuya vermeyip devam etmişlerdi: “Ah, eminim çok ama çok yetenekli birisidir.” “Sünger gibidir; gittiği her yerde bilgiyi emiverir.” “Sahiden öyle. Hem sert de; esas olayı bu. Zırhı var kadının.” “Bizim için çok değerli” vs. Maalesef osuruğumun grotesk söz kesişi bana komik gelmişti; klozette gülmemi tutmak için kıvranmıştım ve bu çabam yüzünden bir tane daha, biraz daha ufak bir gaz çıkarmıştım. Dişimi sıkıp bastırılmış histeriden morararak sessizce dizimi dövmüştüm.”

Michael Foley – Saçmalıklar Çağı

JOHN BERGER: KALABALIĞININ EVSİZLİĞİNİ İLK BETİMLEYİP BUNUN ADINI KOYANDIR BAUDELAİRE

Göç sadece geride bir şeyler bırakıp denizler aşmak, yabancılar arasında yaşamak demek değil, aynı zamanda dünyanın anlamını yerle bir etmek, en sonunda da insanın kendisini saçma, gerçek-dışı bir dünyaya bırakması demektir. Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını.

Ev yeryüzünün merkeziydi çünkü bulunduğu yerde bir dikey ile bir yatay çizgi kesişirdi. Dikey olanı yukarılara, göğe tırmanır; aşağıda, yeraltına inerdi. Yatay olanı yeryüzü trafiğim temsil eder, başka yerlere uzanan tüm olası yollan gösterirdi. Böylece insan evindeyken gökteki tanrılara ve yeraltındaki ölülere en yakın konumdaydı. Bu yakınlık her iki duruma da ulaşabilmeyi vaadediyordu. Ve insan bütün dünyevi yolculukların başlangıç noktasında olduğu gibi dönüş noktasındaydı da. Göçebe insanların düşünce ve inanç hamuru herhalde bu iki çizginin kesiştiği, kesişmenin vadettiği güven duygusuyla yoğrulmuştu ve her gittikleri yere bu dikey çizgiyi bir çadır direği gibi taşıyorlardı. Bu olağanüstü hızlı ulaşım çağının sonlarına yaklaşırken, bu güven duygusunun izleri yerinden edilmiş milyonlarca insanın su yüzüne çıkmamış duygularında saklı duruyordur belki de. Göç sadece geride bir şeyler bırakıp denizler aşmak, yabancılar arasında yaşamak demek değil, aynı zamanda dünyanın anlamını yerle bir etmek, en sonunda da insanın kendisini saçma, gerçek-dışı bir dünyaya bırakması demektir. Silah zoruyla olmadığı zamanlar göç, umut olduğu kadar umutsuzluktan da alabilir hızını. Örneğin, bir köy delikanlısına babasının gelenekçi, otoriter baskısı her türlü kaostan daha saçma görünebilir. Köydeki yoksulluk şehirdeki cinayetlerden daha anlamsız görünebilir. Yabancılar arasında yaşayıp ölmek, kendi vatandaşlarından baskı görüp eziyet edilmekten daha az saçma olabilir. Bunların hepsi olabilir. Ama göç etmek her zaman dünyanın merkezini değiştirip düzenden yoksun, yitik, bölük pörçük parçacıklardan oluşan bir dünyaya yola çıkmak demektir.

Diyorum ki sana tüm evler bir taş sırtında oyuklardır tabut kapaklarında yeriz yemeğimizi Akşamyıldızı’ndan bif hiçlik uzanır bakraçtaki süte güğüm günde iki kez boşaltılır bizi ayıran tarlalardan tüten buhardır.

Toprağın mor alın sonbaharda tarandı bir de kıtlık zamanı toprağın metal damarları elle kazındı toprağa dikili kilise saatimizin çarmıha gerili kollan hepsi alındı

Acı yeterince dayanamaz izler yiter kar yağınca terk edişin ak koynuna ben trenlere yazmaya kalktım gerçeği kulağı yoksa bir korku alır dili, sarılır tek sözcüğe tren köprüden geçer kapkara buz kaplar her harfi SAVA nehrim benim.

Ay ışığı kanaldaki su seviyesi kadar keskin ve tan vakti ışığa kavuşan su seviyesiyle yükseliyor kanalda düşünce gemileri kabul et karanlığı gözün gözü görmediği zifiri karanlığın gözleri olduğunu kabul et burada karanlık bir torbaya tıkılmış bir taşa sarılıp suya atılmış, batırılmış karanlık diye bir şey kalmamış burada zaman hep bir tan vakti uyanma vakti devrimci kehanetler vakti ölen anılar vakti sonu gelmez günler vakti oradaysa ateş yakınca gece gelirdi içine kıvrılıp bir yorgan gibi çekirdek karanlığı üstümüze tarlalarda uyuyan hayvan soluklan toprak kadar sessiz ateş kadar sıcaktı o sıcaklık bir daha hiç gelmeyecek diye düşünmenin acısı bile soğuk burada gece unutulmuş sürekli bir tan vakti soğukta düşleyip duruyorum çam iğnesi nasıl yanıyordu bir köpeğin dişleri ardındaki dil gibi

Hudson bütün gece öksürür döşeğinde uyumak isterim köyüm ağaca çakılı bir pösteki coşar ruhumun yeli ufuklardan bir hamak yaparım uykumda doğduğum köyü emer nehrimin kıyılarını ellerim iki kara uskumru yol gösterir doğan güne tut onları gök, tak oltana güneş otlara dokununca mücevher asılırdı dallara pespembe kesilirdi teraslar yol boyu neonlar arasına balkon asıyor şimdi apartmanlar patates kızarıyor bir köşede bir fabrika yün eldivenli eller boşaltıyor bir delik açılmış başparmağımda asmalar yeşil olmuyor burada asma yetişmiyor yüksek gerilim hattında kömür kesen mücevherler ÖLÜM TEHLİKESİ ölü parmaklara takılıyor bırakın böyle öleyim dalların kasları var tepeler ayağa kalkıyor bulutlar bir tasa boşalıyor ormanda yaban domuzları karınları doymuş sıcak ve uykuya dalmış kafamda rulo edilmiş bir top bez her ânın kaydedildiği bir perde ölü gözler üstüne çekilmiş çarşaf açtığım topla dünyayı uzaklaştırıyor düşüyorum izlerin peşine o tanıdık ormanın içinde yeni şehir kalabalığının evsizliğini ilk betimleyip bunun adını koyandır Baudelaire.

“…sürekli ağlaşan evsiz serseri hayaletler gibi.” Şiir değil, ama yargı oldukça genelleyici. Umudu canlı tutan işte bu kayıp duygusudur. Tarihsel olarak görünmez olanı, sanki insanlar tarihten başka bir şey yaşamamış gibi, gözden kaçırmak ne de kolaydır! Yaygın beceri biçimi çoğu zaman gözle görülmez. Arada bir, siyasi eylem söz konusu olduğunda, görünür hale gelir. Başka zamanlarsa o günlük, kişisel hayat mücadelesi verilirken kullanılır. Pratik düzeyde, itişip kakışma ve sıvışma sırasında; ruhsal düzlemdeyse kişiliğini koruyabilmek için insanın içine düştüğü çıkmazlar sırasında. Kitleler, aranan o en yaygın işgücüne sahip kitleler, yaşama ve çalışma koşullarına, yerlerinden edilişlerine bakmaksızın hâlâ bireyler topluluğu olarak kalmakta direniyorlar. Ve bu her kutulanmış bireyselliğin temeli bir eve benzemekte. Ev ile karşılığı bina arasında pek az bir ilişki vardır. Baş üstünde bir dam, dört duvar evin kutsal ve yüreklerde yer etmiş bir kavram oluşunun aksine, evin dünyevileşmiş halidir. Böyle bir dünyevilik ise ekonomik ve toplumsal koşulların: Kira, yoksulluk, aşın kalabalık, şehir planlaması ve mülkiyet konularının kaçınılmaz sonucudur. Yine de en önemlisi, bütün bunlar bir seçme yokluğunun sonucudur. Seçme tarihi olmaksızın hiçbir mekân ev olamaz. Ev diye bilinen geleneksel yerleşme biçiminde, seçim yaşayan belleğin bile ötesinde, atalardan devralınmış olabilir, ne ki her yerleşip ilerleme çabası, iki çizginin kesiştiği yeri seçmekle bunun bir zevk değil, içe doğma meselesi olduğunu kanıtlayan o ilk seçimi sürdürüp tekrar etme çabasıdır. Bugün kadınlara ve erkeklere -uygarlığın henüz ulaşmadığı yerdekiler dahil- açık seçenekler geçmiştekinden çok daha fazla ve çeşitli olabilir, ama bir daha ele geçmemek üzere kaybedilen şey, işte dünyanın merkezi burası, diyebilme seçeneğidir. Yurtlarından edilmişler yine de dönüp dolaşıp kimliklerini koruyacak bir sığınak edinirler. Peki neden inşa edilir bu sığınaklar? Sanırım alışkanlıklardan, o sık sık yinelemenin ham malzemesinden. Alışkanlıklar, sözcükler, şakalar, düşünceler, tavırlar, hareketler ve hatta şapka giyme biçimlerinden oluşur. Fiziksel nesneler ve mekânlar, -bir mobilya parçası, bir odanın köşesi, belli bir bar, bir sokak köşesi- temeli, alışkanlık zeminini hazırlar; ama korunan, insanın kendisi değil, alışkanlıklarıdır. Evi ayakta tutan harç bir çocuk için bile anıdan başka bir şey değildir. Evin içine görülüp dokunulabilir ipuçları -fotoğraflar, hediyeler, ganimetler- yerleştirilir, ama içinde yaşayanları koruyan duvarlar ve tavan gözle görülmez, elle dokunulmaz, biyografiktir. Uygarlığın olmadığı yerlerde ev bir evle değil, bir eylem ya da eylemler kümesiyle temsil edilir. Herkesinki kendine özgüdür. Bir zorunluluk duyulmadan seçilmiş eylemler kendi içlerinde geçici olabilirler belki, ama herhangi bir binadan daha kalıcı ve sağlam sığmaklar sunarlar. Ev o zaman bir mekân olmaktan çıkar, yaşanan bir hayatın anlatılmamış öyküsü olur. En can alıcı noktaysa, evin aslında insanın adından başka bir şey olmadığıdır – birçok kişiye göre de insan adsızdır. Gök mavi kara sığırcıklar açıp kanatlarını vazgeçiyorlar süslenmekten ve cevap yazıyorlar bir mektuba.

Güneş batarken dişleri altına buluyor ve ben et ve tırnak misali yerleşmişim bir kere bu şehire. Yeni gelen göçmenlerin yaşantısı uzun süre önce gelmiş, yerleşik proleter ya da alt-proleterinkinden değişiktir. Bir göçmenin yaşadığı yerinden olmuşluk, evsizlik ve terk edilmişlik, yaygın ve genel bir yaşantının en aşın ucudur! “Yabancılaşma” terimi her şeyi açıklar. (Kendi anayurdunda, kendi evinde, üç arabası, birkaç televizyonu, tenis kortu ve şarap mahzeniyle bir burjuvanın evsizliğinden bahsetmek mümkündür, ama bu sınıfla ilgili hiçbir şey ilgilendirmiyor artık beni, çünkü bu konuda keşfedilecek yeni bir şey de kalmadı.) Evini terk ettikten sonra göçmen, asla iki çizginin kesiştiği bir başka yer bulamaz. Dikey çizgi yoktur artık, ölüler ile arasında bir süreklilik de kalmamıştır; ölüler yok olmuştur, tanrılarsa ulaşılmazdır şimdi. Dikey çizgi hiçbir yere ulaşmayan, yalnız insanın üstüne kapanan bireysel, biyografik bir daireye dönüşmüştür. Yatay çizgideyse ulaşılacak belirli, sabit noktalar kalmamıştır artık, bütün noktalar aralarında hiçbir ilişkinin bulunmadığı, sadece mesafelerden oluşan bir boşluğa yayılmıştır. Bu kayıp tarlalarında ne büyüyebilir? Belki ancak, daha önceleri her köy dünyanın merkezi olduğu zamanlar bile anlaşılmaz kalmış şey. On dokuzuncu yüzyılın başlangıcından bu yana iki yeni umut -yeni bir sığınak vaadiyle- gitgide yaygın bir hal aldı. Umutların ilki tutkulu romantik aşktır. (Örnekleri kütüphanelerden çok arka sokakları doldurur.) Kadın ve erkek arasında olan şeyler bir anlamda tarihin ötesindedir. Tarlalarda, yollarda, işyerlerinde, okullarda sürekli değişimler yaşanır ama bir kucaklaşmada değişen şey çok azdır. Değişiklik tutkunun inşasındadır. İlle de duygular değiştiği için değil, duyguları çevreleyen şeyler -toplumsal tavırlar, yasa düzenleri, ahlak, ahretbilim (eschatology)- değiştiği için olur bu inşadaki değişiklik. Modem anlamda romantik aşk, yerinden yurdundan edilmiş iki insanı birleştiren ya da birleştirmeyi uman bir aşktır. Dostluk, dayanışma, karşılıklı çıkarlar da insanları birleştirebilir, ama bu birleşme hayat ve koşullar öyle gerektirdiği için olur. Çoğunun ampirik bir tabanı vardır. Romantik aşksa kökenleri ve başlangıcı anımsamadan edemez. îlkselliği deneyimden önce gelir. Ve modem çağda böylesine özel bir anlamı olmasını (Novalis’ten Frank Sinatra’ya) işte bu ilkselliğinden alır. Böyle bir aşkın anımsayabildiği kadarıyla, başlangıçta iki cinse bölünüş hayatı kutuplara ayırdı. Erkek ve kadının yaratılışı bir ayrılık, yeni tür bir eksiklik duygusu oluşturdu. Cinsel içgüdü kutupları birbirine çeken çekim enerjisiydi. İnsanın hayal gücü ve belleği oluşur oluşmaz, bu çekime sahip olup sürdürme isteği kendini aşk adıyla sunmaya başladı. Böyle bir aşk bir bütünleşme umudu aşılıyor ve enerjisini gerçeğin can evinden aldığını söylüyordu. Bütünleşme umuduyla birlikte evin tekrar kurulabileceği umudu da gelişti, ama ev o ev değildi artık. İşte bu yüzden, modem çağda evden yoksun olduğumuz zamanlar, aşkın titreşimlerini bir başka zamankinden çok daha yoğun duyarız. Öbür umutsa tarihseldir. Her göçmen yüreğinin derinliklerinde geri dönüşün olanaksızlığını bilir. Fiziksel olarak dönebilse bile, gerçek bir dönüş değildir bu, çünkü göçten sonra öyle derin değişimler geçirmiştir ki! Her köyün dünyanın merkezi olduğu o tarihsel çağa dönmesi de bir o kadar olanaksızdır. Merkezi yeniden yaratmanın tek yolu dünyanın her yerini merkez yapmaktan geçer. Modem evsizlik yalnızca tüm dünyayı içine alan bir dayanışmayla aşılabilir. Kardeşlik oldukça ferahlatıcı bir terimdir; Habil ve Kabil unutulduğu takdirde, her sorunun çözülebilir olduğunu vadeder. Aslında çoğu çözülmezdir ya – ama bu da tükenmek bilmez dayanışma gereksinimini gösterir.

Günümüzde, çocukluğun o ilk dönemleri biter bitmez, başka çağlarda olduğu gibi, ev ev olmaktan çıkar. Bu yüzyıl tüm zenginlik ve iletişim sistemlerinin yanı sıra bir yasaklar yüzyılıdır. Marx’ m da haber verdiği gibi, vaat sonunda gerçekleşecektir belki ve artık o zaman evin koruyuculuğunun değişkeni yalnızca adlarımızda kalmayıp tarih içinde yer alan kolektif bilincimiz olacak ve gerçeğin can evinde yaşayacağız. Her şeye rağmen bunları düşleyebiliyorum. Şunu da eklemeli ki, çağımızda yalnızca kendi hayatlarımızı değil, çağımızın özlemlerini de yaşamaktayız.

John Berger Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

SANSÜRLENEN TOLSTOY: TOLSTOY’UN DİN ELEŞTİRİSİ VE TÜRKİYE DE KARANLIĞIN GÜCÜ

Giriş

Hristiyanlığı hakikatten fazla severek yola çıkan, Hristiyanlıktan fazla kendi mezhep veya kilisesini severek yol alır ve sonunda hepsinden fazla kendini sevmeye varır. Coleridge Tolstoy, 1901 de Kilisenin aforoz fetvasını bu epigrafla başlayarak cevaplar, ama sadece Hristiyanlar değil, herhangi bir dine veya ideolojiye mensup herkes tabii Müslümanlar da bu sözler ve Tolstoy un 30 yıl boyunca dile getirdiği ciltler dolusu eleştirilerin muhatabıdır. Ve belki de herkes muhatap olduğunu anladığı için, Tolstoy un din, toplum ve devlete ilişkin ünlü eserleriyle günlük ve mektupları hâlâ Türkçeye çevrilmedi.

Devrimciler ve entelektüeller Tolstoy dinci olmuş; üstelik devrimcileri de eleştiriyor; bize gelmez dedikleri için; milliyetçiler ve sağcılar Tolstoy milliyetçiliğin, hatta vatanseverliğin bile düşmanı, özel mülkiyeti lanetleyen bir komünist dedikleri için; hazcılar ve liberaller Tolstoy anarşist, her şeyi yıkmak istiyor; şimdi rahatımızı kaçırmanın ne alemi var? dedikleri için; Müslümanlar Tolstoy din düşmanı, reformcu; eleştirileri dosdoğru bizi de hedef alıyor dedikleri için; ve devlet diğer gerekçelere ilaveten Tolstoy devletin, iktidarın düşmanı, tehlikeli bir devrimci, anarşist dediği için, Tolstoy un son 30 yılını adayıp hayat uğraşı olarak nitelediği eserleri Türkçeye çevrilmiyor herhalde.

TOLSTOY’UN DİN ELEŞTİRİSİ: ÇOCUKLARA ÖĞRETMEMİZ GEREKEN DİN DEĞİL AHLAK!

Bu eserler 125 yıl önce Çarlık Rusya’sında yasaklanmıştı, ama orada ve o zaman bile yayınlanması engellenememişti; Türkiye de bugün hâlâ yayınlanmıyor. Belki de bu tuhaflığın daha basit, ama yine tuhaf başka bir açıklaması vardır; en nazik ifadesiyle, belli başlı yayınevleri zamanında yayınlamadığı için Tolstoy yayınlamamak bir teamül haline geldi herhalde. Ama sonunda, bu tuhaf teamül başka bir gelişmeye yol açtı. Bu durumu fırsat bilen ve Müslümanlığı hakikatten fazla sevdiği anlaşılan bir yayıncı (Karakutu Yayınları), Tolstoy un eleştirisini muhatap alacağına, Tolstoy’u 180 derece çarpıtıp kendileri gibi Müslüman ilan ederek onun da Müslümanlığı hakikatten fazla sevdiğini ileri sürdü. Yani, Tolstoy Türkiye de yayınlanmadığıyla kalmıyor, 30 yıl boyunca savaştığı zihniyetin militanı olmaya da zorlanıyor artık hakikati sadece son 30 yılında değil, daima, ilk 30 yılında da her şeyden çok seven, 27 yaşındayken Mayısta Sivastopol u şu cümleyle bitiren Tolstoy: Hikayemin tüm benliğimle sevip tüm güzelliğiyle çizmeye çalıştığım, dün, bugün ve yarın hep güzel olan kahramanı Hakikattir.

Tolstoy un mücadelesi hakikati sevenle sevmeyen zihniyetlerin mücadelesi bugün de yaşanıyor. İzleyen sayfalar hem bu mücadelenin bir belgesi, hem de Tolstoy un inancı ile din eleştirisinin Müslümanlığı hakikatten fazla sevenlere cevap çerçevesinde bir özetidir. Ne bu kitap, ne de bizzat Tolstoy Tolstoy dan öte yol olamaz demiyor. Yeraltına inen yollara sapmaz Tolstoy. Her şeyi yer üstüne çıkarmaya, hatta dini mistisizmden kurtarmaya çalışır. Onun evreninde gizli anlamlara yer yoktur. Bu bakımdan, dinî metinler ile olağanüstü, akıl dışı hikayelerin ve inançların anlamlı alegoriler ve sırlar da barındırabileceği yolundaki yaklaşımlar Tolstoy’un incelemelerine konu olmamıştır. Kendini bir metafizik labirentin dehlizlerinde peynir kokusuna koşan fare gibi hissedemez, Tanrı’yı arayan Kont tur, bu unvanı reddetse bile. Maddeden ibaret bir evrende korkunç bir hiçlik gördüğü için ve bu hiçliğe aykırı bir bilinçten aldığı umutla Tanrı yı arar Tolstoy. Aramayanlar belki de, Tolstoy dan daha iyi görüp daha gerçekçi oldukları için değil, göremedikleri ve umutsuz oldukları için aramıyorlardır. Bulduklarını söyleyenler de, merdiven altından geçmemek benzeri batıl inançlarla, büyücülükten bozma ritüellerle kendilerini kandırmaya çabalıyor, sadece tapınma ihtiyaçlarını körü körüne gidermeye uğraşıyor veya Müslümanlığı hakikatten fazla seviyor olabilirler. Ve böyle bir kavşakta Tolstoy kocaman bir uyarı levhasıdır.

“MÜSLÜMAN TOLSTOY” ̇İDDİASINA MALZEME YAPILAN ANEKDOT
Sansürlenen Tolstoy Tolstoy’un Din Eleştirisi Ve Türkiye de Karanlığın Gücü. Acar Burak Bengi. Rusça Belgeleri Çev. Mazlum Beyhan
“MÜSLÜMAN TOLSTOY” İDDİASINA MALZEME YAPILAN MEKTUP
 

RUSSELL’IN KENDİSİNDEN BİN YIL SONRA YAŞAYAN İNSANLARA MESAJI: “SEVGİ BİLGELİK, NEFRET APTALLIKTIR!”

0

İngiliz filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum eleştirmeni Bertrand Russell (18 Mayıs 1872 – 2 Şubat 1970)  Hayatının çeşitli dönemlerinde kendisini liberal, sosyalist ve pasifist olarak tanıtmış, ayrıca hiçbirine derinden bağlı olmadığını itiraf etmiştir.

1959’da BBC’nin Face-to-Face programına katılan Russell’a kapanış sorusu olarak en son:  “Bundan 1000 yıl sonra yaşayan bir kuşağa, yaşadığınız hayat ve dünya hakkında ne söylerdiniz? Öğrendiğiniz dersler nelerdir?” sorusu soruldu kısaca cevapladığı soruyu aşağıdan okuyabilirsiniz. “BİRLİKTE ÖLMEK YERİNE BİRLİKTE YAŞAYACAKSAK YARDIMLAŞMA VE HOŞGÖRÜYÜ ÖĞRENMELİYİZ”

“Biri entelektüel ve biri de ahlaki olmak üzere iki şey söylemek isterim. Onlara söylemek istediğim entelektüel şey şu. Herhangi bir konu üzerinde çalıştığınızda ya da felsefe ile ilgilendiğinizde, kendinize yalnızca gerçeklerin ve bu gerçeklerin ortaya koyduğu hakikatin ne olduğunu sorun. İnanmayı dilediğiniz ya da ona inanılmış olursa faydalı toplumsal etkileri olacağını düşündüğünüz şeyler tarafından yönlendirilmenize asla izin vermeyin. Sadece ve sadece gerçeklerin ne olduğuna bakın. Söylemeyi istediğim entelektüel şey budur.

Onlara söylemek istediğim ahlaki şey ise çok basit. Şunu söylemeliyim: Sevgi bilgeliktir, nefret aptallıktır. Giderek birbiriyle daha yakından bağlantılanan bu dünyada, birbirimizi hoş görmeyi öğrenmek zorundayız. Bazı insanların bizim hoşumuza gitmeyen şeyler söylediği gerçeğine tahammül etmeyi öğrenmek zorundayız.

Yalnızca bu şekilde birlikte yaşayabiliriz. Birlikte ölmek yerine birlikte yaşayacaksak yardımlaşma ve hoşgörüyü öğrenmeliyiz. Yardımlaşma ve hoşgörü bu gezegen üzerindeki insan yaşamının devamı için kesinlikle hayati bir önem taşıyor.”

EDİP CANSEVER: UNUTULMUŞ GİBİYİM BEN/ VE İNSAN/ BİR BAKIMA UNUTULMUŞ GİBİDİR

Tragedyalar I

Odalardan odalara bu kadar çok geçmeler Kapıların hiç bitmeyen açılıp kapanması Kuru kan, ölü asker, ağustosböceği Gibi bir ses, bir yankı Sonra bu yankıyı birden soğutan Kurutup güne koyan bir anlam Aynalardan aynalara kırılan sigara ateşleri Ve alkol.

Yani bir alkol yörüngesi. Kocaman Bir gün iskeleti konsolun üstünde Doğanın ve bütün kızgın yaratıkların bağırtısından Yanmış bir gün Ve sınırsız doğurganlığıyla, kaybolmuş bir anahtarın Kemirilmiş kalıntısıyla…

Ve onlar ceninler gibi orada. Öyle bir rahim çıplaklığına Uzatılmış bir ışıkla buruşmuşlar gibi Çok ağır bir tabutu kaldırıyorlar gibi arada Elleri üzerinde. Ve boşluk yalpalayınca Ve dünya kımıldayınca biraz. Dünya Yanıtsız bir eşya gibi. Sonra?

(Sonra o geçitte, aşağıda Bir krizantem soyunup yapraklarından Ağıyor sanki işitilmedik bir güçle Bir gündoğrusu hafifliğiyle, sabahsı, ıslak Ve tedirgin bir yolcu biçiminde. Atışı duyulmaya Başlayan bir yürekle gün iskeletinin O garip efsanesine, geceye Bitişik bir sabah gibi ağıyor Ve çocuksu düşlerin hep birden büyüttükleriyle Bir çiçek olmaktan sıyrılarak Doluyor odalara Stepan, Vartuhi, Armenak Diran ve Lusin Yani o altın tüveycin etkisinden koparak Sonu gelmez bir durumun Sonu gelmez kapılarını açarak Devinen, bağıran, çok içen bir de Yani korkular, iğrenmeler, anlaşmazlıklar olarak Doluyor odalara Lusin ile Vartuhi Diran ile Armenak. Belki ara sıra o yorgun Bedeviler geçiyorsa pasajdan Stepan, Stepan! Olsa olsa Stepan.)

II

Kuru kan, ölü asker, ağustosböceği Baba Armenak durmadan sıkılıyor Eşyalara bakarken sıkılan bir profili Oymalarda sıkarak Yeniden sıkılıyor. Bir hamamböceği sırtını parlatıyor kör ışıkta Düşlerdeki böcekler gibi ve düşlerdeki Birtakım kıvrımlarla Bir durumun sonu gelmez parçalarına bakarak Aynı zamanda saydam bir duygu lekesi de Ağır ağır yayılıyor gün iskeletinin üstünde Bir insan eti lezzetinde günü dolduruyor Besliyor günü Gün Sıcak ve kirli Yani o alkol yörüngesi onu katılaştırıyor Konsolun üstünde.

Sonra bu saydam leke Diran ve Lusin’in Karışık bir evlilik fotoğrafı üstünde Giderek eroinleşiyor Baba Armenak durmadan sıkılıyor

Kara giysili insanların çevrelendiği Bir kilise kapısında Bir cinayet sölentisi gibi çevrelendiği O taşkın yüzlerin Ve büyük bir taşın yöresinde ufacık taşlar gibi Sanki bir Kremlek anıtı gibi.. işte orada Baba Armenak sıkılıyor Sonra artık herkes içiyor.

(Ve alkol tanrının dengesini yitirdiği Gibi bir gürültüyle çıtırdıyor Ve tanrının uçsuz bucaksız denizlerde güneşlendiği Bir günde alkol Dünya bir sıkıntının yönetiminde ve uzun Herkes biraz içiyor.)

Bu nasıl bir anlamdır ki, her yerde biraz duyuluyor Stepan Bir ölü gömme töreninden doğmuş olan Stepan (Armenak’ın böyle bir günün gecesinde Topraksı bir titremeyle Vartuhi’ye sokulduğu Çiftleştiği ve…)

Anlaşılması değil de sayılması olan Stepan Gözlerinin ıssız, kara bir tabancaya takıldığı Ateş etmeye hazır bir tabancaya Takıldığı Stepan Ve elleri annesi Vartuhi’nin Kahverengi sabahlığını andıran Bir iki kımıldayışla geçiştiren günü.

Sonra Vartuhi O her yerde dürbünleri olan kadın Mineden, sedeften, bağadan Ve koynundan durmadan Dürbünler çıkaran Vartuhi Bir de çok uzaklara bakmak için din kitaplarından Dürbünler yapan Ve her şeyi birden yaşamakta olan yüzüyle (Çünkü belki İsa’nın Acıdan ve uzun boylu bir korkudan Çıkarılmış bir homoseksüelliği götürüp Bir gökyüzü boşluğunda biçimlendirdiği zaman Ve sonra yeniden doğduğu zaman. İşte Vartuhi Görmek için bunları birtakım din kitaplarından..)

Stepan’la kesin anlaşmaları olan Çıldırmak, vuruşmak için geceleri Ve dinsel Çin müziği Vartuhi Yarı kalmış bir çiftleşmedeki Yarı kalmış yaratıkları doğuran Bir cehennem gibi dayanılmaz yapan kendini Vartuhi Stepan.

Ki herkes biraz alırdı Koparıp geçerdi Stepan’dan Öyle bir acı çekme kıvamında soluyan Gün iskeletinin ucunda Stepan.

Ve Diran, Armenak’ın sinirli oğlu Sevimsiz bir büyücünün ellerinde dolaşan Çirişli, mavi bir kurdele gibi Ütülü pantolonu, her türlü mavi gözleriyle Kül sarısı sakalları olan Ve görünmez yarasaların konakladığı O pirinç karyolaların altından Bir seziş gibi çıktığı Ve bir maden tadından Başka bir şey olmayan Diran Gömlekleri ayçiçeği, ıhlamur kokan Lusin’in ilk kocası Ve küçük istiridyeler gibi çabuk çabuk kapanan Bembeyaz elleriyle Akşamları’ garsonluk yapan barlarda Çürük ilkyaz ağacı Diran Ve kadınların o çürük sesleriyle çağırdıkları Kareli yeleğiyle koştukça çocuklaşan İpekli sesler çıkaran. Unutulmuş bir erkekliğin Acısından oluşan bir Anka gibi Ve yakan kendini durmadan Zavallı Diran Düşlerinde eriyen balmumundan bir olayın Eridikçe çizdiği o yapışkan yollardan Geçince evde olan Bir dua gibi okunan Lusin’in gözlerinde Bir dua gibi Ve ayakta Stepan O sessizlik yörüngesinin ucunda Ve Diran bağıran, bağıran, bağıran Bir yok olma tutkusuyla bağıran Ki bundan bir daha doğan isterik Diran.

III

Sonra herkes içerdi, devinirdi durmadan Yani bir çılgınlık yörüngesi, ağrılı, tutsak Gün iskeletinin yanında Ve sallantılı Dururdu.

Konuşmalar olurdu. Herkes biraz olsun konuşurdu. Ve bundan Hiç kimselerin uğramadığı oteller Ve bazı lokantalar gibi karanlıklı Lekeler bulunurdu konuşmalarında Herkes bir yerlere dayanmış, öyle dururdu Yüzyıllar kirli dururdu. Ve alkol Dökülürdü binlerce kuşun çığlığı gibi Sıkıntı kımıldardı: saat kaç? Yörünge bozulurdu Lekeler yer değiştirirdi: temmuzun ilk günleri Gibi birtakım lekeler Bir gider bir gelirdi Yani hiç bitmezdi ki temmuzun ilk günleri Kavgalar kavgaları eskitirdi. Ve bir de Armenak’ın, Diran’ın kendi oğlu olmadığı düşüncesine Bir sonsuz tortu bırakan Lekeler..

(Ey alkolden ölenler, büyük ölüler Ölümle yalnızlık arası O bilinmez ülkeyi şehvetle tüketenler!)

Ve Armenak’ın gene çok içtiği bir geceden sonra Bir pazar sabahı Genelev yakınlarında o falcı kadına rastlayıp Şapkasını ayaklarıyla ezdiği Ve neden ezdiği pek bilinmeyen Sonuna kadar sıktığı kravatını Ve neden sıktığı pek bilinmeyen Baba Armenak Sonra yanık kelebek renkli saçlarını Etine çok yakıştıran bir orospuyla Ölümün ekşi sarı kokusuna daldığı Baba Armenak’ın Ve ölüm bulununca kendine maskot yaptığı O topaz heykelciği koynundan çıkarıp Yüzüne tutaraktan ağlayıp bağırması Ölümün kansız rengine sığan Armenak’ın Gene bir insanın kansız, soğuk parlaklığından Yani bir ölüden, ölünün devinimsiz taşkınlığından Bir mağribi gibi kayıp da O topaz taşta Diran’ın Sarı bir kan gibi donuşup kalınlaşması.

Ölünün Armenak’la Armenak’la Diran’ın Diran’ın ölüyle sanki Bir kini, bir kuşkuyu şehvetle sanrıması.

(Ve neden koz gece olmalı. Ve ölü Bir denizin dengesiz ağırlığı Gibi sallantılı ve yoğun Bir yandan vurulunca bir yandan kalınlaşması Ölünün Gök bir kilise kavramı gibi alımlı, üstte Bir ışık demetiyle bir sürü yaratığı Sürüp de acıların üstüne Geri çekmesi onları Sonra bir makasın kana batmış parıltısı. Koz ölü Olmalı. Ve bütün kozlar ölü olmalı. Sonra? Kısa bir şey, bir yokluk Bir sürü ak köpeğin karlarda dolaşması.)

Bir yankı Yani bir olayın bir başka olayda Yeniden kazanılması Vartuhi, kısa saçlı Vartuhi Bir gece gözetlerken Lusin ile Diran’ı Ağzını dürbünleri gibi büyütüp küçülttüğü bir gece Neden sanki Stepan’ın onun sırtını okşayıp İncilin can alıcı bir yaprağını eline Küfürden bir dua gibi bırakması.

(Sanki bir kurgu mu bu, yepyeni bir olaya Bir ermiş mi yani Stepan ya da bir satranç ustası Yoksa bir insan mı yalnızca, kaçınılmaz bir önseziyi Yaşlı bir âşık gibi ustaca kullanması.)

Ve sonra Vartuhi’nin, kısa saçlı Vartuhi’nin Armenak’ın odasındaki yaldızlı aynayı kırıp da Kaçak Beyoğlu taşlarını sokağa fırlatması Ve işte gürültüde dinlenen Baba Armenak’ın Bir Budist rahibi gibi, çok dünyasız bir sesin Önünde hızlanaraktan kendine katlanması.

Ve Lusin Bembeyaz ağlaması Lusin’in, dokunulmamış Lusin’in Dokunan parmak uçlarına hep aynı Parmak uçlarıyla. Ve gözlerine Hep kendi gözleriyle bakan Lusin’in Saçlarını saçlarıyla yoklayan Orgların, ilahilerin Coşkusuyla tükenen ve yangınlaşan Ve durmadan kendini Bir tebeşirle çizer gibi karanlığına Stepan-Lusin-Stepan! O ceviz çekmecelerin kokuşunca Mumların ve bütün tırnak uçlarının Açlığınca avutan kendini (Bir ermiş mi yani Stepan ya da bir satranç ustası Ustalığınca kaydıran Bir dua artığı gibi kendine Lusin’i..)

Ve Lusin binlerce flaşla parlatılmış gibi Günlerce korunduktan sonra Bir gece yarısı:

LUSİN Günlerce korudum ben kendimi Konuşmak istiyorum artık Stepan Seninle konuşursam her şey aydınlanacak sanki.

STEPAN Beni güçlendiriyorsun Lusin. Ne var ki İstemiyorum güçlenmeyi ben. Daha doğrusu Bulunmuş bir eşyayım da sanki, örneğin Bir para cüzdanı, bir anahtar zinciri Ya da eski bir saat… her neyse Kullanıyorum kendimi bulduğum gibi.

LUSİN Bilmiyorum Stepan. Bildiğim bir şey varsa Öyle bir satranç taşının oyuncusuyla Çok zorlu bir durumda konuşması gibi Konuşmaya geldim seninle.

STEPAN Mutluydun. Dokunulmaz bir içgüdüyle Yaşıyordun ölümsüzlüğünü. Ve tanrı Yetiyordu sanırım bütün isteklerine.

LUSİN Yitirdim inançlarımı Stepan. Ve nasıl alabildiğine Sorumsuz dolaşırsa kan vücutta Bir yandan bir parçası olarak insanın Bir yandan büsbütün yabancı insana Giderek tanrıyı buldum ben de. Tanrıysa Yitirdi kesinliğini bir insan kılığında.

STEPAN Ve sonra dayanılmaz bir yalnızlığın altında İnsanları -gördün birden ve bütün kasvetleri Diyebilirim ki, kapatılmış bir özgürlük isteği seni Çekiverdi sanki odama.

LUSİN Bir özgürlük de değil bu, daha çok Bir özgürlük duygusu belki Bence bu duygunun bir karşılığı olmalı Tanrıya inandıkça tanrının olması gibi.

STEPAN Bilmem ki, nasıl anlaşırız bu durumda Çünkü ben mi yöneteceğim seni, yoksa Sen mi alacaksın buyruğuna beni Hiç değilse dengeyi kim sağlayacak Ayrıca böylesi bir denge gerekli mi, değil mi.

LUSİN Kopunca inancımdan, bir insan inancından kopunca Bir de yalnızsa böyle.. ve bu durumda Stepan Her şey artık insandır Denemek istiyorum bunu, anlıyor musun?

STEPAN Benim anladığım daha fazla bunlardan Bir konyak içer misin?

LUSİN Öyleyse şunu söylemek istiyorum kısaca Denemek istiyorum ben kadınlığımı da Kadınlığımı ve her şeyi Hiçbir şey ummadan. Akşamüstü kiliselerin Boşluğunda kaybolan Sinirli dualarla tanrıda olmak gibi Ya da bir esrime gibi, dayanılmaz bir mutluluk gibi..

STEPAN Peki, ya Diran?

LUSİN Diran’la bir ilgisi var mı sana gelmemin?

STEPAN Gerçi aldırdığım yok benim de Diran’a Ve benim hiçbir şeye aldırdığım yok, kurallara da Ama var ya, bir kadeh tutma biçimi gibi Ya da bir telefonu açınca Ne diyorsam karşımdakine örneğin Kurtarmak için bir durumu İşte ilk cümlede, her zaman Buna benzer bir şeyler söylemeliyim Ya Diran?

LUSİN Unutulmuş gibiyim ben. Ve insan Bir bakıma unutulmuş gibidir Bilmem ki, nasıl anlatmalı, yalnız bile değilim. Belki de yalnızlıktan Daha fazla bir şey bu Unuttum ben kendimi de Stepan.

STEPAN Kopunca kendimizden. Ve her şeyden biraz kopunca Bir güç olduğunu sanırız yalnızlığın Hatta bir bakıma övünürüz de onunla.

LUSİN Güçlüyüm belki de bunun için Unutmak, unutulmak, kim bilir Her bakımdan daha iyidir. Ve insan Bir gün yeniden tanıyabilir kendini. Bir umut! Ve umut değil mi bizi koruyan. Bu böyle olunca da Yeniden bir doğuşa hazırlanıyoruz demektir İnsan neyi daha çok özleyebilir. Ve neyi Daha çok isteyebilir bundan, bilmem ki

STEPAN Hep aynı çıkmazlara düşmek de var sonunda

LUSİN Ama ben yüceltmek istiyorum kendimi Etimi, her şeyimi, yeniden Yüceltmek istiyorum. Şimdi sorarım sana Bir aşkınlık değilse bu, kısa bir mutluluk olsun değilse Ya nedir?

STEPAN İstemek daha başka. Önce mutluluk Bir yer arar kendine boy atmak için Sonra bir hastalık gibi yayılır ondan ona Bana kalırsa Lusin, sen ki böyle tek başına Başarabilir misin bu işi?

LUSİN …………………………

STEPAN Elini verir misin, elini? Benim anladığımca sen Bir başına yüceltmek istiyorsun kendini Bu böyle olunca da, o zaman Şaşırma bir gün mutluluk yerine Daha hiç denenmemiş bir acıyla karşılaşırsan.

LUSİN Bir acıyla.. daha hiç denenmemiş!.

STEPAN Bak işte, en soylu isteklerle odama geliyorsun Ve düşün, insanlığının en alımlı katında Her şey bu kadar doğal, her şey bu kadar güzelken Sorarım, neden böyle yabancı kalıyorum sana?

LUSİN Bilemem ki Stepan..

STEPAN Bak Lusin, çünkü ben sevmiyorum kadınları Bu tuhaf alışkanlığı, bu gereksiz yakınlığı Sense bencillik diyeceksin buna. Ya da Bir zevk düşkünlüğü diyeceksin. Oysa hiçbiri değil..

LUSİN Peki, ya nedir?

STEPAN Olsa olsa bunca çıkmazı Sürdürmek benimkisi bir zevk biçiminde boyuna Ve yaratmak yeniden bütün iğrendiklerimi.

LUSİN Kaçınılmaz bir yalnızlık seninkisi. Ayrıca Katı, ilgisiz, iğreti…

STEPAN Ve diyebilirsin ki Lusin, soyu kalmamış hayvanlar gibi Öyle bir buz çağını yaşıyorum da İçkiyle aşıyorum, içkiyle çözüyorum bu cehennemi.

LUSİN Hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey istemeden gerçekte.

STEPAN Belki de bir bilinci yoğunlaştırıyorum böylece Doğarak acılarıma her an yeniden Ve kendini kanatan bir bıçak gibi işte.

LUSİN Anlıyorum Stepan, ne var ki, ben de Çıkmalı diyorum bu boğuntudan Bu yanlış orospuluktan, bilmiyorum Bana yardım edebilir misin? Daha doğrusu Bir yol gösteren değil, bir uğrak Olabilir misin bana?

STEPAN Sadece bir anlaşma! Ne çıkar anlaşsak da biz Ve bütün anlaşmaların dünyada Sanırım bir anlamı var: yok gibiyiz hepimiz.

LUSİN Öyleyse yalnız da değilsin sen. Ayrıca Tutsaksın yalnızlığına Stepan.

STEPAN Bunu yadsımıyorum ki Lusin. Yadsımıyorum da Demek istiyorum ki, sen de yalnızsın benim gibi Biz ikimiz de yalnızsak.. ve işte bu durumda İki kişilik bir yalnızlık olmaz mı bizimkisi? Yok sanki bir şey yapacak..

LUSİN Belki de var.. ama nasıl?

STEPAN Zorlasak mı acaba bizim olmayan Görünmez bir mutluluğun yollarını Her türlü acılarla yılmadan Savaşsak mı geleceği kurtarmak için Ama gelecek ne Lusin, bilmem ki Bilsem bile ne çıkar, o zaman da ben neyim?

LUSİN Düşündüm ben Stepan. Düşündüm daha önce de Diyorum bir geneleve gitmeli Hiç değilse bir karşıkoyma biçimi. Ve belki O yalanlardan, o yalan ilişkilerden Daha önemli bu, kim bilir

STEPAN Bence bu kurtuluş yolu değil. Gerçi her şeyin hakkını vermeli. Üstelik kaygılanmadan Ama bir tükenme duygusu, ölümsü bir yılgınlık da Olabilir seninkisi. Öyleyse karar vermeli Bir çözüm yolu mu bu, değil mi?

LUSİN Hep böyle baş eğmek mi? İstemiyorum bunu Stepan Düşmeli bir çirkinliğin içine. Ve yavaş yavaş Aşmalı çirkinliği.

STEPAN Bak Lusin, şu da var ki, genelevse gideceğin yer senin Zaten bir genelevde yaşıyor gibisin Her türlü çirkinliğin içinde Her türlü düşmanlığın, her türlü bencilliğin İçinde anlaşıyorsun vuruşaraktan Ve kırılaraktan durmadan Öyleyse bir kurtuluş bu mu? Bana kalırsa Ölümünü içinde taşıyan bir isyan.

LUSİN İsyandı tanrıya başkaldırmak da. Öyleyse Ben şimdi neye inanacağım Yalnızsam, beni yalnız bırakan Ve yalnız değilsem, kararsız bir yargıç olan Başkalarına mı? Yoksa kendime mi Stepan, ne dersin?

STEPAN Korkunçtur, bana kalırsa adımıza Hazırlanmış bir oyun var bizim Hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun Ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça Konuştukları dil de değişir Sonunda hiç anlaşamazlar. Öyle ki Bir zaman parçası içinde, bir durumun Değişmez akışında, tekdüze Kalırlar bir sıkıntı avcısı gibi Ve bir gün anlarlar ki, bir güç değildir artık yalnızlık Ve bunu anlayınca, işte o zaman Lusin Aşıvermek isterler bu zamanla durumu Koşarlar, koşarlar, tam sınıra gelince Sanki o tel örgülere yapışmış gibi Bir duman oluverirler ya da kaskatı Bir kömür parçası, bir ceset.. Nedir bu durumda insanın anlamı?

LUSİN Aşmalı bu durumu Stepan.

STEPAN Duymuyorum ben acılarımı. Ve yitirdim çoktan Yitirdim bütün karşıtlıkları. Ne umut Ne umutsuzluk, ne hiçbir şey Kurtaramaz varlığımı benim. Ve yoğun bir anlamsızlığın içinde Sanki renksiz, boyutsuz Ve göksüz, zamansız bir evrende Tek çıkar yol yaşamaksa Lusin Yaşıyorum ben de kaygısız Değişmez bir anlamsızlığı böylece.

LUSİN Yani bir çıkmazı sürdürüyorsun kısaca Bu yitiriş kendini, bu çöküş Sanki bir üstünlük duygusu veriyor sana

STEPAN Bense bir yalnızlık tarihini örüyorum ustaca. Ve gelecekteki Bir önseziyi kuruyorum şimdiden.

LUSİN Asıl iş bir sonuca varmakta.

STEPAN Varabilir misin?

LUSİN Öyleyse çok uzun bir yol bu doğrusu.

STEPAN Bir konyak daha içer misin?

LUSİN Ayrılalım Stepan, belki biz anlaşıyoruz ama İlkemiz ayrı yaşamak Ve ne varsa işte bu ayrılıkta.

STEPAN Adım Stepan, Lusin. Yani ben Bir satranç oyuncusu olamam

LUSİN Elini ver Stepan, ne de olsa bir anlaşmadır bu Belki de bir anlaşmadır.

IV (Bir insan yaşanmamışlığı bulunca Onu artık hiç kimse anlatamaz Kalır sonsuz gücünün buyruğunda Ve bütün kesinliklerin üstünde, yalnız Dolaşır bir ateşböceği gibi kendi aydınlığında).

Şimdi her yerden bakıyor gözleri. Ve bütün kaygılardan Sarkıyor bir yanık lekesi gibi Stepan Alkolden bir İsa gibi pencereye gerilmiş Elleri gökyüzünün katlarında Ve alkol korumakta onu. Ve zaman Çekmekte kıvrımlarını ağdırmak için Yalnızlığına Stepan’ı Bitmeyen bir insan yapmak için onu. Ve ortaklaşa Bir kasvet bağıntısına sığdırmak için Zaman Öyleyken direnmek istiyor Stepan: bir ilinti! Yani insandan bir İsa gibi arıyor Gittikçe daralan boşluğunda kendini.

(Sarı şey! bu dünyada ağrı var Ağrıdır unutulmak, korkular Çaresizlik bir ağrı Ve göğün sürüleri bu ağrıdan kopmuşlar Yeryüzü bundan böyle dağınık Ki ölüm bir kurtuluşsa ağrının baskısından Yalnızlık Bir kurtuluşsa.. Sarı şey! İnsan kendini korumaktan yorgun Ağrının gezegen yaratığı Stepan.)

Stepan, bir yağmurluğun yerini bulamamış hışırtısı Kullanılmış bir jilet yere düşüyor, o Bir konyak içer misin? Alıyor, işte Stepan Dilidir Stepan’ın “bir konyak içer misin?” Yani bir ölü gömme töreninden doğmuş olan Stepan’ın.

(Armenak’ın, Diran’ın babası sandığı birini Kumar oynarken vurduğu o gecenin Sabahında. Ve sessiz bir düşüncenin Kapatılmış bir acının yavaş yavaş yayıldığı Ve kutlar gibi bir rahatlığı ölünün Toprağa saldırdığı olağan bir vazgeçişle.. İşte böyle bir günün gecesinde Armenak’ın Topraksı bir titremeyle Vartuhi’ye sokulduğu Çiftleştiği ve… Sonra deliler gibi ağladığı bu gözyaşımsı döllenmeye.)

Armenak Düğmelerini parlatıyor şimdi. Ve Diran Bir Armenak’a bakıyor, bir de her şeye (Her şeyse, bu tek görünüşlü dünyamızdan Bir yer mi ayırmak oluyor kendimize Kim bilir..) Ve işte kapının yanında öyle Bir yer arıyor kendine Vartuhi Alkolden dürbünleriyle Aç, susuz bir böcek gibi kabuğuna çekilip Büsbütün yitmemek için.

(Ayrıca, bu durumda hepsi de Önce bir acıyla katılaşmak Sonra o acıdan çözülmek uyumunda belki de.)

VARTUHİ Ben demiştim, bir gün canımız sıkılacak Bu kadar sıkıntının içinde.

ARMENAK İyisi ne, biliyor musun, bir şakayı tekrarlayalım Hey, Diran! sen kuş olsana gene.

VARTUHİ Bırak Diran’ı canım Hani şu falcı kadını görünce şapkanı Nasıl ezdiğini ve sonra kravatını…

DİRAN Sahi bir şapka aldım ben tavşan tüyünden.

ARMENAK Haa, bildim, geçenlerde söylüyordun gene Üç aşağı beş yukarı Hep aynı biçimde söylüyorsun bir şapka aldığını.

VARTUHİ Şapkanı göstersene, şapkanı!

ARMENAK Diran, görelim şapkanı!

DİRAN Hey, Diran, şapkanı göstersene!

ARMENAK Olmadı, eğlenemiyoruz. Stepan! Katılsana sen de oyuna Ya da.. dur bakayım.. eğer istersen Kısa bir şiir okudu bize Stepan

VARTUHİ Boşuna yoruluyorsun, dinler mi hiç Stepan bizi Tam on yaşındaydı, hiç unutmam Biri dövmüştü onu, dudağı yarılmıştı Ve hatırlar mısın günlerce Dudağında gezdirmişti o kanı.

ARMENAK Vardıkça üstüne kanattıydı yeniden.

VARTUHİ İşte yıllarca böyle Kanadı durdu Stepan kendi renginde.

ARMENAK Önce bir kan biçiminde, önce bir kan biçiminde.

DİRAN Peki, ne zaman doğdu Stepan, kim inanır öleceğine?

ARMENAK Ölür mi hiç Stepan, nasılsa doğdu bir kere Bir konyak içer misin Stepan?

VARTUHİ Susuyor, küstürdünüz çocuğu Ver Stepan, bardağını doldurayım Aaa! sahi unuttum, bugün Stepan’ın doğum günü!

DİRAN Aman ne güzel, Stepan’ın doğum günü!

ARMENAK Bence kaldırmalı bu doğum günlerini İnsan bir yas gibi doğuyor yeniden.

DİRAN Öyleyse eğlenelim, vakit de geçmiyor zaten Kiliseye gidelim, kiliseye!

ARMENAK Yani geldiğin yere, öyle mi? Ne de olsa tanrı çocuğu, ne dersin buna Vartuhi?

VARTUHİ Hiiç! daha iyi bilirsin sen, kaçırmazsın çünkü cenaze törenlerini Yakınsındır din adamlarına bu yüzden Hele bir töreni oldukça incelikli Sen düzenlemiştin de hani..

ARMENAK Ben bilmem neyi daha iyi bildiğimi..

DİRAN Nazlanma canım, herkes bilir ne kumarbaz olduğunu senin.

VARTUHİ Ne yapsın, yalnızdı, vakit de geçmiyordu. Ne o, sen de mi yalnızsın Stepan?

DİRAN Doğrusu ben anlamam ama Bir türlü insan vardır, der Stepan Her yerde yalnız olan Bir türlü insan vardır.

ARMENAK Yok canım! hangimiz benziyoruz ki Stepan’a.

DİRAN Niye saklayayım, ben benzemek isterim bazan Stepan’a

ARMENAK Bence bir başka anlamı olmalı bu sözün.

DİRAN Bir türlü insan vardır, der Stepan Her zaman böyle der de.. ama siz isterseniz Dokunulmamış bir anlam yükleyin bu söze Deyin ki, Stepan her türlü kesinliğin üstünde Yaşarken bir yaşanmamışlığı.

ARMENAK Sen mi konuşuyorsun, Stepan mı?

DİRAN Bir türlü insan vardır, der Stepan.

VARTUHİ Neden anlaşamıyoruz öyleyse?

DİRAN Sahi, biz neden anlaşamıyoruz Stepan?

ARMENAK Benim iskambillerim nerde, bütün gün aradım durdum?

VARTUHİ Kiminle oynayacaksın?

ARMENAK Ha, sahi, unuttum, kiminle oynayacağım?

DİRAN Kendinle oyna, kendinle!

VARTUHİ Sıkıldım, çıkıyorum, canınız cehenneme Lusin’i bulurum belki.

ARMENAK Öyle ya, Lusin nerde?

DİRAN Kendinle oyna, kendinle!

ARMENAK Söyleyin, Lusin nerde?

STEPAN Bana kalırsa önce biz Yeni bir ad bulmalıyız Lusin’e.

VARTUHİ Doğrusu anlamadım.

STEPAN Bir kelime ya da bir simge Buluyormuş gibi çirkinliğimize.

ARMENAK Peki, ya Lusin nerde?

STEPAN Yok Lusin diye bir şey yeryüzünde Stepan da yok, Vartuhi de.

DİRAN Diran’la Armenak da yok öyleyse..

ARMENAK Ben varım. Ama örücü Nikolayla Piyano tamircisi İvanof Yok şimdi ikisi de Öldüler.. Biri içkiden öldü Biri de..

STEPAN Lusin mi nerde? gitti ya Lusin.

ARMENAK Nereye?

DİRAN Zaten her zaman Lusin İsterse biraz giderdi Bu kez de uzatmıştır azıcık Belki de Seyreder gibi vitrini Kalakalmıştır bir yerde.

VARTUHİ Peki elbiseleri nerde, şapkası?

ARMENAK Terlikleri nerde, terlikleri?

DİRAN Belki de atlayıp gitmiştir bir trene.

ARMENAK Terlikleri nerde, terlikleri? Kırmızı terlikleri, rugan terlikleri?

DİRAN Duruyor elbiseleri. Fildişi Tarağı da duruyor ve siyah El çantası ve hepsi.

ARMENAK Terlikleri nerde, terlikleri Uyuyan terlikleri, hiç uyumayan İç çeken, yalvaran, ağlayan geceleri?

VARTUHİ Hepiniz aptalsınız, canınız cehenneme Lusin’i bulurum belki Bulamam belki de Bulurum, bulurum Yok canım! bulamam ben Lusin’i Bulsam ne, bulmasam ne?

ARMENAK Hiç, sadece alışkanlık! Hey diran, bir şeyler söylesene!

DİRAN Uyumak istiyorum, hazırlanmalı geceye.

VARTUHİ Canınız cehenneme! Lusin’i bulurum belki.

STEPAN Hep gitmek biçiminde, hep gitmek biçiminde.

ARMENAK Benim iskambillerim nerde?

STEPAN Yok senin iskambillerin, yırtmıştın hani bir gece Çekmiştin esrarı da bütün gün Ben kralları, din adamlarını sevmem diye Yırtmıştın sonra onları.

ARMENAK Ha, sahi, unuttum, yırtmıştım ben onları.

VARTUHİ Sonra da korkmuştun, bütün gün bağırmıştın Ben cinayet işledim, ben cinayet işledim, diye.

STEPAN Unutmak biçiminde, unutmak biçiminde.

DİRAN Bu sabah vardı gazetelerde Bir öğrenci babasını zehirlemiş.

VARTUHİ Biri de intihar etmiş yepyeni bir usulle.

ARMENAK Sen niye ölmüyorsun? çirkinsin, üstelik de geveze Ya Diran niçin ölmüyor?

DİRAN Ben bayılırım cenaze törenlerine Üstelik çiçek de yaptıracağım senin için

VARTUHİ Biz ölümsüz aile.

STEPAN Ha şöyle! koro halinde, koro halinde!

ARMENAK Yok canım, üzülme sen de. Ona bir konyak Daha versenize Bari tadını çıkarsın ölümsüzlüğün.

DİRAN Yani biz küfürle mi anlaşıyoruz ne?

VARTUHİ Neden olmasın, elbette…

STEPAN Bence bir efsaneyiz biz, acılı, mutsuz Ve hayal gücüyle görünürüz sadece.

VARTUHİ Kapı mı çalınıyor ne? Aaa! bakın, Lusin geldi.

DİRAN Lusin mi geldi? Ne zaman? Desene, çoğalıyoruz gittikçe.

VARTUHİ Lusin, çok kaldın kilisede!

ARMENAK Yok canım! Lusin değil ki o, bence Adres soran biri olmalı. Değilse Bir şirketin satış memurudur.

DİRAN Belki de bir orospudur, birinden kaçıyordur..

VARTUHİ Belki de.. hiç böyle giyinir miydi Lusin Hem o kadar düşündüm ki onu ben Kim olsa biraz benzerdi Lusin’e.

STEPAN Ve herkes birbirine, ve herkes birbirine!

ARMENAK Bence bir şirketin satış memurudur.

DİRAN Ya da bir bankanın senedat servisinde..

VARTUHİ O kadar çoğaldı ki son günlerde Şu manikürcü kızlardan biri olmalı

ARMENAK Kim bilir, belki de gündelikçidir bir giyimevinde.

DİRAN Olsa olsa lüks otellerden birinde Asansörcüdür. Bütün gün bir aşağı bir yukarı Çene çalıyordur müşterilerle.

STEPAN Gel Lusin! ta kendisi o Lusin’in.

DİRAN Al bakalım, Stepan’ı içki vurdu gene.

ARMENAK Hey Stepan! canın mı sıkılıyor ne?

DİRAN Stepan sevgi gösterisinde..

ARMENAK Biz sahi neden sevmiyoruz birbirimizi?

VARTUHİ Alıştı sevmemeye.

DİRAN Bakın şu ellerine, hiç Lusin olabilir mi o?

LUSİN Ama ben Lusin’im işte Şöyle bir uğrayayım dedim geçerken.

ARMENAK Ne dersin Stepan, çok mu kaçırdık yine?

STEPAN Yok canım, ne kaçırması, Lusin değil ki o!

DİRAN Sen değil miydin, o Lusin’dir, diyen az önce?

STEPAN O zaman biraz Lusin’di, şimdi değil.

ARMENAK Benim iskambillerim nerde?

STEPAN Geri dönmüş gibiydi, Lusin’di o zaman elbette.

VARTUHİ Canınız cehenneme! işte ben gidiyorum.

DİRAN Ee! gideceksen git sen de..

STEPAN Yani bir anlamda elbette Lusin değil.

DİRAN Kim kime benziyor, kim kimin biçiminde?

ARMENAK Peki, Stepan nerde?

DİRAN Hay allah! unuttum gene, Stepan da kim?

VARTUHİ Adımı söylesenize, adımı!

ARMENAK Adını bilmem ama, seni ben Birine benzetiyorum, birine.

STEPAN Olmaz ki, işi çok karıştırdık.

VARTUHİ Yeniden tanışalım öyleyse. İşte ben Vartuhiyim!

DİRAN Sen Vartuhi olunca.. Diranım ben de.

ARMENAK Diyelim ben de Armenakım Kim kalıyor şimdi geriye?

LUSİN Lusin’le Stepan kalıyor. Bense Lusin olduğuma göre..

STEPAN Tek aday kalıyor Stepan’ın kimliğine.

ARMENAK Benim iskambillerim nerde?

VARTUHİ Şimdi de fal mı açacaksın?

DİRAN Hadi kuş gibi öteyim. Kanarya ya da iskete Gibi öteyim, eğer isterseniz Ve Stepan isterse Lusin de isterse, madem ki Lusinim, diyor..

VARTUHİ Değişsene üstünü Lusin!

DİRAN Bir şeyler okusana İncilden “Ey kardeşler, size muştularım, ve…”

ARMENAK Bana bir konyak versene Lusin!

STEPAN İyi geceler!

LUSİN Her şey aynı her yerde.

V

Ufacık meyhaneler vardı daracık sokaklarda Baba Armenak içerdi.

(İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim Neyi Sen, tanrıtanımaz kalabalık, büyük ağlamak Dengesiz yokluk Yerini bulamamak Seni mi, neyi?

Bir akşamüstü kıyılara çıkmıştık, şöyle bir durmak ne güzeldi Bir pencere açıldı Bir bardak ekşi erik rakısı içildi Sanki bir defaya mahsus olmak üzere dünyaya bakıldı Sonra Balkonlar eski rengine boyandı ve güneş gözlükleri Çıkarıldı Yeryüzü anlatıldı, dinledik Karışık olduk bir süre. Gözlerimizi Sallantılı bir denize bırakır gibi içimize bıraktık Sandallar bir yükü boşalttılar yani Bir kenti boşalttılar, ev içlerinin Karışık, durmaz halini.

Sonsuzduk. Bir sonsuz adam denirse bize Ve çılgın bir gemicinin diliyle söylersek Küçücük bir seren direğinden kocaman Dünyamız görünürdü.

Sonra her şey birdenbire çirkin, birdenbire çirkin, birdenbire Çirkindi Bozuldu bir akşamüstü kıyılara çıkmak çünkü Eller bir soğuk el resmine girip dondular Ay çürüdü Her şey bir hizada kaldı, bütün eşyaları kaldırdılar O kaldı Bir o kaldı: gelişen korku.

Yani kutsal kitaplardaki değil ve çağdaş felsefedeki Seçkin bir dili abartırkenki görkemli Bir korku değil Değil de, ne Romalı bir köleninki Ne engizisyon mahkemelerindeki, ne de Barışsever bir Yahudinin Avlanırken duyduğu Bir korku da değil bu Ve bütün insan avlarında duyulan Konuşmaya ya da telaşlanmaya Hiç mi hiç vakit bırakmadan Tüyler, anılar bir daha yaşasın, bırakmadan Kocaman bir “vur!” sesi Var ya O bile değil.

Gelişen bir korku bu yalnız Umudu, umutsuzluğu Bir anlama getiren Anlamsız bir soy olma korkusu.

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim Neyi Yalnız kaldık, yalnızlığımız bizim çok büyüdü Dünya ayaklarımızdaydı galiba. Ellerimiz Acılı bir şekilde gökyüzüne takılı Ve nasıl benziyordu her şey ki baktığımız Bir cambazhanenin kurumuş bir çıkartma gibi Serili her şeyine İşte burda diyebiliriz ki bay yargıç İçmek bize yepyeni bir iyilikçilikti Öyleydi Size günlerimizi gösterelim, gecelerimizi Yırtıcı kuşlarımızı ve örümceklerimizi Didik didik edildiğini gövdemizin bay yargıç Ah öyle değil İçmek, içmek, içmek! ne anlama gelirdi Getiren cehennemini birlikte Baş eğmez, ama yılgın bizleri Cezalandıran Yapayalnız kalmaktaki eylemimizi Suçlayan bir şeydi alkol Öyleydi. Ve yaşam söylemekti bay yargıç Bilip de söyleyemediklerimizi Eski bir umut kadar eskidik. Ve eski Yaralarımızı gösterelim size, çürüklerimizi

Koparılmış tırnaklarımızı bay yargıç O soğuk karanlıklardan soğuk Artakalan gözlerimizi Ah öyle değil Çünkü eski bir toplumbilimdi yargılanmak Ve eski Bir cehennemi uygulamaktı bizlere Baş eğmez, ama yorgun bizlere.

İçmek! şimdi hep birden neyi deneyelim Neyi Yangınsız, cehennemsiz Bir ölüm mü kalıyor sanki geriye Ve ölüm ki nedir bay yargıç Çok garip bir şekilde kirlenmenin Adıdır ölüm Sonra soğuk ve eski Ve sonsuz bir dilekçenin Altındaki pullar gibidir İmzası görünmezse de çürümüş iskeletlerimizin.)

Herkes biraz olsun içerdi. Kapı açılınca zil sesleri Gibi her türlü acıların hep birden delirdiği Oralarda içerdi Stepan evde içerdi. Vartuhi Çantasında taşıdığı dürbünsü bir şişeden Değişmesi bitince hep yeniden içerdi Lusin de içerdi de.. nasıl anlatmalı Bulanık bir dünyanın içinde

Düşe kalka içerdi Ve gündüzler olurdu sonra geceler Geceler gündüzlere girerdi Çiçekler getirirlerdi, hiçbir şeyden yapılmamış çiçekler Bırakır gibi bir mezarın üstüne Bırakır giderlerdi Adı geçerdi birinin, hiç olmayan birinin Sonra adı olmayan bir ülkeye giderdi Zamanlar birbirine girerdi. Koz gece.

(Ve cinayet gecesi Baba Armenak Yağan yağmurun altında, asfaltta Ölü bir tilkiyi hatırlıyor Herkesin ölü bir şeyi vardır. Ölüler çoğaldıkça Artık hiçbir şey ölemez. Ve bu yüzden olacak Armenak ölümü tanımıyor Yollar var arasında ölümle Aşamaz o yolları. Aşmak için Hiçbir şey yapamaz Armenak Stepan da öyle Bunlar ne zaman ölecekler, bilinmez Bak Lusin ölebilir şimdilik Diran da, Vartuhi de Ve Lusin ölmeyebilir de.. Sarı şey Ölüm.)

Peki bu yuvarlak masalar da ne, karanlık örtüler Upuzun her yerleriyle hiç alışmadıkları Bir dünyaya sarkıtılmış bu insanlar da ne Sonra bu gürültü de ne. Bu adam Neye uzanıyor böyle, anlamıyorum. Birini mi kaldırıyor yerden. Ve niçin Onu kaldırınca kendisi Düşüyor da yere, öteki Onu kaldırıyor sonra, anlamıyorum Bir tekdüzelik, bir ilinti Bir ayakta durma biçimi belki Belki de..

Her neyse, benim ellerimse bunlar, iskambillerim nerde O sahi Lusin’di de ben tanımadım mı Stepan! korkunç yalnızlık Stepan! Oğlanlarla kapanıp bir yerlere günlerce Sapsan dudakları ve yağlanmış teniyle Çıkagelmesi bir gün. Ve nasıl Nefretin en çağdaş biçimiyle Bir şeyler çözülüyor, bir şeyler yıkılıyor, anlıyorum Öyleyse Sayılar neden böyle yumuşak Neden hiç kimseler konuşmuyor Ben neden yalnızım?

Benim eski bir gramofonum vardı, nerede Plaklarım da vardı Ben sessiz filmlere giderdim, nerede Bilardo oynardım, kırmızı top Çarpa çarpa büyürdü caddelerde Kadınlar bana bakardı. O zaman Beyaz Ruslar vardı Ve korkunç çalgılar vardı meyhanelerde

Örücü Nikolanın evi vardı, kendi yaptığı votkaları Vardı Nikolanın. Paskalyada Çörekler alırdı bize Nikola. O zaman ne güzel yağmurlar da yağardı Saçak altları ne güzeldi. Biri kapıyı açardı Eski resimler çıkardı, resim resim kokardı onlar Bir sürü terlikler çıkardı sonra, bahçe kapıları çıkardı Üst üste odalar, saatler, yüzük kutuları Kolonya şişeleri, örtüler, daha bir sürü şeyler Hep durmadan çıkardı İpekli kumaşlar başka türlü alınırdı. Kadınlar Kapıları başka türlü açarlardı Nikola, bir de Nikolanın arkadaşı İvanof Piyano tamircisi İvanofla birlikte Rakılar içerdik. Benim karışık işlerim olurdu Nikola takılırdı bana. Gerçekte fena adamlardık Kadınlar kapıları başka türlü açarlardı gene de Yumuşak sesler çıkarırlardı. Yatakları tertemizdi Sahi ben Hera’yı sevmiştim bir ara Şu manikürcü Alman kadını Kim bilir nereye gitti. Ben Armenak İmzasını şöyle şöyle atan Armenak Ve mektup yazardım. O zaman genç kızların ipekli şemsiyeleri vardı Ben Armenak Kaç yaşında olmalıyım.

İçsem mi biraz daha, içmesem mi Ne diyordu İvanof, sen ne kadar içsen de İçmedin bir gün bile

Nerde şimdi İvanof Saklanıyordur ölümde Kim bilir, belki de bir piyano olmuştur İvanof Nikola dikiş iğnesi olmuştur Yani insan ister istemez Bir şey oluyor ölünce Ben iskambil olacağım. Koz kupa olacak gene Piyano, iskambil ve iğne Ben Armenak Vartuhi’nin kocası Vartuhi O da mineli yahut sedef Bir dürbün olacaktır elbette Sahi ne yapıyordur şimdi Vartuhi Stepan Ya ne yapıyordur Diran Lusin ne yapıyordur. Lusin kim bilir nerde Herkes kim bilir nerde İçsem mi bir kadeh daha, içmesem mi Ne diyordu İvanof Ölümüne saklanan İvanof Sen ne kadar içsen de İçmedin bir gün bile.

Ben şimdi ne yapacağım.

VI

(Saat kim bilir kaç olmalı. Belki Her türlü saatlerin hep birden Tanımsız bir yeri gösterdiği Bir saat olmalı ki..

Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyiz Herkesin, ama herkesin yanılıp bir yerlere gittiği Bir cümlede durmuş gibiyiz Ki bütün mektupların, telgrafların Durmadan yanlış verildiği Sapsarı bir cümlede ve geniş.)

Telefonlar kesildi evrendeyiz Stepan Alkolün yaslı çocuğu Denizden bir İsa gibi kaybolan Kendi denizlerinde.

Bir konyak içer misin? Alıyor, işte Stepan Adıdır Stepan’ın “Bir Konyak İçer misin” Susuyor Niye susuyor, yok mu bir alacağı dünyadan?

(Sarı bir şey oluyordu bir akşam Issız gökyüzünün içinde Sarı bir şey! Bu nasıl bir anlamdır ki, elinde Bitmez tükenmez duvar kâğıtları taşıyan Bir adam Bir zaman dışı işçisi belki Ya da bir kasvet tanrısı tarafından Gönderilmiş bir haberci Telaşsız elleriyle dünyayı yorgunlaştıran.

Ve duvar kâğıtları kaplanınca gökyüzüne Tam o zaman Sarı bir şey yapıyorduk herbirimiz Bir ölüm habercisi gibi kendimize Sarı bir iğrentiyle ve sarı Çılgınlığımızla buluşan Bir intihar sonrası gibi ıssız Sapsarı yüreklerimize.)

Saklıyız. Biri mi geziniyor dünyada ne Yok canım, bize öyle geliyor Peki, bu ayak sesleri Merdivenleri çıkıyor Diran Yani yaşıyor olmak Yaşamakla bağdaşamaz bazen.

(Çok telaşlı bir şeyleri durmadan yaşamaktan Yılgınız Ve “ne yapsak” bizim yüzümüzdür Yaşlıyız kullanmaktan Kadınların aramızda olmadığı saatler Gibi soğuk uçlu ve kaba Ve inatçı bir keder tanrısı tarafından Çekilmiştir sayısız Arkamızda duvar kâğıtları, fotoğraflarımız.

Olmayan insanlarız. Üstelik olmamaya Tanığız, kararlıyız. Sanki bir hayat komasından çıktık da Görünsün istiyoruz yeniden Hep aynı biçimde yeniden Yeniden, yeniden, yeniden çıldırdığımız.)

Hayat ölüm istiyor, bozgundayız Vartuhi Bir karanlıktan bir başka karanlığa Bir karanlık gibi geçen Vartuhi Ölüme dalmış gibi. Ölüme Saplı bir bıçak gibi Armenak Kara bir çılgınlığın dünyaya uzarkenki O ilkel biçiminde.

(Çılgın! şimdi bir çılgınlığı anlamanın Vazgeçilmez kendisi olmalı Kötü bir akşamüstüne uzatılmış ayak parmaklarının Ağır ve güneşsiz sallantısında Uykulardan vurulmuş o acaip kuşlarla Kansız ve zararsız kuşlarla Hiçbir anlama gelmeyen kuşlarla. Sonra Çok uzun bir bıçağın kaçınılmaz ölümsüzlüğü Bir kaktüs suyunun rahimsi yoğunluğunda Ve mezarların ki kustuğu, gebe kalmış toprağın Kustuğu yalnızlığa Bitmeyen yalnızlığa, gelişen yalnızlığa Çılgın Yani bir çılgınlığı anlamanın Vazgeçilmez kendisi Hangi hoş kokulu zamanların, acıyla unutulmuş Çağların katı bilinci Ve taşlar arasına sıkışmış parlak taşların Bir konyak ağırlığınca neyi ateşlediği Gibi Güçlü ve yılgın.

Ey boşluksu beline asılmış tabancanla Sen, bütün imgelerin yolunu değiştirdiğin Sayısız değiştirdiğin yeryüzü eşyalarını Az bulunur bir çirkinlikle ve hızla Ve günler yarattığın korkunç ve kaba Ve yanmış alkollerin, sınırsız alkollerin Kimseyi sokmadığın o taşkın havasında Ve ölüm sonrası bir yaratık gibi kendini Yaşamaya zorladığın kurşunla Sen Çılgın Yani bir çılgınlığı anlamanın Çağdaş ve seyircisiz tanrısı Günüyüz, görkemiyiz bir seni kutlamanın.)

Şiirlerin yavaş yavaş bittiği saatler Bir çocuk yüzünün, bir sokak isminin, bir kitap sayfasının Bittiği ve uzantısını geri çektiği saattler.

(Bir şeyiz Kaçınılmaz ölü saatler içindeki Kimse artık bir şey için daha fazla bir şey söyleyemez Yaşadıklarımızı ancak toplarız. Dünyadan Hiçbir şeysiz ancak çıkarız Ki biz öldük diye yapılır bütün işlemler arkamızdan Susarız, katlanırız Uçsuz bucaksız rengini alırız bir daha hiç konuşmamanın Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.

Arkamızdan biraz olsun gülerler Gülsünler! bu bizim boş bulunup onlara yakalandığımız Onların günübirlik yaşadıklarına Yeni doğmuş gözleriyle kaygısız Biz ki işte kendimizi ancak toplarız Son kadehlerimizi ancak içeriz. Sigara paketlerimizi Ceplerimize koyarız Kapılardan ancak çıkarız. Masalarda Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.

Ve kalır kahverengi saatler, hiç bilinmeyenler Bir çağı gerdiğimiz, süresiz kanattığımız Kalır elbette bunlar, daha fazla değil Ve soğuk dünyamızda yanıtsız kaldığımız Sonra işte acılarımızı ancak toplarız Şehirlerimizden ancak çıkarız. Boş sokaklarda Evlerde, tezgâhlarda ve bütün olağanlıklarda Sorularımız ancak kalır, sıkıntılarımız.)

VII

Ve onlar ceninler gibi orada. Öyle bir rahim çıplaklığına Uzatılmış bir ışıkla buruşmuşlar gibi Çok ağır bir tabutu kaldırıyorlar gibi arada Elleri üzerinde. Ve boşluk yalpalayınca Ve dünya kımıldayınca biraz. Dünya Yanıtsız bir eşya gibi. Sonra?

(Sonra o geçite, aşağıya Bir krizantem giyinip yapraklarını Düşüyor sanki işitilmedik bir güçle Ölümsü bir delirgenlikle, katı ve soğuk Ve değişmez bir yolcu biçiminde. Atışı bitirilmeye Zorlanan bir yürekle, gün iskeletinden O sonsuz efsaneye, geceye Ve bir çiçek olmada varlaşarak Düşüyor kan görmemiş taşlara Stepan, Vartuhi, Armenak Diran ve Lusin Yani o altın tüveycin etkisine koşarak Sonu gelmez bir durumun Sonu gelmez kapılarını açarak İniyor kantanımaz taşlara Lusin ile Vartuhi Diran ile Armenak.

Belki arasıra o yorgun Bedeviler geçiyorsa pasajdan Stepan, Stepan! Olsa olsa Stepan.)


Edip Cansever

HRANT DİNK: KENDİMİ KERTENKELE ABDULLAH GİBİ HİSSEDİYORUM, SÜRÜNGENLİK İŞTE!

Kertenkele Abdullah

Yıl 1918, Süphan Dağı’nın eteklerinde bir köy. Zor kaçmıştı olan bitenden. Dar sığınmıştı Pelteklerden İsmail’in köyüne. Herkeslerin herkeslerden kaçtığı, herkeslerin birbirinin çaresizliğine sarıldığı yıllardı. Karışmıştı köylünün arasına, yaşayıp gidiyordu işte…

Zararsızdı da Allah için. Ağılın bir köşesinde yuvalandığı karanlık sığınak, örme duvardaki iki taş arasındaki ince yarık kadardı sanki. Hani kertenkeleler olur ya o aralıkların ağzında… Hani bir ses duyarlar da birden dalarlar yarığa… Tam öyle işte. Gizlenerekten yaşar giderdi. Arada bir gün yüzüne çıkar, yüreği insaf tutanların yanına varır, harmanın ucundan tutar, dökebildiği kadar ter döker, iki dilim ekmek yer, sığınağına geri dönerdi. Toprağın kan kustuğu zamandı, her bir gayret accığ daha yaşamak içindi. Köylünün yanında yeni adı Abdullah’tı…

‘Allah’ın gönderdiği’. Allah’ın unuttuğu bir delikte yaşayıp gidiyordu işte. Ta ki Pelteklerden İsmail’in sondan üçüncü oğlu Memo duvar dibinde Abdullah’ı işerken görene kadar. Eğilmiş, ferfecir gözlerini dipten Abdullah’ın ‘it ölüsü’ çüküne dikmiş, hınzır hınzır kıkırdıyordu. Zıplamasıylan bağıra bağıra koşması bir oldu. ‘Koşun laaan’ diye bağırıyordu. ‘Koşun laaan koşun, Abdullah’a bakın, vallah görmişem, onunki kabuklu, onunki kabuklu!..’

Derler ki, Abdullah’ın duvarın dibinden ağıldaki sığınağına kaçışı tıpkı bir kertenkelenin kaçışı gibiydi… Az sonra ağıla taşlar yağmaya başladı. Çoluğu çocuğu, genci yaşlısı toplanmış ağılı taşlıyorlar, ‘çık ulan gâvur, kim olduğunu anladık, çık dışarı’ diye bağırıyorlardı. Bir süre sonra bağırışlar yakınlaştı, ayak seslerine dönüştü. Ağılın kapısı açıldı. İlk giren her daim Abdullah’ı korumuş olan Pelteklerin İsmail oldu, ardından da öbürleri. İsmail ardındakileri durdurdu, bir adım öne atıldı. ‘Nerdesin lo Abdullah, gel ki seni kurtaram, uzat elini.’ İsmail’in eli Abdullah’ın uzattığı ele değdi değmesine ama, birden irkilerek geri çekti. Uzattığı kanlı bir deri parçasıydı. İsmail ardındakilere döndü.

‘Hadin lan, bırakın garibi, çıkıyoruz.’ Rahat kodular ondan kelli sünnetli Abdullah’ı… Dokunmadılar bir daha. Çocukluğunda kertenkele avlayanlarınız bilir. Uzanıp tuttuğunuzda kuyruğu kalır elinizde. Yıl 2004, Yeniçağ “Ermeniye bak” diye manşet atmış. Birileri yine kertenkele avına çıkmış besbelli. Ve ben şimdi –yanlış değerlendirilmesin, ürktüğümden ya da sindiğimden değil elbet– kendimi ‘Kertenkele Abdullah’ gibi hissediyorum, iyi mi? Mazur görün, sürüngenlik işte!

Hrant Dink 11 Ekim 2004 

ALİ YILDIZ, ŞEHRİ HAKKİKAT ALBÜMÜ: “AŞK DEĞİL MİDİR BENİ DERDE DÜŞÜREN?”

“Şehr-i Hakikat albümü ilk albümüm ve yaşadığım coğrafyada Maraş Sinemmili Alxas ve Elbistan toprakları kutsal topraklar olarak bilinir ve bu coğrafyanın bir diğer yanı hakikatcilik geleneğine sahiptir bu konuda babam ve dedem (Tacım Baba ve Murtaza Yıldız) dan çok esinlendim ve ayrıca babamın hakikatçi olması beni baya bu yolda hizmet için etkilemiştir.Babamın nefesinde hakikat şehri adlı eseri de şöyle der; “hakikat şehrine girip gezmenın inceden inceye yolları vardır” diye sözlerinde yer alır. Bundan feyz alarak albümün ismini Şehr-i Hakikat olarak yaptık ve bu albümü yaparken başta babam Tacim Baba dan yani demek gerekirse deryayı umman deyim çok katkısı oldu gerek söz müzik gerek albümde nefesleriyle albümüme mihman oldu. Yani zaten genlerimizde taşıyoruz bu geleneği ve çocukluktan beri bu toprakları karış karış gezdim muhabbetlere katıldım gerek dedeler gerek ise hakikatçileri dinledim kayıt altına aldım ve arşivledim ama hep onların emeklerini icra etmek için gayret ettim iki telli curam ve diğer ismi olan Telli Kuran ile 8 ay bir süreç içerisinde cura ruzba ile geleneksel naçizane bir albüm yaptık. Yani ömrüm kafi gelirse devamını da yapmak isterim. Tabiki hiç özden ayrılmamak şartıyla yani yola hizmet ettiysek ne mutlu bana.”

Sonraki parçaya geçmek için >|  parça seçmek için [>] işaretine basınız. Elbistan’lı Hakkikat çizgisinin önemli ozanlarından Tacim Yıldız’ın oğlu Ali Yıldız’ın Şehri Hakkikat isimli albümü 16 eserden oluşuyor. Albümde Kürtçe ve Türkçe Maraş yöresine ait eserlerin yanı sıra Hakikatçi çizgiyi temsilden deyişlerde yer alıyor. Ali Yıldız – Hakikât Şehrine

GUSTAV JUNG’UN RAVENNA VE ROMA GEZİSİ: ANTİK ÇAĞ TÜM GÖRKEMİ VE ACIMASIZLIĞIYLA CANLILIĞINI SÜRDÜRÜYOR

Geziler

1913 yılında Ravenna’ya ilk gidişimde, Galla Placidia’nın (doğumu, 450) mezarı bana çok anlamlı ve büyüleyici gelmişti. Yirmi yıl sonra ikinci kez gittiğimde de aynı duygular içindeydim. Mezarın başında beni gene o garip ruh hali sardı ve çok duygulandım. Bir arkadaşımla beraberdim. Mezardan Ortodoks Vaftizhanesi’ne gittik.

Orada ilk gözüme çarpan şey, odayı dolduran solgun, mavi bir ışık oldu ama bu ışığın üzerinde durmadım. Nereden geldiğine de bakmadım. İlk gidişimde gördüğümü sandığım pencerelerin yerinde tümüyle unuttuğum dört tane olağanüstü güzellikte fresk olduğunu görünce biraz şaşırdım. Belleğimin beni bu denli yanıltmasına canım sıkıldı. Güneye bakan mozaik Ürdün’deki vaftizi, kuzeydeki de İsrail çocuklarının Kızıldeniz’i aşmalarını betimliyordu. Doğudaki üçüncüsünün nasıl olduğunu anımsayamıyorum. Sanırım, Naaman’ın Ürdün’de cüzamdan iyileşmesini gösteriyordu. Bendeki Mecdelli Meryem İncili’nde, o mozaiğe çok benzeyen bir resim vardır. Batı’ya bakan mozaik en etkileyici olandı. En son ona baktık. Dalgalar arasında çırpınan Petrus’a elini uzatan İsa’yı betimliyordu. Aşağı yukarı yirmi dakika, o mozaiğin önünde durup vaftizin kökeni ve özellikle de, arkaik bir inanışa göre vaftizin ölüm tehlikesiyle ilk karşılaşma sayıldığını ve bu nedenle, doğumun ve ölümün arketipsel ifadeleri olduğundan söz ettik. İlk vaftizlerde, boğulma tehlikesini ifade etmek için bebek iyice suyun içine batırılırmış.

Bugüne dek, boğulmak üzere olan Petrus’u unutmadım. Denizin mavisi, mozaik parçalarının her biri ve Petrus’la İsa’nın ağzından çıkan sözleri betimleyen yazılar, tümü en ince ayrıntısına kadar gözümün önünde. Yazıları çözmeye çalışmıştım. Vaftizhane’den sonra, mozaiklerin resimlerini almak için Alinari’ye gittik ama bulamadık. Kısa bir gezi olduğu için zamanım kısıtlıydı. Zürich’ten sipariş etmeye karar verdim.

Eve döndükten sonra, Ravenna’ya giden bir tanıdığa, resimleri betimledim ve getirmesini rica ettim ama resimleri getiremedi çünkü orada öyle mozaikler yokmuş. O günlerde, bir seminerde vaftiz kavramını anlatırken, Ortodoks Vaftizhanesi’nde gördüğüm mozaiklerden de söz etmiştim. Resimler bugün bile gözümün önünde. Vaftizhane’de beraber olduğum kadın arkadaş uzun bir süre, “gözleriyle gördüğü” mozaiklerin orada olmadığına inanamadı. Bildiğimiz gibi, iki insanın aynı anda aynı şeyi gördüklerini saptamak zordur. Oysa o olayla, her ikimizin de en azından anahatlarıyla aynı şeyi gördüğümüzü kanıtladım.

Ravenna’da yaşadığım bu olay, başıma gelen en garip olaylardan biridir. İmparatoriçe Galla Placidia’nın öyküsünde yer alan bir olaydaki mavi ışık oraya yansımış olabilir. Bizans’tan Ravenna’ya giderken çok şiddetli bir kış fırtınasına yakalanmış. Sağ kalırsa bir kilise yaptırıp içinde fırtınanın tehlikelerini betimleyeceğine söz vermiş ve sözünü tutarak Ravenna’daki San Giovanni Bazilikası’nı yaptırmış; ama bazilika, Ortaçağ’ın başlarında, içindeki mozaiklerle birlikte yanıp kül olmuş. Milano’daki Ambrosiana’da, Galla Placidia’yi teknenin içinde betimleyen bir sahne hâlâ duruyor.

İlk gezimde bile Galla Placidia beni çok etkilemişti. Böylesine çok kültürlü ve kaprisli bir kadının barbar bir prensle nasıl yaşadığına şaşmıştım. Mezarı bana ondan kalan son şey olduğu için, onun kişiliğine ulaşabileceğim bir yer gibi gelmişti. Kaderi ve tüm varlığı benim için hâlâ canlıydı. Coşkulu yapısı, anima’ma çok uygun düşüyordu.

Bir erkeğin anima’sının çok güçlü bir tarihsel niteliği vardır. Bilinçdışının sözcüsü olarak tarihöncesi dönemlere gider, geçmişin içerdiklerini somutlaştırır ve bireye tarihöncesi dönemlerle ilgili bilmesi gerekenleri sağlar. Anima, bireyin, geçmiş ve o anda içinde canlı olan yaşamının tümüdür. Onun yanında ben, ne geçmişi ne de geleceği olan, hiçlikten yeni fırlamış bir barbar gibi kalırım.

Anima’yla karşılaşmam sırasında, mozaiklerde betimlenen tehlikelerden biri, az kalsın beni de yakalıyordu. Boğulacaktım. İsa’yı yardıma çağıran Petrus’un başına gelen benim de başıma geliyordu. Kaderim Firavun’un ordularının kaderiyle aynı olacaktı. Petrus gibi ben de, hiçbir yerime bir şey olmadan kurtuldum ve bilinçdışımın içeriğinin bütünleşmesi kişiliğimin tamamlanmasına önemli bir katkıda bulundu. Birey, daha önceden beri kendisinde bulunan bilinçdışının içeriğini bilinciyle birleştirdiğinde, içinde olup bitenleri sözcüklere dökmek olanaksızdır. Bu durum yalnızca yaşanır ama tartışılamaz, çünkü çok öznel bir olaydır. Her birimizin kendimizin nasıl olduğuyla ilgili bir yargımız var ve bu gerçekten kuşku duymak ne anlamlı ne de olası. Başkalarına verdiğimiz izlenimler de tartışılamaz. Bildiğimiz kadarıyla, tüm bu izlenimleri ve görüşleri eleyecek daha üst düzeyde bir yetkili yok. Kişiliğin bütünleşmesine dayanan bir değişiklik olup olmadığı ya da bu değişikliğin ne olduğu kişisel yargıya bağlıdır. Bilimsel açıdan doğrulanabilmesi olanaksız olduğu için, dünyadaki saptanmış ve yerleşmiş görüşlere katılamamasına karşın, yaşanması ve sonuçları çok önemlidir. Gerçekçi psikoterapistlerin ve psikologların bu tür gerçekleri göz ardı etmemeleri gerekir.

Ravenna’da yaşadıklarımdan sonra, dışsal bir şeyin içsel gibi görünebileceği ya da bunun tam tersinin olabileceğini anladım. Vaftizhane’nin duvarlarının, o duvarlar kadar gerçek görünen başka bir görüntüyle örtülmüş olması gerekir. O anda hangisi gerçekti? Duvarlar mı, yoksa imge mi?

Bu ilk kez benim başıma gelmiyor. Böyle bir durumla karşılaştığımızda, onu okuduğumuz ya da duyduğumuz bir şeyden çok daha gerçek diye algılamak zorunda kalırız. Bu tür olayları duyduğumuzda da gizemi açıklayacak bir sürü neden bulmaya çalışırız. Bilinçdışıyla ilgili kuramlar üretmeden önce, bilinçdışıyla ilgili daha pek çok şey yaşamamız gerektiğine inanıyorum.

Yaşamım boyunca çok seyahat ettim. Roma’yı da görmek isterdim ama kentin üzerimde yapacağı etkiyi kaldıramayacağımı düşündüğüm için gitmedim. Pompei’de gördüklerim yetti de arttı bile. Orada gördüklerim, neredeyse algılama gücümün üzerindeydi. Pompei’ye ilk kez gitmemin nedeni, 1910-1913 yılları arasında yaptığım Antik Çağ’ın psikolojisiyle ilgili çalışmalarımın, o çağla ilgili az da olsa bir iç görüş kazanmamı gerektirmeleriydi. 1917 yılında Cenova’dan Napoli’ye gemiyle giderken Roma’nın enlemine yaklaştığımızda küpeşteye dayanıp uzaklara daldım. İşte Roma orada, uzaklardaydı! Avrupa Ortaçağı’nın ve Hıristiyanlığın iç içe geçmiş köklerinden fışkırmış olan eski kültürlerin hâlâ tüten ocağı oradadaydı ve Antik Çağ tüm görkemi ve acımasızlığıyla canlılığını sürdürüyordu.

Örneğin, Paris’e ya da Londra’ya gider gibi Roma’ya gidenlere hep şaşmışımdır. Kuşkusuz, Roma’dan da, öbür kentler kadar estetik açıdan zevk alınabilir ama attığınız her adımda, orada gizlenen ruhu benliğinizin derinlerine dek hisseder ve her duvar kalıntısı ya da sütun size hemen tanıyabildiğiniz bir yüz gibi gelirse, iş çok farklılaşır. Pompei’de bile daha önceden sezinleyemediğim resimler canlandı önümde; beklemediğim şeyler bilinç düzeyine yükseldi ve bana yanıtlayacak kadar olgun olmadığım sorular yönelttiler.

Yaşlılığımda, (1949’da) Roma’ya gitmemekle yaptığım hatayı düzeltmek istedim ama bilet almaya gittiğimde fenalık geçirdim. Önemli bir şey değildi ama o günden sonra Roma’ya gitme planlarımdan tümüyle vazgeçmek zorunda kaldım.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları