CESARE PAVESE: HERGÜN YAŞAMA YENİDEN BAŞLAYACAK GÜCÜMÜZ YOK!

Düşün Sonu

Yeniden başlayamaz artık bu gövde. Gözlerine dokunulduğunda, bir yığın toprağın canlılığını duyar biri. Tan ağırtısında da kendisini susturamıyan topraktır o. Olü bir gövdedir, o bir çok uyanıştan kalan ama.

Hergün yaşama yeniden başlayacak gücümüz yok – Toprağın önünde, suskun bir gök altında- bir yeniden uyanışı bekliyerek. Şaşırtıyor biri bunca yoruculuğuna tan ağırtısının. Bir iş yerine getiriliyor bu yeniden uyanışlar içinde. Ama sadece ilerki bir işe heyecan yüklemek ve yoprağı bir kez uyandırmak için yaşıyoruz. Ve kimi kez oraya erişip, sonra bizle birlikte suskunluğa dönüyor.

Kımıldanmazdı yüz hafifçe dokunsaydı el – yaşayan el duyuyor dokunulan yaşamı – Bu soğut, tan ağartısında donan toprağın soğuğu değilse gerçekten belkide yeniden uyanıştır. ve tan ağartısında susan varlıklar sözcükler söylerler yine. Ama elim titriyor. Ve tüm varlıklar kımıltısız ele benziyor.

Bir zamanlar kuru bir acı ve ışığın kasılmasıydı tan ağırtısında uyanmak. Ama yine de bir özgürlüğe kavuşmaydı. Toprağın verimsiz sözcüğü kısa bir an sevinçliydi. Ve yine orada dönmekti ölüm. Şimdi toprağa dönmeyen gövde bir çok yeniden uyanışı bekliyor. Ondan sözetmiyor kaskatı dudaklar da.

Cesare Pavese İtalyan şair, romancı, çevirmen ve eleştirmen. Cesare Pavese, ailesinin yazlarını geçirdiği Torino’nun Santa Stefano Belbo köyünde bir memur çocuğu olarak doğdu. Torino Üniversitesi’nde edebiyat okudu. İngiliz ve Amerikan edebiyatına ilgi duydu; bitirme tezini Walt Whitman şiirleri üzerine yazdı. Öğrenimini bitirdikten sonra orta öğrenimini tamamladığı eski okulu Liceo d’Azaglio’da edebiyat ve dil dersleri verdi. Bu dönemde İngiliz ve Amerikan yazarları ile ilgili yazıları La Cultura dergisinde yayınlandı. Daha sonra bir arkadaşının kurduğu Einaudi Yayınevi’nde çalışmaya başladı. 1935’te anti-faşist çalışmaları nedeniyle tutuklandı, 1936’da serbest bırakıldı. Brancaleone Hapishanesi’ndeki bir yılından esinlenerek Carcera (Hapis) romanını yazdı. 1950’de Yalnız Kadınlar Arasında romanı ile İtalya’nın önemli edebiyat ödüllerinden Strega Ödülü’nü aldı. Edebi kariyerinin doruğunda olmasına rağmen özel hayatı karışıktı. Sonu olmayan aşk ilişkileri onu bunaltmıştı. Ödülü aldıktan sonra Torino’daki bir otel odasında bütün özel kâğıtlarını yok edip, 21 adet uyku hapı alarak intihar etti.

İntiharından önceki gün, “Artık sabahı da kaplıyor acı.” diye kısa bir not düştükten sonra 27 Mayıs’ta günlüğüne şunları yazmıştır:

’48-’49′ daki mutluluğumun hesabı görüldü. Bu soylu mutluluğun gerisinde şu vardı: Güçsüzlüğüm ve hiçbir şeye bağlanmayışım. Şimdi, kendime göre, girdabın içine girdim; güçsüzlüğümü seyrediyor, onu iliklerimde hissediyorum, beni ezen siyasal sorumluluğu yüklenemiyorum. Bunun tek çözümü var: İntihar. ” Cesare Pavese – 27 Mayıs 1950

Eserleri Senin Köylerin (1941) Ağustosta Tatil (1946) Yoldaş (1947) Leuko İle Söyleşiler (1947) Tepedeki Ev (1949) Güzel Yaz (1949) Ay Ve Şenlik Ateşleri (1950) Yaşama Uğraşı (1935-1950) Tepelerdeki Şeytan Yalnız Kadınlar Arasında Çalışmak Yorar

YÖN DUYGUNUZU NASIL GELİŞTİRİRSİNİZ? – CHRISTINE RO

Bazı insanlar hiçbir yardımcı kullanmadan yolunu bulabilir. Peki, bunu nasıl başarıyorlar? Bu geliştirilebilen bir yetenek mi?

Küçük yaşlardan itibaren haritalar kullanarak yön bulmayı gerektiren oryantiring (orienteering) oynayan Ralph Street, “Ailem doğduğum hafta beni oryantiringe götürmüş” diyor.

Bu yeteneğini günlük hayatta da kullanıyor. Yeni bir şehre gittiğinde yönünü bulmakta zorlanmıyor.

Oryantiring yapan kişilerin mekansal hafızası, ortalamanın üzerinde. Çünkü normalden daha fazla yön pratiği yapıyorlar.

Son dönemde yapılan sinir sistemi ve psikoloji araştırmaları, sıradan insanların da yön yeteneklerini geliştirebileceği birçok yol olduğunu ortaya koyuyor.

Haberin başlığını atlayın ve okumaya devam edin

Neden bazı insanlar yön bulmada daha iyi? Çocukların farklı ortamlarda bağımsızca hareket etme imkanı olması önemli.

Şehir dışında ya da mekansal olarak daha karmaşık olan şehirlerde büyüyenlerin yön bulma kabiliyeti daha yüksek oluyor.

Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nde Psikoloji Profesörü olan Nora Newcombe, yetişkin olarak da faklı ortamları tecrübe eden kişilerin yön duygusunun daha gelişmiş olduğunu söylüyor.

Çok sayıda toplumda kadınların ve kız çocuklarının yön duygusunu geliştirme imkanı daha kısıtlı. Kadınların erkeklerden daha kötü yön duygusuna sahip olduğu yönündeki mitin buna dayandığı düşünülüyor.

Kadınlar, çoğu araştırmada erkeklerle aynı performansı gösterse dahi daha kötü yön bulduklarını düşünüyorlar. Bunun sebebi cinsiyetçi önyargılar.

Londra ve York üniversitelerinde felsefe ve idrak üzerine çalışan Pablo Fernandez-Velasco, cinsiyet faktörünün etkisinin hafife alındığını söylüyor.

Newcombe’un araştırması, deneyimli jeologların deneyimli psikologlara göre daha yüksek yön bulma yeterliliğine sahip olduğunu ortaya çıkardı. Bu bilim, teknoloji, mühendislik ve tıp alanlarıyla bağlantılı. Pek çok oryantiringci mühendislik, matematik ve fizik gibi alanlara yöneliyor. Dolayısıyla gayrisafi yurtiçi hasıla ile yön duygusu da birbirinden bağımsız değil.

Bütün bunlar beyinde nasıl işleniyor? Uzayın zihinsel modelleri olan bilişsel haritaların, beynin hafızayla ilgili bölgesi olan hipokampusta bulunduğu düşünülüyor.

Hangi yöne baktığınızı ve hedefinizin yönünü bilmenin yanı sıra, yol üzerindeki sembolleri tanımlayabilmek de iyi yön bulma duygusuyla ilişkili.

Sabit sembolleri tanıma yeteneği, beynin kırışık dış katmanının bir parçasını oluşturan retrosplenial korteksteki aktiviteyle bağlantılı.

Yüksek beceriye sahip denizcilerin beyinleri diğerlerininkinden farklı görünür.

Şehirdeki her sokağı ve caddeyi ezberlemek zorunda olan Londralı taksi şoförlerinin beyinlerindeki hipokampusta büyüme gözlemlenir.

Farklı kültürlerde, yön bulma yöntemleri değişiklik gösteriyor. Batılı yön bulma yöntemleri çoğunlukla görselliğe odaklanırken bazı başka kültürlerde koku, duyma ya da diğer duyular öne çıkabiliyor.

Yön bulma becerimizi nasıl geliştiririz? İnsan navigasyonu hakkında çok sayıda yanlış kanı var. Newcombe, “Gelişemeyeceğinizi düşünmeniz bir efsanedir” diyor.

Fernandez-Velasco da aynı fikirde. Beyinleri daha az esneklik gösterse de yetişkinler kesinlikle bu becerileri hala öğrenebilirler.

Newcombe GPS çağında yön bulmanın önemsiz olduğunu düşünen insanlardan da rahatsız. Telefon pilleri bitebilir ve sistemler hata yapabilir.

Haritalar, pusulalar çoğu durumda faydalıdır, ancak bağımlılığa yol açabilirler. Fernandez-Velasco, “bunun zaman içinde yön bulma yeteneği üzerinde olumsuz bir etkisi olabileceğini” söylüyor.

İnsanlar rüzgar, Güneş, eğim gibi doğal ipuçlarını kullanma konusunda eğitilebilirler.

Newcombe, “Pek çok insanın dikkat etmediği çok sayıda ipucu var” diyor.

Yelken ya da izcilik gibi uğraşlar yön duygusunu geliştirmeye yardımcı olabilir. Yerel oryantiring kulüplerine dahil olmak da bir seçenek.

Yön duygusunu geliştirmek risk almakla aramızdaki ilişkiyi de değiştiriyor. Bazı insanlar korktukları için keşfetmek istemiyor. Çok sayıda yetişkinin mekansal anksiyetesi var. Başlarına kötü bir şey geleceğini düşünüyorlar.

Fernandez-Velasco’ya göre “ne kadar hareket ederseniz, yön duygunuzu o kadar geliştirirsiniz. Problemin bir kısmı, yön duygusu kötü olan kişilerin kendilerine güvenmemesi ve yön duygusu gerektiren durumlardan kaçınması” diye ekliyor.

Navigasyon uygulamaları olmadan yön bulabileceğini düşünmeyen insanlara da bir tavsiyesi var Newcombe’un. Uygulamayı kullanırken doğrudan tarif almak yerine; haritayı küçültüp etraftaki sembolik noktaların fark edilebileceğini belirtiyor.

Gerekli miktarda uyku da yardımcı olabilir. 54 ve üstü yaştaki kişilerin katıldığı bir araştırmaya göre geceleri yedi saat uyumanın, yön bulmaya olumlu etkisi var.

Christine Ro BBC Future

MODERN DÜNYANIN EN ÇOK OKUNAN VE EN FAZLA YANLIŞ ANLAŞILAN FİLOZOFU: NIETZSCHE – ROY JACKSON

0

Nietzsche Kilit Fikirler 

Nietzsche’yle ilk karşılaşmam Böyle Buyurdu Zerdüşt ile oldu. Üniversitede birinci sınıf öğrencisiydim, ara sıra hüsran ve umutsuzluğa düşsem de Nietzsche’nin eserleriyle yaşadığım aşk, yıllar geçtikçe gayet tutarlı bir şekilde devam etti. Şu an İngiltere deki Gloucestershire Üniversitesi’nin Felsefe ve Din kürsüsünde öğretim görevlisiyim. Nietzsche, Platon, din felsefesi ve İslam felsefesi üzerine kitaplar yazdım. Üniversitedeki kariyerimden önce, lise son sınıflara felsefe ve din dersleri verdim. Yanı sıra Dialogue ve The Philosopher s Magazine dergilerine makaleler yazdım, okul ve üniversitelerde seminerler verdim. Beni, öğrencilere Nietzsche hakkında bir şeyler öğretmekten daha fazla tatmin eden bir şey yok. Hele ki bu, Nietzsche nin gerçekten ne söylediğinin daha iyi anlaşılması ve takdir görmesiyle sonuçlanıyorsa. Nietzsche Kilit Fikirler kitabını yazmaktaki asıl niyetim ve umudum da bu. Roy Jackson, 2010

Giriş

Friedrich Nietzsche bir Alman filozofudur yılları arasında yaşamış, Tanrı öldü ifadesi ve bunun ardından da yeni bir insan, Üstinsan yaratmamız gerektiği inancıyla büyük ün kazanmıştır. Nietzsche, modern dünyanın muhtemelen en çok okunan filozofu olmasına rağmen en yanlış anlaşılanı olmaya da devam eder. Yazdıkları, yaşadığı sürece neredeyse bütünüyle yok sayılmış; felsefesi 20. yüzyılın ortalarına kadar göz ardı edilmiş ve tercümeleri de kötü yapılmıştır. O zamana dek Nietzsche nin vejetaryenlik, anarşizm, Nazizm ve dini tarikatlar gibi birbirinden farklı alanlarda etkili olduğu öne sürülmüştür. Ancak yakın zamanda bir çeşit rehabilitasyona tabi tutulan Nietzsche, modern çağın en büyük ve özgün düşünürlerinden biri olarak hak ettiği kabulü görmüştür. Nietzsche Tanrı öldü açıklamasıyla, Batı Avrupa ya egemen olan dini inancın kayboluşuyla adamakıllı yüzleşen ilk filozoftu. Nietzsche nin bununla kastettiği, toplumun artık işlevi kalmamasına rağmen varlığını sürdüren Tanrı ya ihtiyaç duymadığıdır. Nietzsche insanlığı inanç ya da herhangi bir dogmaya bağlı kalmadan kendi ayakları üzerinde durmaya çağırıyor, sadece dini değil nesnel değerler ya da doğrulara olan inanca da saldırıyordu. Ona göre kendi değerlerimizi seçmeliyiz. Tanrı ya da doğruya inançta ısrarcı olmak Nietzsche ye göre insanların durumun gerçekliğiyle yüz yüze gelmekte ayak diremelerinden ileri geliyordu; bu bir kendini kandırmaydı. Halbuki, varoluşun gelip geçici doğası ve hayatın görünür anlamsızlığıyla yüzleşmek hatta onu kucaklamak daha iyiydi. Nietzsche hayatının büyük bölümünde, onu karanlık bir odadaki yatağından kalkamayacak hale getiren ciddi migren ağrıları dahil ağır hastalıklarla boğuşmak durumunda kaldı. Ocak 1889 da aklını yitirdi.

Henüz çocukken baş ağrılarından mustarip olmasına rağmen hastalığı ve delirmesi büyük ihtimalle frenginin sonucuydu. Ancak Nietzsche hastalığını kendisine yazma ve  düşünme ilhamı veren bir şey olarak gördü: Büyük eserlerin ıstıraptan beslendiğine inandı. Gerçekten de fiziksel ve zihinsel açıdan en ıstıraplı zamanlarında en önemli eserlerini yazmayı başardı. Böyle Buyurdu Zerdüşt, İyinin ve Kötünün Ötesinde ve Ahlakın Soykütüğü gibi çalışmalar yılları arasında yazıldı. Değişim zamanı Nietzsche büyük değişimlerin yaşandığı bir dönemde dünyaya geldi. Doğduğu yıl telgraf çağı başlamış, dört yaşındayken Karl Marx ın Komünist Manifesto su basılmıştı. Aynı yıl Avrupa nın dört bir yanında liberalizm, milliyetçilik ve sosyalizm gibi yeni değer ve fikirlerin yükselişiyle birlikte devrimler patlak veriyordu. İzleyen yirmi yılda (Bismarck yönetimindeki) Almanya ve İtalya siyasi birliklerini kurmuş, Avusturya ve Prusya feodalizmi tasfiye etmiş ve 1861 de Rusya toprak köleliğini kaldırmıştı lerde başlayan Sanayi Devrimi nin ikinci aşaması, malların seri üretimi ve makineleşmeyi de beraberinde getirmişti. Daha da önemlisi Tanrı inancı düşüşe geçmişti: Marx dini kitlelerin afyonu ilan ederken, Charles Darwin in ( ) evrim teorisi de dine dair ciddi soruları gündeme getirmişti. Nietzsche ise bu değişimler yani Aydınlanma fikirlerinin tehlikeleri, artan makineleşme ve sekülarizasyon, demokrasi, liberalizm ve nihilizm karşısında eleştirel bir tutum takınmıştı. Nietzsche birçok açıdan kendi döneminin bir peygamberi, ayrıca peygamberler için genelde söz konusu olduğu gibi zamanına ayak uyduramayan biri olarak görülebilir. Uçurum kenarına ilerleyen fareleri andıran birçok kişi bilim ve siyasi aydınlanmaya övgüler düzerken Nietzsche, yüksek bir dağın doruğundan aşağı başka bir perspektifle, tedbir ve yeni çağın muhtemel tehlikeleri konusunda uyaran bir gözle bakar. Oldukça tartışmalı ve kötü bir üne sahip Nietzsche, dünyanın en ilginç ve göz kamaştırıcı filozofudur da. Bugün Nietzsche üzerine düşünenlerin aklına ilk olarak dini ve özellikle de Hıristiyanlığı acımasızca eleştirmesinin yanı sıra öteki dünya inancına  saldırması gelir.

Yakın zamanda tabi tutulduğu rehabilitasyondan önce birçok kişi ona filozof gözüyle bakmamış, dahası kitapları yasaklanması gereken biri olarak görülmüştür. İlerleyen sayfalarda bu algının nedenlerine eğileceğiz ancak bugünkü durumu da pek farklı sayılmaz. Bugün onun ciddi ve üst düzey filozoflarla birlikte tartışıldığı Nietzsche konferanslarına katılabiliyor olmanız bile ondan çok önemli bir filozof olarak bahsetmemize yeterli bir kanıt teşkil etmelidir. Nietzsche yi okumak Nietzsche yi tanımanın en iyi yolu onu kendiniz için okumaktır. Alışılmadık tarzı ve felsefeye şiirsel yaklaşımı bu filozofla ilk kez karşılaşan, hele ki konuya daha geleneksel, doğrusal ve analitik bir anlayışla yaklaşmaya alışkın okur için cesaret kırıcı ve kafa karıştırıcı olabilir. Nietzsche üzerine çalışan akademisyenlerden Michael Tanner, onun belki de en iyi kitabı olan İyinin ve Kötünün Ötesinde hakkında şunları söyler: İyinin ve Kötünün Ötesinde nin metnini fosforlu kalemle okumaya kalkışan biri, büyük ihtimalle kitabın yarısından fazlasının altını çizdiğini fark edecektir. Aynı kişi kitabı diyelim ki bir ay sonra tekrar okudu. İşte o zaman çok şaşırır zira altı çizilmiş bölümlerin çoğunu ilk kez okuyormuş gibi hissetmenin yanında, altını çizmediği başka muhteşem bölümlerin de olduğunu görmekten mahçup olur ve bazen de işaretlediği yerler karşısında afallar. Nietzsche nin bu metinde muğlak olmayan temalar sunduğu ayrıca, sabır ve azimle, kolay anlaşılır ve mantıksal bir üslupta yazdığı görülebilir. Nietzsche yle ilgili yorumları okuyan biri, onun hak ettiği itibarı nispeten kısa bir süre önce kazandığının bilincinde olmalı. Nietzsche nin kötü tercüme edilmiş eserlerine dayanan ya da (Nietzsche nin kendisi tarafından değil, Yahudi aleyhtarı kız kardeşi Elisabeth tarafından) yayınlanan notlarını onun nihai felsefesi olarak değerlendiren akademisyenlerin çalışmalarını okumak içinse çok da geçmişe gitmeniz gerekmez.

 Nietzsche nin eserleri kullanılan metafor, sembol, ironi, iğneleme ve şakalarla net olarak anlaşılmaya elverişli değildir. Onun okura çekici gelen yönlerinden biri olan bu üslup, çalışmalarının akademik kesinlik, detaylı araştırma ya da yüksek standartta kaynak eksikliği nedeniyle akademik topluluk tarafından neden kınandığını da açıklar. Eserlerini kronolojik olarak okumaya zaman ayırdığınız takdirde, Nietzsche nin nasıl aşama aşama kendi sesini geliştirdiğini; besteci Richard Wagner ve filozof Arthur Schopenhauer un etkisinden nasıl uzaklaştığını; sert, etkili ve şiirsel olarak ayırt edici ancak iyi bir felsefi çalışma için doğru görülmeyen yazım tarzı geliştirdiğini görürsünüz. Nietzsche yazmaya aforizmalarla başladı: tek satırdan birkaç sayfalık kısa denemelere uzanan, akılda kalıcı parçalarla. Bu tarz, dağlarda uzun yürüyüşler yapan Nietzsche nin zaman zaman durup fikirlerini not etmesinden kaynaklanıyor olabilir. Nedeni her ne olursa olsun, karışık ve yeterince düşünmeden yazması Nietzsche ye hak etmediği türden bir ün getirdi. Aslında her zaman kitaplarının kurgusu üzerine uzun uzun düşünmüş ve epey kafa yormuş, bu da yakın zamanda onun yazıları ve müzikteki sonat formu arasında benzerlikler kurulmasına neden olmuştur. Bu arada Nietzsche gerçekten de birkaç beste yapmıştır. Aforizma riskli bir yazım tarzıdır. Zekice kurgulanmış, akılda kalıcı iyi bir aforizma okura çarparken kötü aforizma hemen unutulur. Neyse ki Nietzsche zeki bir aforizmacıydı. Bununla birlikte okur aforizmaya doğrusal, analitik savdan farklı yaklaşmalıdır. Analitik yaklaşım kademeli biçimde akar ve önermelerini sırayla ortaya koyar. Diğer taraftan her bir aforizma, hem bağımsız hem de daha büyük bir bütünün parçası olarak değerlendirilmelidir. Nietzsche nin zaman zaman fazla dikkat çekmeden kullandığı bir aforizma okuru bunun bağlantısı üzerine düşünmek durumunda bırakır. Bazen de bu bağlantının netleşmesi için kitapta ilerlemek gerekir ve ancak o zaman okur bunu okuduğunu hatırlayabilir! Aforizmalar, ikisi de özellikle okuru kişisel düzeyde yakalama amacı ve aydınlatmaya çalıştıkları konuyu kabul etmeniz ve ondan etkilenmenizi gerektirmesiyle şiirle birçok ortak özelliği paylaşır. İyi şiir gibi, aforizma da aydınlatıcı ve hayat değiştirici olabilir. Nietzsche Ecce Homo adlı kitabında, okurun kitaplarına sanki bir buzul nehrine atlıyormuş gibi göz gezdirmesi yani bu deneyimin daha sonra da hatırlanacağı beklentisiyle kitabın içine hemen girip çıkması için yazdığını belirtir. Aforizmalar bilgi vermek, tasvir etmek ve bir tez sunmak için tasarlanmadıklarından bir öğrenci için özellikle (sıradan bir okurun tersine) neyin konuyla ilişkili olduğunu ve Michael Tanner in yukarıdaki alıntısına atfen neyin altının çizileceğini bilmek zordur. Aforizma ile nasıl bir şeyler ileri sürebilirsiniz? Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt te Kanla ve aforizmalarla yazan, okunmak değil ezberlenmek ister der. Bir dâhi çocuk olarak yatılı devlet okulu Pforta da eğitim gören Nietzsche kuşkusuz birçok eseri, özellikle de klasikleri ezberlemek zorunda kaldı. Avantajı hemen gözle görülür olmasa da uygulayanlara göre bu tür bir çalışma gelecekte meyvelerini verir. Niyetiniz Nietzsche nin rehberiniz haline gelmesi değilse, ne bir öğrencinin onun aforizmalarını ezberlemesini beklemek ne de onu kısa vadede anlayabilmek için aforizmalarından medet ummak zordur. Daha pragmatik bir yaklaşım benimsenmelidir. Nietzsche yi okurken gerçek Nietzsche yi, yani Nietzsche gerçekten ne düşündü sorusunun cevabını bulmak zordur. Ama biri size, sizin gerçekten ne düşündüğünüzü sorsa, ne kadar samimi yanıt verebilirdiniz? Hepimizin bazıları diğerlerinden daha kesin çok çeşitli düşünceleri vardır ve daha fazla öğrendikçe tutum ve inançlarımızı değiştiririz. Kendinden önceki ve sonraki birçok filozof gibi Nietzsche de bu bakımdan bir istisna değildir. Bazıları otorite olanların görüşlerinin değişmeyeceği kanısındadır ancak gerçek bir düşünürün, görüşlerin değişebileceğini kabul edecek kadar açık fikirli olması gerektiği söylenebilir. Nietzsche yi okudukça onun yeni bir bakış açısı, düzeltiler ve daha iyi savlarla bazı kilit konulara geri döndüğünü göreceksiniz. Onun görüşleri de zaman içinde değişir, dolayısıyla yazıları bir süreç, bir şeyler üzerine düşünme olarak görülmelidir. Bir yorumcu için bu çok yıldırıcı olabilir ama entelektüel bir keyif de verebilir. Bu kitabı okurken akılda tutulması gereken bir başka husus da, Nietzsche nin felsefesinin bütün yönlerini ele almanın mümkün olmadığıdır. Ahlak felsefesi, politika, estetik, epistemoloji (bilgi teorisi) ve din gibi geleneksel konuları kapsayan yazıları gerçekten de geniş bir yelpazeye yayılmıştır. Aynı zamanda tarih, kadınlar, yemek, cinsiyet, benlik, mistisizm gibi konular üzerine de genellikle okura yazarın gerçeklik üzerindeki hâkimiyetini sorgulatan tuhaf ve tartışmalı üslupla sözler söylemiştir da bir daha iyileşmemek üzere aklını yitirmiş olsa da, bu tarihten önce yazdıklarının bir delinin ürünü olduğunu varsayacak bir neden yoktur: Evet o bir dâhi ve geleneklere aykırı bir düşünürdü ama bir deli değildi. Bütün bunların ardından, Nietzsche nin de canı gönülden kabul edebileceği gibi, delilik ve dâhilik arasındaki çizginin gerçekten de çok ince olduğu söylenebilir. Nietzsche yi yorumlamak üzerine Nietzsche ile daha fazla haşır neşir olduğunuz takdirde, son 30 yılda çalışmalarını çok farklı yaklaşımlarla inceleyen birbirinden çok ayrı iki felsefi ekolün geliştiğini fark edeceksiniz. İlki 1960 lardan itibaren Fransız felsefesinde hâkim olan; Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Jacques Derrida (bak. 10. Bölüm) gibi büyük felsefeciler tarfından savunulan kıtasal yaklaşımdır. Bunu söyleyerek fazlaca genelleme yapıyor olsak da kıta geleneği daha çok Nietzsche nin dil kullanımındaki oynaklık ve zekâsına, mecaz ve mizahı şiirsel ve imgesel kullanımına vs. yani tarzına odaklanır. Bu, içeriğin önemli olmadığı anlamına gelmiyor ancak içerik de Nietzsche nin kelimelerle oynaması ve Alman dilini kullanışı bağlamında anlaşılmalıdır. Kıta geleneği genellikle Nietzsche yi bir varoluşçu, nesnel ahlaki değerlerin olmadığını ve bilginin bir perspektif meselesi olduğunu ileri süren biri olarak görmüştür. Yine genelleme yaparsak, kıta geleneği Nietzsche yi diğer felsefi ekol analitik geleneğe nazaran daha radikal ve çağının ötesinde görür. Analitik felsefe çok yönlü bir fenomendir ancak onu diğer felsefi geleneklerden ayıran temel niteliği, bilimlerle yakın ilişki kurma girişimi ve Avrupa da daha yaygın olan bütüncül felsefe sistemleri üretmek yerine kavramların netleştirilmesine odaklanmasıdır. Analitik felsefe bu bakımdan daha iddiasız görünebilir ama belki de hedeflerine ulaşma bakımından daha gerçekçidir. Çoğu Anglo-Amerikan dünyadan olan analitik felsefeciler Nietzsche yi radikal varoluşçu bir figürden ziyade geleneksel olarak değerlendirir. Bu çalışmada, iki geleneğe de gereken değer verilmeye çalışılmıştır ancak nihai olarak bu tür ayrımlara girmeye gerek yoktur. İster belli bir felsefi ekolün mensubu, isterseniz sadece iyi okumadan zevk alan biri olun Nietzsche nin size söyleyecek bir sözü vardır. Özet Nietzsche en ünlü ifşaatı Tanrı öldü olan Alman bir filozoftur. Bu açıklamayla Batı Avrupa ya egemen olan dini inancın kayboluşuyla adamakıllı yüzleşen ilk filozof olmuştur. Büyük değişimlerin olduğu bir dönemde yaşayan Nietzsche nin yazıları da bu değişimlerle ilgili endişelerini yansıtır. Kendine özgü tarzı nedeniyle Nietzsche yi okumak zordur. Nietzsche birçok farklı şekilde yorumlanmış, öncelikli olarak da kıtasal ve analitik felsefe ekolleri Nietzsche nin yorumlanmasında ayrılmıştır.

Roy Jackson Nietzsche Kilit Fikirler Çeviren: Nevra Yaraç

JOHN BERGER: İTME VE ÇEKMENİN DE GÜCÜ VAR AŞKIN KARŞITI NEFRET DEĞİL AYRILIKTIR

AYRILIK Burada her şey bir tekrardır, her şey bir geri dönüştür!

Serseri dillerimizle bizler ıslah olmaz şivelerimiz “süt” diyen farklı sözcüklerimizle trenlerden inip peronlarda kucaklaşan bizler bizler ve vagonlarımız yokluklarında sesleri yatak odasında resim çerçevesi bizler her şeyi ve hiçbir şeyi paylaşmayan bizler – bu hiçliği ikiye bölüp tek şişeden yudum yudum içen bizler, guguk kuşlarından saymasını öğrenmiş bizler, hangi paraya çevirdiler bak şimdi şarkılarımızı? Ayn yataklarımızda ne anlarız şiirden? Armağan vermekte uzmanız biz hem paketlenmiş armağanlar hem de öylece bırakıverilmiş. Yola çıkmadan önce sırt, ayak ve gözlerimizi saklar aldıklarımızı bavul raflarına yerleştiririz.

Geride bırakılan ayna ve camlarda kalan gözlerimiz, yatak ucundaki halıda ayak izlerimizdir, duvar sıvasında kalan sırtlarımız, eşiklerinde salman kapılardır. Kapı ardımızdan kapanır ve döner tren tekerleri. Biz almakta da uzmanız. Bir tırnağın biçimini yıldönümlerini uyuyan bir çocuğun sessizliğini pişirdiğin kerevizin lezzetini ve “süt” dediğin sözcüğü de alırız. Ayrı yataklarımızda ne anlarız şiirden? Uzayan raylar, yol ağızları ve istasyonlar gür sesleriyle okur dururlar bizlere. Aştığımız yollardan uzun değildir hiçbir şiirin dizesi. At canbazları gibi ağza bakıp uzaklık ölçmeyi, ağrıyan dişlere göre yaş belirlemeyi biliriz.

Eşek sırtında, yaya uçakla ve kamyonla taşırız her şeyi kalplerimizde, hastalan, tabudan, suyu, yağı, hidrojeni, yollan, açan leylakları toplu mezarlara atılan toprağı her şeyi. Kötü dış haberlerimizle “süt” diyen farklı sözcüklerimizle bizler ayrı yataklarımızda ne anlarız şiirden? Ebeler kadar iyi biliriz nasıl büyür kadınların karnı, bilginler kadar biz de biliriz ne titretir bir dili. Yükümüz. Ayrılmış şeyleri bir araya getirmektir tir tir titreten bir dili. Binlerce yıl öteden, köy sokaklarından tundra ve ormanlardan veda edişlerle ve köprülerle taşımalıyız her şeyi çocuklarımızın şehrine doğru.

Şiir taşırız içimizde sığır taşıyan tüm sığır vagonları gibi dünyadaki. Az sonra yan hatta indirip suluyacaklar hepsini. Aşkın karşıtı nefret değil ayrılıktır. Aşk ve nefrette ortak olan bir şey varsa, her iki durumda da var olan enerjidir bu – sevenle sevileni, nefret edenle nefret edileni bir araya getirip bağlayan enerji. Her iki tutku da ayrılıkla sınanır. Uzam ve bu nedenle de ayrılık varoluş koşulu olur olmaz, aşk bu ayrılıkla yanşa girer. Aşk tüm uzaklıkları aşmayı amaçlar. Ölüm de aynı amaca hizmet eder. Ama aşk eşsiz olanı, yinelenemezi taçlandırırken, ölüm her şeyi yok eder. Evrenin genişleyen bir evren olduğu düşünülerek en büyük çapı, olası genleşmenin sının ışık yılı olarak hesaplanmıştır. Bir ışık yılı xl012 mildir. Böyle bir genleşme, ifade edildiği terimlerden ötürü düş gücümüzün ötesindedir. Çifte bir ayrılık söz konusudur: Yargının ve sayıların yarattığı bir aynlık. Bir yerlerden -yüreklerimizin derinliklerinden- uzamın, itme ve çekmenin, genleşme ve tutkunun o değişken gücünden yaratılmış olabileceğini öğreniriz. İşte bu yüzden aşkın her dilde yıldızlardan alıntı yapışma tanık olunur. Ve aynı nedenle her kozmolojinin döndüğü yer cinselliktir. Modem fiziğin “kozmik yumurtası” ve “ylem” adı verilen o biricik töz -ylem’in bir santimetreküpü kg çeker ve bütün öbür maddeler ondan doğmuştur- yaratılış mitlerinin çoğunda var olan temanın çeşitlemeleridir. Değişen sadece adlardır.

Bir zamanlar yer ve gök tutkulu bir tek’likti, henüz hiçbir şeyin biçimi yoktu, her şey bir potansiyel halindeydi. Dünyanın, dünyadaki biçimlerin ve genleşmenin var olması için yer ve gök ayrılmak, ikiye bölünmek zorundaydı. Aşk bütün uzaklıkları aşmayı amaçlar. Ayrılık ve uzam yok edilseydi, ne seven, ne de sevilen olurdu. İlk karşıtlık uzam ve aşk arasındadır – yaratılış ânında eneıji olarak açığa çıkan karşıtlık. Yaratılış’tan Darwin’e köken kuramları ya sığ ya da bunaltıcıdır. Ya da belki insan, bu kuramların amacım yanlış anlıyordun Bütün kökenler -kişisel düzlemde insanın kendini ana rahmine düşmeden önceki halini imgeleme olanaksızlığı gibi- ulaşılmazdır. Köken kuramları bizi çevreleyen evrende hep var olan enerjiyle aramızda süregiden ilişkiyi açıklama çabalarıdır. Bilincimizin enerjisi tüm yoğunluğuyla, evrenin o anlaşılmaz genleşme enerjisi karşısında ve aracılığıyla sürekli kendini tanımlamaya çalışır. Yıldızlan sorgulamanın her yolu bu konuya yönelir ve tüm yaratılış öyküleri burada oluşumuzu tanımlamak için icat edilmiştir. Başlangıçta yaratıcı vardı. Ardından -ille bir öykü gelmesi ge-, rekiyorsar- yayılma, genleşme, uzam ve ayrılık geldi. Ma femme. Başı bacaklarının arasında yatıyor. Kim bilir kaç milyon erkek yatmıştır böyle? Kim bilir kaç kadın ellerini bu başların üstüne koyup gülümseyerek düşünceli düşünceli doğumu geçirmiştir aklımdan? Burada her şey bir tekrardır, her şey bir geri dönüştür burada. Ev mesafenin henüz söz geçiremediği geri dönüştür.

John Berger Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü, Metis Yayınları

NİLGÜN MARMARA: MASKELERİNİZİ KUŞANIP YALANLARINIZI ÇOĞALTIN HEPİNİZ MEZARISINIZ KENDİNİZİN…

Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerini bırakarak 13 ekim 1987 yılında bekleme salonunu olarak gördüğü dünyamızı kendi isteği ve arzusuyla terk etti. Ölümün kıyısında yaşadığı 29 yılını, şiirlerini, kitaplarını ve rüyalarını geride bırakarak. Mutluluğu başka birinin üzüntüsü üzerine inşa edilen  düzenin/dünyanın yerleşik bir yabancısı olarak tutunmadan ve alışmaya çalışmadan dışına bıraktı kendini hayatın. Daima bağrında taşıdığı acıyla, yaşamının sonu kendisi gibi biten  kayıp başka bir şairin peşine düştü. Uzun ince bir patikadan sonra yazık ah ne yazık ki,  peşine düştüğü şairin öyküsüyle aynı bitirdi yaşamını.

“Azımsanamayacak kadar ölmüşüm  Azımsanamayacak denli ölüyüm… Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye; koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek… Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostlarının yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını geliyorlar. Ölüm sessizligi, toz ve küf kokan evden ayrıldıktan sonra seviniyorlar canlıyız diye.”

”bütün yalnızlıklarınızın ilenci korusun çoğulluklarınızı cinnet koyun erdemin adını maskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltın hepiniz mezarısınız kendinizin…”

“BANA DOĞRU GELEN KİM?”YA DA ŞİMDİKİ ZAMANDA BİR MOBİL, BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS

Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yokedilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş. Her an, hoş geldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorum tavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme karşın – lal rengi, çivit mavisi ve sarı – ve onların yalanlamalarını – tutku, dinginlik ve ölüm – kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi – bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol. Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam, nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra…

Şimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın, sürdürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip geçinceye ve “Bana doğru giden kim?” in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!

Nilgün MARMARA

Ne zamandır ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir – Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!

CAM KELEPÇEYE EVET

Ilık bir süzülüşle Geri dön hayat, Bırakma yeryüzü salına tünemiş pek kara kuşlar Örtsün bakışımı, Görmek acısı sürsün pencere tutsağının Düşsün hayatı suya…

DÜŞÜ NE BİLİYORUM

Kimdi o kedi, zamanın eşyayı örseleyen korkusunda eğerek kuşları yemlerine, bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve yıldız dengi çözüldüğünde neydi yaklaşan yanan yatağından aslanlar geçirmiş ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı, görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o ve bağlanmıştır körler örümcek salyası kablolarla birbirine sevişirken, iskeletin sevincini aklın yangınına döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

Yine de, zaman kedisi pençesi ensemde, üzünç kemiğimden çekerken beni kendi göğüne, bir kahkaha bölüyor dokusunu

düşler marketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle: Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben! Nilgün MARMARA

GÖKKUŞAĞINDAN DARAĞACI

Şimdi’nin bedeni yok, Yontuyor geçmiş bilgisiyle gelecek belki olur diye taşı, taşını kokluyor yontu dağılıyor…

Şimdi’si yitik bundan boyuyor boyuyor evine aldığı ağacın üzerine tüneyip duvarını, tavanını, geçmişi ve geleceği ve her yanını; dal kırılıyor…

Şimdi’si yitik diziyor diziyor notalarını, göğe ışık üzerine boncuklarını, ucuza getiriyor varlığını sonsuzun sessizliğiyle sonlunun gürültüsü arasında, O bitirince kıyısında gezindiği yol çöküyor…

Şimdi’si yitik bundan yazıyor yazıyor enine boyuna içini ve dışını ve yeri ve göğü ve suyu, bindiği kadırga o inince batıyor Ağustos 87 Nilgün MARMARA

KAN ATLASI

Emel’e “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”

Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk her gün her gece eğer adasında, Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar sarmış bedenini çığlıklarken bunu su içinde…

Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında uçar adımları. Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu İçinden karanlık, tekrar ve ilenç sızdıran hayret taşında. Soruyor hatırasında, “sırtımda ve sırtında gezinen bu ürperti kim, bir damla süt yerine bu ağu kim?” ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara -boy atmış da salgıları, cücelmiş sezgileri- bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…

Ey, yüzleri bir babakuş gölgesine çakılmış olanlar, Üzgün adım, ileri marş! Aralık, 86

KUĞU EZGİSİ

Kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim, Yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri.

Ne zamandır ertelediğim her acı, Çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi, -bu şiir – Sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim, Dost kalmak zorunda bana ve sizlere!

Çünkü saldırgan olandan kopmuştur o, uykusunu bölen derin arzudan. Büyüsünü bir içtenlikten alırsa Kendi saf şiddetini yaşar artık, -bu şiir – Kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü, ulaşılamayanın boyun eğen yansısı, Sevda ile seslenir sizlere! Nilgün MARMARA

KUŞUM VE BEN

Kuşum ve ben bir aynada uyuyoruz, kafesimiz yatağımız yüzlerimiz eşlerine baka baka sonsuz kar altında uyuyoruz kuşum ve ben. Eşim ve ben kızıl bir bağla bağlıyız birbirimize Çözülürse yoksulluk sevinir

Aynamızın içinde tek bu bağ… Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben… Nilgün MARMARA

TOMORROW WILL BE ANOTHER DAY -sevim’e-

Belki ona gideriz yarın, Belleksiz sevgiliye, Poplin elli korkak çocuğa, Duyarlığı, unutkanlığının kanı anaya- Ona belki gideriz yarın, Gören gözlü kör güzele, Çılgın gülüşlü bebeğe, Yüreği, sızlanan ruhunun göğü yavrucağa- Yarın gideriz belki ona, Unutuşun türküsü, bekleyiş tortusunda, Esnek kokulu çiçeğe, Kaynak bakışlı Venüs’e-

Ya nasıl dönüş sonra?

TOZ-DEM

Kısacıktı karşı yolculuklarımız kara ve deniz üzerinde-

Şafağın bodrumuna inerken sen, Hançerin ivmesiyle yükselirdim dul pencerelere.

Azıcıktı köpük boz denizde ve karada Koyu bir saatin içinden çıkılamadı bir an yine de!

Belki gülden kalma bir iz yanağındaki, Eski sabahın sarı gülünden üzerine deli gözünü bıraktığın…

Öldüğünde, çekmecemde duran bu göz, incelikle çıkarılacak, bir jiletin enginliğine, Çözülecek gizi O çarpık retinanın, ağ tabakanın…

Kasım, 1985

Nilgün MARMARA

YAPITLARI Daktiloya Çekilmiş Şiirler (1988) Metinler (1990) Kırmızı Kahverengi Defter (ö.s. 1993)

KUŞ KOYSUNLAR YOLUNA

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu? Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum, kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.’.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına aynalarla kaplattım, ölü ben’im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimselerizin vermez yollarıma kuş konmasına? “Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna”

Nilgün MARMARA


Ece Ayhan, Cemal Süreya, Yılmaz Odabaşı ve Ece Temelkuran’nın kaleminden Nilgün Marmara okumak için tıklayınız 

GUSTAV JUNG: SİZ BAŞINIZA GELENLER DEĞİL, OLMAYI SEÇTİĞİNİZ ŞEYSİNİZ!

Carl Gustav Jung Okul yılları

Yaşım ilerledikçe, annem, babam ve başkaları bana ne olmak istediğimi daha sık sormaya başladılar. Düşüncelerim beni değişik yollara çekiyordu, bu nedenle, ben de kesin bilmiyordum. Bir yandan gerçeklere dayanan bilimi çok çekici buluyor, öbür yandan, karşılaştırmalı dinle ilgili her şey beni büyülüyordu. Temel bilimler arasında zooloji, paleontoloji ve jeoloji, sosyal bilimlerde de, Yunan ve Roma, Mısır ve tarihöncesi arkeoloji, gözdelerimdi. Değişik alanlardaki seçimlerimin, ikili kişiliğimle yakın bağlantısı olduğunun bilincinde değildim o zamanlar. Temel bilimlerin somut verilere dayanmaları ve geçmişleri ilgilendiriyordu beni. Karşılaştırmalı dinde de, felsefeyi de içeren, ruhsal sorunsallar. Birincilerde anlam öğesini göz önünde bulundurmuyordum, ikincilerde de deneyselliklerini. Bilimle ilgili olanlar, önemli bir bağlamda, birinci kişiliğimin gereksinmelerini karşılıyor, insancıl ve tarihsel olanlar da ikinci kişiliğimin öğrenmesine yardımcı oluyorlardı.

İkisi arasında parçalandığım için uzun bir süre neye karar vereceğimi bilemedim. Anne tarafından aile büyüğümüz olan büyük dayım, Basel’deki St. Alban’ın başrahibiydi. Beni sürekli din eğitimine ittiğinin farkına varmıştım. Hepsi din adamı olan oğullarıyla yemekte yaptığı bir sohbeti can kulağıyla dinlemiş olmam gözünden kaçmamıştı. Üniversitenin baş döndürücü yüksek bilgisiyle bağlantıları olduğu için, onların, babamdan daha çok şey bilen din adamları olup olup olmadıklarını merak ediyordum. Bana, yapılan bu tür sohbetlerde hiç de gerçek deneyimlere değiniliyor gibi gelmiyordu. En azından, benim deneyimlerime. İncil’de anlatılan olaylarla ilgili doktrinleri tartışıyorlardı yalnızca. İnanması zor sayısız mucizenin gerçekleşmiş olduğu varsayımı beni çok rahatsız ediyordu.

Lisedeyken, her perşembe günü, sözünü ettiğim amcanın evinde yemek yememe izin verilirdi. Ona, yalnızca yemek nedeniyle değil, aynı zamanda, sofrada kaçırılmaz bir fırsat olarak gördüğüm olgun, zeki ve entelektüel bir sohbete tanık olabilmemi sağladığı için minnettardım. Bizde bu tür entelektüel sohbetler yapılmazdı. Bu nedenle, böyle konuşmaların olduğunu görmem benim için olağanüstü bir deneyim oluyordu. Ara sıra babamla ciddi konularda konuşmaya kalktığımda, her zaman beni şaşırtan bir sabırsızlıkla ve gergin bir savunmayla karşılaşıyordum. Zavallı babamın, içindeki kuşkular onu yiyip bitirdiği için düşünmeye cesaret edemediğini ancak birkaç yıl sonra anladım. Kendinden kaçtığı için körü körüne bir inancı inatla sürdürüyordu. İnancı, uğraş vererek elde etmek istiyor, ürperti veren bir gayretle çabalıyor ve bu nedenle inanç ona bir inayet olarak kendiliğinden gelmiyordu.

Kuzenlerim ve dayım, kilise adamlarının dogmalarını ve doktrinlerini sakin bir biçimde tartışabiliyorlardı. Modern din bilimcilerin düşüncelerini de. Kuşku gerektirmeyen bir dünya düzeninde kendilerini güvende hissediyor gibiydiler. Bu dünyada Nietzsche’ nin yeri yoktu. Jakob Burckhardt da arada sırada diş bilenircesine bir iltifata mazhar olabiliyordu. Burckhardt “liberal”di. Özgür düşüncede aşırıya kaçıyordu. Sonsuz düzene biraz aykırı kaçtığını anlıyordum. Amcamın din bilime ne denli uzak olduğumdan haberi olmadığından emindim. Onu düş kırıklığına uğratmak beni çok üzerdi. Başıma gelecekleri bildiğim için sorunlarımı ona açma cüretini gösteremezdim. Kendimi savunmam olanaksızdı. Üstelik birinci kişiliğim dizginleri hızla ele geçirmişti ve zayıf da olsa, bilimle ilgili bilgim, zamanın bilimsel maddeciliğiyle yoğrulmuştu ve bu durumu yalnızca tarihsel kanıtlar ve görünüşe göre çevremde kimsenin anlamadığı Kant’ın Arı Usun Eleştirisi adlı yapıtı zorlukla engelleyebiliyordu. Din bilimci dayım ve kuzenlerim Kant’ tan övgüyle söz ederlerdi ama prensiplerini hiçbir zaman kendilerine uygulamaya kalkmazlar, yalnızca karşı düşünceleri zayıflatmak için kullanırlardı. Bu konuda da ağzımı açmazdım.

Sonunda, dayım ve ailesiyle sofraya oturmak beni giderek rahatsız etmeye başladı. İyice yerleşmiş suçluluk duygum yüzünden perşembe günleri kâbusa dönüşmeye başladı. Arada sırada ortaya çıksalar bile, zihni kamçılayan düşüncelere aç olmama karşın bu toplumsal ve ruhsal açıdan güvenli dünyaya giderek uzak düşüyordum. Dürüst davranmadığım için utanç duyuyor, “Sen bir üçkâğıtçısın, sana karşı iyi niyet besleyenleri aldatıyorsun. Bu insanların toplumsal ve entelektüel bir kesinlik içinde yaşamaları, yoksulluğu bilmemeleri ve dinlerinin aynı zamanda para kazandıkları meslekleri olması onların suçu değil. Bu insanların, Tanrı’nın bir insanı, huzurlu ruhsal dünyasından koparıp O’na karşı gelmeye mahkûm edebileceklerinden haberleri yok. Hiçbir biçimde bunu onlara açıklayamam. Bu ayıbı yüklenmeli ve buna dayanmayı öğrenmeliyim,” diyerek kendi kendime itiraflarda bulunuyordum. Oysa o güne dek bunu başaramamıştım.

Carl Jung’un Yaşlılıkta Pişman Olmamak İçin Gençken Bilmeniz Gereken Sözleri

Ahlaksal çelişkinin verdiği huzursuzluk arttıkça, ikinci kişiliğimden giderek daha çok kuşkulanmaya ve ondan hoşlanmamaya başladığım gerçeğini kendimden saklayamaz oldum. İkinci kişiliğimi yok etmeye çalıştım ama bu da olmadı. Okulda ya da arkadaşlarımla olduğum zaman yok oluyordu. Fen derslerini çalışırken de. Evde ya da kırlarda, kendimle baş başa kalır kalmaz Schopenhauer ve Kant var güçleriyle geri dönüyorlar, beraberlerinde de “Tanrı’nın dünyası”nın görkemini getiriyorlardı. Bilim bilgim de bu düşüncenin bir parçasıydı ve kanaviçeyi canlı renkler ve desenlerle dolduruyordu. Böyle durumlarda, birinci kişiliğim ve meslek seçimiyle ilgili kaygılarım gözden kayboluyorlar ve sanki XIX. yüzyılın son on yılı içinde olmuş, önemsiz olaylara dönüşüyorlardı. Yüzyıllara yaptığım keşif gezilerinden baş ağrılarıyla dönüyordum. Ben, daha doğrusu birinci kişiliğim burada ve bu çağda yaşıyordu ve er ya da geç hangi mesleği sürdürmek niyetinde olduğunu belirlemesi gerekiyordu.

Birçok kez, babam beni karşısına alıp konuştu. İstediğim mesleği seçmede özgür olduğumu ama ona sorarsam din bilimden uzak durmamı öğütleyeceğini söyledi. Üstüne basa basa, “Ne olursan ol, din adamı olma!” dedi. Böylece aramızda sessiz bir anlaşma yapılmış oldu. Buna göre, bazı şeyler yorumlanmadan söylenebiliyor ya da yapılabiliyordu. Kiliseye gitmekten olabildiğince kaçındığımı ya da din toplantılarına katılmadığımı yüzüme vurmuyordu artık. Kiliseden ne kadar uzaksam, kendimi o kadar rahat hissediyordum. Cemaat toplantılarını hiç özlemiyordum. Özlediğim, orgun sesiydi. Bu tür toplantıların benim için bir anlamı yoktu. Bence, dünya işleriyle ilgili insanların oluşturduğu topluluklar, alışkanlık nedeniyle düzenli kiliseye gidenlerinkinden çok daha gerçek topluluklara benziyorlardı. Belki daha az erdemliydiler ama bu hoş insanların duyguları daha doğaldı. Daha uyumlu ve daha neşeliydiler; içten ve sıcaktılar.

Babamı din adamı olmayı kesinlikle düşünmediğime ikna etmeyi başarmıştım ama hâlâ sosyal bilimlerle fen bilimleri arasında bocalayıp duruyordum. İkisi de benim için aynı oranda çekiciydi. İkinci kişiliğimin pied-á-terre’i (ayakları yere basma) yoktu. O ortaya çıktığı anlarda, kendimi bin gözlü evrenin gözlerinden biri gibi hissedebiliyor ve andan ve mekândan kopup yükselebiliyordum ama yeryüzündeki bir çakıl taşı kadar bile hareket etme yeteneğimin olmadığını da biliyordum. Birinci bu edilgenliğe isyan ediyor, hareket edip bir şeyler yapmayı arzuluyordu ama o süreçte çözümü olmayan bir çelişkinin ortasında sıkışıp kalmıştı. Anlaşılan, ne olacağını görmem için beklemem gerekiyordu. Ne olacağımı soranlara yanıtım hazırdı. Aslında Asur ve Mısır arkeolojisini düşünerek, “Filolog,” diyordum. Bir yandan da, özellikle annem ve kız kardeşimle birlikte geçirdiğim tatiller sırasında, boş zamanlarımda fen ve felsefe çalışmayı sürdürüyordum. Anneme koşup, “Çok sıkılıyorum. Ne yapacağımı bilemiyorum,” diye dert yandığım günler geride kalmıştı. Hoşça vakit geçirdiğim tatiller yılın en iyi zamanları oluyordu. Üstelik, babam, her yıl yaz tatilini Sachseln’de geçirdiği için evde olmuyordu.

Yalnızca bir kez, tek başıma tatile çıkma olanağı doğdu. On dört yaşındayken, süregelen iştahsızlığıma ve inişli çıkışlı sağlığıma iyi gelir diye kür önermişlerdi. Entlebuch’a gittim. İlk kez, yetişkin yabancıların arasında kalmıştım. Beni Katolik rahibin evine yerleştirdiler. Benim için hem bir karabasan hem de büyüleyici bir maceraydı bu. Rahibi doğru dürüst görmüyordum bile. Eve bakan kadın da terslemeye yatkın biriydi ama fazla korkulacak bir yanı da yoktu. Sorun da çıkmadı. İyileşme dönemlerini geçirenler için kurulmuş, otel ve sanatoryum karışımı o yeri işleten bir taşra doktorunun denetimi altındaydım. Karma bir topluluktuk. Çiftçiler, küçük memurlar, tüccarlar ve içlerinde en büyük onura ermiş, yani doktora yapmış bir kimyagerin de bulunduğu, Basel’den gelme birkaç iyi yetişmiş insan vardı. Babam da doktora yapmıştı ama yalnızca bir dilbilimciydi. Kimyagerse benim için büyüleyici bir yenilikti. Karşımda bir bilimadamı duruyordu ve taşların gizemini anlayabilmesi olasıydı. Genç sayılabilecek biriydi ve bana kroke oynamayı öğretti ama (varsayılan) derin bilgisinden koklatmadı bile. Ben de ona bir şey soramayacak kadar utangaç, özgüvensiz ve cahildim. Ona, o güne dek tanık olduğum doğanın gizemlerine ya da hiç olmazsa bazılarına ulaşmış, ilk kanlı canlı insan olduğu için saygı duyuyordum. Benimle aynı sofrada oturuyor, aynı yemeği yiyor, ara sıra birkaç sözcük bile paylaşıyordu. Kendimi yetişkinlerin daha üst düzeydeki dünyasına geçmiş gibi hissediyordum. Daha üst düzeyde bir yer edinmem, orada kalanlar için düzenlenen gezilere katılmama izin verildiğinde daha da pekişti! Bu gezilerden birinde, içki yapılan bir yeri gezdik. Yapılan içkilerin tadına bakmamızı önerdiler. Bu durum tam da, “Al sana, yaklaşıyor başımıza iş açacak biri, / Çünkü bu içeçeğin adı içki”14 dizelerinin gerçeğe dönüşmesine uygundu. Değişik içkilerle dolu kadehler beni öylesine esinlendirdiler ki, tümüyle hiç beklenmedik yeni bir bilinç sürecine girdim. Ne içerisi ne dışarısı, ne ben ne başkaları, ne 1 no ve 2 no, ne özlem ne de çekingenlik kalmış; yeryüzü ve gökyüzü, dünya ve onun içinde sürünen, uçan, dönen, yükselen ya da düşen ne varsa bir bütüne dönüşmüştü. Zafer kazanmışçasına, utanç verici muhteşem bir sarhoşluk vurmuştu beni. Bir mutluluk denizinde boğuluyor gibiydim ama dalgalar öylesine kabarıyordu ki, sallanan sokaklar ve gidip gelen evler ve sokaklar arasında gözlerimle, ellerimle ve ayaklarımla gördüğüm nesnelere tutunmak zorunda kalıyordum. “Harika ama bu kadarı da fazla!” diye düşünüyordum. Deneyimim çok kötü sonuçlandı, ama belleğimde, aptallığım yüzünden berbat ettiğim bir keşif ve güzelliği ve anlamı kavrama olarak yer etti.

Kalma sürem dolunca babam beni almaya geldi. Ne büyük bir mutluluk! Birlikte Lozan’a gittik ve oradan bir gemiye bindik. Böyle bir şeyi ilk kez görüyordum. Makinelerinin nasıl çalıştığını daha doğru dürüst göremeden Vitznau’ya vardığımızı söylediler. Köyün üzerine kule gibi eğilen bir dağ gördüm. Babam, bu dağın adının Rigi olduğunu ve yukarıya dişli bir trenin çıktığını söyledi. Küçük bir istasyona gittik. Orada, kazanı neredeyse diklemesine duran dünyanın en garip lokomotifi duruyordu. İçindeki oturma yerleri bile eğriydi. Babam elime bir bilet tutuşturdu ve “Tek başına doruğa çıkabilirsin. Ben burada kalacağım. İki kişi çok pahalıya çıkar. Dikkat et, bir yerini kırma,” dedi.

Sevinçten dilim tutuldu. O güne dek, gördüğüm dağlardan daha da yüksek bu yüce dağın dibinde duruyordum. Uzaklarda kalmış çocukluğumun alev alev yanan doruklarına çok uzak değildim artık. Neredeyse yetişkin bir erkeğe dönüşmüştüm. O gezi için kendime bambu bir baston ve bir İngiliz jokey kepi satın almıştım. Bir dünya gezginine de bunlar yakışırdı. Şimdi de bu yüce dağa tırmanacaktım! Dağ mı daha büyüktü, yoksa ben mi? Bilemiyordum. Olağanüstü lokomotif puf diye güçlü bir ses çıkarttıktan sonra beni, ince havanın içinde, gıcırdaya gıcırdaya, aklın almayacağı uzaklıklara bakabileceğim doruğa çıkardı. “Evet, işte benim dünyam burası,” diye düşündüm. “Gerçek dünya, gizem! Ne öğretmenler ne okul ne de yanıtsız kalan sorular var burada. İnsan burada, hiçbir şey sormadan var olabiliyor.” Çevrede çok derin yarlar olduğu için patikalardan ayrılmamaya özen gösterdim. Orada hafife alınacak hiçbir şey yoktu. Tanrı’nın eviydi orası. O’nun fiziksel varlığını hissedebiliyor, saygılı ve sessiz olunması gerektiğini algılayabiliyordum. Babamın bana verdiği en değerli ve en güzel armağan buydu.

Öylesine derinden etkilenmiştim ki, ondan sonra Tanrı’nın evinde olup bitenler belleğimde hiç yer etmemiş. 1 no da kendi başına o geziye katılmıştı. Onun etkilendikleri beni bir ömür boyu izledi. Bugün bile kendimi erginliğe varmış ve bağımsız, başımda siyah bir şapka, elimde parlak bir baston, Lozan Gölü’nün kenarındaki olağanüstü şık otellerden birinin terasında ya da Vitznau’nun güzel bahçelerinden birinde, üzerine güneş ışınları serpiştirilmiş bir tentenin altındaki masalardan birinde oturduğumu, bir yandan altın sarısı tereyağı ve değişik reçellerle kruvasan yerken, bir yandan da, uzun yaz günü boyunca yapacağım gezileri düşündüğümü, kahvem bitince de hiç telaşa kapılmadan düzgün adımlarla ağır ağır beni Gotthard’a ve dorukları ışıldayan buzullarla kaplı dev dağların eteklerine götürecek buharlı bir gemiye doğru yürüdüğümü düşlerim.

Bu fantezi yıllar boyu, çok çalışmaktan bitap düştüğüm ve dinlenmek için bir yer aradığımda her zaman ortaya çıktı. Gerçek yaşamdaysa bu lüksü, kendime birçok kez söz vermeme karşın hiçbir zaman gerçekleştiremedim.

Carl Gustav Jung Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi) Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

JOHN BERGER: ERKEKLER KADINLARI SEYREDERLER; KADINLARSA SEYREDİLİŞLERİNİ SEYREDERLER

Bugün artık irdelenmeye başlayan ama hiçbir çözüme ulaşmamış olan uygulama ve törelere göre kadının toplum içindeki varlığı erkeğinkinden çok başkadır. Erkeğin varlığı kendinde saklı yetkelilik umuduna bağlıdır. Bu, büyük ve inanılır bir umutsa erkeğin varlığı çarpıcı olur. Küçük ve inanılmaz bir umutsa erkeğin varlığı da önemsizleşir. Bu yetkelilik umudu ahlaksal, bedensel, yaradılışa göre değişen, parasal, toplumsal ya da cinsel bir umut olabilir. Neyse ki yetkelilik umudunun yöneldiği nesne her zaman erkeğin dışındadır. Bir erkeğin varlığı o erkeğin yapabileceklerini, sizin için yapabileceklerini gösterir. Üretilebilir bir varlıktır onun varlığı; çünkü erkek gerçekte yapamayacağı şeyleri yapabilecek yetkedeymiş gibi davranır. Bu yalancı davranış her zaman onun başkaları üzerinde etkili olmak için kullandığı bir yetkeye yönelmiştir.

Bunun tersine bir kadının varlığıysa, onun kendine karşı olan tutumunu gösterir; o kadına karşı nelerin yapılıp nelerin yapılamayacağını belirler. Kadının varlığı hareketlerinde, sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde, zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öylesine içiçedir ki erkekler bunu bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar. Kadın olarak doğmak, erkeklerin mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından başlayarak hep kendi kendisini gözlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir ona. Böylece kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öge olarak görmeğe başlar. Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek zorundadır. Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı sayılan şey açısından son derece önemlidir. Kendi varlığını algılayışı, kendisi olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.

Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü, kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadın benliğinin gözleyici yanı, gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğiyle başkalarından nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan bu kendi kendini etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur. Her kadının varlığı, kendi içinde nelere ‘izin verilip nelere verilemeyeceğini’ düzenler. Eylemlerinin her biri —amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun— o kadının kendisine nasıl davranılmasını istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır. Kadın güzel bir fıkra anlatırsa bu, onun kendi içindeki fıkracıya nasıl davrandığını, elbette fıkracı bir kadın olarak başkalarından ne beklediğini gösteren bir örnektir. Fıkra anlatmak için fıkra anlatmak ancak erkeğin yapacağı bir şeydir.

Bunu şöyle yalınlaştırabiliriz: Erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum, yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır. Böylece kadın kendisini bir nesneye —özellikle görsel bir nesneye— seyirlik bir şeye dönüştürmüş olur.

John Berger Görme Biçimleri

JOHN BERGER: KÂR KONUSUNDA VAN GOGH KADAR İSTEKSİZ BİR BAŞKA RESSAM DAHA YOKTUR

Kâr konusunda Van Gogh kadar isteksiz bir başka ressam daha yoktur. Mektuplarından, Van Gogh’un bu perdenin nasıl da derinden derine farkında olduğu çıkartılabilir. Tüm hayat öyküsü gerçekliğe duyulan bitmez tükenmez bir özlemdir. Renkler, güneş, Akdeniz iklimi gerçekliğe uzanan araçlardır onun için, hiçbir zaman kendi içlerinde özlem nesneleri olmamışlardır. Gerçeklik batığından tek bir parça bile çıkarmadığını hissettiği zamanlar, tutulduğu acı dolu krizlerle bu özlem daha da yoğunlaşıyordu. Bu krizlerin günümüzde şizofreni ya da epilepsi tedavisi görüyor olması hiçbir şeyi değiştirmez; kaynaklandıkları patolojiden farklı olarak krizlerin içerdiği şey kendisini anka kuşu gibi tüketen bir gerçeklik anlayışıydı. Mektuplardan çıkartılabilecek bir başka şey de Van Gogh’un gözünde hiçbir şeyin iş kadar kutsal olmadığıdır. O emeğin fiziksel gerçekliğinin bir gereklilik, aynı zamanda bir haksızlık ve tarih boyunca insanlığın özü olmuş olduğunu görmüştü.

Sanatçının yaratıcı eylemi öteki benzer eylemlerin bir tanesiydi sadece. Gerçekliğe en yakın durma yolunun çalışmak olduğuna inanmıştı, çünkü onun gözünde gerçekliğin kendisi de bir üretim biçimiydi. Bu konuda resimleri sözcüklerden daha çok şey söylüyor. Resimlerinin sözde kabalığı, Van Gogh’un (bugün görünmez olsalar da hayal edilebilen) boyayı tuale aktarırken, renkleri seçip palette karıştırırken, boyayacağı imgeyi düşünüp ortaya çıkartırken parmaklarının aldığı her biçim, boyadığı resmin varoluş etkinliğiyle bir benzerlik içindedir.

Onun tabloları resmettikleri şeyin etkin varoluşunu -varoluşun emeğini- taklit ederler. Bir sandalye, bir yatak, bir çift bot. Bunları boyama biçimi, bir başka ressamın ya da bir marangoz ya da bir kunduracının bu ürünleri yaratış biçimine olabildiğinden çok daha yakındır. Üretim birimlerini -bacakları, parmaklıkları, sırtı, oturulacak yeri, bot tabanını, üstünü, dilini, bileğini- kendisi toplayıp birleştiriyormuşçasına ve bu birleştirme işlemi nesnelerin gerçekliğini kuruyormuşçasına bir araya getiriyordu. Bir manzara karşısındaysa bu aynı işlem daha karmaşık ve gizemli bir hal alıyor, ama aynı ilkeyi takip ediyordu. Tanrı’nın dünyayı toprak, su ve çamurdan yaratışı, bir ağacı ya da bir mısır tarlasını yaratırken bu temel maddeleri kullanışı göz önüne getirilecek olursa, Van Gogh’un bir ağaç ya da mısır tarlasını boyarken boyaları kullanışının Tanrı’nınkinden pek farklı olmadığı görülebilir.

Van Gogh bir insandı ve varlığında tanrısal bir şey söz konusu değildi. Dünyanın yaratılışını insan ancak görsel imgelerle, bir oyunda yer alan kuvvetlerin enerjisi olarak düşünebilir. Van Gogh işte bu enerjilerle olağanüstü uyum içindeydi. Çiçek açmış küçük bir armut ağacını boyarken, özsuyun yükseliş hareketi, bir tomurcuğun oluşma, açılma hareketi, bir çiçeğin açılış, dişi organın fırlayış ve benekçiklerin koyulaşma hareketi, bütün bu hareketler onun boyama eyleminde var olan şeylerdi. Bir yolu boyuyorsa, imgeleminde yol işçileri de vardı. Sürülmüş bir tarlanın kabarmış toprağını boyadığında, kendi boyama eyleminin içinde toprağı kabartan bıçkının da hareketi vardı. Baktığı her yerde varoluş emeğini görüyordu ve onun için gerçekliği oluşturan şey de emeğin bu biçimde algılanışıydı. Kendi yüzünü boyadığında, el falı bakanların avuç çizgilerinden okuyabileceklerini iddia ettikleri gibi kendi kaderini, geçmiş ve geleceğinin çizgilerini resmediyordu. Onu anormal gören çağdaşları bugün nitelendirildikleri kadar da budala değildiler. O iyiden iyiye kaptırmıştı kendini – onunkine kıyaslanabilecek bir açıklıkla resim yapan bir başka ressam yoktu.

Niçin kendini böyle kaptırıyordu? Üretimin -tualin ve resmedilen gerçekliğin- iki eylemini iyice birbirine yakınlaştırmak için. Bu kaptırmaca bir sanat anlayışından değil -zaten bu nedenle gerçeklikten bir kâr almak aklından bile geçmemişti- tüketici bir bütünleşme duygusundan kaynaklanıyordu. “Boğaya, kartala, insana öylesine yoğun bir tapınışla hayranım ki, bu benim hırslı bir insan olmamı hep engelleyecek.” Bütün tutkusu bir parça daha yakınlaşabilmek, yakınlaşmak, yakınlaşmak ve yakınlaşmaktı. En sonunda öylesine yakınlaşmıştı ki, gece göğünde yıldızlar ışık burgaçlarına, selvi ağaçlarıysa rüzgâr ve güneşin enerjisine cevap veren canlı bir ormanın enerji dolu sinir hücrelerine dönüşmüştü. Gerçekliğin kendisini, ressamı çözündürdüğü tabloları da vardır. Fakat tabloların çoğunda çözünmeye karşı durarak izleyicisini, gerçekliğin üretildiği o eşsiz sürecin öyle yakınlarına getirir ki! Çok önceleri, bir zamanlar resimler aynalarla karşılaştırılırdı. Van Gogh’unkilerse lazerlerle karşılaştırılmalı. Onun resimleri ulaşılmayı beklemez; dahası, karşılamak üzere yola düşerler ve yolda aştıkları şey bomboş engin bir uzaydan çok bir üretim etkinliği olarak dünyanın üretilmesidir. Resmin resmini yapmak dehşet uyandıran, ama bir parça da rahat bir eda ile, “Cesaretin varsa yaklaş ve nasıl işlediğine bir bak” demektir.

John Berger Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

DOSTOYEVSKİ: İNSANLARIN EN BÜYÜK DERDİ ÖZGÜRLÜĞÜNÜ DEVREDEBİLECEK BİRİNİ BULMAKTIR!

Ah, onlar biz olmadan hiçbir zaman karınlarım doyuracak ekmeği bulamayacaklardır! Hiçbir bilim onlara özgür kaldıkları sürece ekmek vermeyecektir, sonunda da onlar özgürlüklerini ayaklarımıza getirecek ve bize: «Size köle olalım daha iyi olur, hiç olmazsa karnımızı doyurursunuz…» diyecekler. Böylece sonunda özgürlüğün ve toprağın verdiği ekmeğin, herkes için eşit miktarda olamayacağını anlayacaklardır. 

“Karamazov Kardeşler” adlı aserinden bir bölüm: Büyük Engizisyoncu Ele aldığım olay Onaltıncı Yüzyılda oluyor. O zamanlar, o zamanlar gökyüzündeki varlıkları şiirler yazarak dünyaya indirmek alışkanlık olmuştu. Artık Dante’den söz etmiyorum. Fransa’da mahkemedeki zabıt kâtipleri, hattâ manastırlardaki rahipler bile tam anlamıyla temsiller veriyor ve bu temsillerde Hazreti Meryem’i, melekleri, velileri, İsa’yı, hattâ Tanrı’nın kendisini bile sahneye çıkarıyorlardı. O zamanlar bütün bunlar hiç art niyet beşlemeden yapılırdı. Victor Hugo’nun «Nötre Dame de Paris» inde, Fransız veliahdının dünyaya gelişi onuruna, Paris’te, I Louis’nin önünde, belediye salonunda halka Le bon jugement de tres sainte et gracieuse Vierge Marie» adı altında bedava olarak, öğüt verici bir temsil sunuldu, bu temsilde Hazreti Meryem’in kendisi sahneye çıkıyor ve kendi bon jugement’unu bildiriyor. «Bizde de Petro’dan önceki devrede konuları özellikle. Eski Ahit’ten alınmış, hemen hemen buna benzer dramatik temsiller verilirdi. Zaman zaman oynatılırdı bu oyunlar. Zaten o dramatik oyunlardan başka, bütün dünyada o zamanlar gerektiğinde velilerin, meleklerin ve gökyüzündeki tüm güçlerin rol aldığı birçok hikâyeler, «şiir» ler de elden ele dolaşıyordu. Bizde de manastırlarda, böyle şiirlerin çevirileri ya da kopyaları ile uğraşıyorlardı, hattâ buna benzer şiirler uyduruluyordu. Hem de ne zaman? Daha Tatar’ların idaresi altında uluduğumuz zamanlarda. «Örneğin manastırda yazılmış bir küçük şiircik vardır. (Tabii gerekçeden çevrilmiştir) «Hazreti Meryem’in Çilesi» adlı bu şiirde öyle sahneler öyle bir cesaretle anlatılır ki! Bunlar Dante’ninkilerden aşağı kalmaz. Hazreti Meryem cehennemi ziyaret eder, ona bu «Çileli yolda» meleklerden Mikail rehberlik eder. Hazreti Meryem, günah işlemiş insanları ve çektikleri çileleri görür. Bunların arasında çok ilgi çekici bir günahkârlar gurubu var, bunlar ateşten bir göl içindedirler. Aralarından hangileri bu gölün içine artık yüzeye çıkamıyacak kadar gömülüyorlarsa «Onlar artık Tanrının unuttuğu varlıklar»» dır. Bu anlatımda olağanüstü bir derinlik, olağanüstü bir güç vardır. «İşte bunun üzerine derin bir şaşkınlığa kapılan Hazreti Meryem ağlayarak Tanrı’nın tahtı önünde secdeye varır ve cehennemde bulunan herkesin, ama hiç bir ayrılık yapılmadan, herkesin o gölde gördüğü tüm insanların da bağışlanması için yalvarır. Hazreti Meryem’in Tanrı ile o konuşması çok ilgi çekicidir. Hazreti Meryem yalvarır durur, bir an bile yalvarmaktan geri durmaz. Tanrı ona; «Oğlunun» çivi çakılmış elleri ile ayaklarını göstererek: «Oğluna işkence edenleri nasıl Ağışlarsın?» diye sorduğu vakit, Meryem, tüm velilere, din uğruna çile çekmiş bütün kutsal varlıklara, tüm küçük ya da büyük, hepsinin, kendisi ile birlikte secde-ya varmalarını ve hiçbir ayırım yapılmadan herkesin Dışlanması için Tanrı’ya yalvarmalarını emreder. «Sonunda Hazreti Meryem Tanrıya yalvara yalvara cehennemde çekilen çilelerin, her yıl, Kutsal Cuma Troitsa yortusuna dek durdurulmasına razı sağlıyor. Bunun üzerine cehennemdeki günahkârlar da Tanrıya şükrederek: «Sen böyle bir Yargıda bulunmakta haklısın Ya Rab!» diye bağırıyorlar. «İşte benim şiirim de buna benzer bir şey olacaktı, eğer o zamanlar yazılmış olsaydı. Benimkinde, sahneye çıkan ı İnan yalnız yüreğinden gelene, Yoktur gökten gelen vaatler artık… «Böylece yalnız yürekten gelen bir inanç olabiliyor! Gerçi doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir inanç olunca, birçok mucizeler de mümkün oluyordu. Geçmişte insanları bir mucizeyle hastalıklarından kurtaran kutsal insanlar vardı; bazı velilere de (kendilerinin hayat hikâyelerini anlattıkları gibi) Gökyüzünün Kraliçesi bile görünmüş. Ama şeytan uyumaz. Onun için insanlar arasında artık o mucizelerin doğruluğundan şüphe etmeğe başlayanlar olmuş. İşte bu sırada, kuzeyde, Almanya’da korkunç yeni bir kâfirlik ortaya çıkıyor. «Koca bir kandil» e benzeyen kocaman bir yıldız, (burada kast edilen kilisedir.) «Pınarların içine düşüyor ve o zaman bütün pınarların suyu acılaşıyor.» BU kâfirler Tanrıya karşı gelerek mucizeleri inkâr etmeğe başlıyorlar. Ama dine bağlı kalanlar ona daha da büyük bir heyecanla inanmaya devam ediyordu. İnsanlık gözyaşlarını gene «Ona» sunuyor. Gene eskisi gibi «O bekliyorlar, «O» nu seviyorlar, «O» na güveniyorlar, O’-nun uğrunda acı çekmeğe, «O» nün uğrunda ölmeye can atıyorlar, tıpkı eskisi gibi… işte insanlık bunca yüzyıl ona inanç ve heyecanla: «Çünkü Tanrı aramıza gelecek» diyerek dünyaya inmesi için yalvardıktan sonra, sonunda «O», insanların acıları karşısında ve onların çektiği çileleri paylaşmak için sınırsız bir istek duyarak kendisine yalvaranların arasına inmeğe karar veriyor. Zaten daha önce de, dünyaya indiği vakit alçak gönüllülük göstererek bazı Peygamberleri, çile çekenleri ve dünyayla ilişkilerini kesmiş olan kutsal insanları (yaşantılarını anlatan hikâyelerde belirtildiği gibi) ziyaret etmişti. Bizde de kendi sözlerinin doğruluğuna inanan Tütçev bunu şöyle anlatır : Kutsal haçın ağırlığı altında ezilerek Sevgili dünyamızın her noktasını Köle gibi, Gökyüzünün Çan Dolaşmıştır, kutsayarak… «Şunu sana söyliyeyim ki, gerçekten öyle olmuştur, e, bu sefer de «O», gene acı içinde kıvranan, çile çeken, günahlara gömülmüş ama bir çocuk kalbiyle «Onu» seven halka, kendi halkına bir an için olsun görünmek isteğini duyuyor. Anlattığım olay, ispanya’da, Sevil’de, engizisyonun en korkunç zamanında, Tanrı uğruna, ateşlerin yakıldığı ve: O güzel Otodafe’lerde (Kâfirlerin yakıldığı ateş) Kötü kalpli kâfirlerin her gün yakıldığı … çağda geçiyor. Ama tabiî «Onun» bu gelişi, eski-söz verdiği ve çağların sonunda, tüm haşmeti için-beklenmedik bir anda, «tıpkı doğudan batıya doğru fışkıran bir şimşek gibi» olacağını bildirdiği asıl gelişi değildir. Hayır, benim şiirimde «O» ancak bir ağ için, çocuklarını ziyaret ve onları özellikle kâfirlerin çatır çatır yakıldığı o ülkede görmek isteği ile geliyor. «Tanrıya özgü, sonsuz bir sevgi göstererek, bir kez daha insanların arasında tıpkı on beş yüzyıl önce yaptığı gibi gene insan şeklinde dolaşıyor. «Büyük bir alçak gönüllülükle, daha bir akşam önce, kralın, saraylıların, şövalyelerin, kardinallerin ve en güzel saray kadınlarıyla tüm Sevil’in kalabalık halkının gözü önünde, Büyük Engizitörün bir defada Ad majörem glors dei tam yüz kâfiri «harikulade güzel bir Otodafe» üzerinde yaktığı bir güney şehrinin «sıcak ot yığınları» üzerine iniyor. Sessizce, kimseye belli etmeden geliyor. Ama, o zaman ne gariptir, herkes onu tanıyor. Bu şiirimin en güzel yeri olabilirdi; yani herkesin onun neden böyle tanıdığını belirttiğim yer var ya, orası işte! Halk karşı konulmaz bir güçle «ona» doğru yöneliyor. «Onun» etrafını sarıyor, «Onun» çevresinde gittikçe kalabalıklaşıyor ve peşinden gidiyor. «O» hiç konuşmadan, dudaklarında sonsuz bir şefkatle, çektikleri çileleri paylaştığını belirten hafif bir gülümseyişle aralarından geçiyor. Yüreğinde sevgi güneşi yanıyor, gözlerinden Nur, Bilim ve insanlara güç veren bir kudret yayılıyor. İnsanların üzerine dökülen bu ışınlar onların yüreklerini sarsıyor ve içlerinde de «Ona» karsı bir sevgi ateşi alevleniyor. «Kendisi onlara doğru ellerini uzatıyor, onları kutsuyor ve yalnız “Ona” dokunmakla, yalnız «Onun» giysilerini tutmakla, insanlara şifa veren bir güç bulaşıyor. İşte o sırada çocukluğundan beri kör olan bir ihtiyar: “Tanrım, beni şifaya kavuştur. Ben de Seni göreyim!» diye bağırıyor. O zaman gözlerinden sanki bir perde kalkıyor ve ihtiyar «Onu» görüyor. Halk :gözyaşı döküyor ve «Onun» geçtiği yerlerde toprağı öpüyor. Çocuklar «Onun» önüne çiçekler serpiyor, «Ona» şarkılar okuyor ve: «Osanna!» diye bağırıyorlar. Herkes: «,işte ta kendisi! işte «O» geliyor. Bu ancak «O” olabilir. «Ondan» başkası olamaz» diye tekrarlıyorlar. «O» Sevil Katedralinin kapısı önünde duraklıyor: Tam o sırada tapınağın içine göz yaşlarıyla küçük, beyaz bir çocuk tabutu getiriyorlar. Tabutun içinde yedi yaşlarında bir kız çocuğu yatıyor. Bu tanınmış bir adamın tek kızıdır. Ölü çocuk çiçekler içinde yatıyor. Kalabalığın arasından gözyaşları döken anaya: «O çocuğunu diriltecek» diye bağırıyorlar. Tabutu karşılamak için kapıya çıkmış olan Katedral papazı, şaşkınlık içinde olup bitenlere bakıyor ve kaşlarını çatıyor. Birden ölen çocuğun annesinin bir çığlık attığı duyuluyor. Kadın kendini «O» nün ayaklarına atıyor; kollarını ona doğru uzatıyor: «Karşımda olan «Sen» isen, çocuğumu dirilt!» diye bağırıyor. Cenaze alayı duraklıyor, küçük tabutu kilisenin eşiğine, «Onun» ayaklan dibine bırakıyorlar. «O» acıyarak tabuta bakıyor ve dudaklarından yavaşça bir kez daha şu sözler dökülüyor: «Talifa Kumi» yani: «… ve kız dirilsin.» «Küçük kız tabutun içinde doğruluyor, oturuyor,. Şaşkın şaşkın gözlerini açarak etrafına bakıp gülümsüyor. Ellerinde tabutta yatarken üzerinde bulunan beyaz bir gül demeti var. Halkın arasında şaşkınlık oluyor, bağrışmalar, hıçkırıklar duyuluyor ve işte tam o anda birden katedralin önünden Kardinalin kendisi, Büyük Engizitör geçiyor. Bu, hemen hemen doksan yaşında, uzun boylu, dimdik duran, yüzü kurumuş bir ihtiyardır; gözleri içeri gömülmüştür ama, içlerinde hâlâ kıvılcım gibi bir ışık yanmaktadır. Doğrusu o sırada üzerinde bir akşam önce Roma dininin düşmanlarını, kâfirleri yaktıkları sırada, halkın karşısında gösteriş yaparak dolaştığı o güzel kardinal giysileri yoktur. Hayır, o anda üzerinde yalnız eski, kaba bir rahip cübbesi var. Arkasından ölçülü bir mesafeden, yüzleri gülmeyen yardımcıları ve köleleri ile, «Kutsal» muhafızlar geliyor. Kardinal halkın karşısında duruyor ve olup bitenleri uzaktan seyrediyor. Her şeyi görüyor. Tabutu nasıl «Onun» ayakları dibine koyduklarını, küçük kızın nasıl dirildiğini görüyor ve yüzü (Karışıklık) asılıyor. Ağarmış gür kaşlarını çatıyor. Bakışlarında acımak bilmeyen bir parıltı oluyor. Parmağını uzatıyor, muhafızlarına «Onu» yakalamalarını emrediyor. Ve onda öyle bir güç var ki, halk da öylesine alıştırılmış, öylesine boynu eğik, öylesine içi titriyerek onun sözünü dinler bir hale gelmiştir ki, kalabalık hemen muhafızların önünde açılıyor, onlar da birden meydana gelen bir mezar sessizliği içinde, ellerini «Onun» omuzlarına koyup kendisini götürüyorlar. «Kalabalık hemen, tek bir varlık gibi ihtiyar engizitörün karşısında yerlere kadar eğiliyor, o da halkı kutsuyor ve geçip gidiyor. Muhafızlar mahpusu eskiden kalma Kutsal Mahkeme binasında bulunan daracık, karanlık, kubbeli cezaevine getiriyorlar. Bir gün geçiyor, Sevil’in karanlık, sıcak «boğucu» gecesi başlıyor. Havada «bir defne ve limon kokusu» var. Derin karanlığın içinde birden zindanın demir kapısı açılıyor ve ihtiyar büyük engizitör elinde bir kandille ağır ağır zindana giriyor. Ama kendisi yalnızdır; kapı onun arkasından hemen kapanıyor. Büyük Engizitör içeriye girer girmez duruyor ve uzun uzun, bir ya da iki dakika kadar bir süre dikkatle, «Onun» yüzüne bakıyor. Sonunda yavaşça yaklaşıyor, kandili masanın üzerine koyuyor ve «Ona» şöyle diyor. — Söyle sen «O» musun? Gerçekten «O» sen misin? Ama karşılık almayınca çabucak sözüne devam ediyor: — Bana karşılık verme! sus. Zaten ne söyleyebilirsin? Senin ne söyleyeceğini, ben zaten çok iyi biliyorum. Hem daha önce söylemiş olduklarına daha başka bir şey katmaya hakkın yok! O halde, niçin gelip bize engel oluyorsun? Çünkü sen bize engel olmağa geldin! Bunu kendin de biliyorsun. Ama yarın ne olacak biliyor musun? Ben kim olduğunu bilmiyorum, bilmek de istemiyorum! Karşımdaki gerçekten Sen misin, yoksa «Onun» bir kopyası mı? Ne olursan ol, yarından tezi yok, seni mahkûm edip kâfirlerin en kötüsü olarak yaktıracağım ve bugün senin ayaklarını öpen o halk, yarın benim bir tek işaretim üzerine, seni yakacak olan ateşin altına avuç avuç kömür atmak için ileri doğru atılacaktır. Bunu biliyor musun? Bunu söyledikten sonra derin bir düşünce içinde ve gözlerini bir an için tutuklu’dan ayırmadan : — Evet, belki, bunu sen de biliyorsun, diyor. Bütün bu süre içinde susmuş olan Alyoşa gülümseyerek : — Ben pek anlayamıyorum, îvan. Nedir bu böyle? diye -sordu. Doğrudan doğruya dizginsiz bırakılmış bir hayal eseri mi, ihtiyarın yaptığı bir yanlış mı, yoksa akıl almaz bir qui pro quo  mu? İvan güldü : — Diyelim ki, sonuncusu olsun. Eğer seni bugünkü realizm bu kadar şımarttıysa ve artık hiçbir fantastik şeye dayanamıyorsan öyle olsun. Madem istiyorsun, varsın bu bir qui pro quo olsun. Tekrar güldü : — Gerçi, ihtiyar doksan yaşındadır ve çoktandır taktığı o düşünceyle çıldırmış olabilir. Tutuklu a onu görünüşüyle şaşırtmış olabilir. Hattâ son bir ihtimal daha var: Bu; belki de doksan yaşındaki bir ihtiyarın ölmeden önce, üstelik hâlâ o akşam Otodafeler ferinde yüz dinsizin yakılmasından ötürü heyecanı içinde olduğu için gördüğü bir hayal ya da bir sayıklama olabilir. Ama ister bir qui pro quo, ister dizginsiz bir hayalin eseri olsun, bizim için ne fark eder? Bura-da önemli olan ihtiyarın içindekilerini dökmek ihtiyacını duymasıdır; doksan yıllık ömrünün en sonunda ilk kez olarak içinden geçirip de sustuğu şeyleri artık yüksek sesle söylemesidir. — Peki tutuklu da susuyor mu? Ona bakıyor da bir tek söz olsun söylemiyor, demek. İvan gene güldü : — Evet, zaten öyle olması gerekiyor! Hangi yönden ele alırsan al, gene öyle olmalı, ihtiyarın kendisi «Ona» daha önce söylemiş olduklarına hiçbir şey katmaya hakkı olmadığını belirtiyor. Doğrusunu istersen, katolikliğinin temel özelliği de budur. Bence Öyledir. Ben şöyle anlıyorum, Katolikler: «Sen her şeyi papaya teslim ettin! Demek ki, her şey şimdi papanın elinde. Sen ise hiç olmazsa artık hiç gelme. Hiç olmazsa bir süreye kadar aramıza gelme,» derler.. Yalnız söyledikleri de değildir bu. Bunu yazarlar da, özellikle cizvitlerin yazılarında öyledir. Bunları kendi gözümle, Tanrı üzerine yazılar yazmış olanlarının kitaplarında okudum. Benim ihtiyar «Ona» : «Bizlere gelmiş olduğun âlemdeki, Sırlardan birini olsun açıklamağa hakkın var mı?» diye sorar ve »Onun» yerine kendisi karşılık verir: «Hayır, buna hakkın yoktur, çünkü bunu yaparsan daha önce söylediklerine bir şey katmış olursun. Bunu söyleyemezsin! Çünkü söylemen insanların elinden özgürlüklerini almak olacaktır. Oysa, Sen dünyaya geldiğin vakit bu özgürlüğü savunmuştun. Bize yeniden haber vereceğin her şey, insanların inanma özgürlüğüne zarar verir! Çünkü insanlara bir mucize olarak görünür. Oysa onların özgürlük içinde inanmaları, senin için daha o zaman daha bundan binbeş yüz yıl önce, her şeyden daha çok değer verdiğin bir şeydi. O zamanlar sık sık insanlara: İhtiyar birden düşünceli bir tavırla gülümsüyor ona ciddî bir tavırla bakarak devam ediyor: — Evet, bu iş bize pahalıya mal oldu. Ama biz bu işi senin adına sona erdirdik. Onbes yüzyıl o özgürlükle çile çekip durduk. Ama şimdi artık bu iş bitti, hem de sağlama bitti. Sen tabiî bunun artık kesin olarak sona erdiğine inanmıyorsun değil mi? Bana sevgiyle bakıyor, hattâ bana öfkelenmek alçak gönüllülüğünü bile göstermiyorsun; değil mi? Ama şunu bil ki, şimdi, hem de özellikle şimdi o gördüğün insanlar her zamankinden daha özgür olduklarına inanıyorlar. Oysa kendileri özgürlüklerini getirip bize teslim ettiler, boyunlarını eğerek onu ayaklarımızın dibine bıraktılar. Ama bunu biz sağladık. Oysa «Senin» istediğin bu muydu? Sen öyle bir özgürlük mü istiyordun? Alyoşa : — Gene anlamıyorum! diye İvan’ın sözünü kesti. İhtiyar alay ediyor, onunla eğleniyor, değil mi? — Hiç de değil. Gerçekten özgürlüğü sonunda yenmiş, ona üstün gelmiş olmalarını ve bunu insanları mutluluğa kavuşturmak için yapmış olmalarını bir başarı olarak gösteriyor. Diyor ki, «çünkü şimdi (şimdi derken tabiî engizisyondan söz ediyor) artık ilk kez olarak insanların mutluluğundan söz etmek mümkün oldu, însan isyancı olarak yaratılmıştır; isyan edenler hiç mutlu olabilirler mi? Sana da bu önceden bildirilmişti! Uyarmalardan, öğütlerden yoksun değildin. Ama sen o verilen haberleri dinlemedin. İnsanları mutluluğa kavuşturabilecek olan tek yolu reddettin. Ama çok şükür ki aramızdan çekilirken işi bize bıraktın. Sen bize vaettin. Bize kesin olarak söz verdin. Bize bağlamak ve çözmek hakkını bağışladın; şimdi de artık bu hakkı eli-2den almayı aklından bile geçiremezsin tabiî. O hal-de neden gelip bize engel olmak istiyorsun?» Alyoşa : Peki, «uyarmalardan ve öğütlerden yoksun dene demek? diye sordu. BU, ihtiyarın asıl söylemek istediği şeydir. Kendişi sözlerine devam ederek Ona diyor ki; «Kitaplardan bizlere kadar gelen bilgiye göre, çölde seninle korkunç ve zeki bir ruh, varlığın kendi kendini yok etmesini, yok-luğu temsil eden bir ruh, yüce bir ruh konuşmuş, söylediğine göre o ruh gönlünü çelerek seni «Kötü yola itmek» istemiş. Gerçekten öyle mi oldu? Ama sana şunu söylemek isterim: O ruhun sana sorduğu o üç sorudan daha gerçeğe uygun bir şey söylemek mümkün müdür? Senin reddettiğin ve kitaplarda «kötü yola çekme» olarak gösterilen o üç sorudan daha gerçek bir şey var mı? Şunu da söyliyeyim ki, eğer dünyada gerçekten insanlığı yıldırımla çarpar gibi meydana gelmiş bir mucize varsa, işte o gün, sana sunulan o üç kötü yolun teklif edildiği gün olmuştur. «Eğer o korkunç ruhun sorduğu bu üç sorunun kitaplardan hiç iz bırakmadan yok olduğunu düşünmek mümkün olsaydı, hattâ bir örnek, bir deneme olsun diye böyle bir şeyi aklımızdan geçirmek mümkün olsaydı, o soruları yeniden icad edip, yazmak ve tekrar o kitaplara geçirmek gerekseydi, bu iş için de dünyadaki bütün akılı insanlar, devlet adamları, din bilginleri, bilim adamları, filozoflar, şairler bir araya getirilip, onlara: «Bize üç soru bulun, ama bunlar öyle sorular olsun ki, oluşumun bütünlüğünü olduğu gibi kavramaktan başka ayrıca üç sözle, üç cümleyle insanlığın ve dünyanın geleceğini özetlesin,» denilseydi, sanıyor musun ki, dünyanın bir araya getirilen bütün bu bilimi. derinlik ve etki bakımından, gerçekten o güçlü ve zeki ruhun sana çölde sorduğu o soruların derinliğine ve gücüne eşit olacak üç soru bulabilir?. «Yalnız o sorulardan bile, onların sana sorulması mucizesinden bile. senin o sırada ölümlü, geçici bir insan aklıyla değil, ölümsüz ve mutlak bir akılla karşılaşmış olduğunu belirtmeye yeterlidir. Çünkü bu üç soruda sanki insanlığın bundan sonraki tüm tarihi bir bütün içinde özetlenmiş gibidir ve bütün dünyada in- sanlık tarihinde görülen bütün çözülmesi imkânsız zıtlıkların birleştiği üç şekil karşısına çıkarılmıştır. O zamanlar bunun böyle olduğu, daha o kadar iyi görülemezdi. Çünkü henüz gelecek bilinmeyen bir şeydi. Ama bugün aradan onbeş yüzyıl geçtikten sonra, görüyoruz ti, bu sorularda her şey o kadar iyi tahmin edilmiş ve önceden o kadar iyi haber verilmiştir ki, aynı zamanda her şey öylesine harfi harfine gerçekleştirilmiştir ki, artık o sorulardan ne birşey çıkarmaya imkân vardır, ne de onlara herhangi bir şey katmaya! «Kendin karar ver; hanginiz haklıydınız? Sen mi, yoksa o mu? Birinci soruyu hatırla; harfi harfine hatırlamasan bile, o sorunun anlamı şuydu: «Sen dünyaya» insanların arasına ellerin çıplak olarak, basit varlıklar oldukları ve doğuştan onurlarını yitirmiş oldukları için kavrayamadıkları, korktukları, hattâ içlerinde dehşet uyandıran bir özgürlük vaadiyle inmek istiyorsun. Bu özgürlük onları korkutur, çünkü insan için insanlardan meydana gelen bir toplum için özgürlükten daha ağır bir yük yoktur! Oysa bu çıplak ve güneşten kasıp kavrulan taşlan görüyor musun? Onları etmek haline getir! Q zaman tüm insanlık daima içi titrediği halde, sana karşı şükran duyan uslu bir sürü gibi arkandan koşar. Elini çektin mi, verdiğin ö ekmek hemen yok olsun.» «Ama sen insanı özgürlükten yoksun bırakmak istemedin ve bu teklifi reddettin. Çünkü şöyle düşündün: “Eğer insanların Sana bağlılığı ekmeklerle satın alına-o zaman bu, özgürlük olur mu?» Bu teklife kar- vererek insanın yalnız ekmekle yaşamadığını söyle- ama biliyor musun ki, gene işte bu dünyanın ek-uğruna yeryüzündeki tüm insanların ruhu Sana başkaldırıp, Seninle savaşacak ve Seni yenecek-tir O zaman herkes onun arkasından gidecek ve: «Bu eşit olan biri var mı? O bize gökyüzünün ateşini vermiştir!» diyecektir. Biliyor musun ki, yüzyıllar geçecek ve insanlık kendi düşüncelerinin derinliği, kendi bilimiyle vardığı yargıyı açıklayarak, dünyada suç diye birşey olmadığını, böyle olunca da günahın da olamayacağını ve ortada yalnız aç insanların bulunduğunu bildirecektir? «Karınlarını doyur, ondan sonra onlardan iyilik bekle!» îşte sana karşı dikecekleri ve Senin mabedini yıkacak olan sancağa bunu yazacaklardır! Senin tapınağının yerine yeni bir yapı yükseltilecektir. Gerçi bu Babil kulesi de eskisi gibi tamamlanamayacaktır. Ama ne olursa olsun, Sen bu yeni Babil Kulesinin yapılmasına engel olabilir ve insanların çilelerini bin yıl kısaltabilirdin. Çünkü insanlar o yeni Babil Kuleleriyle daha bin yıl dert çektikten sonra gene de bize geleceklerdir! Bizleri gene toprağın altında, katakomblarda (Hıristiyanların Romalılar tarafından işkencelerle öldürüldüğü zamanlarda toprak altında gizlendikleri yerler.) gizlendiğimiz yerlerde (çünkü bizler gene oradan oraya sürünecek ve işkencelere uğrayacağız) bulacak ve: «Kamımızı doyurun, çünkü öbürleri bize gökyüzünden bir ateş vereceklerini vahdettiler, ama vermediler» diye bağıracaklar. İşte o zaman onların yaptıkları Kuleyi bizler tamamlayacağız, çünkü yapıyı ancak karınlarını doyuracak olan tamamlayacaktır. Karınlarını doyuracak olan ise yalnız biziz. Hem de Senin adına yapacağız bunu ve onları senin adına yaptığımızı söyleyerek aldatacağız. «Ah, onlar biz olmadan hiçbir zaman karınlarım doyuracak ekmeği bulamayacaklardır! Hiçbir bilim onlara özgür kaldıkları sürece ekmek vermeyecektir, sonunda da onlar özgürlüklerini ayaklarımıza getirecek ve bize: «Size köle olalım daha iyi olur, hiç olmazsa karnımızı doyurursunuz…» diyecekler. Böylece sonunda özgürlüğün ve toprağın verdiği ekmeğin, herkes için eşit miktarda olamayacağını anlayacaklardır. Çünkü onları aralarında hiçbir zaman, hiçbir zaman paylaşamayacaklardır! Aynı zamanda hiçbir zaman özgür de olamayacakları kanısına varacaklardır; çünkü kendileri güçleri yetmeyen, kusurlu, önemsiz ama isyancı varlıklardır. «Sen onlara gökyüzünden gelecek ekmeği vaadettin. Oysa tekrar ediyorum, güçsüz, kusurlarından bir türlü kurtulamayan, daima nankörlük eden insan kavimlerinin gözünde, o ekmek yeryüzündeki ekmeğe eşit olabilir mi? Diyelim ki, gökyüzünden gelecek ekmek uğruna Senin için, yalnız onbinlerce güçlü ve yüce olan varlıklar önemli de, geriye kalan o sahildeki kum gibi kalabalık, güçsüz ama Seni seven milyonlar; ancak o üstün, o yüce, o güçlü varlıkları meydana getirecek olan bir hamur mudur? «Hayır, bizim için güçleri olmayanlar da değerlidir. Belki kusurlu ve isyan içinde olan varlıklardır, ama sonunda asıl sözümüzü dinleyecek olanlar onlardır. Onlar bize hayranlıkla bakacak ve başlarına gelip, o korktukları özgürlük yükünü omuzlarımıza almaya razı olduğumuz için bizleri birer Tanrı sayacaklardır. İşte sonunda özgür olmak onlara bu kadar ağır gelecektir! Ama biz onlara Sana bağlı olduğumuzu ve onları Senin adına idare ettiğimizi söyleyeceğiz. Onları gene aldatacağız; bu mümkün olacak, çünkü artık Seni bir daha aramıza bırakmayacağız. Bizim çilemiz işte bu aldatışta olacaktır, çünkü yalan söylemek zorunda kalacağız. “İşte çölde Sana sorulan birinci sorunun anlamı buydu ve Senin her şeyden üstün tuttuğun özgürlük uğruna reddettiğin de budur. Bununla birlikte, o soruda Bu dünyanın yüce sırlarından biri saklıydı. Eğer «ekmek vermeyi» kabul etseydin, insanlığın yüzyıllar boyu hasret çektiği, tek tek olarak da, tüm insanlık olarak da, hep birlikte özlemini çektiği bir şeye karşık vermiş olacaktın; bu da «kime tapacağız?» sorusunun karşılığıdır. «İnsan için özgür olur olmaz hemen tapacak, boyun eğecek birini bulmaktan daha sürekli, daha üzücü bir uğraşma yoktur: Ama insanın tapmak için aradığı varlık, artık tartışmasız kabul edilebilecek bir varlık olmalı, o kadar tartışmasız kabul edilecek bir varlık olmalı ki, herkes birden ona tapmaya razı olsun. Çünkü bu zavallı varlıkların derdi örneğin, benim ya da filânca kişinin tapacağı birini bulmak değildir. Onların istediği öyle birini bulmaktır ki, herkes ona inansın, ona boyun eğsin, üstelik ona hep birlikte tapsın, işte tapmada birlik olmak ihtiyacı, ayrı ayrı her insanın ve dünya yaratıldığından beri tüm insanlığın uğrunda acı çektiği en önemli şeydir. İnsanlar böyle hep birlikte ortaklaşa bir şeye tapmak için birbirlerini kılıçla yok etmişlerdir. Kendilerine Tanrılar yaratmış ve birbirlerine: «Kendi Tanrılarınızı bırakın, gelin bizim tanrılarımıza tapın, yoksa size de, tanrılarınıza da ölüm!» diye-bağırmış, birbirlerini kendi dinlerine bağlanmaya zorlamışlardır. Dünyanın sonuna dek de öyle olacaktır. Hatta dünyada Tanrılar yok olduğu zaman bile: O zaman da gene ilâhların önünde secdeye varacaklardır. «Sen insan varlığının bu temel sırrını biliyordun, bilmemene imkân yoktu! Ama sana sunulan tek mutlak sancağı, «yeryüzünün insanlara kazandırdığı ekmek» sancağını, herkesi, hiçbir itiraz ileri sürmeden kendine boyun eğmeye zorlamak için ve özgürlükle insanlara gökyüzünden bağışlanacak ekmek uğruna reddettin. Ondan sonra daha neler yaptın. Hep özgürlük adına yaptın bunları! Oysa sana söylüyorum, insana. ° zavallı, o mutsuz varlığa dünyaya gelirken birlikte getirdiği özgürlük bağışını bir an önce devredebilecek birini bulmaktan daha çok çile çektiren bir dert yoktur. »Ama insanların özgürlüğüne, ancak vicdanlarını tatmin edebilen sahip olabilir. İnsanlara ekmeği vermen, teklif edilirken, itirazsız olarak herkesçe kabul edilebilecek bir sancak sunulmuş oluyordu Sana! Ekmeği verirsen, insan boyun eğer; çünkü ekmekten daha itirazsız olarak kabul edilebilecek bir şey yoktur. Ama Sen, insanlara ekmek sunduğun sırada, herhangi bir başkası Sana rağmen insanın vicdanına sahip olursa, o zaman insan, Senin sunacağın ekmeği fırlatıp atar ve vicdanını aldatmış olanın peşinden gider. Bu konuda Sen haklıydın! Çünkü insan varlığının sırrı yalnız yasamak değildir; bir şey için yaşamaktır. İnsan neden yaşadığını, ne için yaşadığını kesin olarak kavrayamazsa, yaşamaya razı olmaz, dünyada yaşamaya devam etmektense, kendi kendini yok eder: hatta etrafında hep ekmekler olsa bile. «Bu böyledir! Gelgelelim ne oldu? Sen insanların özgürlüğüne sahip olacak yerde, onlar için bu özgürlüğü daha da büyüttün! Yoksa insan için rahatın, hatta ölümün bile iyiliği ve kötülüğü kavradıktan sonra ikisinin arasında özgür olarak bir seçim yapmaktan daha değerli olduğunu unuttun mu yoksa? İnsan için vicdan özgürlüğünden daha çekici ama aynı zamanda daha acı veren bir şey yoktur, öyleyken Sen insan vicdanını sonsuzluğa kadar rahata kavuşturacak sağlam tekeller ele almaktansa, ne kadar olağanüstü, ne kadar tahmine dayanan, ne kadar belirsiz şey varsa, insanların güçlerini aşan neler varsa, onları ele aldın! Böylece insanları hiç sevmiyormuş gibi davranmış oldun. Hem de bunu kim yaptı: Sen! Dünyaya Kendi hayatını insanın uğruna bağışlamaya gelen Sen! Yani insanların özgürlüğüne sahip çıkmaktansa, onu arttırdın. Onun verdiği acılarla insanın ruh dünyasını sonsuzluğa dek sürecek bir yük altında bıraktın. «Sen insanın özgür bir sevgi duymasını istedin, insanın Senin peşinden özgür olarak, seni beğendiği, sana hayranlıkla bağlandığı için gelmesini istedin. Eski çağlardan kalma kesin kural yerine bir başka kural koydun: İnsan kötülüğün ne olduğuna, iyiliğin ne olduğuna hiçbir etki altında kalmadan, özgür bir yürekle karar vermeliydi. Bunu yaparken de yalnız Seni örnek olarak almalıydı! Ama bunu ortaya atarken hiç düşünmedin mi ki, insan özgür bir seçim yapmak gibi ağır bir yük altında ezilirse, sonunda örnek olarak aldığı, seni bile hatta Senin getirdiğin gerçeği bile tartışmaya başlayacak ve sonunda onu reddedecek. Zaten insanlar sonunda asıl gerçeğin Sende olmadığını bağırarak, herkese bildireceklerdir; çünkü onları senin yaptığından daha büyük bir şaşkınlık ve acı içinde bırakmaya imkân yoktu. Sen ki onlara bunca dert, bunca çözülmemiş sorunlar bıraktın! Bunu yaparak dünyada kendi egemenliğinin temellerini sarstın. Bu yüzden kimseyi suçlama! «Oysa sana teklif edilen bu muydu? Bu güçten yoksun isyancıların mutluluğu için, onların güçlü varlıklar haline gelebilmeleri için, vicdanlarını büyüleyecek, ona sonsuzluğa dek üstün gelebilecek üç güç vardır, yalnız üç çeşit güç! Bunlar da: “Mucize, sır ve otoritedir». Sen birincisini de, ikincisini de, üçüncüsünü de red ettin! Bu bakımdan örnek oldun. O korkunç, o her şeyi bilen ruh, Seni tapınağın tepesine koyup da «Eğer Tanrının oğlu olup olmadığını öğrenmek istiyorsan, kendini buradan aşağıya at. Çünkü Onu meleklerin yakalayıp götürecekleri bildirilmiştir ve o düşmeyecektir» parçalanmayacaktır? Eğer sen de parçalanmazsan Tanrının Oğlu olup olmadığını öğrenecek ve Babana olan inancını ispat etmiş olacaksın,” dediği vakit. Sen sözlerini sonuna kadar dinledikten sonra, teklifini red et tin, Ona kapılmadın ve kendini aşağıya atmadın! «Doğrusu gerçekten gurur verici ve çok güzel Davranışta bulundun. Tanrıya yakışır bir davranıştı bu! Ama insanlar, o güçsüz ve yüreği isyan dolu kavimdeki varlıklar, onlar Tanrı mı? Ama tabiî, Sen bir tek adım atarsan, hatta sadece kendini aşağıya atacakmış gibi davranırsan bile, hemen Tanrı’ya ihanet olacağını, ona olan inancını yitireceğini ve insanlarını kurtarmağa geldiğin bu toprağa çarparak parçalanacağını, o zaman gönlünü çelerek seni bu kötü yola sürükleyen o zeki ruhun bundan ötürü sevinç duyacağını anlamıştın. Ama tekrar ediyorum, Senin gibi olanlar çok mu? «Bundan başka, Sen gerçekten, bir an için insanların böylesine çekici bir aldanışa kapılmadan durabileceklerini düşündün mü? İnsan denilen varlık yaşantının böyle korkunç anlarında, tüm varlığının temellerini sarsan ve ruhunda en büyük üzüntüyü yaratan sorunlarla karşı karşıya kaldığı vakit mucizeyi red edecek ve hiçbir etki altında kalmadan yalnız özgür vicdanından doğan kararla yetinecek gibi mi yaratılmıştır? Ama sen tabiî bu kahramanlığının kitaplara geçeceğini, çağlar boyunca dillere destan olacağını ve yeryüzünün son sınırlarına kadar duyulacağını biliyordun. İnsanın da seni örnek alarak, mucizeye ihtiyaç kalmadan Tanrıya bağlı kalacağını ümit ettin. Ama şunu biliniyordun ki, insan mucizeyi red ettiği anda, Tanrı’yı da red etmiş olacaktır. Çünkü insan Tanrı’dan çok, mucizeleri aramaktadır!

Büyük Engizisyoncu “Karamazov Kardeşler” adlı aserinden bir bölüm.  Devamı OKU>>

HİÇ BİR ZAMAN BİRBİRİNDEN HOŞLANMAYAN İKİ BÜYÜK RUS YAZAR: DOSTOYEVSKİ VE TURGENYEV

Rus edebiyatının iki dev ismi Dostoyevski ve Turgenyev. Bir yanda insan ruhunun karanlık labirentlerini dolaşan Dostoyevski, diğer yanda toplumsal sorunlara hassas bir bakış atan Turgenyev. Ancak Turgenyev, varlıklı ve aristokratik bir kökene sahipken Dostoyevski ise yoksulluk ve sıkıntı dolu bir hayat yaşamış Ivan Turgenyev’den 50 thaler borç alarak geri ödemede sorun yaşamıştır.

DOSTOYEVSKİ: “TURGENYEV BANA AŞIK. NE ADAM KARDEŞİM! BEN DE NEREDEYSE AŞIK OLACAĞIM ONA.”

1845 yılında tanıştıklarında Fyodor Mihailoviç Dostoyevski 24, İvan Sergeyeviç Turgenev 25 yaşındaydı. Döneme damgasını vuran büyük edebiyat eleştirmeni Belinski’yi hayran bırakan İnsancıklar’ın yayınlanmasını bekleyen Dostoyevski, Petersburg’ta Rus edebiyat çevrelerine dahil olmanın sarhoşluğu içindedir. Şunları yazar kardeşine:

“Turgenyev bana aşık. Ne adam, ne adam kardeşim! Ben de neredeyse aşık olacağım ona. Yetenekli bir ozan, bir aristokrat, yakışıklı, zengin, zeki ve kültürlü bir oğlan. Öyle sanıyorum ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş. Üstelik hayran olunacak son derece dürüst bir karakteri var.”

ŞÖHRET BAŞINI DÖNDÜRDÜ!

Turgenyev’se aslında dalgasını geçmektedir bu tuhaf görünümlü Moskovalı genç adamla. Dostoyevski, kardeşine bu mektubu yazdıktan kısa bir süre sonra, Petersburglu yeni tanışları onu bir kabul töreninde dönemin monden güzellerinden bir genç kıza götürür. Genç kız, Dostoyevski’nin eseri üzerine övücü sözler söylemeye hazırlanırken bizimki sararıp sendeleyerek yere yığılır. Bitişik odaya sürükleyip yüzüne kolonya serperek kendine getirirler çiçeği burunda şöhreti.

EDEBİYATIN BURNUNDAKİ SİVİLCE

Bir süre sonra Dostoyevski’nin ‘bana aşık’ dediği Turgenyev’le ‘yoksulların ince ozanı’ diye nitelediği Nekrassov, bu olay üzerine yenilmez yutulmaz bir yergi yazarlar: “Üzgün yüzlü şövalye Dostoyevski, sevimli palavracı, Edebiyatın burnunda kızaran yeni bir sivilcesin sen. Az sonra Türk sultanı vezirlerini gönderecek sana; Ama sen bir kabul töreninde -Ey günün konusu Efsane!- Ünlü prenslerin arasında Kayan bir yıldız gibi düştün Ve sarışın bir dilberin önünde Kalkık burnunu kırdın”

İki genç meslektaş, daha sonra Annenkov’un da da katılımıyla Dostoyevski hakkında yüz kazırtıcı fıkralar uydurup yaymaya başlar. Ancak, İnsancıklar’ın yazarı buna rağmen onlarla görüşmeyi sürdürür.

KENDİNİ DAHİ SANAN TAŞRALI ZAVALLI

Kitabının gördüğü beğeniyle ayakları yerden kesilen Dostoyevski’nin kendini dahi sandığı söylentisi de sürekli espiri konusu olmaktadır Petersburg salonlarında. Bir gün bir salon buluşmasında Turgenyev sohbet ettiği arkadaşlarına, taşrada rastladığı kendini dahi sanan bir zavallıyı gülünç çizgilerle resmederken çarşaf gibi bembeyaz kesilen Dostoyevski, öykünün sonunu beklemeden kendini dışarı atar.

İNSANCIKLARA KENAR SÜSÜ İSTEĞİ!

Yine Turgenyev’in o günlerde ortaya attığı ‘Dostoyevski, İnsancıkların özel bir kenar süsüyle yayımlanmasını istiyormuş’ iddiası genç şöhretin epey alay konusu olmasına yol açar.

Normali bilmeyen ruh hali sürekli bir uçtan diğerine savrulan Dostoyevski’nin alınganlığı had safhaya ulaşmıştır.

Bir akşam Ogarev, Belinski ve Herzen, Turgenyev’de buluşmuş kağıt oynarken birisinin nükteli bir sözü üzerine hepsinin kahkahayı bastığı anda Dostoyevski eşikte görünür. Bu kahkaha fırtınası onu deliye çevirmiştir. Yine sararıp kalır ve hızla dönerek odadan çıkar.

Bir saat sonra Turgenyev onu avluda bulduğunda soğuktan taş kesmiş bir haldedir. “Neyiniz var” sorusunu neredeyse ağlayarak yanıtlar: “Tanrım çekilmez bu! Nerede bulunsam benimle alay ediyorlar. Ben içeri girince nasıl gülmeye başladığınızı gördüm.”

‘KISA PARMAKLI İÇİ GEÇMİŞ BEYZADE’

Bu dönemde maruz kaldığı alaylar Dostoyevski’de derin izler bırakacaktır. Ömrünün son döneminde yayımladığı Bir Yazarın Günlüğü’nde ‘kısa parmaklı, iri gövdeli, durumunu koruyabilmek için nükteler savuran içi geçmiş beyzade’ diye nitelediği Turgenyev’i ‘hiç bir zaman sevmediğini’ yazacaktır.

Turgenyev de bunu doğrular ancak yaptıklarını unutmuş gibidir: “İkimiz de henüz iki genç yazarken o benden nefret ediyordu. Oysa ben onun kinine yol açacak hiçbir şey yapmamıştım.

Sonrası Dostoyevski için idamdan son anda kurtuluşu ve Sibirya, Turgenyev içinse Avrupa yılları…

HERZEN VE TURGENYEV’E BORÇ MEKTUBU

Sürgün cezasını tamamlayıp Petersburg’a dönen Dostoyevski, 1866 yılında alacaklıların baskısından bunalır ve yayıncı Stellovski ile akla zarar bir sözleşme imzalayarak soluğu Avrupa’da alır. Yanında götürdüğü parayı kısa sürede Wiesbaden’in kumar salonlarında kaybeder. Aç sefil, çaresiz geçen günlerin sonunda Herzen ve Turgenyev’e birer mektup yazarak borç ister. Herzen yanıt verme gereği bile duymaz.

“Sizi tedirgin ettiğim için üzgünüm ve utanıyorum. Bu gün için başvurabileceğim tek kişi sadece sizsiniz ve sonra siz, öbürlerinden çok daha nazik ve zekisiniz. … Sizinle erkek erkeğe konuşuyorum ve sizden yüz taler istiyorum” diye seslendiği Turgenyev, 50 taler gönderir.

“Elli taler için teşekkürler, benim çok iyi İvan Sergiyeviç’im” diye yazdığı Turgenyev’e bu borcunu üç haftadan önce ödeyemeyeceğini de belirtir. Ancak bu borcun ödenmesi hayli zaman alacaktır.

BORÇ İÇİN NEZAKET ZİYARETİ

Yıllar sonra bu kez, yeni evlendiği stenografı Anna Grigoryevna ile çıktığı Avrupa turunda yine oradan oraya savrulup günlerini rulet masalarında tüketirken Baden Baden’de Turgenyev’le karşılaşır. Anna Grigoryevna borcunu unutmadığını göstermesi için Turgenyev’i ziyaret etmesini önerdiğinde hayli bunalsa da bu tavsiyeyi yerine getirir.

Turgenyev’in o günlerde yeni çıkmış olan Duman adlı kitabını hiç beğenmemiş, “Eğer Rusya yeryüzünden kalkacak olsa, insanlıkta ne bir boşluk ne de girdap bırakır” cümlesine de fena takmıştır.

“Dostoyevski’nin benim karikatürümü çizdiğini söylediler. Pekala bırakalım kendini eğlendirsin. Beş yıl önce Badende bana gelmişti, borç aldığı parayı ödemeye değil- Duman için bana açıkça sövmeye gelmişti. Ona göre Duman, halkın önünde yakılmalıydı. Bütün bu suçlamaları sessizce dinledim. Şimdi ise ne görüyorum? Bütün canice düşünceleri söylemişim… Eğer Dostoyevski çılgın değilse, bu sadece bir iftiradır – ki çılgın olduğundan en ufak şüphem yok. Herhalde bütün bunları düşünde gördü.”

‘PARİS’TEN DÜRBÜN GETİRTİN’ ÖĞÜDÜ

Buluşmanın başında kopar kavga. Dosotyevski sonradan öyle anlatacaktır o anları:

“Daha bir çok şeyin yanı sıra Almanların önünde eğilmemiz gerektiğini söyledi bana. Bütün dünya için tek ortak yol uygarlıkmış, özgül olarak Rus ve bağımsız olan bütün girişimler bayağı ve aptalcaymış. Tüm Slavcılar üzerine makale yazmakta olduğundan söz etti. Daha bir kolay olsun diye kendisine Paris’ten dürbün getirmesini öğütledim. ‘Neden’ dedi. ‘Çünkü çok uzağa gelmişsiniz’ diye karşılık verdim ‘Rusya üzerine çeviriniz dürbünü ve bizi inceleyiniz, yoksa bizi görmek güç gelecek size.’”

Görüşme sırasında Dostoyevski Almanlar hakkında ileri geri konuşunca Turgenyev küplere biner: “Bu çeşit konuşmakla bana hakaret ediyorsunuz. Biliniz ki ben buraya temelli yerleştim. Kendimi Alman sayıyorum, Rus değil ve bununla övünüyorum.”

‘KORKMUYORUM ÇÜNKÜ TİKSİNİYORUM’

Dostoyevski, ‘yozlaşmış soylu’ diye nitelediği ev sahibini öfkeden kudurtmuş olmaktan kıvanç duyarak tamamlar bu ziyareti. Daha sonra şöyle yazacaktır: “Turgenyev yabancı ülkede kuruyor, yeteneğini yitiriyor. Ben Almanlaşmaktan korkmuyorum çünkü bütün Almanlardan tiksiniyorum…”

Dostoyevski, Turgenyev’den intikamını Ecinniler’de onun çok çirkin bir karikatürünü çizerek alır. Kitabın alay konusu kahramanlarından birisi olan yazar Karmazinov, ‘Avrupalı bir Rus’tur. Karmazinov’u Turgenyev’e ait anlatılardaki ifadeleri cin gibi bir zekayla tiye alarak tasvir eder: “Ben Alman oldum bundan da onur duyuyorum. İşte yedi yıldır Karlsruhe’de oturuyorum. Geçen yıl belediye kurulu, yeni su borularının döşenmesine karar verdiği vakit, yüreğimin ta derinlerinde duydum ki Karlsruhe sularının kanalizasyon işi, sevgili yurdumun bütün sorunlarından daha önemliydi benim için.” Daha önceki kitaplarında rastlanmayan bir mizah ve ironiyle okurlarını şaşırttığı Ecinniler’de sadece Turgenyev’i değil o dönemin kültürel ve siyasal arenasında önce çıkan bir çok figürü de yerden yere vurur. Bundan nefret ettiği Batı’yı temsil eden şahsiyetlerin tamamı nasibini alır.

‘DERİSİNİ DAVUL İÇİN BAĞIŞLADI’

Mesela ‘büyük bir Amerikan işadamını şöyle anlatır: “O büyük mirasının hepsini fabrikalar kurulması ve uygulamalı bilimlerin öğretilmesi için, iskeletini akademinin öğrencileri için, derisini de gece gündüz Amerikan ulusal marşının çalınacağı bir davul yapılması için bıraktı.”

Karmazinov tipiyle karikatürize edilenin kendisi olduğunu herkesten önce anlayan Turgenyev dostlarına şöyle yakınır: “Dostoyevski karikatürden daha bayağı bir şey yapmakta sakınca görmedi. Neçayev’in partisine elverişli K…’nin çizgileri altında beni betimledi. Üstelik alaya almak için bir süre yayımladığı dergiye verdiğim anlatıyı seçmesi de ilgi çekicidir. Oysa bu anlatı için beni kutlama mektuplarıyla minnet ve şükran yağmuruna tutmuştu.”

PUŞKİN ŞENLİĞİNDE GÖZÜ YAŞLI KUCAKLAŞMA

Yıllar hızla akıp gider…

Dostoyevski Karamazov Kardeşler’i yazmış şöhretin doruğunda bir yazar hatta bir ‘peygamber’dir artık Rusya’da.

İki yazar son kez 1880 yazında Puşkin’e Saygı Şenlikleri’nde bir araya gelir. İkisi de birer konuşma yapacaktır. Önce Turgenyev söz alır. Bir gün sonra kürsüye çıkan Dosteyevski o ünlü ‘Puşkin Üzerine Konuşması’nı yapınca salonda adeta fırtınalar kopar.

Dostoyevski o anı eşine yazdığı mektupta şöyle anlatır: “İnsanlığın dünya çapında birliği ülküsünü dile getirdiğim zaman bütün salon isteri nöbetine tutulmuş gibiydi. Konuşmam sona erdiğinde coşkunca fırlatılan çığlıkları, haykırışları anlatamam. Birbirini hiç tanımayan dinleyiciler ağlaşıyor, birbirlerini kucaklıyor ve bundan böyle daha iyi insanlar olacaklarına, komşularından nefret edecek yerde, onları seveceklerine yemin ediyorlardı… Örneğin iki yaşlı adam aniden beni durdurup ‘Yirmi yıldır birbirimize düşmandık ama şimdi kucaklaşıp barıştık. Bizi barıştıran sensin, sen bizim azizimiz peygamberimizsin’ dediler… Konuşmamda hakkında birkaç övücü söz söylediğim Turgenyev gözlerinde yaşlarla kendini kollarıma attı. Annenkov koşarak geldi elimi sıktı, omzumdan öptü…. Zafer tam bir zafer.”

Ne var ki bu yakınlaşmanın ömrü uzun olmayacaktır. Dostoyevski’nin ölümünden sonra düzenlenen etkinliklere kızan Turgenyev, onu Marquis de Sade’a benzetir: “Bu bizim Sade’mız için bütün Rus piskoposlarının törenler yaptıkları, bu evrensel insanın evrensel sevgisi üzerine vaizlerin vaazlar okuduğu düşünülürse… Garip bir zamanda yaşıyoruz.”

ASIL SORUN DOĞU-BATI ÇEKİŞMESİ

Ruhu asla asla huzur bulmayan, normali bilmez, aklın ve duyguların sınırında macera arayan Dostoyevski ile hep makul ve mantıklı olmuş Turgenyev her açıdan birbirine zıt iki karakterdir. Birisi ne kadar giyimine özenli, hesabını kitabını bilen her koşulda nazik ve kibar bir asilzade ise diğeri o kadar hırpani, plan tutmaz ne yapacağı asla kestirilemeyen şehirli bir savruktur.

Gençlik yıllarındaki hergelelikleri bir yana bırakacak olursak aralarındaki kavga Türk aydınlarını da yıllarca bir birine düşüren Doğu-Batı çekişmesinden öte bir şey değildir. Dostoyevski dünyanın geleceğini Rusya’nın yeniden doğuşunda gören bir Slavcı, Turgenyev’se Batı uygarlığına hayran bir rasyoneldir.

Bugün dünya ölçeğindeki şöhreti onu kat kat aşmış olsa da Dostoyevski, hep rakip olarak gördüğü ve edebi mücadele içinde olduğu Turgenyev’den hayli etkilenmiştir. Zira hem Delikanlı’ya hem de Karamazov Kardeşler’e pekala Babalar ve Oğullar adı da verilebilirdi.

TOLSTOY DA NASİBİNİ ALDI

Sadece etkilenmek değil, kıskançlıktır da söz konusu olan. Derler ki ‘Dostoyevski’nin çevirilerini okuyanlar, Ruslardan daha şanslıdır.’ Onun orijinal metinlerinin anlatım bozukluklarıyla dolu olduğu hep söylenegelmiştir. Bu eleştirilere yanıt verirken bile Turgenyev’e çatmaktan geri kalmaz.

“Ne şartlar altında çalıştığımı bir görseler. Benden kusursuz şaheserler bekliyorlar. Oysa ben en acı, en sefil sıkıntılar yüzünden alelacele yazmak zorundayım” diye dert yanarken malikanelerinde rahat bir şekilde oturup cümlelerini tekrar tekrar düzenleyip düzeltmeye fırsat bulabilen Turgenyev ve Tolstoy’a lanetler yağdırır.

Süleyman Çeliker 17 Haziran 2011 K dergisi

BİR DELİNİN GÜNCESİ: YALNIZLIĞIN DEĞERİ AZALIYOR, FİYATI ARTIYOR! – ASLI ERDOĞAN

CAM DUVAR

Sonunda geldi gece. Kurumaya yüz tutmuş bir ırmak gibi ağır aksak akan, cehennemsi bir günden sonra, bir parça serinlikle geldi. Klimalı bir kafedeyim. Sokaktan ve sıcaktan boydan boya uzanan cam duvarla korunan bir mekan burası. Buzlu bir içki ısmarlamalı, sesi tam kıvamında açılmış müziğe kendimi salmalı ve yazmaya başlamalı. Kirli, yapış yapış ağustos günlerinde, hiçbir düşünceye çengel atamıyor zihin. Tutunacak bir imge bile bulamıyor. Bu yüzden, duyguların su yüzeyindeki dalgalar gibi kıpırdandığı bir yazı tasarlıyorum. Hafif, uçucu kaçıcı, acı geçirmez…

Zaten bu sıcaklarda, ne söylenirse söylensin, dudakların kenarından kayıveriyor sanki. Kalem mayışıyor, üşengeçleşiyor. Cümleler ölü sinekler gibi dökülüyor. Rio de Janeirdda havalar çok daha kötüydü, inanın. Aralık başında, efsanevi tropikal sıcaklar bastırır, termometre en az altı hafta kırkın altına inmezdi. Dev kayalıklar okyanus rüzgarlarını tümüyle kestiği gibi, ışınları da kentin üzerine yansıtır; Rio, gövdelerin usulca kızardığı bir açık hava fırınına dönerdi. Keskin, beyazımsı bir ışıkla yıkanan öğleden sonralarda, sokağa çıkmak, Sahra’yı geçmek denli irade isterdi. Daha kapıda, demir bir halka gırtlağıma sarılır, soluksuz bırakırdı. Hortumla yıkanmışçasına sırılsıklam kesilirdim. Kaldırımlardan yükselen su buharının altında, hummaya tutulmuş gibi titrer, can çekişirdi kent. Camın berisinden dışarıyı seyrediyorum. Sokak, kupkuru ay ışığıyla yetinmeyen biz kentliler için aydınlatılmış. Yapay alacakaranlık, günün henüz bitmediği yanılgısını uyandırıyor. Sıra sıra barlardan çeşit çeşit ritim yayılıyor sokağa, dalga dalga patlayan kahkahalar, bağırışlar… Bir de alkol ve insan kokusu.

Hiçbiri cam duvarı geçemiyor. Burası klimalı; hem sıcaktan, hem de birbirimizin sigara dumanından, ter kokusundan, soluğundan korunuyoruz. Bu sokağın yarısı insanlara, diğer yarısı da sahipsiz gölgelere ait sanki. Çok değil, yirmi metre aşağıda, karanlığı iyi bilen, gerçek bir “arka sokak” başlıyor. Korkutucu profilli binaların önüne Mercedes’ler park etmiş. Bodrum katlara inen merdivenlerin başında, karanlık yüzlü adamlar bekliyor. Katiller mi, yoksa kendi halinde görevliler mi olduğu çıkarılamayan bu adamların geçenlerde kıyasıya dövüldüklerini gördüm. Sessizce, esas duruşta dikilmişlerdi. (Rio’da havalar çok daha kötüydü, inanın.) Müzik bitiyor.

Ağustosböcekleri gibi şakıyan topluluklar bir anlığına suskunlaşıyor, sessizliğe kulak kabartıyor. Çekici görünmekle yükümlü kadınları izliyorum çaktırmadan. Kentin tek hakimi ağustos sayesinde, bedenlerine biraz daha yakınlaşmış, sahip çıkmışlar. (Bu ülkede, yaptığınız yapacağınız hiçbir şeyle gurur duymanıza izin vermeseler de, bir çift uzun bacakla fütursuzca böbürlenebilirsiniz.) Sesler yeniden yükseliyor. Zekice şakalar, parlak görüşler, makul başarılar ve küçük yaralarla övünmeler… Herkes bir öyküde başrol kapmış ama kimse gerçek öyküsünü anlatmıyor. Bu sıcak yaz gecelerinde, yalnızlığın değeri azalıyor, fiyatı artıyor. Gazeteleri önüme yığmışım. Bir sayfa dolusu, kocası tarafından öldürülmüş kadın fotoğrafı. Benden sekiz yaş küçük bir gencin haberini okuyorum, dört yıldır hapiste.

(Rio’da havalar daha kötüydü, inanın.) Kafamı kaldırıyor, dışarıdaki tinerci çocuğu görüyorum. Karanlıkta heykel gibi durmuş, içeriyi, çiğ ışığın altında parıldayan kafeyi izliyor. Bir dolup bir boşalan zarif kadehleri, renkli yiyeceklerle tıka basa dolu tabakları, birbirine uzanan, dokunan, sarılan insanları, bronz tenli, ışıl ışıl kadınları …

Bana mı bakıyor yoksa? Gözleri bir çift cam duvar; ışığı, görüntüleri, nesneleri oldukları gibi dışa yansıtıyor. Onun için ne yapabilirim ki? Paslanmış vicdanımla ansızın baş başa kaldım işte. Eline bir beş yüzlük tutuşturabilir, adını sorabilir ya da onun için bir öykü yazıp ona yepyeni bir ad verebilirim. Yani hiçbir şey yapamam. Ben nasıl onun hilci. yesinde bir fıgüransam, o da benim hikayemde bir figüran. Rio’da açlıktan ölmek üzere olan insanların gözlerini görmüştüm; havalar da daha sıcaktı, inanın; bulanık dipsiz kuyulardı. Ansızın bir tekme atıyor çocuk; kafenin camı, aramızdaki duvar tuzla buz oluyor. Onun nefreti hepimizinkinden güçlü. Çığlıklar, küfürler, dışarı fırlayarılar… Şiddet, durgun ağustos gecesine imzasını atıyor.

Aslı Erdoğan Bir Delinin Güncesi

ERİCH FROMM: ESKİ PUTLAR TAŞTAN VE AĞAÇTANDI, GÜNÜMÜZÜN PUTLARI İSE LİDERLERDİR

0

EYLEMLER VE İNSAN DAVRANIŞLARI YANINDA ‘KAVRAMLAR’ ÖNEMSİZ KALIR

Bu yazı boyunca, sistem adamının, yalnızca fizyolojik varoluşunu sağlayan maddi gereksinmelerinin doyurulması, öte yanda özellikle insana özgü olan gereksinim ve yeteneklerin sevgi, sevecenlik, akıl yürütme, sevinç vd.nin doyurulmaması halinde, işlevlerini gerektiği gibi yerine getiremeyeceğini inceleyeceğiz. Gerçekten de, insan aynı zamanda bir hayvan olduğundan, her şeyden önce maddi isteklerinin karşılanmasını gereksinir; ancak insanın tarihi, resim ve heykel, mitoloji ve drama, müzik ve dans gibi varoluş-üstü gereksinmelerinin dile getirilmesi arayışları içinde bulunduğunu göstermektedir. İnsan varoluşunun bu yönlerini bir araya toplayan tek sistem, din olmuştur.

“Yeni bilim”in gelişmesiyle, geleneksel din biçimleri, giderek etkisini yitirmiş, Avrupa’da, dinsel değerlerin yitirilmesi tehlikesi başgöstermiştir. Dostoyevski bu korkuyu şu ünlü tümcesinde dile getirmiştir: “Tanrı yoksa, her şey mümkündür.” Onsekiz ve ondokuzuncu yüzyıllarda, birkaç kişi, geçmişte dinin temsil ettiği şeyin yerini alacak yeni bir şey yaratmanın gerekli olduğunu görmüştür. Robespierre, yapay bir yeni din yaratmaya çalışmış ancak kaçınılmaz bir başarısızlığa uğramıştır; bunun nedeni, ünlü devrimcinin maddeci bir geçmişe sahip olması ve gelecek kuşaklara taparcasına inanması, dolayısıyla yeni bir din ortaya atmak (bu mümkün olamazdı gerçi ama) için gerekli temel öğeleri görememesiydi. Aynı şekilde Comte da yeni bir din ortaya atmayı düşündü, ancak olgucu (poziti-vist) bir düşünür olması, doyurucu bir sonuca ulaşmasına engel oldu. Ondokuzuncu yüzyılda Marx’in sosyalizmi dünyasal bir çerçeveye oturtulmuş olmasına karşın en önemli popüler dinsel hareketi oluşturmuştu.

Dostoyevski’nin, artık Tanrıya inanılmadığında bütün ahlaksal değerlerin bozulacağı tahmini, kısmen gerçekleşmiştir. Çağdaş toplumda yasa ve geleneklerin genelde kabul ettiği özel mülkiyete saygı, bireyin yaşamına saygı ve diğer bazı ilkeler gibi ahlaksal değerler aynen korunmuştur. Ama toplumsal düzenin gerekleri kapsamına girmeyen insansal değerler, gerçekten de ağırlıklarını ve etkilerini yitirmişlerdir. Ancak Dostoyevski, çok daha önemli bir açıdan yanılmıştır. Son on yıl, özellikle de beş yıl içinde Avrupa ve Amerika’nın dört bir yanında görülen gelişmeler, hümanist geleneklere daha çok değer verme yönünde çok güçlü bir eğilim sergilemiştir. Bu yeni anlamlı bir yaşam arayışı küçük ve soyutlanmış kümelerde ortaya çıkmakla kalmamış, Katolik ve Protestan kiliselerde olduğu gibi, tümüyle farklı toplumsal ve siyasal yapılara sahip ülkelerde de büyük bir harekete dönüşmüştür. Bu yeni harekete inananlar da inanmayanlar da, bir noktada birleşmektedirler: eylemler ve insan davranışları yanında kavramlar önemsiz kalır.

Bir Hasid öyküsü bu sözlerimizi açıklayacak örneği oluşturabilir: Bir Hasidci ustanın müridine sorarlar: “Neden gidip üstadla konuşuyorsun? Onun özlü sözlerini dinlemek için mi?” Müridin yanıtı şöyle: “Hayır canım, ayakkabılarını nasıl bağladığını görmeye gidiyorum.” Söylenmek istenen açıkça ortada. Bir kişinin kabul ettiği fikirler ya da görüşler önemli değildir, çünkü çocukluğundan beri bu fikirlerle yoğrulmuştur ya da çünkü bunlar alışılagelmiş düşünce kalıplarıdır; asıl olan insanın kişiliği, davranışları, fikir ve inançlarının kökleridir. Büyük Diyalog, paylaşılan ilgi, kaygı ve deneyimin, paylaşılan kavramlardan daha önemli olduğu fikrine dayanmaktadır. Bu, burada sözü edilen çeşitli grupların kendi kavram ve fikirlerini terk ettikleri, ya da onları önemsiz gördükleri anlamına gelmez. Söylenmek istenen, bu grupların hepsinin de, paylaşılmayan kavramların onları birbirinden ayırdığı, paylaştıkları kaygıların, paylaştıkları deneyimlerin, paylaştıkları edimlerinse onları ortak bir noktada birleştirdiği inancına vardıklarıdır. Abbe Pire, bu olguyu çok yalın ve güçlü bir dille anlatmaktadır: “Bugün önemli olan, inananlarla inanmayanlar arasındaki ayrım değil, umursayanlarla umursamayanlar arasındaki ayrımdır.”

Bu yeni yaşam biçimi, daha açık olarak şu ilkelerde dile getirilebilir: İnsanın gelişmesi için kendi ben’inin dar duvarlarını, hırsını, bencilliğini, türdeşlerinden ayrı olma durumunu, yani temel yalnızlığını aşması gereklidir. Dünya ile ilişkili ve onun bir parçası olmak, etkilenebilir nitelikte, ama kimlik sahibi ve bütünlük içinde bulunmak, canlı olan her şeyden zevk duymak, yeteneklerini çevresindeki dünyaya boca etmek, “ilgili bir insan” olmak, ancak ve ancak bu aşma’nın gerçekleşmesiyle olanaklıdır; kısacası, sahip olmak ve kullanmak değil de olmak için, hırsı ve egomaniyi yenmek gerekir.

Konuya tümüyle değişik bir açıdan bakan radikal hümanistler, her şekil ve biçimdeki putçuluğu yadsıma ve onunla savaşma ilkesini benimsemişlerdir. Buradaki putçuluk, kişininin kendi ellerinin ürününe tapma ve dolayısıyla insanı şeylerin kulu haline getirme ve bu süreç içinde insanın da şey’e dönüşmesi anlamında alınmıştır. Eski Ahit Peygamberlerinin karşı olduğu putlar, taştan, ağaçtan yapılma putlar, ya da ağaçlar, tepelerdi; günümüzün putlarıysa liderler, kurumlar, özellikle de devlet, ulus, üretim, yasa ve düzen ile insanın ürettiği her şeydir. İnsanın Tanrıya inanıp inanmadığı, putları yadsıyıp yadsımadığı sorunu yanında önemsiz kalmaktadır. Yabancılaşma kavramı, Kutsal Kitaptaki putçuluk kavramıyla aynıdır.

Burada ana hatları belirtilen ilkenin, Budacı düşünceyle Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin benimsediği temel ilke olduğu çok iyi bilinmektedir. Manc’çı düşünür Adam Schaff in, Society and the Individual (Toplum ve Birey) adlı kitabında, benlikçiliği yenme’yi, Manc’çı ahlâkın temel ilkesi olarak göstermesi de ilginçtir.ikisi de, insanın kendi yarattığı şeylere ve kendisinin oluşturduğu koşullara boyuneğmesi anlamına gelir. Tanrıya inananlarla inanmayanları ayıran şey ne olursa olsun, ortak geleneklerine bağlı insanları birleştiren tek bir şey vardır: putçuluğa karşı savaş ve hiçbir şeyin ve hiçbir kurumun Tanrının yerini alamayacağı inancı, ya da Tanrıya inanmayan kişinin ağzıyla söylersek, hiç-birşeye ayrılmış olan o boşluğun yerini hiçbir şeyin alamayacağı inancı.

Radikal hümanistlerin paylaştığı diğer bir görüş de, konuya üçüncü bir boyut getirmektedir. Buna göre bir değerler hiyerarşisi vardır; aşağı düzeydeki değerlerin en yüksek değere göre belirlendiği bir sıralamadır bu; bu değerler, bireysel ve toplumsal yaşantının bağlayıcı ve zorlayıcı ilkelerini oluştururlar. Tıpkı Hıristiyanlık ya da Budacılıkta, manastır yaşantısı sürenlerle sürmeyenler arasında ayrım olduğu gibi, köktencilikte de, kişinin bu değerleri kendi yaşamında uygulamasını onaylayanlar ve onaylamayanlar ya da değişik ölçülerde onaylayanlar olabilir. Ancak bazı değerlerden ödün verilemeyeceği ilkesi yanında bu farklılıklar önemsiz kalmaktadır. İnsanların On Emir’i ya da Budacıların Sekiz İlke’sini yaşamlarını yönlendiren ilkeler olarak gerçekten kabul etmeleri halinde, bütün kültürümüzde dramatik bir değişikliğin gerçekleşeceği doğru olabilir; ama bu noktada uygulanması gereken değerlerin ayrıntıları üzerinde tartışmanın anlamı yoktur, çünkü asıl önemli olan, bir ideolojiye boyun eğme’yi değil de uygulama ilkesini kabul edenleri bir araya toplamaktır.

Çok görülen bir diğer ilke de, bütün insanların dayanışma içinde olması ve belli bir gruba değil de, yaşama ve insanlığa bağlılık ilkesidir. Aslında bunu bu şekilde dile getirmek bile yanlıştır. Bir başka kişiye karşı duyulan gerçek sevginin özel bir niteliği vardır: Ben, o kişide yalnızca o kişiyi değil, insanlığı sevmiş olurum, ya da bir Hıristiyan ya da Musevinin görüşüyle söylersek, o kişide Tanrıyı sevmiş olurum. Aynı şekilde, ülkemi seviyorsam, bu sevgi, aynı zamanda insana ve insanoğluna karşı duyduğum bir sevgidir; eğer böyle değilse, kişinin bağımsız olma yeteneğinden yoksun bulunmasından kaynaklanan bir bağlılık, ve son çözümlemede, putçuluğun bir başka anlatımıdır. Asıl önemli olan bu yeni-eski ilkelerin nasıl yürürlüğe konacağıdır. Dine bağlı olanlar, dinlerini, hümanizmi tam anlamıyla uygulayacak bir şekle dönüştürmeyi umuyorlar, ama bir çoğu da bunun nüfusun bazı bölümleri için geçerli olabileceğini, diğer bir bölümün-se, bilinen nedenlerden ötürü, bu yeni-eski ilkelerle ayırd edilemeyecek kadar içice geçmiş dinci kavramları ve kuttörenleri kabul edemediğini bilmektedir.

Nüfusun yaşayan Kilisenin saflarına bile katılamayan bölümü için bir umut var mıdır?

Kutsal Kitaplardaki ya da herhangi bir mitolojide bulunan türden öncüllere dayanmayan yeni bir din kurulabilir mi? Dinlerin, somut, tarihsel sürecin doğasıyla, belli bir toplumun, toplumsal ve kültürel koşullarının anlatımı olduğu açıktır. İlkeleri bir araya getirmekle bir din kurulamaz. Bir “din olmayan” Budizm bile, temelde hiçbir mitolojiye dayanmamasına ve usçu ve gerçekçi düşünceyle çatışan öncüllere sahip olmamasına karşın, Batı dünyasında kabul görememiştir.21 Dinler genellikle olağanüstü zeki, az rastlanır, karizmatik kişilerce kurulur. Gerçi, doğmadığını varsaymak için bir neden yoktur ama, böyle bir kişilik, günümüz ufkunda henüz belirmemiştir. Ama bu arada yeni bir Musa ya da yeni bir Buda bekleyemeyiz; elimizde olanlarla yetinmek zorundayız; aslında, belki de tarihin bu anında yeni bir dinî liderin bulunmaması daha iyidir, çünkü bu lider de gereğinden daha kısa sürede puta dönüştürülecek, ve insanların yüreklerine ve zihinlerine sızma fırsatı bulamayacaktır.

Önemli bir Çekoslovak düşünür olan Fiser, Budizm üzerine yazdığı henüz yayımlanmamış değerli kitabında, Budizmin, tarihte, Marx’cihk dışında kitlelerin zihnine yerleşen ve bir felsefe sistemi olarak, Batı dünyasında din olarak nitelenebilecek bir oluşum geliştiren tek felsefe olduğunu vurgulamaktadır. Ama ayrıca, Budizmin bir kopyasının yapılması ve onu şimdiki biçimiyle sanayi toplumuna uyacak yeni bir din olarak sunulmasının olanaksız olduğunu da söylemektedir. “Dinsel olmayan” bir dinin bütün biçimlerini geliştirmiş bulunan, bildiğim en incelikli, anti-i-deolojik, usçu ve ruhsal-tinsel sistem olan Zen Budizm için de aynı şey geçerlidir. Zen Budizmin aydınlar, özellikle de gençler arasında büyük ilgi uyandırması, Batı dünyasında derin ilgi yaratabileceği umudunu doğurması bir rastlantı değildir. Bence Zen Budizmin fikirleri bu etkiyi yaratabilir, ancak, Batıda bir dinin yerini tutabilmesi için yepyeni, ve beklenmedik dönüşümlerden geçmesi gereklidir.

Bu durumda elimizde kala kala birkaç genel ilke ve değer mi kalmış oluyor?

Sanmıyorum. Sanayi toplumunun yapısında bulunan, ancak ölümcül bir bürokrasiyle, yapay tüketimle ve özellikle yaratılmış can sıkıntısıyla boğulmuş olan yapıcı güçler, yeni bir mutluluk duygusuyla, bu kitapta tartışılan toplumsal ve kültürel dönüşümle harekete geçirilirse; eğer birey özgüvenini yeniden kazanırsa; ve eğer insanlar kendiliğinden oluşan gerçek bir küme yaşantısında birbirleriyle iletişim kurabilirlerse, yeni ruhsal-tinsel yaşantı biçimleri ortaya çıkacak, gelişecek ve zaman içinde bu yaşantılar birleştirilerek toplumsal geçerliliği olan tümel bir sistem oluşturulacaktır. Daha önce tartıştığımız diğer noktaların çoğunda olduğu gibi burada da her şey bireyin tam anlamıyla canlı olma ve kendi varoluşu sorununun çözümlerini, yanıtları bürokratların vermesini beklemeden arama yürekliliğini göstermesine bağlıdır.

Hatta bazı kuttören biçimlerinin yaygın olarak ve anlamlı bir şekilde kabul edilmesi bile beklenebilir. Bu sürecin başladığı, “We Shall Overcome” (Aşacağız) gibi bir ezgi olmakla kalmayıp, yaşayan birer kuttören haline gelen şarkılarda görülmektedir. Quaker mezhebine bağlı olanların ayinlerinde yaptığı gibi herkesin bir süre sessiz kalması şeklinde uygulanan bir kuttören, geniş kitleler tarafından benimsenebilir; her önemli toplantının başlangıcında ya da bitiminde insanlara düşünme ve bir konuda yoğunlaşma olanağı sunan beş ya da on beş dakikalık bir sessizlik ya da saygı duruşu gelenek haline gelebilir.

Ayrıca güvercin gibi, bir insan figürünün çizgileri gibi simgeleri de barış ve insana saygı simgeleri olarak benimsemiş bulunuyoruz. Kilise yaşantısı dışındaki yaşantılarla ilgili diğer ortak kuttören ve simgelerin geliştirilmesi olasılığı konusunda daha ayrıntılı görüşler dile getirmenin anlamı yok, çünkü bunlar ortam hazır edildiğinde doğal olarak ortaya çıkacaklardır nasılsa. Yalnız şunu eklemek isterim ki, sanat ve müzik alanında sayısız yeni kuttörensel ve simgesel anlatımlar yaratma olasılığı vardır.

Albert Schweitzer Kolejleri, 1969 yılında “Sanatlar Aracılığıyla Dini Yeniden Canlandırmanın Yollan” konulu bir haftalık bir Konferanslar dizisi düzenlemişti. Ortaya çıkabilecek yeni ruhsah-tinsel sistemler ne olurlarsa olsunlar, dinsel bilgilenmeyi ideolojiye, Tanrıyı ise bir tapıma dönüştüren çeşitli dinlere meydan okusalar da, dinle “savaşıyor” olmayacaklardır. “Yaşayan Tanri’ya tapanlar kendilerini “dinsizler”den ayıran şeylerin, birleştirenlerden daha az olduğunu kolayca görebileceklerdir; tapımlara tapmayan ve dindarların “Tanrının iradesi” dedikleri şeye uymaya çalışanlarla dayanışma içinde olduklarını hissedeceklerdir.

“İnsanın yeni ruhsal-tinsel gereksinmelerinin belireceği umudu’ burada dile getirildiği biçimiyle birçok kişiye çok muğlak gelecek, bu gereksinmelerin ortaya çıkacağı umudunu yeşertmeye yetmeyecektir. Herhangi bir umuda bağlanmak için kesinlik ve kanıt arayanlar, konuya olumsuz yaklaşmakta haklıdırlar. Ancak şu anda elimizde sadece tufanın sona erdiğini belirten, ağzında zeytin dalı tutan bir güvercin olmasına karşın, henüz doğmamış olanın gerçekliğine inanalar, insanoğlunun yaşamsal gereksinmelerini dile getirmenin yeni biçimlerini bulacağına daha yürekten inanacaklardır.

MURATHAN MUNGAN: “ÖYLE BİR AN GELİR Kİ/ SEVİŞMEK ÖLMEYE BENZER…”

Dağınık Yatak

Kim geri verebilir bana Harcadığım gençliğimi Dağınık yatağım, mutsuz yatağım Onardın mı yüreğimi? Gün gelir hesap sorar Yaşanmamış duygular Yüzünüze örtülür böyle Geç kaldığınız kapılar Sevginin gücünü görmeyen gözler Gecikmiş yaşlarını döker Öyle bir an gelir ki Sevişmek ölmeye benzer Dağınık yatağım, mutsuz yatağım Seni artık yalnızlık bekler.

Zerrin Özer – Dağınık Yatak Söz Vermiş Şarkılar, Murathan Mungan 

Müzik : Selim Atakan Düzenleme : Selim Çaldıran Stüdyo : Maestro Kayıt Teknisyeni : Candan Köker Kayıt Müzisyenleri : Serhan Yastıman ( Gitar), Özer Özel (Tanbur), Ahmet Kadir Rizeli ( Kemençe )

KAFKA’NIN NİŞANLISI FELİCE’YE YAZDIĞI MEKTUPLAR: “İNSAN HER ŞEYE ALIŞIYOR” DEMEK DOĞRU DEĞİL

Yazdığı kitapların içinde kendimizi kaybettiğimiz ve değişik duygulara bürünmemizi sağlayan Franz Kafka’nın yapıntılarından ziyade nişanlısı Felice’ye yazdığı zarif ve yürek burkan mektuplarına değineceğiz bu yazımızda. İşte Kafka aşk mektubu!

Ben sana aitim… Fakat tam da bu sebepten ki ne giydiğini bilmek istemiyorum çünkü bu beni allak bullak ediyor, hayata katlanamıyorum.

Zamanında bilge bir kadının dediği “İlişkiler belki de bizim en öğretici deneyimlerimizdir.” sözü bizlere Rilke’nin aşk için yaptığı unutulmaz açıklamayı hatırlatıyor: “Aşk belki de görevlerimizin en zoru… Öyle ki diğer tüm görevler bu görev için sadece bir hazırlık.” Aşık olduğumuzda bu görevi yerine getirmek isteriz; aklımız eşit kuvvetler tarafından farklı yönlere çekilir bu yüzden de teslim olmayı ve güvende hissetmeyi eşit derecede arzularız.

Sürekli yönünü değiştiren bu çekimin verdiği rahatsızlığı 29 yaşındaki genç yazar Franz Kafka, 1912’nin Ağustos ayında kendisinin biyografi yazarı da olacak arkadaşı Max Brod’un evinde tanıştığı dikte makinesi şirketinde pazarlama temsilcisi olarak çalışan Felice Bauer’e yazdığı yürek burkan mektuplarında tane tane anlatmıştı. Kafka, sevdiceğine nadir ve romantikliği az tuttuğu mektuplarından dolayı sürekli bozulsa da -tıpkı Vladimir Nabokov’un Véra ile yaşadığı ömürlük aşklarının başlarındaki gibi- genç Franz ve Felice her geçen gün sayısı artan mektuplaşmalarına hemen başladılar. Çoğunluğu mektuplaşmaya dayalı beş yıllık çalkantılı ilişkileri süresince birkaç kez yüz yüze görüşmelerine rağmen iki kez nişanlandılar. Bu süreçte Kafka Dönüşüm de dahil olmak üzere kariyerindeki en başarılı eserleri hayata geçirdi. Mektuplarından beş yüzü günümüze ulaştı ve son derece aydınlatıcı ve değerli olan Felice’ye Mektuplar adlı kitapta ölümünden sonra yayımlandı.

Kasım 1912’de Felice ile tanışmasından üç ay sonra Kafka şöyle yazar: ‘’Sevgili Felice!

Şimdi senden bir iyilikte bulunmanı isteyeceğim lakin bu iyilik kulağa çılgınca gelebilir, böyle düşünmemin sebebi de mektuplarını alacak kişinin bizzat kendim olmamdır. Bu aynı zamanda en kibar insanın bile tabi tutulabileceği büyük bir sınavdır. Senden istediğim iyilikse şöyle:

Bana sadece haftada bir kez yaz, yaz ki mektupların Pazarları elime ulaşsın­ çünkü günlük mektuplarına dayanamam, onlara dayanmaktan acizim. Örneğin mektuplarından birine cevap veriyorum ardından yatağıma gayet soğukkanlı uzanıyorum lakin kalbim sanki tüm bedenimde atıyor ve yalnızca seni düşünebiliyorum. Ben sana aidim; bunu ifade etmenin başka bir yolu yok ve bunun da yeterince güçlü bir ifade olmadığını biliyorum. Fakat tam da bu sebeptendir ki ne giydiğini bilmek istemiyorum, çünkü bu beni allak bullak ediyor ve hayata katlanamıyorum işte bu yüzden neden bana düşkün olduğunu bilmek istemiyorum. Eğer yapabilseydim, nasıl yapabilirim ben aptalın tekiyim; ofisimde ya da burada evimde oturmaya devam edeceğime, bir trene atlayıp, gözlerimi kapayıp, onları yalnızca senin yanındayken açardım.”

İster kendini savunan bir rasyonalleştirme ister sadece faydacılık diyelim Kafka tüberküloz hastalığının başlangıcını 5 yıl sonra ilişkinin bitiminde fizyolojik değil de daha çok psikolojik bir bahane olarak öne sürüyordu: “Ah, bunu yapamamamın çok, çok üzücü bir sebebi var: Kısaca söylemem gerekirse sağlığım sadece bana yetecek kadar iyi, ne evlilik hele ki babalık için yeterince sağlıklı değilim. Mektuplarını okurken dahi gözden kaçırılması mümkün olmayan şeyleri bile gözden kaçırıyormuşum gibi hissediyorum.”

Kafka aşk mektubu açıklamasını nişanlısına yapmaktan çok kendisine yapıyor: “Bana tekrar yazmamanı rica ettiğim ve aynı zamanda benim de benzer bir söz verdiğim Cumartesi günkü mektubumu keşke sana gönderseydim. Allah’ım ne oldu da o mektubu sana göndermedim? Her şey güzel olabilirdi. Fakat artık huzurlu bir çözüm mümkün müdür? Birbirimize haftada bir kez mektup göndersek sorunumuz çözülür mü? Hayır, eğer ızdıraplarım böyle dinecekse bu yeterince ciddi olmadıklarını gösterir. Ve şimdiden Pazar günü mektuplarına bile dayanamayacağımı tahmin edebiliyorum. Bu nedenle Cumartesi’nin kaçan fırsatını telafi etmek adına geriye bende hangi enerjinin kaldığını bu mektubun sonunda sana soruyorum…”

Kafka ‘’Kafkaesk’’* tarzda noktalıyor mektubunu: “Eğer hayatlarımıza değer verirsek, onu tamamen terk edelim… Ben sonsuza dek kendime zincirliyim, bu benim, böyleyim işte ve bununla yaşamaya çalışmak zorundayım.”

Kuşkusuz acıyla zevki bağdaştıran bir adam için aşkta aynı anda sevinci ve hüznü yaşamak anlaşılır bir durum.

Kafka’nın ‘’Okuduğumuz bir kitap bizi kafamıza vurulan bir darbe gibi sarsmalı.’’ sözü durumu en iyi şekilde anlatıyor.

Lakin belki de aşkın paradoksu sanatınkiyle aynıdır. Jeanette Winterson’ın incelikle tanımladığı gibi aşk ‘’etkin bir teslimiyet paradoksudur.’’ Bizi dönüştürmesi için altımızı üstümüze getirmesine, içimizi dışımıza çıkarmasına izin vermeliyiz. Bu Rilke’nin aşk hakkındaki titiz ve detaylı iddiasıdır ve bu iddiada aşkın nihai ödülü yatmaktadır.


Çeviren: Ayşenur Depe www.brainpickings.org  * Kafkaesk, Franz Kafka’dan esinlenerek üretilen, Kafka’nın tasvirlerindeki gibi, tehdit edici ya da korkutucu anlamlarına gelen bir sıfattır. Kafka’nın stiline özgü olarak hikâyelerinde anlatım akışının doğal bir parçası olarak, bilinen ve algılanan gerçeklikten kopma, uzaklaşma durumunu ifade eder.

DAĞINIK YATAK: “UPUZUN BİR İNTİKAM MIYDI YOKSA BENİM HAYATIM?” [FİLM] – MURATHAN MUNGAN

Dağınık Yatak İçin Birkaç Söz:  KİMSE UĞRUNA ÖLÜNECEK KADAR SEVMEYE DEĞMEZ!

Dağınık Yatak‘ın birkaç kaynağı var: İlki, yazarlığımın vazgeçilmez kaynağı olan hayat. Yaşadıklarım, tanıklıklarım, gözlemlerimle biriktirdiğim hayat. Çevresinde sürekli gezindiğim temel izleklerimi taşıyan yüzüyle bana kendini gösteren hayat… Aşk ve ihanet, seks ve intikam, seçmek ve seçilmek üzerine söylenebilecek sözlerimin alanı… Sonra gördüklerim, bildiklerim, duyduklarım ve okuduklarımdan yaptığım yazılı hayat. Sonrası, yüzlerce yıl surete ve söylentilere âşık olmuş toplumsal bir gelenekte, “Dünya Güzeli Züleyha” suretinde cisimleşen “geleneksel ikon”a günümüzde geçen bir hikâye çerçevesinde bir karşılık arayışı belki… “Benli Meryem” gibi bir karakteri yazarken, 1980’li yılların Müjde Ar’ının Türk Sineması’ndaki ikonografik değerinin buna uygun düştüğü kanısındaydım. Hem bir biçimde Yeşilçam Sineması’nın izini sürmek, hem biraz “Venedik’te Ölüm”, biraz Tennessee Williams dünyası, dışavurumcu yanıyla Fassbinder’yen bir yaklaşımla, melodramın temel malzemesine belli bir uzak açıdan, mesafeli bir yaklaşım öneren ve melodramı, “melodram-aşırı” ögelerle kullanan bir tür karşı-melodram yazmak istiyordum. Kimi temel motifleriyle Yeşilçam geleneğini yeni bir düzlemde sarmal olarak sürdürürken, klasik Amerikan draması’nın temel değerlerini de kullanan, ama bütün bunlardan başka bir dil ve bağlam kurmayı amaçlayan, kendi kişisel izleklerimin yer aldığı bir “dramatik yapı” inşası derdindeydim. Bütün bunları ne kadar başarabildiğim ayrı bir konu, çünkü böyle bir girişim, kâğıt üzerindeki inşa kadar, peliküle aktarma başarısıyla da doğrudan ilgilidir; dahası bu kadar kişisel bir “optik”in, bir başka göz tarafından peliküle aktarılması, uygulamada her zaman ciddi sorunlar yaratır; belki de en doğrusu, kendimin filme çekmesiydi.

Farklı dil arayışları ve farklı üsluplardan tutarlı ve bütünlüklü bir yapı kurmak, daha önce başkalarının açtığı yolların kolaylığından gitmeye benzemiyor elbet, her yenilik arayışının sağladığı özgürlükten çok daha büyük güçlükler ve engeller çıkardığı da bir gerçek. Amaçladığınızı başarmanın garantisini vermediği gibi, işinizi büsbütün zorlaştırıyor da… “Romantizm” ile “Dekadans” arasındaki kaçınılmaz ve zorunlu gördüğüm ilişkiye imkân tanıyacak melodram-aşırı bir hikâye peşindeydim. İlk bakışta inanılması güç bir durumdan yola çıkmak istiyordum. Aşk, bütün yazdıklarımda kişisel olduğu kadar, toplumsal bir olgudur. Bu sefer de öyle olacaktı elbet. Yoksulluk ve sıkıntı çekmiş, alt sınıftan gelerek yükselmiş, sonrasında hep zengin ve ünlü adamların metresi olarak lüks ve sefahat içinde yaşamış, bu aykırı konumuyla sosyeteye bile girmeyi başarmış, “Benli Meryem” adıyla “maruf”, orta yaşlı bir kadının, günün birinde bir restoranda komi olarak çalışan, bir melek kadar saf ve temiz bir varoş çocuğuna delice tutulmasıyla başlayan bir serüvenin bütün dengeleri altüst eden hikâyesinin ardına takıldım. Bu haliyle önümde, doğru ve inandırıcı bir biçimde gerekçelendirilmesi gereken, hem sınıfsal, hem psikolojik bir zemin açılmış oluyordu. Nasıl bir dil ve atmosfer kurarsam kurayım, hangi bağlamda ele alırsam alayım, bütün yazdıklarımda sınıfsal ve psikolojik bir tutarlılık sağlamaya çalışırım. Benim için, bir tür gizli “gerçekçilik”tir bu. Gerçekdışı görünen durumlar, bana bu olanağı çok daha iyi sağlar.

Dağınık Yatak, ilk bakışta malzeme fazlasıyla dikkat çeker. Türk Sineması için alışılagelmiş film süresini hayli aşan bir uzunluktadır. Türk Sineması, yıllarca bir buçuk saati geçmeyen filmlerin kapanına sıkışıp kalmıştı; ne anlatırsanız anlatın, hikâyenizi, bu süre içinde tamamlamak durumundaydınız. Dağınık Yatak‘ı yazarken, bir yandan da, kendiliğinden kalıplaşmış bu kuralın zorlanması gerektiği kanısındaydım. Bir filmin süresini, dışarıdan verilmiş böyle bir değişmez kuralın değil, kendi malzemesinin belirlemesi gerektiğini düşünüyordum. Gene de, elimi bunca geniş tutmamda, bir ölçüde deneyimsizliğimin getirdiği savurganlığın yanı sıra, Yeşilçam’a açılmayı amaçlayan ilk büyük senaryom olmasının getirdiği heyecanın da payı vardı elbet; ama asıl önemlisi, farklı kollardan aynı anda akan irili ufaklı hikâyelerin toplamından ortaya çıkarmak istediğim bir “büyük resim”le ilgiliydi. Bir de, süresi ne olursa olsun, omurgası sağlam çatılmış olması kaydıyla, bir senaryoda, malzeme fazlasını bir yığıntı olarak değil, yönetmene tanınan bir şans olarak görüyordum. Çünkü, her zaman için, çekim aşamasında yapılacak olan sağlam bir dramaturjik çalışmayla, budamalar, kısaltmalar ve yer değiştirmelerle, çeşitli sahnelerden yapılma tercihler toplamını, bütünlük, tutarlılık, süreklilik esası üzerinde aynı iskelette yeniden yapılandırmak mümkündür. Bu bilginin güveninde, kurduğum “dramatik yapının” sağlamlığına olan inancıma yaslanarak, fazla sahne yazmaktan korkmamış olsam gerek.

Yanılmıyorsam, üç yıllık bir zamana yayıldı senaryonun yazılması. Senaryodaki birçok sahneyi defalarca yazmak durumunda kaldım. Anlatmak istediğim, yalnızca ünlü sosyete fahişesi Meryem ile melek yüzlü, komi İsmail’in “imkânsız aşk”ı değil, aynı zamanda insanların dil, din, ırk ve cinsiyet esası üzerinde bölündüğü “sınıflı toplumda” aşkın ne olduğuydu… Bu anlamda, Dağınık Yatak, aşk kadar, sınıftan da söz eder. Yeşilçam geleneği içinde, o güne değin yapılan bütün filmlerde, burjuva sınıfının yoz değerlerine karşı, yoksul halkın saf ve temiz aşkı karşılık gösterilirken, Dağınık Yatak, paranın yalnızca “burjuvaları” değil, bütün sınıfları kirlettiğini söyler. Satılabilir ve satın alınabilir bir “meta” olarak aşkın da, seksin de bütün imkânları, aynı güneşin altındaki paranın gölgesinde bütün sınıflar için aynı değer kaybına uğrar. Paranın dolaşımında olan bir toplumun bütün kesimleri az ya da çok bu kirlilikten payını alır. Bu yanıyla kara bir filmdir Dağınık Yatak. İnançsız değildir, ama aşk kadar, sınıf gerçeğine de inanır. Dikkat edilecek olursa, Meryem ile İsmail’in ilişkisinin çevresinde, farklı kesimlerden, farklı insanların irili ufaklı hikâyeleriyle bir “büyük resme” çalışırken, hep bunun diğer yansımalarını, izdüşümlerini gösterme gayretindedir. Genç/yaşlı, zengin/yoksul, eşcinsel/karşıcinsel olsun, süreç herkes için aynı olmasa da benzer çalışmaktadır. Senaryo, kimsenin tek başına, haklı ya da haksız olmadığı, herkesin birbirinin çaresizliğini sömürdüğü bir ilişkiler ağının haritasını çizmeye çalışırken, giderek Türkiye’nin de dışına taşar. Örneğin, Sahne-99’da yer alan Taksim Meydanı’ndaki, Istanbul’a yeni gelmiş Anadolulu delikanlılara göz süzen yaşlı Amerikalı kadınların “satın alan” kimliği, Sahne-187’deki, Side’de parasız kalan turistlerle pazarlık eden Türk köylüsünün “satın alan” kimliğiyle dengelenir. Kaba bir algılamayla, millet ya da emperyalizm sorunu olarak anlaşılabilecek bir şeyi, yeniden sınıf düzlemine çeker. İster sağ, ister sol yorumlarıyla olsun “egemen ahlak anlayışı”, cinselliğin bizatihi kendisini ya da yalnızca burjuvaların cinselliğini bir “yozlaşma” diye nitelendirmeyi seçerken, Dağınık Yatak daha kuşatıcı bir bakış amaçlar. Beyoğlu’nda bir birahanede geçen Sahne-98’de, köşeyi dönmek için, Karaköy’de karı çalıştırmanın mı, yoksa düpedüz orada bir ev sahibi olmanın mı daha kazançlı olduğunu tartışan “temiz mahalle” delikanlılarının muhabbeti; Sahne-101’de Talip Bey’i düzdükten sonra evinden bir şeyler yürüten varoş delikanlıların, “Ev soymadık ki, ibne soyduk!” diyerek yaptıkları şeyin hırsızlık olmadığını düşünmeleri, Sahne-118’de, Taksim Meydanı’nda, çoğunluğunu doğulu gençlerin oluşturduğu erkeklerin, “seks pazarı” içindeki varlığı, bütün cephelere yayılmış çelişkilere dikkat çekmeyi amaçlar. Memleketinde namus uğruna hapis yapan birçok doğulu delikanlı, şimdi Taksim Meydanı’nda ya pezevenklik yapmakta, ya kendini satmaktadır. Tiraje, Gönül, Ayten, Ferruh ve Mükremin gibi zengin sınıfı temsil eden figürlerle hem bir karşıtlık, hem bir bütünlük oluştururlar. Senaryodaki bu ve benzeri bütün yan karakterler, saklı ya da açık olarak yer alan hikâyeleriyle, hem bu büyük resme çalışırlar, hem filmin ana gövdesi olan Meryem ile İsmail ilişkisinin gelişim çizgisini beslerler. Senaryo, kendine seçtiği dil ve yapı gereği, Meryem’in ve İsmail’in gelişimini, yalnızca onların birebir hikâyeleri yoluyla anlatmaz, aynı zamanda onları çevreleyen dünyada yer alan bu çeşit yan olaycıklar ve yan hikâyeciklerle tutarlı ve bütünlüklü bir örüntü kurarak yaratmaya çalıştığı mozayikle göstermeye çalışır. Bu yanıyla, “anlatıcı ögeler” kadar, “kurucu ögelerle” de yapısını çatan; bir hikâye kadar, bir atmosfer, bir doku da kurmaya çalışan bir tutum izler. Olayların gelişimini, salt “tahkiye eden”, anlatımcı bir hikâye yoluyla değil, kimi sahnelerin yan yana dizilmeleriyle ortaya çıkan bir üst-anlatının yardımıyla ışıklandırır. Bu anlamda sahnelerin yan yana dizilmesinde yalnızca hikâyenin gelişimi sağlayan bir yatay kronolojik eğri değil, aynı zamanda bir üst anlam çizgisi yaratmak amaçlanmış ve gözetilmiştir. Senaryonun sahne yazma mantığı büyük ölçüde bunun üzerine kuruludur. Bunlar, hem yatay olarak olayların gidişini yönlendirmede, hem dikey olarak kişilerin ruhsal gelişimini inandırıcı ve tutarlı kılmada, “nedensellik ilkesine” dayandırılmaya çalışılmış sahnelerdir. Birkaç örnekle söyleyecek olursak: Daha en başta, senaryonun, Salih Rıza Bey’in intiharıyla başlaması elbette nedensiz değildir. Böylelikle, hem Meryem efsanesine görkemli bir zamanlama yapmak mümkün olmaktadır, hem de Meryem’i çocukluğuna, babasına geri çekecek olan bu ölüm, sonraki gelişimine de bilinçaltı bir nedensellik kazandırmaktadır. Meryem’in mezarlıktan dönüşünde sevişmesi boşuna değildir. Ölüm ile hayatın çekişmesi kendinden bağımsız olarak hayatına yerleşmiştir bir kez. Filmin başındaki, aşk masalları ile rivayet toplumu oluşumuz arasındaki ilişkiye yer veren, farklı kesimlerden kişilerin tepkilerini yansıtan birbirinden bağımsız sahnelerin varlığını da, Salih Rıza Bey’in intiharı sağlar bize. Salih Rıza Bey, karısı, Ferruh’un babası, ya da senaryonun başlarında Sahne-21’de yer alan güngörmüş iki eski Beyoğlu yaşlısının varlığıyla aşkın ve kimi değerlerin, geçmişte nasıl yaşandığı üzerine de bir karşıtlık ilişkisi kurulmuş olur.

Salih Rıza Bey’in karısıyla, Ferruh’un karısının Meryem’in apartman aralığındaki karşılaşma sahnesi de (Sahne-92), iki ayrı devrin iki kadınının benzer bir durumda tepkilerini karşılaştırma fırsatı sunar bize.

Bütün buyurgan kişiliğine karşın, kendini, “Osmanlı” diye nitelendiren Ferruh’un babasının, “aşka ve muhabbete olan hörmeti”, diğer duygularının önüne geçer ve oğluna, “Meryem’le bir ilişkisi olmadığını” söylemek ihtiyacı duyar. Bütün bu sahneler yardımıyla, aşk ve cinsellik olgusunun çevresinde yalnızca sınıflar değil, aynı zamanda eski ve yeni değerler de karşı karşıya getirilmiş olur.

Filmin ilk yarısı daha çok Meryem efsanesi üzerine kuruludur. Meryem’in güçlü, gözüpek ve kararlı kişiliğinin gösterildiği sahnelere yer verilir. Pera Palas’taki davet (Sahne-23), Ferruh’un, babasıyla görüştüğünün gecesi Meryem’i habersizce ziyareti (Sahne-58), Garden-Party (Sahne-80), Meryem’in, Ferruh’un Yönetim Kurulu toplantısını basıp onu küçük düşürmesi gibi (Sahne-139), güçlü ve sürprizli kişiliğini öne çıkaran sahnelerle, Meryem’i bir tür “modern efsane” yapan yanları ışıklandırılmaya çalışılır. Meryem’in Ferruh’a artık ayrılmak istediğini söylediği sahneler (Sahne-121 ve sonrası), eski Türk filmleri tadında hüzünlü ve pastel görüntüler, duyarlı planlar içerirken, terk edilmeyi sindiremeyen Ferruh’un bir süre sonra, Meryem evde yokken evini basıp, zamanında armağan ettiği mücevherleri geri almasından (Sahne-136) sonra, karşılık olarak Meryem’in de, Yönetim Kurulu ile toplantıdayken Ferruh’un işyerini basması ve onu, herkesin gözü önünde küçük düşürmesi (Sahne-139), aynı zamanda dramaturjik olarak filmin ikinci yarısı için, Ferruh’un tamamıyla ortadan çekilmesine yardım eder. Ard arda gelen bu sahnelerde yatay olarak olaylar gelişirken, bu olayların içinde yer alış biçimleri de kişileri tanımamıza ve tavır alış, tutum ve tepkilerine bakarak onları birbirleriyle karşılaştırmamıza ve konumlamamıza yardım eder. Nitekim, karşılıklı olarak gerçekleştirilen bu iki baskın sahnesi, o ana kadar kurulmuş bütün dengeleri altüst ederken, aynı zamanda bu sahnelerde, hem Meryem’in kişiliğinin gözükara yanıyla karşılaşır, hem de Ferruh’un da göründüğü kadar “şık ve zarif bir burjuva” olmadığını anlarız; Dolayısıyla, Ferruh ile babası arasındaki, hatta iki devir arasındaki karşıtlığa bir kez daha dikkat çekilirken; babasının zamana niye ayak uyduramadığının da, Ferruh’un nasıl ayakta kalabildiğinin de saklı bir açıklamasını barındırır.

Meryem’i merkez alacak olursak, genel hikâye içinde yer alan kimi figürlerle Meryem arasındaki ilişki, hep bir “karşıtlıklar ve benzerlikler” esası üzerine kurularak, Meryem’in diğer olasılıklarla yüzleştirilmesi konumlandırılmıştır. Meryem-Ceylan Savul, Meryem-Sabahat, Meryem-Tiraje dengeleri hep bu hat üzerinde gidip gelmektedir. Bu durum, belli ki, zamanında Meryem kadar güzel ve alımlı bir kadın olduğu halde bir “Benli Meryem” olamamış Sabahat tarafından, Sahne- 84’te bir içki evinde açık olarak ifade edilir: “Sevseydin Benli Meryem olur muydun, a kızım? Olabilir miydin? Benim gibi kırık dökük bir kadın oluverirdin.”

Aynı tutumu, İsmail’in diğer figürlerle ilişkilendirilmesinde de gözlemek mümkündür. Bazı sahneler, İsmail’in çalıştığı restorandaki diğer komi ve garsonlarla ayrılığının, mahalle arkadaşlarıyla olan farklılığının altını çizer. Varoş delikanlılarının bir töreye dönüştürdükleri sürekli toplu olarak gezmeleri gereği, Eşcinsel Talip Bey’in evine yaptıkları ziyarete, İsmail, onları da Meryem’in evine götürerek karşılık verir. Bu aynı zamanda onlara bir yanıttır. İsmail’le Ömer arasında bir karşıtlık ilişkisi kurulurken, birbirlerini zengin sanarak kafeslemeye çalışan İsmail’le Filiz arasında da bir benzerlik ilişkisi kurulur.

Meryem ile İsmail arasındaki ilişkinin temel dramatik gelişim eğrisi, bir tür makas esası üzerine kuruludur. Meryem ile İsmail, iki ayrı kalkış noktasından hareket eder, bir yerde yolları kesişir, sonra ayrılarak yeniden karşı yönlere doğru devam ederler. Meryem, İsmail’le yeniden masumiyetini ve ergenliğini kazanacağını umarken, varoş çocuğu ergen İsmail, hızla büyür ve kirlenir. Nitekim senaryonun sonunda Meryem’in, kendi yüzünden söküp, İsmail’in yüzüne yapıştırarak devrettiği, kendine “namını” veren ünlü “ben”idir. Ne Meryem’in yeniden masumiyetini kazanması, ne İsmail’in masumiyetini koruması, “sınıf bilgisi”nin “hayat bilgisi” sanıldığı, “masumiyetin” de, “olgunlaşmanın” da, “büyümenin” de bunca anlam ve içerik kaybına uğradığı bir toplumda kolay değildir. Bütün bunların yanı sıra, Meryem, İsmail’le arasındaki deneyim ve kuşak farkının, su yüzüne çıkmaya başladığını anlar.

İlişkilerinin başlangıcındaki Sahne-117’de Meryem’in “İleride ne yapmak istiyorsun?” sorusunu, ufku “garson olmaktan” ötesine yetmediği için, “Garson olmak istiyorum,” diye yanıtlayan komi İsmail, ikinci yarıda, Side’de geçen Sahne-194’te, “Bizim sonumuz ne olacak?” diye sorduğu Meryem’e “Ben bu hayatı tanımıyordum. Ama şimdi tanıyorum. Yeniden oralara dönüp bulaşık yıkamak ağrıma gider,” diyecektir.

Hikâyedeki varlığı, bir çeşit “Anlatıcı-Kötü Adam” olan jigolo Ömer, İsmail’i, “gerçek dünyayla” baş etmesini kolaylaştıracağına inandığı kendi değerlerine çekmeye çalışırken, olayların yönünün değişmesine de neden olur. İsmail’i, Sideli Güzel Hasan’ın çalıştığı kır kahvesine götürmesi (Sahne-166), Roma harabelerinin önündeki köylü ile turistlerin pazarlığına tanık etmesi (Sahne-187), tanıştırdığı zengin kızlarla onu bir “gelecek avına” çıkarmaya çalışması (Sahne-175), hep bu yüzdendir. Ömer ve Sideli Güzel Hasan’dan sonra, dondurmacının yanında çalışan arkadaşına rastlamasıyla, İsmail’in önünde seçenek oluşturan örnekler çoğalır.

Senaryonun başlarında Meryem, Salih Rıza Bey’in ölümüyle birlikte sürekli babasının evden kaçışı ve ölümüyle ilgili olarak, gözlerinin önünde canlanan geçmişin serpintilerine uğrar, oysa ikinci yarıda, İsmail’le ilişkisinin pürüzlenmeye başlamasıyla birlikte, bu kez karabasanlar görmeye başlar. Geçmişin görüntüleri, yerini geleceğin kabuslarına bırakır. Filmin ilk yarısı çağrışım serpintileriyle, son yarısı da rüyalarla bütünler Meryem’in iç dünyasını. Meryem, gerçeklikle hep rüyalarda yüzleşir. Kendisini açık denizin ortasında ölümle pençeleşirken gördüğü karabasan sahnesini (Sahne-180) açıklayan şu sözler, hem Meryem’in davranışlarını yönlendirmedeki sezgi ve bilinçaltı payına, hem de filmin sonuna işaret eder: “Meryem için de, seyirci için de, burada en önemli şey, İsmail’in yüzündeki o hiç tanıdık olmayan kötücül ve karanlık ifadedir. Meryem onunla bir rüyada tanışır.”

Senaryoda birçok unsur, simgesel bir vurguyla, birer dramatik değer olarak kullanılmıştır. Örneğin, su ve ateş gibi. Meryem’in, ismail’i ilk gördüğü restorandaki sahnede (Sahne-87), Ferruh’un çakmağı çakmayınca, İsmail, Meryem’in cigarasını kibritle yakar; kibrit çöpünü çocuğun elinden alıp, kül tablasının yanına koyan Meryem, “Bir şey yanacaksa sonuna kadar yanmalı,” der. Bir bakıma anahtar cümlelerden biridir bu. Meryem’in bundan sonrasını söyler. Aynı biçimde, ikinci yarıda Side’de ilişkilerinin pürüzlendiği dönemde, bir gece yarısı sandalla denizin ortasındayken (Sahne-194), bu kez İsmail, çakmağı çakmadığı için, Meryem’in cigarasını yakamaz; ertesi gün, kibrit almaya girdiği bakkalın (Sahne-196) duvarında ise, filmin başında gördüğümüz “Dünya Güzeli Züleyha” suretinin levhası karşımıza çıkar. Ancak bu kez, camı çatlamış, kırık cam çizgileri bütün yüzeye dağılmıştır. Bütün bunlar, olayların gelişimine, yazgının karanlık birer işareti gibi, dramatik noktalama işaretleri olarak serpiştirilmiştir. Bir tür ima değeri taşırlar. Nitekim İsmail, bakkaldan çıktığında (Sahne- 197), ansızın Tiraje ile karşılaşırlar. Sonun başlangıcıdır bu. Bütün bu rastlantı gibi görünen küçük olaylar, aslında gizli ilmekler gibi yazgıyı ören işaretler olarak kullanılmıştır. Nitekim, senaryonun son bölümünde (Sahne- 217), Meryem ile Tiraje arasında kaldığını anlayan İsmail’in, Meryem’in ardından gidip gitmemekte tereddüt etmesi üzerine, Tiraje, onu durdurmak amacıyla, cigara çıkararak yakmasını bekler. Böylelikle, gene çakmak ve ateş dramatik bir değer yüklenirken, bu sekans, ateşle, ama film, Side’yi terk eden Meryem’in şehirlerarası yola çıktığında başlayan yağmurla, yani suyla biter.

Sahne-61’de Terzi Madam Sera, Meryem’e, “Biliyorsun senin için ne derler? Hep kırmızı ve siyah giyer, derler. Ölüm ve ateş rengidir,” der. Ateş gibi, su da maksatlı bir biçimde kullanılmıştır. Sahne- 23-24-25-26- 27’de mezarlık bahçevanının süzgecinden, duş başlığına, yeniden süzgece geçilirken, su hep bir dramatik unsur olarak, sahneler arasında bağlantı sağlar. Su, kimi zaman Benli Meryem’i maskesinden soyan (Sahne-24), kimi zaman bir başlangıç duygusuyla geçmişinden arındıran (Sahne- 126) bir unsur olarak yer alır. Ferruh’la, Meryem’in, Salih Rıza Bey’in mezarını ziyaretten dönüşleri sırasında yağmur başlar. Bir sonraki sahnenin ses taşması olarak duyduğumuz sevişme solumaları, bu görüntülerin ve yağmur sesinin üzerine biner. Aynı biçimde Meryem’in Ferruh’dan ayrıldığı sahne de (Sahne- 125) yağmurun başlamasıyla noktalanır. Böylelikle yağmurla açılan “daire”, yağmurla kapanır. Hemen ardından evine çıkan Meryem’i, duşun altında uzun uzun yıkanırken görürüz. (Sahne-126). Su ve ateşin, senaryo içinde simge-değer’le yüklenerek birer noktalama işareti gibi kullanıldığını örnekleyen bu sahneler, senaryonun bir tür kat yerleridir. Senaryoda, bazı sahnelerin açıklamalarında göreceğiniz gibi, bazen ayna gibi kimi unsurlarla, bazen sahne düzenlemeleri benzerlikleri ya da anıştırma amaçlı çerçevelemelerle bu tür kat yerleri amaçlanmıştır.

Meryem’le, ilk kez, Salih Rıza Bey’in intiharı sırasında, yatağında uyurken karşılaştığımızda, yüzünü bile görmeyiz, yatağa dağılmış saçlarını görürüz yalnızca. Bu sahneden sonraki sahneler, herkesin Meryem’den söz ettiği, ama kendinin hiç görünmediği, efsanesini büyüten sahnelerdir. Hakkında söylenenler, merakımızı ve ilgimizi artırır; çağrılı olduğu Pera Palas’taki davete gelip gelmeyeceğiyle merak tırmandırılır ve sonra görkemli bir biçimde salona girişiyle, nihayet onu görmüş, tanımış oluruz. Bu sahne, hakkında duyduklarımızla, kendisini karşılaştırma fırsatı sunar bize. Yarattığınız beklentiden ötürü, sunacağınız “ikon”un, efsanesine uygun düşmesini zorunlu kılan bir sahnedir bu. Bir sonraki sekansın ilk sahnesi ise senaryoda şöyle anlatılır: “Sudan yapışmış saçlar. Pera Palas’ta yaşanmış bir geceden sonra, dün akşamki görkemli kadın, şimdi duşun altında maskesinden yıkanmaktadır. Şimdi herhangi bir kadındır yalnızca.” Bu sahnelerin bu biçimde sıralanması elbette amaçlıdır. Yalnızca “söylenenler” ya da “anlatılanlarla” değil, sahnelerin “kurgusuyla” da bir “anlam” üretmeye yöneliktir.

İsmail ile Tiraje’nin ilk karşılaştıkları sahne de, bu açıdan anlamlıdır. İsmail’in diğer çocuklar tarafından aşağılanarak aralarından kovulmasından sonra (Sahne-191), koşarak, kendince bir kader ortaklığı kurduğu Sideli Güzel Hasan’ın çalıştığı tenha kır kahvesine sığınması (Sahne-193), gözlerden uzak sandığı bir masaya kapanıp ağladığı sırada, Tiraje’nin onu görmesi, hep belli bir amaçla hesaplanmış sahnelerdir. İsmail, Tiraje’yle en zayıf anında tanışır, Meryem’e bile göstermediği gözyaşlarını Tiraje görmüştür. İsmail, Neslihan’ın ya da Filiz’in ardından giderken, ya da Tiraje’nin ısrarları karşısında kararsızlık çekerken, Meryem’e ihanet etmekten çok, gençliğinin hikâyelerini yaşamaya çalışır. Meryem, belki de yaşamadığı gençliğini, İsmail’le kapamaya çalışırken, İsmail, gençliğini “diğer gençler” gibi yaşayabileceği sanısına kapılır. İsmail’in iç dünyasına sokulma olanağı bulduğumuz tek sahne, çocukken memleketinde güvercin besleyip sattığını anlattığı sahnedir. (Sahne- 198). İsmail’in seyirciye açıldığı bu sahne de, tıpkı Tiraje’yle karşılaşma mekânı olan “kır kahvesi” gibi gözlerden uzak bir yerde geçer. Senaryoda, “Side’nin dışında, uzak bir sahil köşesi” diye tanımlanır. Görece olarak yalıtılmış olan bu mekânlar, “başkalarıyla kuşatılmış olan İsmail” ile “yalnız İsmail” arasında belirgin bir fark yaratmayı amaçlar. Aynı tutum, “sosyal maske” ile “iç dünya” arasındaki farklılığı vurgulamak amacıyla, özellikle Meryem’in sahnelerinde gözetilmiştir. Dışarıya karşı kapalı bir kimlik sunan, her sözü ve davranışı hesaplı olan Meryem’in, içtenlikli davrandığı tek kişi Sabahat’tır. İsmail’e bile içini açtığı, yaralarını gösterdiği sahneler, yalnız, sarhoş ve kırılgan anlarıdır. Bu sahnelerdeki diyalogların, diğer sahnelerdeki sözleriyle karşıtlık oluşturacak bir duyarlık taşımasına özen gösterilmiştir.

Meryem’in kişiliği de, bütünlüklü bir portre olarak sunulmaz; tersine, gömülü hikâyeler yardımıyla hep parça parça sezdirilen bir profil olarak çıkar ortaya. Sabahat’la birlikte olduğu sahnelerin dışında Meryem’in kişiliğine değgin hiçbir bilgiyi doğrudan onun ağzından öğrenemeyiz. Diğerlerinin söyledikleri de, ya kuşku uyandıracak, ya da yaklaşık bilgilerdir. Hakkında bildiklerimiz kopuk kopuk bilgilerden sızar. İçini saklı tutan biridir Meryem. Siyah-beyaz görüntülerden tanıdığımız babasına ilişkin çağrışımlarını, ilk kez Side’de İsmail’e açar. İsmail’in güvercinlerinden söz ettiği sahnedir bu. İkisi de birbirlerinin karşısında farklı bir biçimde soyunurlar. (Sahne-198). Geçmişi bulanıktır Meryem’in. Hayat hikâyesi de tam olarak aydınlığa kavuşmaz. Sahne-51’de, Ferruh’un babasının şu sözleri: “İşimizin çok kötüye gittiği zamanlarda bazı mühim şahsiyetlere rüşvet diye sunulan şeylerden biri de, Meryem’di. (…) Şirketimizin çıkarları için bazı kişilere gitmişti Meryem”; Sahne- 61’de, Meryem’in, Terzi Madam Sera’ya: “Bir zamanlar sizin evinizde çalışan Meryem değilim artık. Niye anlamak istemiyorsunuz bunu?” deyişi gibi geçmişini bir an için aydınlatan çakımlardan yaklaşık bir hayat hikâyesi çıkarabiliriz.

Senaryo birçok kaynağın malzemesini, kendi içinde harmanlamayı amaçlamıştır. Örneğin: Pera Palas’taki davette, Meryem’in cigarasına aynı anda beş çakmağın birden çakması, elbette Türk sinemasının klişelerine bir göndermedir; “Garden-Party” sahnesinde, Ferruh’un karısına ve metresine aynı gerdanlıktan armağan ettiğinin anlaşılması üzerine, Meryem ile Neriman arasında geçen diyalog, ünlü bir şarkıcının dillerde gezen gerçek bir hikâyesinden alınmadır; hatta Benli Meryem’in lakabı bile, çapkınlık tarihinin birçok namlı kadınını “Benli” diye anan kültürümüzün bir parçası olarak anılmıştır.

Bilindiği gibi, bu senaryom, 1984 yılında, “Mine Film” yapımı olarak Atıf Yılmaz tarafından filme alındı. Benli Meryem’i Müjde Ar canlandırdı. Müziklerini Yalçın Tura yaptı. Yazdığım senaryo ile çekilen film arasında bir karşılaştırma yapmanın artık gereksiz olduğunu düşünüyorum.

Senaryonun dramaturjik tutumunu anlatmak kadar, benim bu senaryoyu yazarkenki dikkatlerimin ve bu film için düşündüğüm atmosferin anlaşılması için yazılmış ve biraz fazla uzun tutulmuş şu “birkaç söz”, umarım canınızı sıkmamıştır.

Murathan Mungan Dağınık Yatak s. 13-22 [Metis Yayınları]


Dağınık Yatak, senaryosunu Murathan Mungan’ın yazdığı, yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın, yapımcılığını Kadri Yurdatap’nin üstlendiği, 1984 yapımı Türk filmi.

TARKOVSKİ: HAYAT ÇOK KISA; ALÇAKLARIN AYAKLARI ALTINDA SÜRÜNEREK GEÇİRİLMEMELİ

“Bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaki bir varlık olarak kavrama imkanına sahiptir. Zaman, insana verilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. Hayat, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır. Hayatımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla var olur. “ Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Yaşamlarımız hep yanlış. Bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. Toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto korunmadır. Birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Sahte “toplumsal” çıkarlara feda edilen kişisel sorumluluk sorunu, insana kendine karşı sorumsuz olabilme hakkını tanıyarak ortadan kalkmış gibidir artık.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Toplum, er ya da geç şeytani, kötü ve ölümcül bulutlar gibi yükselip kıtaların üzerini kaplayacak bir ilizyondur.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Tüketiciler düşünülerek şekillendirilmiş protezler uygarlığından ibaret olan günümüz kitle kültürü, insanın kendi varoluşuyla ilgili temel birtakım sorular yöneltmesinin ve ruhsal bir varlık olarak kendini algılayabilmesinin yolunu tıkayarak ruhları sakat bırakıyor.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen, manevi başarıların yanında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Kafka’nın dramı ne kadar sarsıcı!” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Varoluşumuzun anlamını, her şeyden önce içimizdeki kötülüğe karşı koymak olarak tarif eden, bunu böyle algılayan, hayatın akışı içinde ruhsal açıdan kendini bir basamak olsun yükseltmeye çalışan insanı ilginç bulurum. Zira ruhen mükemmelleşme yolunun biricik alternatifi, ruhsal çözülme ya da manevi çöküştür, ki her günkü hayatlarımız, hayata tutunma, uyum sağlama süreçlerinde yaşadıklarımız da bizi bu yolda sürekli kışkırtmaktadır.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Öğrenilemeyecek tek şey, bağımsız, saygın bir düşünce geliştirebilmektir. Birey olmak, kişilik sahibi olmak öğrenilemez. Kimse zor taşıyacağı, hatta bazen taşıyabilmesinin imkansız olduğu bir yükü sırtlanmaya zorlanamaz. Ama bu işin başka yolu da yok. İlkelerine bir kez ihanet ettin mi, bir daha hayat karşısında lekesiz bir duruşun olamaz.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Güzel, gerçeğin peşinden koşmayanlardan kendini gizler. Sanatın anlamı ve varlık nedeni hakkında düşünmeye yanaşmadan onu ele alıp değerlendirmeye kalkanların ruhsuzluğu ne yazık ki, sık sık, kaba bir şekilde basite indirgenmiş birtakım sözlere neden olur: “Bunu hiç beğenmedim!”, “Hiç de ilginç değil!” … Bunlar çok iddialı savlar, ama ne yazık ki gökkuşağını tanımlamaya çalışan doğuştan kör bir adamın savlarından hiç farkı yok! Bu kör insan, bir sanatçının gerçeği başkalarına açıklayabilmek uğruna çektiği acılara karşı tamamen duyarsızdır.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Eh,nasıl ki her cesur insanın mutlaka iyi yürekli olması gerekmiyorsa,her korkağın da mutlaka bir alçak,namussuz olması gerekmez.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Sanatçı içtenlik ve tutkudan yoksun bir yaklaşım içinde ise sanat da yoktur. Bereketli topraklarda elmas bulamazsınız; elmas yanardağların çevresinde, volkanik topraklarda bulunur sanatçı biraz içtenlikli olamaz; sanatın güzele yalnızca biraz yakın olması gibi tıpkı. Sanat, mutlak güzelliğin ve eksiksizliğin var oluş biçimidir.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“İnsanoğlu hiç durmadan kendini dünya ile karşılaştırır ve bu dünyayı sahiplenmek için, idealindeki dünya ile bu dünyanın uyumlu olması için yanar tutuşur. Böylesi bir uyumun gerçekleştirilemez olması ve kendi ‘Ben’ini yetersiz bulma, insandaki doyumsuzluğun ezeli kaynağıdır.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Ama ne yazık ki biz özgür olmayı bilmiyoruz. Biz başkaları aleyhine olarak özgürlük istiyoruz kendimize; kimse için hiçbir fedakarlıkta bulunmak istemediğimiz gibi, böyle bir şeyi kişisel hak ve özgürlüklerimize yönelik bir saldırı sayıyoruz. Bugün hepimizi tanımlayan en belirgin özelliğimiz, inanılmaz bencilliğimizdir! Ama özgürlük burada değildir ki! Özgürlük, çevremizdekilerden, hayattan hiçbir şey istememeyi öğrenmekte… önce kendinden isteyecek ve kolayca verebileceksin. Özgürlük, sevgi adına yapılan özveridedir!” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Basitçe söylemek gerekirse insanlık kokuşmuş durumda. Ya da, insanlar yavaş yavaş birbirlerini çürütüyorlar. Ve günümüze gelin­ceye dek yüzyıllar boyunca ruhları hakkında düşünen insanlar fizik­sel olarak ortadan kaldırılmıştır, hala da yok ediliyorlar.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Bu çok boyutlu dünyada biz tek bir boyuta mahkûm edilmişiz. Bunun farkındayız ve hakikatten mahrum olma durumumuz nedeniyle işkence çekiyoruz.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Her tür milliyetçiliğe karşı tiksinti duyuyorum…” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“Annemin cenaze töreni. Vostıyakovski mezarlığında. Şimdi kendimi oldukça savunmasız hissediyorum. Yeryüzünde kimse beni onun sevdiği gibi sevmeyecek.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

“İnsanoğlu, dört bin yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yetirince göstermedi mi? Sanatın deneyimlerini, sanatta ifade edilen idealleri hakikaten benimseme yeteneğimiz olsaydı, hiç şüphesiz, çok daha iyi insanlar olurduk. Ancak ne yazık ki sanat, insan ruhunu yalnızca sarsıntıyla, katharsis’le iyiye yöneltebiliyor. İnsanın iyi olmayı öğrenebileceğini sanmak saçmalık olurdu. Bu imkansızdır, Sovyet edebiyat derslerinde iddia edildiğinin aksine, Puşkin’in kadın kahramanı Tatyana’nın “olumlu” örneğinden “sadık” bir kadın olmanın öğrenilmeyeceği gibi.” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Hiç çaba harcamadan,tutkulu bir arzu duymadan bir insanın bir başkasını anlayabilmesi imkansızdır!” Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovski

“Her neyse, ben zaten insanlar hakkında hep yanılırım.” Zaman Zaman İçinde, Andrey Tarkovski

HERMANN HESSE: MUTLULUK SEVGİDİR, BAŞKA ŞEY DEĞİL! SEVEN, SEVEBİLEN MUTLU OLUR…

İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez 

Kendi kendilerini sevmiş, düşmanlarına kin ve nefretle bakabilmiş safdil insanlara ne mutlu! Ne mutlu o kişilere ki kendi kendilerinden asla kuşku duymazlar, çünkü ülkelerinin içine düştüğü sefalet ve yıkımda kendilerinin en ufak bir suçu olmadığına inanır, bundan Fransızları, Rusları ya da Yahudileri, kim olduğu fark etmez, işte birilerini, bir “düşmanı” sorumlu tutarlar. Kim bilir, belki de yeryüzünde yaşayanların onda dokuzunu oluşturan bu insanlar, o çok eski ilkel dinlerinde gerçekten mutluydular, belki budalalık ya da son derece kurnazlık taşan düşünce düşmanlığı zırhı içinde imrenilecek kadar şen, tasa ve kaygılardan uzak bir yaşam sürmüşlerdi.

• • •

“Dünyaya ayak uyduramayan” kişi, kendi kendini bulmaya yakın olandır.

• • •

Bir savaş durup dururken çıkmaz ortaya, insanların bütün diğer girişimleri gibi önceden hazırlanır, olabilirlik kazanması ve gerçekleşebilmesi için pek çok kişinin bakım ve çabasını zorunlu kılar. Ama savaşı isteyen, hazırlayan ve insanlara telkin edip benimsetenler, savaştan yarar uman insan ya da güçlerdir. Savaş, söz konusu kişilere ya doğrudan nakit para olarak kazanç sağlar (savaş patlak verir vermez sanayinin daha önce kendi halinde ve masum ne çok dalı silah üreten ticari işletmelere dönüşür ve para otomatik olarak bu işletmelerin kasasına akmaya başlar!) ya da onların prestij ve saygınlığını yükseltir, gücünü artırır.

• • •

Dürüst, temiz bir insan kendine düşmanlar edinmeksizin hiçbir adım atamaz

• • •

Yaşasın çeşitlilikler, ayrımlaşmalar ve aşamalar! Pek çok ırkın ve ulusun, pek çok dilin, zihniyet ve dünya görüşü bakımından pek çok çeşitlemenin varlığı şahane bir şey doğrusu.

• • •

Politika Bütün dünyada hiçbir politikacı yoktur ki devrimi, sağduyuyu ve silahların elden bırakılmasını canla başla savunmasın. Ancak, böyle bir davranışı düşman taraftan bekler hep, kendisini bunun dışında tutar.

• • •

Neden ulusların kendi geleceklerini belirleme hakkı, ancak bundan çıkar ummaları durumunda başkalarınca kabul edilir.

• • •

Bir savaşı aklına getiren olmamış, yalnızca her olasılığa karşı silahlanma yoluna gidilmiştir. Bunun da nedeni, para babalarının paralarının çevresinde çelikten duvarlar görmek istemeleridir.

• • •

Öyle görülüyor ki, dünya tarihi her vakit belli amaçlar, belli düşünceler ya da dünyadaki belli değişiklikler çevresinde dönüp durmakta, ama bunların pek de ciddiye alınmadığı çok geçmeden anlaşılmaktadır. Daha dün soylu düşüncelerin peşinden gidilirken, bugün bir başka türlü davranılmakta, bu da işin en iç karartıcı yanını oluşturmaktadır.

• • •

Belki insanın yaşantı açlığından sonra duyduğu en güçlü aç­lık unutma açlığıdır.

• • •

İnsanlardan çoğunun görüş ve düşünceleri kişisellikten uzak, mensup oldukları sınıfların görüş ve düşünceleridir.

• • •

Dünyamız için, barış için tehdit oluşturanlar, savaşı isteyenlerdir, savaşı hazırlayanlar ve gelecekteki bir barışa ilişkin belirsiz sözverilerde bulunarak ya da dışarıdan gelecek saldırılarla gözlerimizi korkutarak bizleri de planlarına ortak etmeye çalışanlardır.

• • •

Savaş dünyayı ileriye götürmez, sadece ilerlemeyi erteleyip geciktirir, tutkuların önüne geçici hedefler çıkarır, ama sonradan er ya da geç toplumsal sıkıntı önceki büyüklüğü ve korkunçluğuyla yeniden boy gösterir.

• • •

Başka nedenler bahane edilse de, hayatta yapılan şeylerden pek çoğu kadınlar için yapılır.

• • •

Nasıl ki vurulup ölmüş bir asker bir yanlışlığın bitimsiz yinelenişini oluşturursa, doğru da binlerce değişik kılık içinde aralıksız yinelenip duracaktır.

• • •

Halkının başarması gereken işlerden, bulunması gereken özverilerden ve savuşturması gereken tehlikelerden kendini uzak tutan biri ödlek sayılır. Ama entelektüel yaşamın ilkelerine maddi çıkarlar uğruna ihanet eden, örneğin iki kere ikinin kaç edeceğine ilişkin kararı iktidar sahiplerine bırakan biri ondan daha az ödlek değildir. Doğru bilincini, entelektüel dürüstlüğe, aklın yasa ve yöntemlerine sadakati bir çıkar uğruna feda etmek, vatanın da çıkarı olsa bu, ihanet sayılır. Çıkarlar ve sloganlar savaşında Doğru tehlikeye girdi mi, bireyler gibi değerden düşürülüp çarpıtıldı da ayaklar altına alındı mı, yapmamız gereken tek şey direnmek ve doğru’yu, yani doğru’ya ulaşma çabasını inandığımız en yüce değer olarak kurtarmaya bakmaktır.

• • •

Soylu hayvanlar yıkılıp giderken, adatavşanları ayakta kalır; bir iddiaları yoktur, kendilerini bulundukları konumda rahat hisseder, ürerler boyuna, yavrulayıp dururlar.

• • •

İki akıl tutulması vardır ki, kanımca insanlığın günümüzdeki durumu bunlardan kaynaklanır: Teknolojinin büyüklük hezeyanıyla şovenizmin büyüklük hezeyanı. Her ikisi günümüz dünyasının çehresini belirler ve özsaygısını oluşturur; insanlığa olumsuz sonuçlarıyla birlikte iki dünya savaşını armağan etmişlerdir, azgınlıkları geçip yatışana kadar benzeri daha başka kimi sonuçları da bize buyur edip sunacaklardır. Dünyayı saran bu iki hastalığa karşı durmak, günümüz dünyasında akla düşen en önemli görev ve onun varlık nedenidir. Kendi yaşamımla da söz konusu direnişe ırmakta küçük bir dalga misali katkıda bulunmaya çalışmışımdır.

• • •

Bana göre yaşamımız, günümüzde bir batılının genel yaşamı öylesine iğrenç ki, böyle bir yaşama ancak yontulmamış kişiler, aptallar, duyarsız, her türlü beğeniden yoksun, ruhsal inceliklerden yana fakir insanlar katlanabilir. Ayrıca, “kahramanlık” çağımızın idealini oluşturmakta ve kırk derece soğuğun hüküm sürdüğü siperlerde son bulmaktadır. Hayır, insanlar böyle bir yaşamı sineye çekiyorsa, en iyileri ve en güzelleri de içlerinde olmak üzere insan olmanın o narin yeteneklerine sırt çevirmelerindendir.

• • •

Dünya tiyatrosunu serinkanlılıkla ve eleştirel tutumla izleyebilen tek tek kişilerin sayısı arttıkça, en başta savaş tehlikesi olmak üzere kitlelerin o büyük çaptaki budalalıklara kalkışma tehlikesi de azalacaktır.

• • •

Bugün politik akla politik gücün bulunduğu yerde rastlanmıyor. Resmi çevrelerden bir zekâ ve sezgi seli akıp gelmeli ki, felaketler önlenebilsin ya da hafifletilebilsin.

• • •

Günlük emirlerde ve kazanılan zafere ilişkin raporlarda pek güzel görünen kahramanlık, duygusallıktan başka bir şey değildir. Yenilgiye uğramış talihsiz birinin kendi ulusunun bayrağı altında hayatına son vermesi ya da şansı yaver gitmemiş birinin kendisini yüz üstü bıraktıklarına inandığı dostluk, sevgi ve iyilik gibi şeylerin sözünü bundan böyle işitmek istemeyişi, yalnızca tiyatro seyircilerini etkileyecek bir davranıştır. Dişlerini gıcırdatmak kahramanlık sayılmaz; ellerini cebinde yumruk yapmış, uzak intikamların düşüncesiyle kendini avutmak yürekler acısı bir durumdur.

• • •

Bilindiği üzere en koyu atavizmler, çağdaş ve ilerici bir kılık altında görünmeye en çok gereksinim duyanlardır.

• • •

Kısa dönemler için de olsa kitlelere faşizmi telkin ve benimsetme çabalarının hortlamasına yalnız Avrupa ülkelerinde değil, diğer pek çok ülkede olası gözüyle bakıyorum. Bireysel kişilik ve aile modern devletlerde değerini ve etki gücünü yitirdiği, yerlerine topluluğun (kolektif) geçirilip bireysel farklılıkların silinip atıldığı ölçüde söz konusu tehlike büyüyecektir.

• • •

Faşizm denemesi geriye yönelik, yararsız, budalaca ve bayağı bir denemedir. Komünizm ise, insanlığın el atmak zorunda olduğu, o aptalca “proletarya diktatörlüğünü” değil, burjuvazi ile proletarya arasında adalet ve kardeşliği sağlamak için tekrar tekrar başvurulması gereken, insanlık dışı bir uygulamaya hazin şekilde saplanıp kalmış olmasına karşın yine de dönüp dolaşıp el atılması gereken bir denemedir. Faşizm ve komünizmin çalışma yöntemlerindeki benzerlikten dolayı bu gerçek kolay unutulur.

• • •

Hükmetmek için kendini beğenmiş aydınların zaman zaman düşündükleri gibi budala ve acımasız olmak gerekmez; bunun için zorunlu olan şey, dışa yönelik etkinlikten duyulacak katıksız bir haz, belirlenen hedef ve amaçlarla özdeşleşme tutkusu, ayrıca başarıya götürecek yolların seçiminde belli bir çabuklukla ve duraksamaksızın davranıştır. Bütün bunlar da bir bilgin kişide yer almayan, almaması gereken özellikleri oluşturur, çünkü bilgin kişi için gözlem eylemden daha önemlidir. Bilgin kişi, amacına varmak için başvuracağı yöntemin ve izleyeceği yolların seçiminde elden geldiğince duraksayarak ve kuşkuyla davranır.

• • •

İlkel insan korktuğu şeyden nefret eder, ona karşı hınç besler. Uygar ve aydın insan da ruhunun kimi katmanlarında ilkel insana benzer. Dolayısıyla, değişik ulusların ve ırkların başka ulus ve ırklara karşı duydukları kin ve nefret onlardan üstün ve güçlü sayılmalarından değil, güvensizlik ve güçsüzlüklerinden kaynaklanır. Gerçekten üstün kişi, gerçek bir efendi kendisinden üstün olduğunu bildiği kişiye acımayla bakabilir, belki zaman zaman küçümseyebilir onu, ama asla ona karşı kin ve nefret beslemez.

• • •

Dünya tarihi, bana çokluk resimli bir kitap gibi gelir. Öyle bir kitap ki, insanların en ateşli, en amansız özlemi sayılan unutmak özlemini yansıtır. Her yeni kuşak yasaklama, sükûtla geçiştirme, alaya alma gibi yollara başvurarak önceki kuşağın en önemli gördüğü şeyi silip atmaya uğraşmıyor mu her zaman? O devcileyin, yıllar yılı sürmüş, korkunç savaşı, savaşa katılmış ulusların yıllar yılı unuttuğuna, yadsıdığına, bilinçaltına itip el çabukluğuyla kendilerinden uzaklaştırmak istediğine daha yeni tanık olmadık mı? Biraz dinlenip kendilerine gelen uluslar, birkaç yıl önce bizzat yol açıp katlanmak zorunda kaldıkları bir felaketi şimdi sürükleyici savaş romanlarının yardımıyla yeniden anımsamaya çalışmıyor mu?

• • •

Her insan kişisel ve birkezliğine bir varlıktır; kişisel vicdanın yerine kolektif vicdanı geçirmeyi istemek başlı başına bir zorbalıktır ve her türlü totalitarizmin ilk adımını oluşturur.

• • •

İnsanla dolup taşan bir salonun, bir kentin, bir ülkenin bir esriklik ve coşkuya kapılarak tek tek bireylerden tek örnek bir kitlenin oluşmasına yol açtığını, bireysel özelliklerin silinip gittiğini, tek sesliliğe, bireysel içgüdülerin kitle içgüdüsüne dönüşmesine duyulan hayranlığın yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanın gönlünü nasıl yüce bir duyguyla, bir özveri hazzıyla ve bir kahramanlık coşkusuyla doldurduğunu, bu insanların nasıl kendi kendileri olmaktan çıktığını, başlangıçta bağırıp çağır­malar, gözyaşı ve duygulanmışlık dolu kardeşlik sahneleriyle kendisini açığa vuran kahramanlık coşkusunun nasıl sonunda savaş, cinnet ve kan dökmeyle noktalandığını sık sık yaşamışımdır. İnsanın ortak acı, ortak gurur, ortak kin ve onur duygusuyla kendini esrikliğe kaptırmasına karşı, bireyci ve sanatçı içgüdüm beni alabildiğine sert biçimde uyarmıştır hep. Ne zaman bir odada, bir salonda, bir köyde, bir kentte, bir ülkede sözü geçen bunaltıcı coşku kendini açığa vursa, bir soğukluk ve bir güvensizliktir uyanır içimde, çevremdekilerin büyük çoğunluğu, gözlerinde esriklik ve duygulanmışlık yaşları, yaşa, varol diye haykırıp aralarında kardeşlikler kurarlarken ben ürperir, şimdiden kanların akıp kentlerinin alevler içinde yanıp tutuştuğunu görür gibi olurum.

• • •

Gelecekte şimdikinden “daha iyi” bir insanlığın var olacağını sanmıyor, insanlığın falan zamanda daha iyi, filan zamanda daha kötü olduğuna inanmıyorum. İnsanlık nasılsa öyle kalmıştır hep. Ne var ki, kimi dönemler yaşanmış, şeytansal güçler cani ve psikopat kişilerin içine el altından sızmış, kimi dönemlerde ise söz konusu sızma açıktan açığa ve büyük ölçüde gerçekleşmiş, siyaset sahnesinde boy göstererek bütün ulusları önüne katıp sürüklemiştir.

• • •

En çocukça, hatta en hayvanca politik heves ve dürtülerin kendilerini nasıl “dünya görüşleri” vb. kılığında açığa vurduğunu, hatta bu arada dinlerin davranış ve tutumlarını takındığını bundan böyle anlayışla değil, hayretle izliyorum. Söz konusu görüşlerin; çok daha zekice kotarılmış Marksist sosyalizmle ortak bir yanı varsa; o da insanı adeta sınırsız ölçüde politize edilebilir bir yaratık saymasıdır. Oysa böyle biri olmaktan uzaktır insan. Ben, günümüz dünyasının çırpınışlarının büyük çapta böyle bir yanılgıdan kaynaklandığına inanıyorum.

Hermann Hesse İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez Çevirmen: Kamuran Şipal, Yapı Kredi Yayınları / 2022

JOHN BERGER: MUTLU ÇAĞLAR DEĞİL, YALNIZCA MUTLU ANLAR VARDIR!

YİRMİNCİ YÜZYIL FIRTINASI

Şimşekten bir tırpan biçiyor yağmuru. Sudan saplar kopup düşüyor yere giysiler gibi. ah ayrılış paltoları battal beden geri dönmeyişin paltoları! kopup düşüyor uzaklığın giysileri gibi göğün çorak tarlasından. Ve bu yağmur otlarında çiçekler nehirlerin gücüyle büyümüşler ah denizci cepleri tıka basa mektup sessizlik ve terk edenlerin sözleriyle dolu!

Nehirlerin güdüyle bir deltaya dönüşmüş hepsi. Her çiçek bir avuç içinde doğdu, her taçyaprağı başlangıçta bir hareket bir tavır bir temastı. Yanağıma koy bahçeni beş parmaklı bahçeni yanağıma koy bir başka şehirde. Şimşek yüklü bir yük arabası aşıyor gökyüzünü bir uçtan öbürüne.

Hazzın varlığı en esrarengiz şeylerin başında gelir. Acının varlığı ise daha çok felsefi tartışmalara yol açmıştır. Acı ve hazzın birlikte değerlendirilmesi gerekir, çünkü birbirinden ayrılamazlar. Buna rağmen ikisinin doldurduğu hacim farklı olabilir. Bir doygunluk duygusu diye tanımlanan haz doğanın işlemesi için gerekli bir öğedir. Aksi takdirde, insan bedeni ve öteki canlılar hayatta kalmalarını sağlayan gereksinimleri doyuran hiçbir uyan alamazlar. Bu hayatta kalma çabası -bizim bilmediğimiz bir nedenle- doğanın tek amacı olarak kazınmış, işlenmiştir her şeyin içine. Doygunluk ya da onun habercisi olan şeyler bir iyilik, acı ya da acı korkusuysa, bir uyan olarak çıkar karşımıza. Her ikisi de gereklidir. Aralarındaki aynıysa, karşıt uçlar olarak alındığında, hazzın işlevsel amacım sürekli bir aşma, kaynağını saptama eğiliminde olmasıdır. Kediler yemekten çok birbirlerini yalamaktan hoşlanır görünürler. (Geviş getirenleri dışında tüm hayvanlarda haz ile yemek yeme telaşı yer değiştirir: Haz yeme eyleminden sonra gelen bir bütünleyicidir.) Kırlarda çılgıncasına koşan atlar susuzluklarını dindirirken duyduklarından daha çok haz duyar görünürler. Bazı temel gereksinimlerin tatmini yönünde uyanlar yaratmak için gerekli doygunluk duygusu, hayvanlar da dahil, genel anlamda bir haz kapasitesi üretir. Hazza doymuş haz. Bu kapasite belki de bütün genç hayvanların öğrenmek için oyuna gereksinimi olduğu gerçeğiyle bağıntılıdır. Oyun ve doymuş haz arasında ortak bir nokta vardır. Oynamak, gerçek ile oyun olan arasında bir ayrım yapmayı getirir. Dünya oyun sayesinde bir ikiz kazanır. Bir yanda zorunluluklardan oluşan istek dışı dünya, öbür yandaysa istekle katılman oyun dünyası. İkinci dünyada haz bir amaç olmaktan çıkar ve doygunluğa ulaşır. Dünya biz insanlar için de ikizlenir, fakat oyun öylesine şahlanır ki, sonunda hayal gücüne dönüşür. Hayal gücüyse haz ve acıyı iki katına çıkartıp yoğunlaştırır: Böylece tedirginlik ve fanteziler doğar. Ne olursa olsun, temel ayrım hep aynı kalır. Acının çoğu zaman kaynağı örtük olsa da, daima bir nedeni, merkezi, odağı olduğu halde, hazzın buna benzer şeylere sahip olması gerekmez. İnsan mutluluğu ender rastlanır bir olgudur. Mutlu çağlar değil, yalnızca mutlu anlar vardır. Mutluluk genelleşmiş bir hazdır. Ve mutlu olma hah de bir eşitlikle tanımlanabilir. Bir mutluluk ânında insanın kendisini iyi hissetmekten duyduğu keyif ile bunu var edenin keyfi eşitlenir. İşlevsel doygunluğu aşan bir haz artıdeğeri, fazlalığı olmaksızın böyle bir kendini iyi hissetme gerçekleşemez. Bu eşitliğin en katıksız ifadesi estetik yaşantıdır. Gelenekçi bakış bu eşitliği cömert bir tanrı ya da en azından bazen cömert olabilen bir tanrının varlığının belirtisi olarak okurdu. Mutluluğun düzensizliği tanrısal bir niyet olarak yorumlanırdı. İşte buradan acı çekme sorunu doğdu. Haz bir lütufsa, mutluluk planlanmışsa, acı niçin vardı? Yanıtlar oldukça zor. Acıyı dindirmek hiçbir zaman kolay olmamıştır. Üretim kaynaklan genelde hep yetersiz kalmıştır: yiyecek, gerekli ilaç, giyecek, barınak vb. Ama acının nedenlerini saptamak hiç zor değildir: açlık, hastalık, soğuk, yoksulluk… Acıyı dindirmek, haz verip mutlu etmekten hep daha kolay olmuştur. Acının kaynağı daha kolay saptanır. Bu duruma uymayan, ama oldukça da geniş kapsamlı kural dışı bir örnek vardır: Kayıp duygusunun verdiği acı, kırık bir kalbin acısı hiç dinmez. Böyle bir acı bütün bir hayatı kaplar. Bu bir tek olayla başlamış olabilir, ama olay zamanla bir acı artıdeğeri oluşturur. Acı çeken avutulması olanaksız bir hale gelir. Ve bu acı, bir zamanlar haz ya da mutluluk diye verilen şeyin bir daha asla geri verilmemek üzere alındığının bilincine varılması değil de nedir? Hazzın verdiği keyif esrarengiz şeylerin birincisidir.

Acıma bilmiyor dağlar yağmur eritse de yemden donacak kar. Kahvede iki yabancı akordiyon çalıyor bir oda dolusu adam şarkı söylüyor. Yürek odacıklarına göz çukurlarına notalar doluyor. Sözcükler kulak içlerinde uğuldayan dehlizlere doluyor. Müzik çeneleri tıraşlar eklemleri gevşetir, romatizmaya birebirdir. Müzik tırnakları temizler elleri yumuşatır nasırlan eritir.

Dizel yağını, ıslak sığırları sonsuz kürek sallamalarını bir yana bırakmış tatlanmış elleriyle bir oda dolusu adam bir aşk şarkısının buharım okşuyor. Benimkilerse bileklerimi terk edip göğüslerine ulaşmak için dağlan aşıyor. Kahvede iki yabancı akordiyon çalıyor ve yağmur kan eritiyor. Hayvanların doğal bir ortam ve çevre bulabilmek için bir uğraş vermeleri gerekmez; gerçeklik ise -ampirist inanca rağmen insana verilmemiştir, sürekli bir araştırma ve peşinde koşmayı gerektirir – hani batık bir hazine gibidir diyesim geliyor. İnsana gerçek ile düşsel olanı taban tabana koyması öğretilir, sanki ilki hep bildik bir şeydir, İkincisiyse hep uzaklarda, ulaşılmaz bir yerde durur. Bu karşıtlık yanlıştır. Olaylar hep bildik şeylerden oluşur. Ama bu olaylar arasındaki uyum -gerçeklik denen şey de budur düşsel bir kurgudur. Gerçeklik her zaman ötelerde bir yerdedir – idealistlerce olduğu gibi materyalistlerce de böyle olduğu kabul edilir. Platon’a ya da Marx’a göre durum böyledir. Gerçeklik kişinin yorumlayışına göre bir klişeler perdesinin ötesine yerleşir. Her kültür kısmen işleyişini kolaylaştırmak (alışkanlıklarını yerleştirmek), kısmen de kendi gücünü sağlamlaştırmak için böyle bir perde yaratır. Gerçeklik gücü elinde tutanların karşısında yer alır. Bütün modem sanatçılar kendi yeniliklerini gerçekliğe daha da yakınlaşma, gerçekliği daha açık bir hale getirme çabası olarak görmüşlerdir. Modem sanatçı ve devrimci işte ancak bu noktada birbirlerini aynı safta bulurlar: Önceden kestirilmeyecek bir biçimde gitgide günlük bir alışkanlığa, bencil bir hale dönüşmüş klişeleri, bu klişeler perdesini yerle bir etmek düşüncesiyle harekete geçmiştir her ikisi de. Yine de birçok sanatçı, perde ötesinde bulduklarını kendi yeteneklerine ve toplumsal konumlarına uydurmak uğruna indirgeyerek kullanmışlardır. Böyle bir şey söz konusu olduğunda, kendilerini, sanat için sanat kuramının bir düzine kadar değişkeniyle haklı göstermeye çalışmışlardır. Gerçekliğin sanat olduğunu söylerler ve gerçeklikten sanatsal bir kâr almayı umarlar.

***

Düşen bir ağacın düşme ânından sonra gelen sessizlik bir ölüm ardından gelen sessizliğe benzer. Duyulan aynı zirve duyumudur. Bir an için ağacın tüm ağırlığı -ağacı hâlâ bir parça tehlikeli kılan tek şeydir bu ağırlık- sona eren düşüşün ağırlığına eşitlenir. An oldukça kısadır, çünkü ya yorgunluk -ormancının günlük yorgunluğu- ya da ağacı hemen parçalamanın tekdüzeliği girer işin içine. Bir anlığına görülen çıplak bir göğsün insana geçmişi anımsatabileceği gibi, düşmüş bir ağacın ardından gelen ani sessizlik de ölümü anımsatır. Ormanda yalnız çalışırken bile insan anlaşılmaz bir birliktelik duygusuna kapılır. Düz bir tarla, çıplak bir tepe ya da step karşısında aynı şey yaşanmaz. Ağaçların birer varlığı vardır. Her birinde türüne göre değişen, hareket ve durağanlık, eylem ve eylemsizlik arasında gidip gelen olağanüstü bir denge vardır. Ağaçların varlığı bu denge kurulurken duyulur hale gelir. Uzun süre evlerin çatılarını taşımış olmaları pek şaşırtıcı değildir. Bir dostluk sunarlar. Kayıtsızlıktan pek ayırt edilemeyen bir uzaklığın dostluğudur bu. Yalnızca evlerin değil sarayların, vergi tahsil dairelerinin, hapishanelerin, karargâhların çatılarını da ayakta tutan onlar olmuştur. Ağaçların varlığı bir dostluk sunuyorsa, bu varoluş adalet ya da kayıtsızlık kavramından önce geliyordur. Sundukları dostluk uzamsaldır ve bu da bir tür ölçme, sayma yöntemidir. Sayılardan ya da matematikten çok zaman önce, insan dili yeryüzünü henüz yeni yeni adlandırıyorken, ağaçlar kendi ölçütlerini – uzaklık, yükseklik, çap ve hacim ölçütlerim sunuyorlardı. Canlı her tür yaratıktan daha uzundular, kökleri herhangi bir canlının ulaşabileceğinden çok daha derinlere iniyordu. Direk ya da sütun fikri onlardan doğdu. Ağaçlar insanoğluna yukarısındaki uzayı ölçmeyi öğretti ve bu öğretide -şimdi motorlu hızara benzin doldururken bile gizemli bir şekilde hâlâ varlığını hissediyorum- yeryüzü insana en dolaylı bir dille şu güveni verir: Asla büsbütün yalnız değiliz.

Her çam akşam olmadan uykuya yatırır sesinin kuşunu dimdik ve dingin orman kayıtsızdır geçmişe kaya gibi sert titrek bir heyecanla anlatır bir daha batan güneşin o eski hikâyesini Gün sonunda artık çalışma düzenine başkaldırırcasına inip kalkan göğüsleri, ellerinde testereleriyle ormandan çıktıklarında manzara ve çıplak ışık gözlerim kamaştırır. Her defasında da hayrete düşerler, gövdelerinin o ağırlaşmış bitkinliğinde bir göz kırpışa karşılık gibi bir gülümseme belirir sanki. Ormanda geçen saatlerden sonra onlara göz kırpan şey aşağıdaki vadi ve uçsuz bucaksız göğün uzamıdır. Tepeden aşağı artık herkes kendi patikasının yolunu tutar. Dizlerinin yorgunluğu ya da otlar içinde bir sahibe gereksinim duymadan yolunu bulan botlardır onların rehberi. Her biri kendi yuvasına çekilecektir. Geri döndükleri yer dünyadır ve aldıkları ilk armağan sunulan uzamdır; İkincisiyse, bir masa ve yatak olacaktır. En şanslısınınsa yatağını paylaşacak biri vardır. Uzun ayrılıklardan sonra bile uçsuz bucaksız göğün içinden geri döneceğimiz sizlersiniz, bizleri yorgunluğumuz ve böylesine muhtaç olduğumuz bedenlerinizin üstüne düşen başlarımızın ağırlığından tanıyacaksınız.

Seni algılayışım aynı ya da ayrı yerlerde oluşumuza göre değişiyor. Yani, sen diye tanıdığım iki kişi var. Benden uzakta olduğunda bile, benim için varsın. Varlığının bu şekli çok-biçimli: Sayısız imgeler, geçişler, anlamlar, bildiğimiz şeyler ve yerlerden oluşmakta, ama her şeyin altım çizen şeyse, her yere yayılmış yokluğun. Sanki sen bir mekâna dönüşmüşsün, hatların da ufuk olmuş. İşte o zaman bir ülkede yaşar gibi yaşıyorum içinde. Sen her yerdesin. Fakat bu ülkede seninle asla yüz yüze gelemiyorum. Partir est mourir un peu. Bu cümlenin söylendiğim ilk duyduğumda henüz çok gençtim ve daha o zamanlar bir gerçeği dile getirdiğinin farkındaydım. Bunu şimdi tekrar anımsıyor olmamın nedeni, bir ülkeymişçesine içinde yaşıyor olmamın, bunun da yeryüzünde seninle asla yüz yüze gelemeyeceğim tek ülke oluşunun, ölülerin anısıyla yaşamamıza benziyor olması. Gençken bilmediğim şeyse, hiçbir şeyin geçmişi silemeyeceğiydi: Geçmiş insanın etrafına bir ölüm kozası gibi dolanır. Sen diye adlandırdığım ülkede tavırlarını, sesinin inip çıkışlarını, bedeninin her üyesinin biçimini ayırt edebiliyorum. Bu ülkede azalan fiziksel gerçekliğin değil, özgürlüğün. Yanımda olduğun zaman değişen şeyse, ne yapacağın kestirilemez bir hale bürünmen. İşte o zaman ne yapmak üzere olduğunu hiç bilemiyorum: Seni izlemeye başlıyorum. Hareket ediyorsun. Ve yaptığın her şey beni sana bir kez daha âşık ediyor. Bir gece yatakta en beğendiğim ressamın kim olduğunu sormuştun. En keskin, en doğru cevabı verebilmek için ne diyeceğimi bilememiştim. Caravaggio demiştim. Kendi cevabım şaşırtmıştı beni. Daha soylu, ufku daha geniş ressamlar, daha çok hayranlık duyduğum ve duyulabilecek ressamlar vardı oysa. Ama yine de bundan şu sonuç çıkıyor ki -cevabın önceden hazırlıksız

86 verilmesinin de katkısı var bu sonuçta kendimi en yakın hissettiğim ressam Caravaggio. Mütevazı ressamlık hayatımın tekrar görmek istediğim birkaç resmi, 1940 sonlarına doğru yaptığım Livomo sokaklarına ait tablolar. Şehir o zamanlar savaştan yeni çıkmıştı ve yoksulluk içindeydi ve maldan mülkten yoksun insanların soylu içtenliğini ilk kez orada öğrenmeye başlamıştım. Bu dünyada güçlü olanlarla mümkün olduğu kadar az ilişkim olmasını istediğimi de ilk orada keşfetmiştim. Sonraları bütün bir hayat boyunca süren bir tiksintiye dönüştü bu. Caravaggio ile suç ortaklığımız sanırım Livomo’da geçen yıllarda başladı. Popolaccis’un (arka sokak insanlarının) les sansculotte (baldınçıplakların), lümpen-proletaryanın ve daha aşağı sınıfların yaşadığı hayatı resmeden ilk ressamdı Caravaggio. Eski Avrupa dillerinde, adlandırdığı şehir yoksulunu küçümsemeyen ya da karalamayan tek sözcük bulunamaz. Buna neden olan “güç”tür. Caravaggio’rmn izinden yürüyerek bugüne dek birçok ressam -Brower, Ostade, Hogarth, Goya, Géricault, Guttuso- aynı toplumsal sınıfı resimlerine konu ettiler. Fakat hepsi de -eşsiz olsalar da- birer “türe” ait resimlerdi; öteki insanlara, talihsizlerin ya da korku verici insanların nasıl yaşadıklarını göstermek için yapılmışlardı. Caravaggio’daysa bu, türlü görünümler sunmak sorunu değil, olayların içyüzünü göstermek sorunuydu. O ötekilere yeraltı dünyasını göstermiyordu, onun gösterdiği resmettikleri ile paylaştığı bir dünyaydı. Sanat tarihi kitaplarında Caravaggio ışık ve gölge sanatının çığır açıcı ustalarından biri ve daha sonraları Rembrandt ve öteki ressamlarca kullanılan ışık ve gölgenin babası olarak adlandırılır. Caravaggio’nun dehası sanat-tarihsel olarak kuşkusuz Avrupa sanatının evriminde bir adım olarak görülebilir. Böyle bir bakış açısından, Karşı-Reformasyonun yüksek sanat tadı ve yükselen Flaman burjuvasının evcil sanatı arasında Caravaggio nun bir bağ olarak nitelendirilmesi kaçınılmazdır. Ve bu bağın karakterini ışıkla olduğu kadar karanlıkla da tanımlanabilen yeni tür bir uzam anlayışı oluşturur. (O sıralarda Roma ve Amsterdam’da lanetleme günlük bir olay halini almıştır.) Gerçekteyse Caravaggio için -Bergamo yakınlarında, İtalyan oduncu dostlarımın geldiği yere az uzakta doğmuş Michelangelo adlı oğlan çocuğu için de- kendi imgeleyip gördüğü kadarıyla ışık ve gölgenin kendi istekleri ve hayatta kalma içgüdüsüyle ayrılmaz bir şekilde iç içe girmiş derin, kişisel bir anlamı vardı. Caravaggio’nun yeraltı dünyası ile bağıntısı sanat-tarihsel bir mantıkla değil, ancak bu şekilde kurulabilir. Işık-gölgeyi kullanma biçimi gün ışığını resimden kapı dışarı etmesine izin vermişti. Dört duvar ve bir damdan olduğu gibi gölgelerden de bir sığınak yapılabileceğini hissetmişti. Neyi ve neresini resmederse etsin, resmettiği hep iç-mekânlardı. Bazen -“Mısır’a Kaçış Yolunda” ya da en sevdiği “Vaftizci Yahya” tablolarında olduğu gibi- geri plana bir manzara yerleştirmek zorunda kalıyordu. Fakat bu manzaralar da bir hah ya da bir iç-mekânda ipe gerilmiş perdeler gibiydi. Kendini göreli olarak evde hissettiği anlar -hiçbir yerde öyle hissetmiyordu ya- ancak iç-mekânlarda bulunduğu anlardı. Onun karanlığı mum, içi geçmiş karpuz, ertesi gün asılmayı bekleyen ıslak çamaşır kokar: Merdiven boşluklarının, kumarbaz batakhanelerinin, ucuz yatakhanelerin, ani karşılaşmaların karanlığıdır bu. Umutsa, bu karanlığı birden aydınlığa çıkaracak şeyde değil, karanlığın kendisindedir. Karanlığın sağladığı sığmak göreli bir sığınaktır, çünkü ışık ve gölge acı, vahşet, özlem ve ölümün habercisidir; ama bu haberi hiç olmazsa bir içtenlikle verir. Gün ışığıyla kapı dışan edilen şey uzaklık ve yalnızlıktır – bu ikisiyse, yeraltında yaşayanlara korku verir. Tehlikeli bir hayat sürüp töre gereği birlikte, kalabalık olarak yaşayanlarda açık alanlara karşı bir fobi oluşur. Böyle açıklıklar onların bunaltıcı, kısıtlı bir alanda her türlü gizlilikten yoksun yaşama biçimini tam tersine çevirdiği için korku vericidir. Caravaggio bu korkuyu paylaşanlardandı. “Aziz Matta’ya Çağrıda bir masa çevresinde oturmuş öyküler anlatan, dedikodu yapan, ileride yapacakları şeylerle övünen ve para sayan beş adam vardır. Oda oldukça loştur. Kapı birden ardına dek açılır. İçeri giren iki kişi ani baskından doğan gürültü ve ışığın bir parçasıdır hâlâ. (Berenson, iki kişiden biri olan İsa’nın tutuklamak üzere gelmiş bir polis müfettişi gibi içeri girdiğini yazmıştır.) Matta’nın dostlarından ikisi kafalarını kaldırıp bakmamakta diretirler, öteki iki genç ise yabancıları merak ve küçümseme karışımı bir bakışla süzerler. Böylesine çılgınca şeyleri niye söylüyordur bu adam? Koruyucusu kimdir? Ve Matta kendisini ötekilerden daha uygunsuz kılan sahtekâr bir vicdanla sormaktadır: Gitmesi gereken gerçekten ben miyim? Seni izlemesi gereken gerçekten ben miyim? Kim bilir terk etme kararı ileten kaç binlerce el buradaki İsa’nın eli gibi kıvrılmıştır. El karan üstlenmesi gerekene doğru uzanır, fakat eli tutmak imkânsızdır çünkü akan su gibidir bu el. Yolu emreder, ama belirgin bir destek de göstermez. Matta ayağa kalkıp yabancıyı izleyecek, birlikte dar sokaklardan geçip mahalleyi terk edeceklerdir. Daha sonra İncil’ini yazacak, Etiyopya, Güney Hazar ve İran’a yolculuk edecek ve büyük bir olasılıkla bir cinayete kurban gidecektir. Bu karar ânı sahnesinin gerisinde merdivenlerin üstünde dış dünyaya açılan bir pencere vardır. Geleneksel olarak resimde pencereler ya ışık kaynağı, ya da doğa veya dışarıda örnek bir olayı çerçeveleyen çerçeve işlevi görürdü. Bu resimdeki pencere öyle bir pencere değildir. İçeri ışık geçirmez çünkü saydam değildir. Hiçbir şey görmeyiz. İyi ki bir şey görmüyoruz, çünkü dışarıda olan ne olursa olsun, tehdit edici, korkutucudur. İçinden ancak kötü haberlerin ulaşabileceği bir penceredir bu. Caravaggio kilise ve dine aykırı bir ressamdı: Eserleri konu

89 lan nedeniyle kilise tarafından reddedilmiş, eleştirilmişti, ama bazı kiliselerce savunulmuştu da. Onun dine aykırılığı dinsel konuları popüler trajedilere dönüştürmesinden kaynaklanıyordu. “Bakire Meryem’in Ölümü” adlı tabloda, söylentilere göre boğulmuş bir fahişeyi model olarak kullanması öykünün yalnızca bir yansıdır: Daha önemli öteki yansıysa, ölü kadının yoksulların ölülerini yatırdıkları gibi yatıyor olması ve ağlaşanların da yoksullar gibi ağlaştığıdır. Yoksulların bugün de ağlaştıkları gibi ağlaşmasıdır. Marinella ya da Selinunte’de mezarlık olmadığından birisi ölünce ölüyü istasyona götürüp Castelvetrano’ya göndeririz. Sonra biz Balıkçılar toplanırız, yoksul aileye saygılarımızı bildiririz. “İyi bir adamdı. Ölümü gerçek bir kayıp oldu, önünde daha nice yıllan vardı.” Sonra limandaki işimize dönmek için kalkarız, fakat ölen ardından konuşmalarımız hiç dinmez ve üç gün boyunca balığa çıkmayız. Yakın akrabalar ve dostlar üzüntü içindeki aileye en az bir hafta yiyecek sağlar. Aynı döneme ait başka “üslupçu” ressamlar da kaynaşan kalabalıkları resmetmişlerdi, ama onlardaki ruh oldukça farklıydı; bu resimlerde kalabalık -yangın ya da sel gibi- bir felaket habercisiydi ve var olan ruh haliyse, bütün dünyayı içine alan bir lanetlenmişlikti. İzleyici ayrıcalıklı bir locadan evrensel bir tiyatro seyrediyordu. Bunun tam tersine, Caravaggio’nun kalabalık tualleri burun buruna yaşayan, dar bir mekâna sıkışıp bir arada var olan bireylerden oluşuyordu. Yeraltı dünyası tiyatroyla dolup taşar, ama buradaki tiyatronun ne evrimsel olaylarla, ne de yönetici sınıf eğlenceleriyle bir ilişkisi vardır. Yeraltmm günlük tiyatrosunda her şey sıkı fıkı ve şiddet doludur. Oyun diye yapılan şey her an gerçeğe dönüşebilir. Koruyucu bir mekân ya da çıkarların odaklaştığı aşamalı bir düzen yoktur. Caravaggio’nun sürekli eleştirilmesine neden olan şey,

90 resimlerinde kimseye bir ayrıcalık vermemesi, yoğunluğun herkesi kapsaması ve kişilerin bizden olmaları gereken uzaklıkta olmamalarıydı. Yeraltı dünyası kendini gizli kapaklılığıyla var eder. Onun toplumsal atmosferinin aykırılığı ve en temel gereksinimlerinden birini dile getirme biçimidir bu. Yeraltının kendine göre kahramanlan ve canileri, gurur ve alçaklık kavramları vardır. Bütün bunlar efsane, öykü ve günlük olaylarca tekrar edilirler. Günlük gösteriler çoğunlukla kahramanlık provalarıdır. Bunlar o andaki duruma göre yaratılan, insanların sapma dek kendilerini oynadıkları sahnelerdir. Böyle gösteriler olmazsa, yeraltı dünyasının alternatif ahlak anlayışı ve gururu unutulma tehlikesine düşer – ya da daha doğrusu, bu durumda içinde bulunulan toplum süratle olumsuzlayan yargısını, hakaretini yöneltmekte hiç geç kalmayacaktır. Yeraltı dünyasının hayatta kalabilmesi ve onuru, herkesin gösterişle oynadığı, kendini kanıtladığı ve bireyin hayatta kalabilmesinin kanundışılığa ve görülmeme yeteneğine bağlı olduğu bir tiyatroya bağlıdır. Sonuç olarak ortaya çıkan gerginlik, ele geçirilebilen tüm boşluğun jestlerle doldurulup hayat isteğinin tek bir bakışla ifade edilebildiği özel tür bir dışavurumcu, hızlı olunması gereken bir durum yaratır. Bu da başka bir tür kalabalıklığa, yoğunluğa yol açar. Caravaggio yeraltı dünyasının ressamı olmasının yam sıra cinsel isteğin de eşi bulunmaz, dâhi ressamıdır. Onun yanında öbür heteroseksüel ressamlann çoğu izleyiciye kendi “ideal”lerini soyan pezevenkler gibi kalır. Caravaggio ise gözlerini yalnızca istek duyulan kişi için kullanır. İstek karakterini 180 derece değiştirebilir. îlk kez uyanldığında çoğunlukla sahip olma isteği olarak algılanır. Dokunma isteği biraz da el koymak, kendine maletmek demektir. Daha sonra, aynı istek değişerek sahip olunma isteğine istek duyulanda kendini kaybetme isteğine dönüşür. Bu iki karşıt durumdan isteğin diyalektiği doğar; durumların ikisi de her iki cins için geçerlidir ve bir salınım içindedirler. Açıktır ki, ikinci durum, kendini kaybetme isteği en vazgeçilmiş, en umutsuz durumdur ve Caravaggio’nun tablolarının çoğunda anlatmak için seçmiş olduğu ya da üstüne düştüğü konu budur. Caravaggio insanlarının tavırları bazen özellikle konusunun adım taşıyan tablolarda belirsiz bir cinsellik sergiler. Altı yaşlarında bir oğlan çocuğu Meryem’in kuşağını parmaklarıyla çekiştirir; Meryem’in eli hafiften çocuğun gömleği altındaki kasıklarını okşar. Bir melek Aziz Matta mn dindar elinin sırtını yaşlı bir müşteriye hizmet edecek bir fahişe gibi okşar. Genç Vaftizci Yahya bir koyunun ön bacağını kendi bacakları arasında bir penis gibi tutar. Caravaggio’nun resmettiği hemen her dokunuş cinsellik yüklüdür. İki farklı madde bile bir araya geldiğinde (kürk ve ten, kumaş ve saç, metal ve kan) bunların birbirine değişi bir dokunuşa dönüşür. Küçük bir çocuğu Eros olarak resmettiği tablosunda, oğlanın kanatlarından birinin ucu kendi kasıklarına bir sevgilinin özeniyle dokunur. Oğlanın kendi tepkisini kontrol edebilmesi, tepki olarak içinden bir titreyişin geçmesine izin vermeyişi, Caravaggio’nun baştan çıkancılığmm bile bile yaptığı bir sakmış, yan alay ve yan farkında oluşun bir parçasıdır. Büyük Yunan şairi Kavafıs geliyor aklıma şimdi: Bir ay boyunca sevdik birbirimizi Sonra çalışmaya, galiba İzmir’e gitti Ve bir daha hiç görmedik birbirimizi. O gri gözler -hâlâ yaşıyorsa- güzelliğim yitirmiş; O güzel yüz tükenmiş olmalı şimdi. Ey bellek, koru her şeyi olduğu gibi. Ve Bellek, ne bulabilirsen bu aşkımdan elinden geldiğince geri getir bana bu gece.

92 Resmi yapılmış yüzlerin yalnızca Caravaggio’da var olan özel bir yüz ifadesi vardır. “Holofemes’in Başmı Kesen Yudit”te Yudit’in yüzündeki, “Kertenkelenin Isırdığı Çocuk”taki çocuğun yüzündeki ve suya bakan Narkissos’un yüzündeki ile Calût devinin kafasını saçlarından tutup kaldıran Davut’un yüzündeki ifadededir bu özellik. Yoğun bir kapalılık ve açıklık, güçlülük ve zayıflık, kararlılık ve acımadan oluşan bir ifadedir bu. Fakat bu sözcüklerin hepsi de belli bir ahlak sınırını aşmayan sözcükler. Oysa hayvanların yüzünde çiftleşme ve öldürme ânı öncesinde hep buna benzer bir ifade görmüşümdür. Buna sadomazoşist anlamlar vermek saçmalık olur. Çünkü her türlü kişisel seçimden daha derinlere inen bir şey vardır bu ifadede. Acı ve haz, tutku ve isteksizlik arasında gidip geliyorsa böyle bir ikilik, cinsel yaşantının özünde olduğu içindir bu. Cinsellik bozulmuş, kökensel bir birlikteliğin, ayrılışın sonucudur. Ve bu dünyada cinsellik başka hiçbir şeyin sağlayamadığı kadar anlık bir bütünleşme sağlar. O ilk zalimliğe karşı koymak için aşkı harekete geçirir. Caravaggio’nun resmettiği yüzler bir yara kadar derin bir bilgiyle aydınlatılmıştır. Bu yüzler, düşmüş insan yüzleridir ve kendilerini yalnızca düşmüşlerin varlığından haberdar olduğu bir içtenlikle isteğe adarlar. İstek duyulanla kendini kaybetmek. Caravaggio bunu resmettiği gövdelere nasıl aktarmıştır? Yarı çıplak ya da çıplak iki genç adam. Genç olmalarına karşın gövdeleri kullanılmışlık ve deneyimin izlerini taşıyor. Elleri kirli. Şimdiden yağlanmaya başlamış kalçalar. Yıpranmış ayaklar. Doğmuş, büyümüş, terleyen, soluğu kesilen, geceleri uyku tutmayarak dönen, (meme başlan göz gibi) bir torso. Masumluktan bir hayli uzakta iki adamın yaşantı sergileyen gövdeleri.

93 Bütün bunlar gövdelerin duyarlılığım elle tutulabilecek kadar yakın kılar; tenlerinin öte yüzünde bir evren vardır. İstek duyulan gövdenin eti düşte ulaşılacak bir amaç değil, anlık bir ayrılış noktasıdır. Görünüşleri üstü kapalı olanı – en alışılmadık, en açık saçık anlamıyla üstü kapalı olanı işaret eder. Caravaggio resimlerini yapmakla bu gövdelerin derinliğini düşler. Caravaggio’nün sanatında tahmin edilebileceği gibi mülkiyet diye bir şey yoktur. Birkaç gerekli eşya ile iskemle ve masa. Onun insanlarını çevreleyen nesneler de dikkat çekici şeyler değildir. Bir gövde karanlıklar içinde ışıl ışıl parıldar. Kimsenin malı olmayan nesneler -pencere ötesindeki dünya gibi- unutulabilecek şeylerdir. Karanlık içine gömülmüş istek duyulan gövde, gece ya da gündüzden çok bu gezegendeki hayattan kaynaklanan bir karanlık içine gömülmüş gövde, bir hayalet gibi ışıldayarak öteleri işaret eder – bunu kışkırtıcı bir ifadeyle değil, kendi duyarlılığının tüm soyunmuşluğuyla teninin öte yanında yatan evreni vadederek yapar ve bu vaat ile insanı bir terk edişe çağırır. İstek duyulan yüzde bir davetten derin, çok daha derin bir ifade vardır: Bu ifadede “ben” aydınlığa kavuşur; dünyanın zalimliğine karşı tek sığınağımızın, tek yeteneğimizin sevişmek olduğu doğrulanır.

John Berger Ve Yüzleri̇mi̇z, Kalbi̇m, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü

DİDEM MADAK: “NE TEZATLI ŞEY, NE TUHAF/ NE TUHAF ACIYLA HİÇ KONUŞAMAMAK…”

KURBATİ

Gece lambası kırmızı bir kadın yapıyor beni Oysa limon ağaçları bahçede küçük sarı güneşler taşıyor. Dokunsam bile onlara yanmam. Ne tuhaf! Bir oyuncak ayım vardı, ismi Işıldak. Bir kızkardeşim vardı saçları simsiyah Ne tuhaf böyle hatırladıkça her şeyi, Ağrı Dağında saçlarımı karla yıkamak. Kırmızı bir mum olsam yakışırdım şamdanıma Oysa çok üşüyor ellerim bu akşam…

Martılardan duygulanmadım hiç, ne tuhaf! Ben belki denizden bile eski biriyim. Başka isimler bulmak isterdim martılara Kirloş mesela kirloş desem artık onlara. Kasapların perdeleri boncuktan Et. Kan. Ve o boncuklu şıkırtılar Ne tezatlı bir şey, ne tuhaf Ne tuhaf acıyla hiç konuşmamak.

Gece lambası kırmızı bir kadın yapıyor beni Her şey şimdi itiraf edilmeli: Kocam bir çingeneydi. Eşiniz bir çingene mi hanfendi? diye sorarlardı. Hayır efendim derdim, hayır eşim bir sanatkardır. Eski yırtık gecelikler, eski yırtık çarşaflar Eski, yırtık bir sızıyla sevişirdik. Her şey şimdi itiraf edilmeli:

Bir picaması bile yoktu benim kocamın baylar. İnsan çingeneyse, yani ruhu çizgiliyse İnsan acıyla yalnızca sevişebilir baylar! Soruyorlar. Soruyorlar: “Ellerin neden titriyor sevgilim” Bilmiyorlar doğmadan öldürdüğümü üç-beş çingeneyi. Üç-beş dünya kaldı artık aramda dünyayla Artık açıklayamam bir türlü. Ne tuhaf geçmişim kırmızı bir kadın yapıyor beni. He rşey şimdi itiraf…

Bulurlar sabaha siyah, çirkin bir balık olarak Açıklayamazlar artık beni bin türlü. Bilmeyecekler, bilmeyecekler bir çingenenin İsmini vererek kendime öldüğümü. İsmim…İsmim…İsmim Kurbati.


Didem Madak Aralık ’97 Ludingirra 5, Bahar 1998

“YAŞAMAK ACI VE KORKUNUN KARŞILIĞINDA VERİLMİŞTİR BİZE” ECİNNİLER – DOSTOYEVSKİ

Hayatın her dakikasının, her saniyesinin, kendisine verdiği mutluluğun değerini bilmek zorundadır insan… zorunludur, kesinlikle zorunludur buna! Kişioğlu için kendi mutluluğundan çok, bir yerde herkes ve her şey için sakin, kusursuz bir mutluluğun var olduğunu bilmesi gereklidir… İnsanın varoluş nedeni, onun kendisinden çok çok yüce yaratıklar önünde eğilmesini bilmesinden başka bir şey değildir. İnsanları onlardan çok çok yüce yaratıklardan yoksun ederseniz, yaşayamazlar, umutsuzluk içinde ölürler. Ululukla sonsuzluk kişioğlu için, üzerinde yaşadığı o küçücük gezegen kadar gereklidir. Her insan Ulu Düşünce dediğimiz şeyin önünde eğilmek zorundadır.

Lanet bir gece, tek bir iz yok! Yolumuzu şaşırdık, biliyorum! Herhalde ecinni bizi kırlarda dolaştıran Oradan oraya bizi sürükleyip duran

Ne kadar çoklar, nereye gidiyorlar Neden şarkıları bu kadar dokunaklı Umacıyı mı gömüyorlar Cadıya düğün mü yapıyorlar A. Puşkin

Hayat acı vericidir, hayat korku doludur ve insanoğlu mutsuzdur. İnsanoğlu hayatı seviyor. Acıyı ve korkuyu sevdiği için hayatı seviyor. Yaşamak acı ve korkunun karşılığında verilmiştir bize. En büyük aldanmamız budur. İnsanoğlu benliğini henüz bulamamıştır. Onun için yaşamak ya da ölmek fark etmeyecektir.

İleride, dağda otlayan bir domuz sürüsü vardı. Ecinniler domuzların içine girmek için O’ndan izin istediler. O da izin verdi. Ecinniler insanoğlunun içinden çıkıp domuzların içine girdiler. İçinde ecinni olan domuzlar koşarak kendilerini uçurumdan göle atarak boğuldular. Olan bitene şahit olan çobanlar, gördüklerini köylerde şehirlerde anlatmaya başladılar. İnsanlar onları görmeye koştu. Dağda içinden ecinnilerin çıktığı insanı giyinmiş kuşanmış, aklı başında, İsa’nın ayakları dibinde oturur halde bulunca korkuya kapıldılar. İçine ecinni giren insanoğlunun nasıl kurtulduğunu görenler görmeyenlere anlattılar. Luka İncili’nden, 8. Bölüm

Kendini feda etmekte bulduğu mutluluğu başka hiç bir yerde bulamaz insan. Herkes hiç acı çekmeyeceğini bile bile, acı çekeceğinden korkar. Kişioğlu için yaşamakla ölmek arasında bir fark olmayacağı zaman özgür olacaktır insanlık. Düşmandan korku, ona duyulan nefreti de yok eder. İyi konuşmayı bilenler kısa konuşur. İnsan mutlu olduğunu bilmediği için mutsuzdur. Sevgi, varoluştan yücedir, varoluşun tacıdır sevgi, öyleyse varoluşun sevgiye tutsak olmaması olacak şey midir? Tanrı varsa ben de ölmeyeceğim demektir! Kişioğlunun hayatında günah işlememesi olamaz, ama başkalarının günah işlemesine neden olanların vay haline.”

Virginia Woolf: “Dostoyevski’nin romanları azgın girdaplar, dönerek ilerleyen kum fırtınaları, kaynayıp savrulan hortumlar gibidir; bizi içlerine çekerler. Madde ve ruhun bütünleştiği, katışıksız yapılardır bunlar. İrademiz dışında sürüklenir, etraflarında döner, körleşir ve nefessiz kalırken; sersemletici bir esriklik kaplar tüm benliğimizi.”

Ecinniler Fiyodor Dostoyevski