Özcan Alper’in 2. Filmi “Gelecek Uzun Sürer” Gösterime Girdi

“Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız, peki ya ölüleri ne yapacağız, neden öldüler” [ Pavese]

İlk filmi Sonbahar‘da 19 Aralık cezaevleri operasyonunun ardından ölümünü bekleyen bir siyasi tutuklunun beyaz perdeye aktardığı  hikâyesi ile pek çok ödül kazanan Özcan Alper‘in ikinci filmi ‘Gelecek Uzun Sürer’, yolculuğun arayışa dönüştüğü çok dilli ve çok kültürlü bir yol filmi. Adını Marksist düşünür aynı zamanda Fransız Komünistlerinin önde gelen akademik sözcülerinden biri olan  Louis Althusser‘in aynı başlığı taşıyan  otobiyografisinden alan eser, gözaltında kaybedilen insanları konu ediyor.  Yönetmen, ilk filmi Sonbahar‘da olduğu gibi bu filmde de  kamerasını farklı alanlara çevirirken insani duyarlılık ile  politik tavrını  bilinçli bir tutarlılıkla  estetize etmeyi başarıyor. Bir tarafta bütün ağrıları ve acılarıyla derinlemesine yaşanan “kayıp“lara  yönelirken   öteki tarafta  az bilinen ve merkez medya tarafından özelikle görmezden gelinen ve -belkide bu sebeple- toplum içinde oluşan yüzeysel yaklaşımları yıkmayı amaçlıyor.

İmcTv’de yaptığı söyleşide; Kürt meselesi bir açlık tokluk meselesi değildir diyen yönetmen, Radikal gazetesinde gerçekleşen söyleşide ise;  Bu filmin aslında başkarakteri de Harun. Çok az görünüyor, sadece iki saniye var filmde. Bir şekilde aslında onun ve onun gibilerinin neden dağa çıktıklarına, ne düşündüklerine ve bunun arka planındaki diğer sebeplere ilişkin de bir film. Bir taraftan da sinemayı yapmak istediğim ilk zamanlarda, ülkedeki bunca meselenin sinemanın alanına giremediğini fark etmiştim. Müzisyenler daha dokunurlar aslında, edebiyat ve mizah da öyle… Sinemaysa hep daha korunaklı, konformist bir yerde durur. Ben sinemaya ilk başladığımda bu duruma gıcık da olurdum aslında. 30 yıldır çok şiddetli ve dünyanın hiçbir yerini aratmayan yöntemlerle sürdürülen bir kirli savaş var. Ve bu sinemada nasıl kendine bu kadar az yer bulabilir? Burada bunu işleyen birkaç ismi anmak gerekir tabii ” diyor.

Geçtiğimiz sene İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari kırsalında gerçekleştirilen Gelecek Uzun Sürer’in çekimleri toplam sekiz haftada tamamlandı. Film Kültür Bakanlığı, EURIMAGES, CNC (Fransa), NRW (Almanya), Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, Diyarbakır Sur Belediyesi ve Van Belediyesi’nin katkılarıyla gerçekleştirildi. Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan ile Osman Karakoç’un oynadığı ”Gelecek Uzun Sürer” filmi izleyicilerin karşısına 11 Kasım 2011’de (Bugün) çıkacak.


Alper Özcan Gelecek Uzun Sürer Filmi 11 Kasımda… cafrandeorg

Filmde, İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru, ağıt derlemeleriyle ilgili yaptığı tez çalışması için Güneydoğu’ya doğru yola çıkar. Hayatının en uzun yolculuğuna çıkan Sumru’nun yolu, Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet, yıkık dökük kilisenin bekçisi Antranik amca ve bölgede süren olaylara tanıklık eder.

Ağıtları toplarken kendini bir anda kayıp yakınlarının yaşadığı acıların ortasında buluyor. Onlar anlattıkça bilmediği bir dünyanın farkına varır.

Sumru’nun arayışı sadece yazdığı tezle ilgili değil, aslında onun da bir ağıdı, geçmişte kalan bir yükü, acısı var. Ahmet’le yolları kesiştikten sonra bu arayış daha anlamlı bir hale gelir.

Sumru’nun kendi hikâyesi her ne kadar arkaplanda kalmış olsa da onu ağıt aramaya itenin de bir “kayıp” olduğunu anlaşılır zamanla. Ahmet ise Sumru’ya yardımcı olurken bir taraftan da kendini de sorgulamaya başlar.

Özcan Alper’in 18. Altın Koza Film Festivali Konuşması

“Bu ülkede 1990’lardan bugüne 17 bin 500 insan, biz evlerimizde gece uyurken, adına JİTEM denilen ve aslında bugün herkesin çok açık bildiği, bir şekilde devletin de içinde olduğu karanlık güçler tarafından evlerinden alındılar, çorak arazilerde katledildiler, öldürüldüler. Ve maalesef devlet, onların annelerine, eşlerine, kardeşlerine, çocuklarına kemiklerini bile hala çok görmekte. Umarım gerçekten bir hukuk devleti olacaksak,çocuklarımızın yüzüne utanmadan bakabileceksek,evlerimizde rahat uyuyabileceksek, bu ülkede sanat yapılıyor diyebileceksek bütün bunlarla yüzleşmemiz gerekir diye düşünüyorum.”

Radikal gazetesinden  Erman Ata Uncu’nun  Özcan Alper’le yaptığı (11/11/2011) söyleşi:

“Binlerce genç dağa çıkıyordu. Ve bir şekilde kimse bunu görmek ve konuşmak istemedi.” 

‘Gelecek Uzun Sürer’ ister istemez bir önceki filminiz ‘Sonbahar’la karşılaştırılacak. Tedirginlik yaratıyor mu bu?
Ben de bunun ağırlığını hissetmedim desem yalan olur. Ama bakıyorum da, ‘Sonbahar’ı çekmemiş olsaydım, bu filmi çekmeye hayatta cesaret edemezdim. O sayede bu kadar zor, karmaşık bir meseleye el atmaya cesaret edebildim. Çünkü bambaşka bir coğrafya, çok güncel bir mesele, herkesin fikir yürüttüğü bir konu… Ama tüm o politik sürece rağmen yapmak istediğim, insan hikâyelerine, o süreçleri yaşayanların psikolojilerine yönelik bir sinema. Böyle bakınca aslında yük değil bir avantaj.

‘Sonbahar’da da asıl mesele, ‘Hayata dönüş’ operasyonu, doğrudan temsil edilmiyor, arşiv görüntüleriyle aktarılıyordu. ‘Gelecek Uzun Sürer’de Kürt meselesinin 90’lardaki durumu da yine birebir temsillerle değil, ağıtlar ve tanıklıklarla aktarılıyor…
Burada daha öne çıktı. Çünkü içerik ve malzeme daha uygundu burada: Arşivler, ses kayıtları, ağıtlar… Bir de tabii bizim Kürt meselesine bakış açımızla ilgili bir durum da var. Ne olursa olsun mesele hep egemen medya tarafından görüldüğü için biraz bunu tersyüz etmeye çalıştım.

‘Gelecek Uzun Sürer’de Sumru meseleye dışarıdan bakan birisi. Ahmet de aynı şekilde biraz arada kalmış. ‘Sonbahar’da da Yusuf önde yumruk sallamayan bir karakterdi. Ön plana çıkmayan böylesi karakterler daha mı çekici geliyor?
Belki bu benim hayata bakışımla da ilgili olabilir. Çünkü gördüm de böyle yaşam içerisinde, özellikle sosyalistler açısından söylüyorum, bu bir yaşam biçimi olarak tasavvur edilmeyip sadece kısa vadeli öğrencilik hevesi, hayatın farklı evrelerinde bir yerlere gelme basamağı olarak göründüğü zaman çok kalıcı olamıyor. Ama artık bakabildiğin, görebildiğin, hissedebildiğin, hayatta belli bir felsefesi, tutarlılığı olan insanların çok daha uzun vadeli, doğru şeyler yapabildiğini düşünüyorum. Sinema ve sanat da biraz böyledir. Belki çok görünen olanları değil de aşağıdan aşağıdan yürüyenleri, görünmeyen olanları görmek daha yakın ve samimi geliyor açıkçası. Ahmet önemli bir karakter benim için. O savaşın ortasında kalıp, onun etkilerini yaşayıp ama belki daha kararsız durmak çelişki gibi görünebilir ama ben onu anlamayı daha yakın buluyorum.

Filmde kullanılan belge ve tanıklıklar gerçek. Bu nasıl bir süreçti? Bu insanları filme dahil etmek için ikna etmek zor muydu?
Diyarbakır’ı ya da savaşın kadınlar üzerindeki etkisini anlatmak istiyorsanız faili meçhul yakınları çok merkezi bir yerde duruyor zaten. Bir şekilde daha önce de onlarla temas kurmuştum. Tabii bize kolay gelebilir ama onlar için çok zor. Şöyle düşün; 20 yıldır kocasını arıyor, bunun uğraşını vermiş ama çözüme ulaşamamış, bir yerde bıkmış ya da gündemine almak istemiyor da olabilir. Veya ne olacak ki bunu bir filmde anlatsam diye de düşünebiliyorlar doğal olarak. Bu tarafa dertlerini anlatabilme konusunda umutlarını yitirmiş de olabiliyorlar. Bu filmde yer alandan çok daha fazla kişiyle görüştük. Ama özel olarak hikâyeyi daha çarpıcı anlatabilmek için bunları seçtik. Ama onlara çok açık olarak ne yapmak istediğimi, samimi olarak nerede durduğumu anlatınca bir şekilde kabul ettiler ve seve seve yardımcı oldular. Bence bir şekilde filme en büyük katkıyı sunan, en çok teşekkür etmem gereken onlardı. Filmimde sadece o insanların meselelerinin daha fazla insana ulaşması bile beni rahatlatabilir.

Hangi siyasal ve sanatsal kaygılar, özellikle Kürt meselesini ve 90’lı yılları anlatma ihtiyacını doğurdu?
Bu tabii benimle de doğrudan ilgili. 90’lar kuşağındanım. Bir yönetmen tabii ki önce kendi dünyasından yola çıkarak hareket etmeye başlıyor. ‘Sonbahar’ belki benim kuşağımdan Yusuf’un hikayesiydi. Bu film de aynı şekilde üniversite yıllarında beraber oturduğumuz, Kürt solundan Harun’un hikâyesi aslında. Binlerce genç dağa çıkıyordu. Ve bir şekilde kimse bunu görmek ve konuşmak istemedi. Normal medyaya nasıl yansıdığını biliyoruz bunun. Bu filmin aslında başkarakteri de Harun. Çok az görünüyor, sadece iki saniye var filmde. Bir şekilde aslında onun ve onun gibilerinin neden dağa çıktıklarına, ne düşündüklerine ve bunun arka planındaki diğer sebeplere ilişkin de bir film. Bir taraftan da sinemayı yapmak istediğim ilk zamanlarda, ülkedeki bunca meselenin sinemanın alanına giremediğini fark etmiştim. Müzisyenler daha dokunurlar aslında, edebiyat ve mizah da öyle… Sinemaysa hep daha korunaklı, konformist bir yerde durur. Ben sinemaya ilk başladığımda bu duruma gıcık da olurdum aslında. 30 yıldır çok şiddetli ve dünyanın hiçbir yerini aratmayan yöntemlerle sürdürülen bir kirli savaş var. Ve bu sinemada nasıl kendine bu kadar az yer bulabilir? Burada bunu işleyen birkaç ismi anmak gerekir tabii. Ama bu konuyla ilgili nereden bakarsanız bakın, yüzlerce film yapılmalıydı. Oysa A’dan Z’ye dört beş filmden fazlası yok. Bence normal değil bu. Belki öyle olsaydı ben de çok daha farklı türde filmler yapardım.

Hem ‘Sonbahar’ hem de ‘Gelecek Uzun Sürer’ istismara çok açık konuları işliyor. Ama her iki filmde de mesafenin korunmasına özen gösteriliyor.
Beni en çok zorlayan şeylerden biri bu. Politik bir mesele ve kendini kaptırıp gidebilirsin. Melodrama ve insanın duygularını sömürmeye yönelik bir şeye dönüşebiliyor. Orada işte hep ne kadar politik bir mesele olursa olsun sinema yaptığımı göz ardı etmemeye çalışıyorum. Duygu sömürüsünden nefret ediyorum zaten bir kere. O anlamda şiddeti kullanmaktan da. Seyircinin sadece duygusuna oynamak da beni rahatsız ediyor. Tabii burada handikaplar da var. ‘Sonbahar’da bu daha altından kalkabildiğim bir şeydi. Sizin dışınızdaki dengeler, mesela oyuncu dengesi çok yardımcı oluyor. ‘Sonbahar’da Onur (Saylak) o anlamda büyük şanstı. O kötü oynadığı an, filmin iyi olma şansı da yoktu.

Film geçen yıl gösterime girseydi, o açılım sürecine eklemlenebilecek bir şeyin parçası haline gelecekti. Ama son birkaç ay yaşadığımız çatışmalar, KCK operasyonları düşünüldüğünde, ‘Gelecek Uzun Sürer’in siyasi lafını esirgememesi bir tedirginlik yarattı mı?
Açıkçası samimiyetle bu filme bakılsa kimsenin 90’lara dönmek istemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü bu savaş sadece silahı elinde olanlarla yürümüyor. Siz bir bölgede savaş yürütüyorsunuz, burada en büyük mağduriyeti bir halk yaşıyor. Kürt meselesinin kökleri, belki de yüz yıla dayanan, tek ulus, tek millet üzerine kurduğumuz bir devlet yapısında halklar gerçeğine işaret ediyor ve bir güvenlik meselesi değil. Ciddi bir irade, bu Kürt tarafında da öyle, meselenin artık siyasetle çözülebileceğini, şiddetin artık bitmesi gerektiğini ifade ediyor.
Böyle bir ortamda, bu filmi AKP’den biri ya da Başbakan bile izlese ‘bu, bir güvenlik meselesi değil’ der. Güvenlik meselesi olarak baktığında filmdeki durumlar ortaya çıkıyor. Binlerce boşaltılan köy, 17500 kayıp, telef edilen hayvanlar… Peki bunlar meseleyi çözdü mü? Çözmedi. KCK’dan içeriye alınan Fırat Anlı’nın, ben filme başlamadan önce Radikal’e verdiği röportajı hatırlıyorum. Bu mesele şimdi çözülmeli, eğer bizim kuşakta çözülmezse çok daha tehlikeli bir boyuta gelecek, çünkü daha sonra çözülse bile siyaseten, her iki halkın birlikteliği çok zor olacak, çünkü ciddi anlamda duygusal bir kopuş başladı diyordu. Biraz bunu göz önüne almak, eşit ve özgür ve demokratik bir birliktelik diliyorsak en çok buna vurgu yapmak gerekiyor diye düşünmeliyiz. Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi şiddeti hiçbir şekilde savunmayacak, tam tersine sadece siyaset akademilerinde ders verecek insanların tutuklanması bana 90’larda insanların bir gece götürülüp kaybedilmelerini hatırlatıyor. Şimdi kaybedilmiyorlar, hapse atılıyorlar. Ama tabii bir şekilde kaybediliyor insan öyle de. Ama akıl ve sağduyu, barış duygusu öne çıkar, bir anda başka yöne yol alırız umarım.

“Kürt meselesinde 90’lar kritik”
Filmlerinizde özellikle 90’lar anahtar konumda. 90’ların önemi nedir sizin için?
Kürt meselesiyse söz konusu olan, 90’lar kritik. Çünkü 90’lar bu meselenin en şiddetli yaşandığı dönem. Belki bu mesele, o zaman algılansaydı, fark edilseydi, çok daha farklı bir çözüm olabilirdi. Faili meçhuller, köy boşaltmalar, hayvanların telef edilmesi, büyük şehirlere göç, bütün bunlar o yıllarda en şiddetli halini aldı. Bir taraftan da Türkiye’nin demokratikleşme yolunun önündeki en büyük engeller ve kirlenme bu yıllarda oldu. İşte Radikal’de her gün görüyoruz Ağar’ları ve Ergenekon meselesini, Çatlı’ları, Peker’i. Mesele sadece o tarafı değil, tüm Türkiye’yi çeşitli şekillerde etkiledi ve kirletti diye düşünüyorum. O yüzden, bu taraftan bakan birisi olarak 90’ları sürekli mercek altında tutmak çok daha anlamlı diye düşünüyorum. Yine son birkaç haftadır Kürt meselesinin tekrar bir güvenlik meselesi olarak algılanıp 90’lara dönüldüğü de anlaşılıyor aslında.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz