Marcel Proust, savaşın sonlarına doğru, 10 Temmuz 1871 tarihinde Paris’te, ünlü bir doktorun ve zengin, hem de çok zengin bir ailenin oğlu olarak doğar. Ancak ne babanın doktorluk sanatı ne de annenin milyonluk serveti Marcel’in çocukluğunu kurtarmaya yetecektir; küçük Marcel dokuz yaşına geldiğinde, sağlığını bir daha kazanmamak üzere yitirir. Boulogne Ormanı’na yapılan bir gezinti dönüşü bir astım nöbetine yakalanır; bu korkunç bunalımlar, yaşamının sonuna değin göğsünü sıkıştırıp duracaktır. Dokuz yaşından başlayarak yolculuklar, neşeli oyunlar, ele avuca sığmazlık, taşkınlık, kısacası çocukluk döneminin çatısı altında toplanan her şey küçük Marcel’e yasaklanır. Bu nedenle Marcel Proust, daha küçük yaşlarında bir gözlemci olup çıkar; kırılgan, her zaman hafiften tedirgin ve şaşkın, sinirleriyle duyulan bakımından ölçüsüz duyarlı bir varlıktır. Doğayı tutkuyla sever; ama doğaya karışmasına çok ender izin verilir; ilkbaharda ise bu, kesinlikle yasaktır, çünkü baharla birlikte polenlerin incecik tozu, doğanın nemi, çocuğun havadan nem kapan organları için çok zararlı olmaya başlar. Küçük Marcel, çiçekleri tutkuyla sever; gelgelelim onlara yaklaşabilmesi de söz konusu değildir. Bir arkadaşı onun bulunduğu salona yakasında bir karanfille girse, Marcel ondan bu çiçeği çıkarmasını istemek zorunda kalır; masada çiçek buketlerinin bulunduğu bir salonu ziyaret etmesi ise, günlerce yatağa bağlanıp kalması için yeterlidir. Bu nedenle Proust, sevdiği renkleri, çiçeklerin soluklanan çanak yapraklarını camların ardından olsun görebilmek için zaman zaman kapalı bir arabayla gezintilere çıkar. Ve yolculuklarında, hiçbir zaman gidemeyeceği yerleri hiç olmazsa okuyarak tanımak için de durmaksızın kitaplar, kitaplar alır. Bir kez Venedik’e gider; birkaç kez de deniz kıyısına iner; ne var ki her yolculuk, aşırı güç harcamasına yol açmaktadır. Bundan ötürü Proust, sonunda bütünüyle Paris’e kapanır.
İnsanlara ilişkin bütün algılan, bu kapanışı ölçüsünde alabildiğine incelir. Bir konuşmadaki ses tonu, bir kadının saç tokası, birinin masaya oturup kalkma biçimi, toplumsal yaşamın en ince desenleri Proust’un belleğine eşsiz bir yoğunluk düzeyinde olmak üzere takılıp kalır. Yazann her zaman uyanık olan gözleri, en ince ayrıntıyı bir göz kırpma ânında bile yakalamayı başanr; bir konuşmanın bütün girdileri çıktıları, bütün akışları ve duraklamaları kulağında hiç bozulmaksızın kalır. Bu sayede Proust, daha sonra herhangi bir zamanda romanında Kont Norpois’nın konuşmasını yüz elli sayfa boyunca koruyabilir; bu konuşmanın hiçbir rastlantısal hareketi, duraklaması ve geçişi, kısacası hiçbir soluğu eksik değildir. Proust’un gözleri, bitkin düşmüş öteki bütün organlarının hareketliliğini ve canlılığını kendinde toplamıştır.
Başlangıçta annesiyle babası, Proust’un üniversiteye gitmesini ve diplomat olmasını öngörmüşlerdir; ne var ki Proust’un bozuk sağlığı, bütün bu niyetleri boşa çıkarır. Ama aslında acele etmeye de gerek yoktur; aile zengindir; annesi, oğluna tapmaktadır; böylece Proust, yıllarını toplantılarda ve salonlarda harcayıp durur, otuz beş yaşma kadar büyük bir sanatçıda rastlanmış en gülünç, anlamsız ve avare yaşamı sürdürür; bir snop kimliğiyle, sosyete diye adlandırılan zengin aylakların bütün programlarına katılır, her yere gider ve her yerde de kabul görür. On beş yıl boyunca bu hassas, ürkek ve “monden” olan her şey karşısında abartılı saygı duyan gence en girilmesi güç salonlarda bile her gece rastlamak olasıdır; bu salonlarda Proust her zaman gevezelik eder, kur yapar, eğlenir, ya da can sıkıntısı içerisindedir. Her yerde kendine sığınacak bir köşe ve karışacak bir konuşma bulur; ne tuhaftır ki, Faubourg Saint-Germain’in yüksek aristokratları bile bu adsız sansız yabancının varlığına sabrederler; aslında Proust’a göre bu durum, aynı zamanda en büyük zaferidir. Çünkü dışarıdan bakıldığında, genç Marcel Proust’un çarpıcı nitelikleri yoktur. Çarpıcı bir güzelliği ya da şıklığı sergilemez; soylulardan olmadığı gibi, üstelik bir Yahudi annenin çocuğudur. Edebiyat alanındaki hizmetleri de kendisi için bir tavsiye mektubu olabilmekten uzaktır; çünkü Hazlar ve Günler adlı küçük kitapçık, Anatole France’ın Proust’un hatırına yazmış olduğu önsöze karşın, herhangi bir ağırlık ya da başarı kazanamamıştır. Marcel Proust’u sempatik kılan tek yanı, eli açıklığıdır; bütün kadınları değerli çiçeklere boğar; herkese beklenmedik armağanlar verir; herkesi davet eder; en değersiz sosyete maskaralarına kendini beğendirmek ve sempatik göstermek için alabildiğine kafa yorar. Hötel Ritz’teki ünü, verdiği davetlerden ve akıl almaz bahşişlerden kaynaklanmaktadır. Amerikalı milyarderlerin verdiklerinin on katı bahşiş bırakır; bu nedenle otele girdiği anda bütün görevliler, Proust’un önünde yerlere kadar eğilirler. Verdiği davetlerde hem akıl almaz bir savurganlık, hem de yemek sanatının en görkemli örnekleri sergilenir. Proust, davetleri için “spesiyaliteler’i kentin çeşitli dükkânlarından ısmarlar; üzümler Rive Gauche’ta-ki bir dükkândan, piliçler Carlton’dan alınır; turfanda yemiş ve sebzeler ise özel olarak Nice’ten getirtilir. Böylece Proust, sürekli olarak bütün Paris’i birtakım hoşluklarla kendine bağlar ve teşekkür borcu altında bırakır; ama kendisi için hiçbir şey istemez.
Ancak bu sosyete içerisinde Proust’u, savrukça harcamaktan hoşlandığı parasından daha çok saydıran şey, sosyetenin kuralları karşısında duyduğu o neredeyse hastalıklı denebilecek saygıdır, kendini etikete neredeyse kul köle etmesidir; modaya, monden olana verdiği olağanüstü önemdir. Proust, aristokratların geleneklerini neredeyse yazılı olmayan bir kutsal kitapmışçasına yüceltir; bir masadaki oturma düzeni, Prenses X.in neden Kont L.yi masanın sonuna, Baron R.yi ise başına oturttuğu sorusu Proust’un aklını günlerce meşgul eder. Her küçük dedikodu, her geçici skandal karşısında bütün dünyayı sarsan bir felaket söz konusuymuşçasına heyecanlanır; Prenses M.nin verdiği davetler dizisinin hangi gizli aralıklarla gerçekleştirildiğini ya da bir başka aristokrat hanımın Mister F.yi locasında neden kabul ettiğini öğrenebilmek için belki on beş kişiye sorular sorar. Ve Marcel Proust bu tutkusu sayesinde, daha sonra kitaplarına da egemen olacak ve önemsizleri önemsemek diye özetlenebilecek tutumu sayesinde o gülünç, yalnızca oyundan ibaretmiş gibi gözüken dünyada bir protokol ustası kimliğini kazanır. Çağımızı en derinden etkilemiş ve en parlak kafalı insanlardan biri, on beş yıl boyunca aylakların ve şöhret avcılarının arasında bomboş bir hayatı sürdürür; gündüzleri bitkin ve ateşler içerisinde yatağında yatar; akşamlan ise frakını sırtına geçirip davetten davete koşar; zamanını davetlerle, mektuplarla, toplantılarla harcayıp durur; Marcel Proust, kendilerini beğenmekten başka bir şey yapamayanların günlük şenliklerinde belki de varlığı en gereksiz olan insandır; kendisine her yerde hoş gözle bakılır, ancak varlığı hiçbir yerde gerçek anlamda algılanmaz; aslında öteki frakların ve beyaz papyonların arasında bir fraktan ve bir papyondan başka bir şey değildir.
Ancak onu ötekilerden ayıran tek bir özelliği vardır: Her akşam eve dönüp yatağa girdikten sonra, her zamanki uykusuzluğu başladığında, gözlemledikleri, gördükleri ve duydukları üzerine sayfalarca not tutar. Zamanla bu kâğıtlar, dosyalar içerisinde korunan yığınlara dönüşür. Görünüşte kralın sarayında basit bir saraylıdan başka bir şey olmayan Saint-Simon’un aslında gizliden gizliye bütün bir dönemin tasvirini ve yargıçlığını yapması gibi, Marcel Proust da tout Paris’ye1 ait ne kadar sudan ayrıntı varsa, notlar, düşünceler ve taslaklar halinde kâğıda geçirir; amaç, günün birinde bütün bunları belki de kalıcı bir şeylere dönüştürebilmektir.
Şimdi ruhbilimcileri ilgilendirecek bir soru: Birincil olan nedir? Hasta ve yaşamaktan aciz bir insan olan Marcel Proust, on beş yıl boyunca salt içinden öyle geldiği için mi böylesine aylak bir yaşamı sürdürmüştür? Tuttuğu notlar, yalnızca çok çabuk geçip giden bir sosyete yaşamının uzantıları mıdır? Ya da Proust salonlara, tıpkı bir kimyagerin laboratuvara ya da bir botanik bilgininin çayıra gitmesi gibi, büyük bir yapıt için belli etmeksizin malzeme toplamak amacıyla mı gitmektedir? Sergilediği maske midir, gerçek yüzü müdür? Günlerini gün etmekten başkaca bir şey düşünmeyenlerden biri midir, yoksa bambaşka bir âlemden gelme bir casus mudur? Aylak aylak dolanmasının nedeni, sırf böyle yaşamaktan hoşlanması mıdır, yoksa hesaplı bir davranış mı? Sosyetenin yaşamına ilişkin kurallara duyduğu o delice tutku, Proust için bir gereksinim ve yaşamın ta kendisi midir, yoksa uğraşına tutkuyla bağlı bir analizcinin son derece başarılı maskesi mi saymak gerekir? Büyük bir olasılıkla bu iki yön, Proust’un kişiliğinde öylesine büyülü, öylesine dâhiyane denebilecek bir biçimde birleşmişti ki, kaderin sert yumruğu onu ansızın oyunların ve konuşmaların egemenliğindeki bir aylaklar dünyasının o perdeleri hep kapalı, karanlık, yalnızca kendi içinden gelen ışıkla zaman zaman aydınlanan atmosferine itmeseydi eğer, sanatçı doğası Proust’un kişiliğinde kendini büyük bir olasılıkla hiçbir zaman kabul ettiremeyecekti. Çünkü Proust’un yaşamında sahne, çok ani değişmiştir. 1903 yılında annesi ölür; bu olaydan kısa süre sonra doktorlar, Proust’un gittikçe kötüleşen durumunun iyileşmesi olanaksız bir hastalıktan ileri geldiğini saptarlar. Bunun üzerine Marcel Proust, yaşamını bir çırpıda baştan aşağı değiştirir. Hauss-mann Bulvarı’ndaki evine sımsıkı kapanır; hep can sıkıntısından yakınan aylak adam, bir gecede yüzyılımızın edebiyat alanında gördüğü en çalışkan emekçilerden birine dönüşür; bir gecede kendini insanı en çok eğlendiren topluluklardan yalnızlıkların en derinine atar. Bu dönemde yazarın portresi, trajik bir portredir: Marcel Proust, bütün gün boyunca yatağındadır; zayıf, öksürüklerden ve krizlerden bitkin düşmüş vücudu hep üşür. Yatağında sırtına üst üste üç gecelik geçirmiştir; göğsünde vatkalı göğüslükler, ellerinde kalın eldivenler vardır ama Proust yine de üşür, üşür, üşür. Şömine sürekli yanar; pencere asla açılmaz; çünkü caddedeki birkaç cılız kestane ağacından gelen zayıf koku bile, ki bu kokuyu bütün Paris’te Proust’un göğsünden başka hiçbir göğüs algılayamaz, canının acıması için yeterlidir. Yazar, bir kadavra gibi kıvrılmış konumda hep yatar, yatar; ilaçlarla zehirlenmiş, ağırlaşmış havayı güçlükle ciğerlerine çeker. Ancak akşamın geç saatlerine doğru biraz yerinden doğrulur; biraz ışık, biraz parıltı görme ihtiyacını duyar; o sevdiği şıklık atmosferini yaşamak, birkaç aristokrat yüzü görmek ister. Uşağı, frakını giydirir, boynuna atkılar sarar, sırtına kat kat kürkler koyar. Daha sonra Proust, birkaç kişiyle gevezelik edebilmek, taptığı atmosfer olan lüksü görebilmek için Ritz’e gider. Kapalı arabası bütün gece boyunca Ritz’in kapısında bekler; sonra uşak ölesiye yorgun düşmüş olan efendisini alıp yeniden eve taşır. Marcel Proust, artık hiçbir davete katılmamaktadır; bu kuralı yalnızca bir kez bozar. Romanı için soylu bir aristokratın davranış ve tutumuna ilişkin bir ayrıntıyı gereksinmektedir. Bu yüzden bir gün, herkesin şaşkın bakışları arasında bir davete gider; amacı, Sağan Dükü’nün monoklünü nasıl taktığını gözlemlemektir. Bir başka gece ise Paris’in ünlü kokotlarından birine gidip yirmi yıl kadar önce bir gün Boulogne Ormanı’nda giydiği şapkanın hâlâ durup durmadığını sorar; Odette’i betimlemek için bu şapkayı gereksindiğini söyler. Ama kadının kendisine nasıl güldüğünü görünce düş kırıklığına uğrar; kadın, sözü edilen şapkayı çoktan hizmetçisine vermiştir. Araba, ölesiye yorgun olan Proust’u Ritz’ten eve getirir. Hep yanmakta olan sobanın üzerinde Proust’un gecelikleri ve göğüslükleri asılıdır; çoktandır soğuk çamaşırları giyememektedir. Uşağı, yazarı iyice sarıp sarmaladıktan sonra yatağına götürür. Ve Proust orada, önüne koyduğu tepsinin üstünde, Kayıp Zamanın izinde adlı kapsamlı romanını yazmayı sürdürür. Yirmi dosya, taslaklarla tıka basa dolmuştur; yatağının çevresindeki koltuklar, masalar, dahası yatağın kendisi irili ufaklı kâğıtlarla kaplıdır. Ve böylece Proust gece gündüz, uyanık olduğu her saat, kanı ateşten kavrulur, eldivenli elleri soğuktan titrerken sürekli yazar, yazar, yazar. Kimi zaman bir dostu ziyaretine gelir; Proust, büyük bir merakla ona sosyeteye ilişkin türlü ayrıntılar sorar; sönmeye yüz tutmuşken, meraklı duyargalarını bir kez daha artık yitirmiş olduğu bir dünyaya, monden dünyaya doğru uzatır. Dostlarını av köpekleri gibi çevreye salar; bu dostların görevi, Proust’un falanca ya da filanca kişiye ilişkin en küçük ayrıntıları bile öğrenebilmesini sağlayabilmek için, ona şu ya da bu skandal hakkında bilgi yetiştirmektir ve Proust,-kendisine yetiştirilen her şeyi sinirli bir açgözlülükle hemen not eder. Ateş ise vücudunu eritmeyi sürdürür. İnsan Marcel Proust, acınası bir beden olarak gittikçe daha solarken, roman ya da daha doğrusu Kayıp Zamanın izinde başlığı altında toplanan roman dizisi gittikçe derinlere, enginlere uzanır.
Romanın yazımına 1905 yılında başlanmıştır; 1912 yılında Proust, romanın bittiği kanısına varır. Roman, üç kalın cilt doldurur gibidir (ancak basım sırasında yapılan eklemelerle ortaya on cilt çıkmıştır). Artık yazarın kafasını meşgul eden konu, bu yapıtın nasıl yayımlanacağıdır. Kırk yaşında olan Marcel Proust, hiç tanınmamış biridir; aslında durumu, tanınmamışlıktan da kötüdür; edebiyat alanında Proust’un kötü bir şöhreti vardır: Marcel Proust, hani şu salon züppesi; arada sırada Figaro’da salonlar üzerine küçük anekdotlar kaleme alan şu monden yazarcık (bu arada okuduklarına hemen hiçbir zaman dikkat etmeyenler, Marcel Proust’u, Marcel Prévost diye okumuşlardır). Hayır, böyle birinin elinden iyi bir şeylerin çıkması düşünülemez. Bu durumda Proust’un dolaysız yoldan yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine dostlan, bazı ilişkilerin yardımıyla yapıtın yayımlanmasını sağlamaya çalışırlar. Yüksek bir aristokrat, Nouvelle Revue Française’i yönetmekte olan André Gide’i davet eder ve romanı ona verir. Ancak daha sonra bu romandan yüz-binlerce frank kazanacak olan Nouvelle Revue Française, ret cevabı verir, Mercure de France ile Ollendorff’un tutumları da bundan farklı olmaz. Sonunda bu işe girişmeye razı olan yeni ve yürekli bir yayıncı bulunur; fakat dev yapıtın ilk cildi aradan iki yıl geçtikten sonra, yani 1914 yılında yayımlanabilir. Ve başarı kanatlarını tam açmak üzereyken çıkan savaş, uçuşu engeller.
Savaştan sonra, yani ilk beş cildin yayımlanmasının ardından, Fransa ve bütün Avrupa çağımızın bu en kendine özgü epik yaratısının ayırdına varmaya başlar. Gelgeldim ünün parıltıları, artık yalnızca bitkin düşmüş, ateşler içerisinde yanan bir insan kalıntısını, zavallı bir hastayı aydınlatabilmektedir; Proust’un kalan gücünü toplamaya çalışmasının tek nedeni, yapıtının yayımlanı-şını görebilmektir. Hâlâ akşamlan neredeyse yarı sürünerek Ritz’e gitmektedir. Orada, örtülü bir masanın başında ya da kapıcı locasında son düzeltmeleri yapmaktadır; evinde, odasında, yatağında artık mezann yakınlığını duyumsadığından, kaçmaktadır. Kendini yalnızca burada, sevdiği monden atmosferde biraz olsun güçlü du-yumsayabilmektedir; eve vardığında ise kolu kanadı kı-rılmışçasına yığılıp kalmakta, ya uyuşturucularla yorgunluğunu daha da artırmakta ya dostlarıyla kısa söyleşiler yapabilmek ya da biraz olsun çalışabilmek için kafeinden medet ummaktadır. Durumu gittikçe daha hızla kötüleşmekte, yaşamının uzun zaman dilimleri boyunca tembel kalmış olan insan, şimdi ölümün önüne geçebilmek için gittikçe daha çok çalışmaktadır. Artık doktorları görmek istememektedir; doktorlar yıllar boyunca acı çektirmişler, fakat iyileştirememişlerdir. Böylece Proust, kendini tek başına savunur; 18 Kasım 1922 günü ise son nefesini verir. Artık kaçınılmaz sonun ufukta iyice belirginleştiği son günlerinde bile kendini sanatçının tek silahıyla, yani gözlemle savunmaya çalışır. Kahramanca bir bilinçlilik içerisinde, kendi durumunu son ânına değin çözümlemeye çalışır; tuttuğu son notların amacı, kahramanı Bergotte’un ölümünü düzeltmelerde daha saydam, daha inandırıcı kılmak, yazarın değil, ancak ölmekte olanın bilebileceği en son, en mahrem ayrıntıların da yapıta eklenmesini sağlamaktır. Proust’un en son hareketi bile gözlem olur. Ve ölenin devrilen ilaçlarla kirlenmiş komodininin üstünde, okunması neredeyse olanaksız bir kâğıtta, yazarın artık yarı soğumuş parmaklarıyla yazdığı son sözcükler bulunur. Bunlar, ömrü ancak dakikalarla ölçülebilecek biri tarafından, yazılması yıllar alacak yeni bir cilt için tutulmuş notlardır. Böylece Proust, tokadını ölümün yüzüne indirmiş olur: Bu, ölüm korkusunu ölüme kulak vererek yenmeyi başarmış olan sanatçının son görkemli jestidir.
Stefan Zweig
Yarının Tarihi
20. YÜZYILIN EN ETKİLİ YAZARLARINDAN BİRİ:
Marcel Proust 10 Temmuz 1871’de Auteuil’de doğdu. Bütün yaşamını etkileyecek astım krizlerinin ilkini 1881’de geçirdi. 1890’da Hukuk Fakültesi’ne ve Siyasal Bilgiler Okulu’na kaydoldu. Arkadaşlarıyla birlikte “Le Banquet” dergisini kurdu; burada edebiyat eleştirileri yayımladı. 1893’te, Swann’ın Bir Aşkı’nın “taslağı” olabilecek nitelikte bir metin yazdı. 1894’te Dreyfus olayı başladı. Marcel Proust Dreyfus yanlılarını destekledi. 1895’te felsefe lisansı diplomasını aldı. 1898’de Dreyfus olayı büyüdü. Aynı yıl Zola’nın “J’accuse” (“Suçluyorum”) adlı açık mektubu “L’Aurore” gazetesinde yayımlandı. Proust 1908’de büyük yapıtını (Kayıp Zamanın İzinde) yazmaya koyuldu. 14 Kasım 1913’te “Swann’ların Tarafı” yayımlandı. 1914’te “Guermantes Tarafı”nı Grasset Yayınevi’ne hazırlamaya başladı. 1918’de “Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde” yayımlandı. 10 Aralık 1919’da bu kitap Goncourt ödülü aldı. 1921’de “Guermantes Tarafı II” ile “Sodom ve Gomorra I” yayımlandı. Aynı yıl Proust Gallimard Yayınevi’ne “Sodom ve Gomorra II”yi verdi. 1922’de “Mahpus” ile “Albertine Kayıp” daktiloya çekilmeye başlandı. Proust, ekim ayı başında bir bronşit krizi geçirdi, bunu zatürree izledi. Yazar, 18 Kasım 1922’de öldü. “Mahpus” (1923), “Albertine Kayıp” (1925), “Yakalanan Zaman” (1927) ölümünden sonra basıldı.