Hiç kimseler
Pireler, kendilerine köpek almak düşleri kurarlarmış, hiç kimseler de yoksulluktan kurtulma düşleri kurarlar: Büyülü bir günde üzerlerine şans yağacaktır, oluk oluk şans. Gelin görün ki şans yağmuru yağmaz, ne dün ne bugün ne yarın ne de hiçbir zaman. Hiç kimseler ne denli yakarırlarsa yakarsınlar, şans yağmuru çiselemez bile; sol avuçları da kaşınsa, güne sağ ayaklarıyla da başlasalar, yılbaşında eski süpürgelerini atıp yenisini de alsalar boşunadır!
Hiç kimseler: hiç kimselerin çocukları, hiçlerin sahipleri. Hiç kimseler, hiç kimsesizler, tavşan gibi kaçanlar, yaşarken ölenler.
Olabilecekken olamayanlar.
Dil değil lehçe konuşanlar.
Din değil kör inanç sahibi olanlar.
Sanat değil süs eşyası yaratanlar.
Kültürleri değil folklorları olanlar.
İnsan değil insansal kaynak olanlar.
Yüzleri değil kolları olanlar.
Adları değil numaraları olanlar.
Dünya tarihinin sayfalarına değil de yerel gazetenin zabıta sayfasına geçenler.
Cennet ve Cehennem
Nikaragua kıyılarındaki Bluefields’e, kontraların saldırıya geçmesinin ertesi günü geldim. Çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Çatışmadan sağ çıkmış olanlardan biri, genç bir çocuk, anesteziden uyandığında ben hastanedeydim. Çocuk kolsuz olarak uyandı, doktora baktı ve, “Öldür beni,” dedi.
Karnımın içinde bir düğüm hissettim.
O gece, vahşi bir gece, hava fokurduyordu. Bir terasta tek başıma, yüzüstü yere attım kendimi. Oldukça yakın bir yerden yüksek bir müzik sesi geliyordu. Tüm olup bitenlere karşın Bluefields’liler geleneksel Mayıs Bayramı’nı kutlamaktaydılar. Tören ağacının çevresinde coşkun bir neşeyle dans ediyorlardı. Ama ben terasta yattığım yerden müziği duymak istemiyordum, hiçbir şey duymak istemiyordum, hiçbir şey, ama hiçbir şey hatırlamamak, düşünmemek istiyordum. Gözlerimi gece göğüne dikmiş, sesleri, sivrisinekleri ve üzgünlükleri kovmaya çalışıyordum ki Bluefields’ten, tanımadığım bir çocuk gelip yanıma uzandı ve benim gibi sessizce gökyüzüne bakmaya başladı.
Derken bir yıldız düştü. Bir dilek dileyebilirdim ya, aklıma gelmedi.
Çocuk bana bir açıklama yaptı:
“Yıldızlar neden düşer, biliyor musunuz? Suç Tanrı’da. Tanrı onları iyi yapıştırmıyor. Nişastayla yapıştırıyor onları.”
Doğan güneşi dans ederek karşıladım.
Üç kardeşler
Nikaragua’da, Somoza’ya karşı verilen savaş sırasında Sofia Montenegro’nun uykuları bozulmuştu.
En sık gördüğü kâbuslar, erkek kardeşleriyle ilgiliydi. Cephenin sahipsiz toprağında ya da Tiscapa yollarında kurulan pusular ve yağmur gibi yağan kurşunlar görüyordu. En son voliden sonra Sofia’nın kardeşlerinden biri, Somoza’nın ordusunda yarbay olanı, kurşuna dizilenlerin gözlerindeki bağları çekip çıkarıyor ve bu ölülerin arasında kendi erkek kardeşini görüyordu.
Sofla bu kardeşiyle, rüyasında kurşuna dizilenle birlikte, Sandinista cephesindeydi. Düşman safında yarbay olan kardeş; Esteli kentini bombalamış, tutsaklara işkence yaptırmıştı. Gelgelelim Sofia’nın düşlerinde kardeşlerinin ikisi de, asker ve gerilla, onun kendi gözleriyle bakıyorlardı; tıpkı ona benziyorlardı, o idiler.
İz bırakmayan suç
Londra’da bu işler şöyle olur: Radyatörler, aldıkları madenî paraların karşılığında ısı verirler. Kara kışta beş parasız kalmış kimi Latin Amerikalı sürgünler Londra’daki dairelerinde soğuktan titreşmekteydiler.
Gözlerini radyatörlere dikmiş bakıyorlardı. Bir totem önünde tapınan sofuları andırıyorlardı, ama aslında Britanya İmparatorluğu’nu nasıl batıracaklarını tasarlayan zavallı kazazede gemicilerdi. Teneke ya da kartondan yapılma jeton atsalar radyatör gerçi çalışırdı, ama sonradan görevliler de onların düzenbazlığının kanıtını bulurlardı.
“Ne yapsak?” diye soruyorlardı birbirlerine. Soğuktan, sıtma tutmuş gibi titreşiyorlardı. Derken ansızın içlerinden biri, Batı uygarlığını temelinden sarsan vahşi bir çığlık kopardı. Ve işte böylece, soğuktan donmuş bir zavallının icadı olan buzdan jeton doğmuş oldu.
Sürgünler derhal işe başladılar. İngiliz paralarının tıpkısı olan mum kalıplar çıkardılar, kalıpları suyla doldurup buzluğa yerleştirdiler.
Buzdan kalıplar sıcakta eridikleri için geride iz bırakmıyordu.
Ve böylece Londra’daki o daire bir Karayip kumsalına dönüşmüş oldu.
Açlık
Bir yalnızlaşma, yalıtılmışlık düzeni: Her koyun kendi bacağından asılır. Komşun senin ne kardeşindir ne de sevgilin. Komşun bir rakip, bir düşmandır, ortadan kaldırılacak bir engel ya da kullanılacak bir araç. Bu düzen, ne bedeni besleyebilir ne de ruhu. Birçok insan ekmek bulamadığı için açlık çekmeye mahkûmdur; kucaklaşma yoksunluğu yüzünden gönül açlığı çekenlerin sayısı ise daha kabarık.
Latin Amerika’da diplomasi
“Bu da nedir?” diye turistler sorarlardı.
Balmaceda gülümseyerek başını iki yana sallar, özür dilerdi. Herkes gibi o da boynuna bir çiçek çelengi, gözüne güneş gözlüğü takıp sırtına cart renkli bir Hawaii gömleği giymişti, ama elindeki o kurşun gibi ağır, kocaman paket yüzünden zırıl zırıl terliyordu.
Ömür boyu kürek cezasına çarptırılmış gibiydi. Bu dev çıkını Manila’da bir otelin tuvaletinde ve Papeete’deki gümrük masasında elden çıkarmaya çalışmıştı. Gemiden denize atmaya, Tahiti adalarının gür bitkileri arasında bırakmaya yeltenmişti. Gelin görün ki her seferinde birileri peşinden koşup yetişiyordu:
“Bayım! Bayım! Bir şey unuttunuz!”
Bu hazin öykü, Filipinler’in diktatörü Marcos’un, Şili diktatörü Pinochet’yi ülkesine davet etmesiyle başlar. Şili Dışişleri Bakanı, Santiago’dan Manila’ya armağan olarak, General O’Higgins’in bir,bronz büstünü yollamıştı. Pinochet bu şanlı kişinin büstünü Manila’nın ana meydanına yerleştirip açılış törenini yapmayı tasarlıyordu. Ne var ki halkın gazabından korkan Marcos çağrısını son anda geri aldı. Pinochet yere ayak bile basmadan gerisingeriye Şili’ye dönmek zorunda kaldı. İşte o zaman Manila’daki Şili Büyükelçiliği’nde önemsiz bir görevli olan Balmaceda kesin bir buyrukla karşılaştı. Santiago’dakiler telefonla, “Kırtasiyeciliğe boş ver,” diye buyurdular ona. “Bir yolunu bul, büstü ortadan kaldır. Şili’ye getirirsen işinden olursun.”
Ölüm
İspanyol Şair Blas de Otero’nun son şiir resitallerine gidenlerin sayısı onu bulmazdı. Ama Otero öldüğünde, Madrid’deki bir boğa güreşi arenasında yapılan anma ve saygı toplantısına binlerce kişi katıldı. Şairin haberi bile olmadı.
Eduardo Galeano
Kucaklaşmanın Kitabı
Çeviri: Nihal Yeğinobalı – Can Sanat Yayınları