Yalnız yaşamanın da sayılmayacak kadar çok güçlükleri var. En basiti, sabahları sizi uyandıracak bir canlının bile bulunmaması, siz bilemezsiniz ne dayanılmaz bir şeydir.
Bir mektup
Gönderilmedi.
Pek muhterem efendim,
Sizi ilk gördüğüm andan itibaren o kadar sevdim ki, size bir mektup yazmadan, bütün olup bitenleri anlatmadan edemedim. Bu samimiyetimi bir saygısızlık olarak kabul etmemenizi dilerim. Aslında size olan saygım o kadar büyük ki, ilk defa karşılaştığımız zaman, içinde birlikte bulunduğumuz çevreden edindiğim izlenime göre, eskimiş bir dil ve modası geçmiş bir anlatımla size derdimi anlatmayı yersiz buldum ve hemen bir sözlük bularak bu satırları yazarken yanımdan eksik etmemeyi, sizi sıkmadan size seslenmeyi kendime bir görev saydım. Gerçekte, büyük bir yaş farkımız yok; ben de okuyup yazmış bir kişi sayılırım. Ne var ki, insanlar arasındaki fark, böyle basit ölçülerle değerlendirilemez. Bunu biliyorum. Karmaşık duygular ve iyi kullanamadığım bir dilin zorlukları içindeyim; beni bağışlayın. Elbette, o uzun boylu, gözlüklü ve gülmediği halde hep gülüyormuş gibi görünen arkadaşınızın dediği gibi ‘insanına göre davranmasını bilen’ anlayışınıza sığınabilirim. Hayır, buna isyan ediyorum (özür dilerim). Bana öyle geliyor ki, sizin gibi gerçekten saygıdeğer bir kişi, bu kadarıyla yetinmez. Aslında birlikte olduğumuz sırada biraz içkili olduğum için (tekrar özür dilerim) kendimi sizin yanınızda öyle yerlere koydum ki… Fakat önemli olan benim kendimi aşma (Anlıyorsunuz, devam edemiyorum). Tanıdığım bir terzi… (Şurasını daha baştan belirtmeliyim ki size içten gelen duygularımla yazmaya öylesine kararlıyım ki, bu mektubu hiç silmeden ve düzeltmeden sonuna kadar götüreceğim; fakat, ilk satırlarda bile silmek istediğim… İzin verin de hiç olmazsa bu cümleyi yanda bırakayım.) Evet tanıdığım sarhoş bir terzi vardı. Palavracının biriydi. Hatta bana çok bol gelen bir elbise dikmişti. O zamanlar çok gençtim ve bu, tabii taramadığınız için nereden bileceksiniz, münasebetsiz babamsan- ki ikimiz de aynı yaştaymışız gibi beni zorla kendi terzisine götürdü- sadece dikiş parasını verdi diye bu aşağılık elbiseye katlanmak zorunda kalmıştım. Üstelik bu terzi -size yazılan bir mektupta bulunmaya elbette hiç hakkı yok biliyorum- prova sırasında da içiyordu. Sanki bira içki değilmiş gibi teklifsiz bir şekilde şişeyi ağzına dikiyordu. “Biraz içkiliyim, kusura bakma,” derdi bana. Ben de, bu adamdan ve yıllarca giymek zorunda kaldığım bol elbisemden dolayı, bu ‘içkili’ sözünden nefret ederim; kendi durumumu anlatırken ‘içkili’den daha iyi bir kelime seçmiş olmayı isterdim. Fakat, daha önce de belirttiğim gibi, size olduğum gibi görünecek kadar saygı duyduğum için, hiç düzeltmeden yazıyorum. İnsan hayatında bir kişiye olsun yalan söylememeli. Değil mi efendim? Bu alçak terzi, bir keresinde, ‘Biraz içki almıştım,’ gibi aşağılık ve dilimize yabancı gelen bir söz etmişti. Bu herifin hayalini kafamdan bir türlü atamadığım için çok özür dilerim. Aslında, bu gibi talihsiz rastlantıların içinde uzun süre kaldığım için duyduğum acıyı da size anlatabilmek isterdim. Yalnız, izninizle şunu da belirteyim ki, sizin çapınızda bir insanın, böyle durumlarda kalmasa bile (böyle durumları size hiç yakıştırmadığımı kesinlikle belirtmek isterim) anlamayacağını bir an bile düşünmek istemem. İzin verirseniz bir paragraf yapacağım; biraz yoruldum ve asıl meseleden gittikçe uzaklaştığımı hissediyorum.
Bütün bu mektubumu, sizi yeni tanıyan biri olarak yazmayı ne kadar isterdim. Fakat biliyorsunuz (ne aptalca söz değil mi? yani ‘biliyorsunuz’ demek ne anlamsız değil mi? demek istedim) sonra işyerinize geldim ve sizinle tanıştığım günlerde işsiz olduğum için, ‘Gel bakalım, senin için bir şeyler yaparız,’ sözünüzü, büyük bir sevinçle karşılayarak, belki de beklediğinizden çabuk rahatsız ettim sizi. Söylenen sözleri hemen ciddiye almak gibi önüne geçemediğim bir özelliğim olduğu için, ertesi gün size koştum. Doğrusu, bir içki meclisinde, öylesine “verilmiş bir sözün gereksiz sorumluluğundan sıkılan bir insan davranışı görmedim sizde. Eşit iki insan olduğumuz izlenimini verdiniz benimle konuşurken. Sanki ben bir dostunuzmuşum da kahve içmeye gelmişim gibi. (Böyle olmasını daha çok isterdim.) Tabii kahve söylediniz, o başka. Fakat, sanıyorum kî ne kadar güç durumda olduğumu size tam anlatamadım. Birkaç kere gelip gitmek ve yeni kahveler içmek gerekti. Son gelişimde kahve söylemediniz, ama önemli değildi biliyorsunuz; işe alınmıştım. Sonra ben, nasıl anlatsam, bu kahve içmelerin bittiğini -yani, onu demek istemiyorum- çünkü bana bir yerde dur artık, başka bir durum var şimdi denilmezse… Hayır bu yoldan anlatmasını beceremeyeceğim. Sözün kısası artık, ikide birde odanıza gelip, sanki daha işe alınmamışım gibi, yerli yersiz, ilk iş görüşmemizdeki koltuğa oturarak kahve ısmarlamanızı beklemek -tabii siz bilmezsiniz- kendimi bir kere içine soktuktan sonra, nasıl sona erdirebileceğimi bir türlü kestiremediğim işkencelerden sadece biriydi. Siz, elbette bilemezdiniz; ayrıca değişimin ne zaman olduğunu da durup dururken bana resmen bildiremezdiniz herhalde. Belki de bildirdiniz – yani onu demek istemiyorum. Bir gün, ben gene bu kahve meselesine kafamı yorup otururken bir vesileyle odadan çıktınız ve uzun süre dönmediniz; daha doğrusu ben dışarı çıktığım zaman henüz dönmemiştiniz. Çok karışık bir durumda kaldığımı takdir edersiniz. Bana öyle geliyordu ki, artık otursam da, kalkıp gitsem de bir münasebetsizlik etmiş olacaktım. Kolayıma geleni yaparak belki hata ettim; aslında, hiç olmazsa bu çözümü mümkün olmayan durumumu bekleme işkencesi içinde geçirerek kabalığımın biraz cezasını çekmeliydim. Fakat, size her şeyi açıkça yazmaya karar verdiğime göre, itiraf etmeliyim ki kafamda henüz belirsiz kalan birçok nokta var. Başınızı fazla ağrıtmamak için, bunların en belli başlısını söylüyorum: Sonraki ziyaretimde, bu mesele hakkında hiçbir soruyla karşılaşmamam, beni çok şaşırttı. Acaba, döndüğünüz zaman, beni odada bulamayınca ne düşündünüz? Tabii bir şey düşünmemek kadar normal bir şey olamaz; fakat, belirsiz durumda kalmak, beni bütün hareketlerimde asıl şaşırtan işte bu. Bağışlayın beni, çok uzatıyorum; fakat, diyelim ki, bu basit bir örnektir – yani, asıl önemli olan, daha önemli örneklerde de bana sonradan açıklama yapılmasıdır. Çok rica ederim, beni fazla akılsız bulmayın. Elbette biliyorum ki bana, “Son görüşmemizde hatırlarsınız bir aralık odadan çıkmıştım. Dönüşümde sizi bulamayınca hiçbir şey düşünmedim,” diyemezdiniz. Tabii, önemli olan böyle durumlara düşmemektir. Sizin, bütün hayatınız boyunca böyle bir duruma düşmediğinizi de ismim gibi biliyorum, hatta daha iyi biliyorum. (Bir keresinde adımı sordukları zaman hemen karşılık verememiştim de – tabii o mesele başka.) Ben de kabul ediyorum ki bu bir doğuş meselesidir; yani, bir çeşit doğuştan üstünlük durumudur. İnsan, bunları kendisine dert edinmekle, daha başka bir deyimle -ne bileyim- düşünmekle: soyluluk kazanamaz Soyluluk edinilemez. Fakat aman Allahım! Neler söylüyorum; oysa neler kurmuştum kafamda.
(…)
Oguz Atay
Korkuyu Beklerken