Perşembe günlerini sevmem. Sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum.
Perşembe günlerini sevmem. Sabah sekizden akşam beşe kadar demek istiyorum. Yüz kere, bin kere alt alta yazmak istiyorum: perşembe günlerini sevmem. Sonunda insanlar anlasın ne demek istediğimi de sormasınlar gerisini. Can sıkıcı anılarımdan kurtulmak için daha iyi bir yol bilmiyorum. Perşembe günlerini sevmem. Daha ne istiyorsun benden? Sevmiyorum işte. Neyi seviyorum ki? Çicekleri de, iki kiloluk gaz tenekelerinin içine doldurduğum toprakların ortasına sapladım: arsız çiçekler yetiştiriyorum. Tenekeler düşmesin diye pencerenin iki kasası arasına çıtalar çaktım: daha çirkin oldu görünüşleri. Çiçeklerle birlikte her soluk alışımızda havayı kirletiyoruz. Daha ne istiyorsunuz benden?
Kafeste solucan filân beslememi mi bekliyorsunuz? Midem sağlam olsaydı onu da yapardım. Biliyorum, kimseyi kandıramıyorum: siz gene perşembe günü ne olduğunu anlatmamı bekliyorsunuz. Bu uzun girişten sonra, dişe dokunur bir, ne bileyim, bir esaslı olay, ya da ruhsal derinliği olan bir gözlem umuyorsunuz. Solucanla ilgili acı güldürücülüğüme kapılanlar da olabilir içinizde. Bir bilseniz arkasından gelen tatsızlığı. Bu nedenle, bana kalırsa, perşembeleri sevmem usandım gene bir de ‘günler’ demeye sözünü, sabrınız olduğu kadar tekrarlayın daha iyi. Yoksa siz de, ben de pişman olacağız. Perşembe günü ile yetinmeyeceğim. Daha şimdiden, arsız çiçekleri, solucanları soktum araya; perşembe günlerinden hiç bahsetmediğim halde.
Bazıları da diyor ki: bize ne senin perşembe günlerini sevmemenden ve ondan sonraki tatsızlıklardan. Haklısınız. İnsanlar acıklı sözler dinlemek istemiyorlar, onları üzmek çok zor: kitabı suratınıza kapatıveriyorlar; sıkışıp kalıyorsunuz sayfaların arasında. Bir takım aptal yazarlar, olur olmaz yerlerde duvarlara, helâ kapılarına yazan çocuklar gibi ‘insanları güldürmek çok zordur’ gibi saçmalıklar karalayıp dururlar. Çok kolaydır oysa. Ben, bu asık suratımla bile, çok güldürmüşumdür onları. Olur olmaz saçmalıklara gülerler utanmadan.
Bir sarhoş, büyük bir kalabalığın içinde, ağlamaya başlarsa, ağlatamadığı gibi güldürür herkesi kendine.
Bir zamanlar güldürücü bir yaratık olarak bilinirdim. Karşı kaldırımda görünce beni gülmeye başlarlardı; yoldan geçen arabaların üstünden bağırırlardı benden duymuş oldukları gülünç sözleri. Siz hiç karşı kaldırımdan insanı ağlatan birini duydunuz mu?
Bazı özel durumlar vardır elbette; bizim evde perşembe günleri temizlik yapan Fatma hanım radyoda mevlüt okunduğunu duyunca bir yandan çamaşırları kaynatır, bir yandan da büyük bir gürültü ile ağlardı. Sonra annem de katılırdı bu ağlamaya. Ben de onlara bağırarak günaha girerdim. Ciddi insanları mevlûtla Filân anlatamazsınız elbette; fakat sözlerinizi saçma da bulsalar gülerler gene. Saçma bir üzüntünüze ise burun kıvırırlar. Bir sarhoş, büyük bir kalabalığın içinde, ağlamaya başlarsa, ağlatamadığı gibi güldürür herkesi kendine. Biliyorum, bir takım yazarlar, ince bir güldürü, demek istiyorlar. Bu çeşit bir incelik olsaydı bende, perşembe günleri sevmeyişimden de buruk bir tat almasını bilirdim.
Bilmiyorum, gene bu şekilde mi yazmalıyım, yoksa bir ‘uzun plan’ bir senaryo mu yapmalıyım önce. Sevin’e göndermeli birkaç sayfa yazıp. Bakalım o ne diyecek?
Oğuz Atay – Günlük