İnsanın doğa ile ilişkisi sorununda, Berkeley doğayı insana bağımlı kılıp onun varlığını düşünülebilmesine bağlı kılar; Descartes insan ve doğa arasında ortak bir töz arar; Kant insanın zihninde olduğunu var saydığı kategorileri doğaya dikte ederek, doğanın algıladığını varsayar. Nietzsche ise, kendisini içe dönük bir sisteme bağlayabilecek tüm bu düşüncelerden kaçınarak, doğayı düşünce ilkeleriyle değil, düşünce ilkelerini doğa aracılığıyla açıklamayı öngörür. İnsanın içe kapanması yerine, dışa açılması gerektiğini savunur. Bu bile onun aykırı nitelikli düşünüş biçimini ortaya koymada bir ölçüt oluşturabilir.
Nietzsche, yüzyılın insanını, modernlik diye açıkladığı demir kafesten kurtarmak ister
Nietzsche felsefe tarihindeki özel yerini son derece uç noktadaki eleştirel tutumuyla edinir. O ‘çekiçle yaptığı felsefe’ ile modernliğin dayandığı ilkeleri ve olağan hayatı kutsayan köleliği parçalayarak insana, ondaki ertelenmiş ve üstü örtülmüş yaşama tutkusunu yeniden verir. O, modernliği son uğrağından klasik kökenlerine kadar geri götürerek yıkmayı denemiştir.
Felsefe, daha çok geçmişten kalan soruları çözmek ya da çözme çalışmaları yaparak, geleceği yeni sorular taşımaktır. Şimdinin sorularını ele almak, gelecek için çözümlemek/çözmek üzere yeni sorular hazırlama, bütün filozofların ortak yazgısıdır. Bu noktada bir kez daha Nietzsche’nin büyüklüğü kendisini gösterir. O, kimse için kimsenin yanında değildir. Tüm çabası insanın çürümeye terk edilmiş doğasına yaşam aşılamaktır. Bu nedenle onun felsefesi, eski Greklerin felsefesine ve dünyasına geri dönüsü içerirken, araçsal akılcılığa indirgenen entelektüelciligine karsı da bir tepkidir.
Nietzsche, 19. yüzyılda yaşayan ancak Kant’tan etkilenmeyen ilk Alman filozofudur. O kendi zamanına kadar sunulan parçalı insan anlayışlarını bir kenara iterek “bütün olarak insan sorunu”nu ortaya koyar. Nietzsche felsefesinin ana hareket noktası “insan”dır. Üstelik bunu yaparken de, diğer filozoflar gibi, insanı, değerlerin taşıyıcısı olma bakımından değil, doğrudan doğruya hayatla olan ilgisi yönünden konu edinir. Aradığı, yaşam arzusu duyan, “güç istemi” olan saf insandır: “insanların çoğu insanın eksik ve özel bir görünümüdür. Bir insan elde etmek için onları birbirine eklemek gerekir. Bu anlamda bütün dönemlerin, bütün hakların eksik olan bir yanı vardır; insanın parça parça oluşması, belki de gelişimi için gereklidir. Aynı zamanda, söz konusu olanın, aslında yalnızca sentetik insanı üretmek olduğunu ve aşağı insanların büyük çoğunluğunun ise tasarlanan oyunun vardığı noktayı gösteren binlerce yıllık bir sınıra benzeyen, bütün insanı herhangi bir yerde ortaya çıkmasını sağlayacak ilk belirtiler ve hazırlık çalışmaları olduklarını bilmek gerekmez mi?” (1)
İnsanın doğa ile ilişkisi sorununda, Berkeley doğayı insana bağımlı kılıp onun varlığını düşünülebilmesine bağlı kılar; Descartes insan ve doğa arasında ortak bir töz arar; Kant insanın zihninde olduğunu var saydığı kategorileri doğaya dikte ederek, doğanın algıladığını varsayar. Nietzsche ise, kendisini içe dönük bir sisteme bağlayabilecek tüm bu düşüncelerden kaçınarak, doğayı düşünce ilkeleriyle değil, düşünce ilkelerini doğa aracılığıyla açıklamayı öngörür. İnsanın içe kapanması yerine, dışa açılması gerektiğini savunur. Bu bile onun aykırı nitelikli düşünüş biçimini ortaya koymada bir ölçüt oluşturabilir.
Nietzsche’nin eleştirilerinin bütünü, modernliğe yöneliktir. O, içinde bulunduğu yüzyılın insanını, modernlik diye açıkladığı demir kafesten kurtarmak ister. Yaratıcılık ve toplum dini olarak özetlenebilecek modern düzen, Nietzsche’ye göre Özne’ye/Ben’e karsı gelişen yapısından dolayı yıkılması gerekir. Artık insanı engelleyen ne Hıristiyan dini, ne ahlâk nede toplumsal özne kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında Nietzsche, ilk olmasa da, modernliğe yönelik en köklü eleştiriyi geliştirmektedir.
Nietzsche’nin modern dünyaya ait saydığı ve Hıristiyan ahlâkının sonucu olarak gördüğü “özne” kavrayışı ile yine modern dünyanın çıkarcı parçası diye yorumladığı “birey”e duyduğu tepki oluşturmaktadır. Eleştirilerine bir köken kazandırmak için Nietzsche, felsefesinin temelini oluşturan ontolojik antropolojik insan anlayışının üzerinde durur. Özne ve birey kavramlarının akıl ile gelenek arasındaki gerginliğe götüreceğinden dolayı, modernlik karşıtı bir filozof olarak Nietzsche, felsefi söyleminde özne ve birey kavramlarından uzak durur.
Nietzsche’nin modernliğe yönelik bu köklü eleştirisinin nedeni 19.yy’ın ruhunda yatmaktadır. 19. yüzyılın düşünsel iklimi Nietzsche’nin felsefesinin zeminin oluşturur. Çağın gerçekliği filozofun kavramsal ağının dayanaklarını verir. Bu nedenle modernliği olduğu kadar Nietzsche’yi anlamak için 19. yüzyılı anlamak gerekmektedir.
On dokuzuncu Yüzyılın Düşünsel Dünyası
19. yüzyıl, Avrupa düşüncesi için çalkantılı bir dönemdir. Dönemin çok renkli görünümü, temelde farklı düşünce sistemlerinin çağı egemenliği altına almak için verdiği savaşımların bir ürünüdür. Ulusal kimliklerin yavaş yavaş belirdiği bu yüzyılda, baskılara karsı da uyanışlar görülür. Yüzyılın belki de en önemli özeliği yaşamla düşünceler arasında bir bağlantı kurmaya çalışarak “değerlerin yeniden değerlendirilmesidir. 19. yüzyılda Avrupa moralini etkileyen iki zıt kutup vardır. Bunlardan birincisi Hıristiyanlıktır, ikincisi ise Hıristiyanlıga tepki olarak doğan bilimci-pozitivist, demokrat-sosyalist değerleridir. “Tanrı” ve “öte dünya” düşüncesi ile “modern toplum” düşüncesi arasında güçlü tartışmalar çağın ruhunu belirlemektedir.
19. yüzyıla damgasını vuran ve söz konusu savasımda belli bir iddia taşıyan akımlardan biri de “idealizm”dir. Bu yüzyılda Platon felsefesinin izinden yürüyen, Descartes, Leibniz, Spinoza, Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi filozoflarla gelişen idealizm, romantizm akımı bu dönemde sarsıntı geçir. Bu felsefe akımı, insanın doğuştan birtakım verilerle geldiğini, insan bilincine değişmez ilkelerin bulunduğunu ileri süren, insanı kendiyle değil de, kendi varlığını aşan verilerle yorumlamaktadır.
Sokrates’in gökten yere indirdiği felsefe, idealizmin yaklaşımları ile insan yeniden gökyüzünün ötesindeki kavramlara bağlanmıştır. Bu bağlamda gerçekliğinden koparılan insan, gerçekliğini yeniden aramaya koyulmuştur. (2) Nietzsche’ye kadar, felsefede insan salt bir düşünce varlığıdır. Sokrates’ten Hegel’e kadar düşünce akımları, çoğunlukla “Tanrı” ve “yeryüzü” arasındaki ayrım olarak konumlandırılır.
İnsanın kimliği, kişiliği, kendi dışındaki bir “öte”de aranır. Avrupa düşünce akımları insanı parçalı bir yapıda ele almış; insan nesneleştirilmiş, kendinden de uzaklaştırılmıştır. Sokrates’ten bu yana “insan”ın bölünmüşlüğü söz konusudur. O bir yanı ile Tanrı’ya bir yanı ile yeryüzüne bağlıdır. Filozoflar genellikle insanın Tanrısal yanı “ratio”, “logos” yani “akılsal” yanı ile ilgilidir. İnsanın bu iki parçası arasındaki en geniş yarığı ise Sokrates ve Platon çizgisi üzerinden felsefeyle bağını kuran Saint Augustinus’un dinle karışık düşüncelerini kendisine çıkış noktası olarak alan Descartes açmıştır. Descartes görünüş dünyasındaki insan varlığını, “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum öyleyse varım) önermesiyle akla bağlar. Böylece insanın yer kaplayan kısmı kendisinden ayrılır. İnsan Descartes’da iki ayrı özün bir aradalığıdır. Ardından Kant da bu parçalanmayı biraz daha derinleştirerek, “düşünce dünyası” ve “duyu dünyası” olarak iki ayrı dünya tablosunu çıkartır. Kant’la beraber insanın ontolojik olarak bütünlüğünü tamamen kaybedilir. Daha önceki çağda Leibniz’ın “monad” dediği kapalı parçacıklardan oluşan evreni, Kant’la birlikte “Noumen” ve “Phenomen” olarak ikiye ayrılır. Bu kavramlar görünen ile görülmeyeni, bilinen ile bilinmeyeni gösterir. İnsanı parçalı olarak ele alan tüm bu görüşler Hıristiyanlık temeline oturtulabilir. Yine bu görüşler doğrultusunda yürüyen Fichte ve Schelling’de birtakım “öz”ler görülür. Fichte bu “öz”lere “ben” der. Bu filozofların hepsinin ortak noktası, insanı, yalnız düşüncede var olabilen ilkeyle açıklamaya çalışmalarından ileri gelir, insan “tek”, “bir” ilkeden kalkarak anlaşılmaya, çözümlenmeye çalışılır. Bu görüş çerçevesinde “evren” de tek bir ilkeden kalkılarak açıklanır.
Felsefelerin insanı gerçek doğasından uzak tutmaları yanı sıra, Hıristiyanlıgın olumsuzlayıcı bir tarzda insan üzerindeki egemenliğini sürdürmektedir. İnsan, evren birer “yaratılmış varlık”tır. Yaratıcı Tanrı, günün birinde evrene son verecek ve toplumsal anlamda suç haline gelen günahların hesabını “öte taraf”ta soracaktır. İnsan, bir iradenin tasıyıcısı olmasına karsın alın yazısı yaptığı için suçludur. Tanrı dışında, kendi istemiyle davranan, kesin bağımsızlığı, gerçek özgürlüğü olan bir varlık yoktur. En küçüğünden en büyüğüne, değin tüm olanlar Tanrı’nın yönetimi altındadır. İnsan, evren içerisinde “buyrukları taşıyan bir varlık”tır. Bu durumda özünden, kaynağından uzak bağımsız bir istemden yoksundur. Tüm bunlara karsın yapıp ettikleri dolayısıyla Tanrı’ya karsı sınırsızca sorumludur. “İlk günah” insanın kirlenmesine yol açmıştır. İnsanın kendini aşan bir gücün itimiyle yaptığı her eylemden dolayı suçlu görüşünün trajedisini felsefe düzeni içerisinde ele alan St. Augustinus’tur. Ancak, o bu konu üzerinde, insanı ilgilendiren bir olay olması nedeniyle durmuştur. Onun ardılları ise, sorunun sınırlarını genişleterek, durumu zamanla kilise ve devlet yöneticileri arasında bir problem haline getirmişlerdir. Kilise, Tanrı adına evreni denetleyen bir otorite haline gelerek, özgür düşünceye sınırlar koymuştur. Kilisenin baskıları, çocukluk döneminde Nietzsche’nin karsısına dikilmiştir. İleriki yıllarda felsefesine genel biçimi veren Hıristiyanlık karşıtı düşüncelerinin de tohumları yine bu sırada atılır.
Platon’dan sonra gelen Yeni Platoncu görüşlerle de biçimlenen bir felsefe çığırına dayanan Avrupa düşüncesi, 19. yüzyılın ortalarına değin insanı bağımsız değil de bir bilgi varlığı olarak değerlendirir. İnsana bilgi açısından bakar; onun felsefe ile ilişkisini de bu yolla kurar. Ele alınan insan değil, onun taşıdığı bilgidir.
19. yüzyılda insana ilişkin bu bakısı köklü bir biçimde değiştirir. İnsan bir gökyüzü varlığı değil, yeryüzüne ait bir dünya yurttaşı olarak ele alınmaya başlanır. Artık insan, kendi başarısını kendisinin oluşturduğu bir eylem varlığı olarak görülür.
19. yüzyıl, sürekli bir gelişim içeren çelişkili ve birbirine karsı akımları içinde barındıran oldukça karmaşık nitelikli bir dönemdir. Bilimsel çalışmaların, deneye, gözleme dayanan araştırmaların yarattığı değişimler, kısa süre içinde geniş bir alana yayılmıştır. Kaynağını Renaissance’ta bulan hümanizm düşüncesi bu çağda gelişmiştir. İlkçağ düşünce ürünleri sanat yaratmalarına dönüştürme çabasıyla ise başlayan hümanizmle, Eski Yunan ve Latin yazarlarının eserleri araştırılmış, buradaki insan figürü büyük ölçüde temele alınmıştır. İnsana yönelen, insanı konu edinen bu yeni görüş, Nietzsche dahil tüm 19. yüzyıl filozoflarının dikkatlerini “insan” üzerinde yoğunlaştırmasını sağlamıştır. Bu açıdan 19. “insan”a yönelik araştırmalar rastlantı değildir.
19. yüzyılın bir gelişmesi sanat özellikle de tiyatro alanında ortaya çıkar. Daha önceki yüzyıllarda, özellikle Shakespeare’in yapıtlarında, görülen ilkçağ konularına yöneliş Nietzsche’yi ilkçağ tiyatro ürünleri ve tiyatronun doğusunu sağlayan sanatla tanıştırdı. Yaşadığı çağın düşünce akımları, Shakespeare’in yapıtları, Nietzsche için ilkçağa açılan bir pencere niteliğindedir.
Bu çağda başka bir önemli sorun daha vardır. Sağlanan büyük ilerlemeler, buluşlar karsısında insanın geleceğinin ne olacağı sorunu. Evrenin var olduğu sanılan bir takım gizil yönlerine olan inanç sarsılmıştır. Artık evreni Tanrı değil, kendi özünü kuran yasalar yönetmektedir. Tanrı ile evren arasındaki eski bağlar kopmuş, insan dayanabileceği her türlü yetkeden, gelecek dünya düşünden, soylu kaynağından yoksun kalmıştır. Charles Darwin insanın gelecekteki dünyaya ilişkin bu düşünü kökten sarsmış, insanı çıplak bir gerçekçilikle baş başa bırakır.
Diğer yandan, bilimsel gelişmeler söz konusu olduğunda, insanın geleceğine ilişkin büyük umutlar beslememesi gerektiği görüsü ağırlık kazanmış; insan neredeyse, kendi türünü yok edecek silahları yapma konusunda tüm olanaklarını seferber etmiştir. Böyle bir ortamda bilim yine güçlülerin daha da güçlenmesi için kullanılmaya başlanmıştır. Kanlı savaşlar, sömürgeciliğin yayılması İngiliz filozofu Hobbes’un çağını “insan insanın kurdudur” (homo homini lupus) diye tanımlamasına neden olmuştur.
Nietzsche Açısından 19. Yüzyılın Düşünsel Dünyası
Farklı düşünce akımlarının karmaşası içinde devinen 19. Yüzyılın Nietzsche’ye görünümü daha farklıdır. Nietzsche kendi çağını söyle tanımlar: “(…) dinin suları kabarıyor ve arkalarında bataklık, suyun durgun gölleri bırakıyor; milletler düşmanca birbirinden ayrılıyor, birbirini parçalamak istiyor. Bilimler, her ölçünün dışında ve en kör bir başıboşluk anlayışından dağılıyor ve kendisine kesin bir şekilde inanılan her şeyi eritiyor; kültürlü sınıflar ve devletler, son derece hor görülmeye değer bir sermaye birikimiyle mesafe kat ediyor. Dünya daha fazla dünya hiç olmamıştı, sevgi ve iyilikten daha yoksun hiç olmamıştı.”
Nietzsche’nin bu betimlediği dünya “insan aklı”nın ve bilimin sınırsız gücüne kayıtsız şartsız inanan, “modern” dünya en yüksek güçlerle donatılmış, bilimin hizmetinde çalışan “teorik” insanların kurduğu bir dünyadır. Bu insanın ilk tipik örneği Sokrates’tir. İnsan belki Tanrı’dan kurtulmuş, ancak bu kez de yerine tek belirleyici olarak “bilim”i koymaya çalışmıştır. 19. yüzyıl Batı Avrupa toplumu çöken bir toplumdur. Bu toplumda Nietzsche’ye göre kültürlü olmak mümkün değildir. Ancak “kültürlü rolü” oynanabilir. Çöküntünün asıl kaynağı ise insanın doğal yanından, içgüdülerinden olabildiğince uzakta durmasıdır. Kişi karşı koyma gücünü yitirdiği için sadece sürüklenmektedir. Ayakta kalabilme çabası içerisindeki modern insan bu karmaşada kendi kendini unutturacak yeni yollar arar.
Nietzsche’nin Güç İstenci adlı yapıtında belirttiği gibi bu insanlar, içki içer, uyuşturucu maddeler kullanır. Bütün bunları da karsı koymaksızın söz dinleme; mekanik etkinlik ve hemen karar vermeme gibi davranış biçimleri tamamlar. Üstelik bu insanlar 19. yüzyılın moral değerleri açısından saygın durumdadırlar. (3)
İste 19. yüzyılın çöküntü içerisindeki “modern insan”ın içinde bulunduğu durum, kabaca budur. Bu insanın hemen yanı başında ise koyu Hıristiyan, “öte dünya”cı bitkin insan bulunur. Bu yüzyılın ahlaki değerlerini belirleyen, bu değerlere uygun ideal insan tipini betimleyen sözcükler şunlardır: Evet ya da hayır diyemeyecek bir belirsizlik, göz yumma, objektif olma, kurallara karsı özgür olma (romantizm), sahtekârlığa ve yalancılığa karsı “hakikat”i biliciliğini savunma. Bütün insan başarılarında, yüzyıla damgasını vuran bu betimlemeci özellikleri bulmak mümkündür. Nietzsche’ye göre modern dünyanın bütün değerleri, “sürü morali”dir. Eğitimin, bilimcilik anlayışla beliren nesnel olma kaygısı nedeniyle, hedefi “iki ayaklı ansiklopediler” yaratmak olmuştur. Eğitim rotasından şaşmış, gündelik bilgiyi her tür bilginin üzerine çıkarmıştır. Bilme ihtiyacı duymadan bilgiyle yüklenen “modern insan”ın bütünlükten, birlikten, merkezden uzaklaşması da doğaldır. Modern insan çeşitli bilgiler karsısında, öğrenmesi gereken özü kaybederek, bağlantısız, kopuk kopuk, derinlikten yoksun bir bilgi yumağı haline gelmiştir. Modern insanın içi boşaltılmış bir bilgi yumağı haline gelmesinin nedeni özgür ve kişilikli olamayışındandır. Modern insan Nietzsche’nin gözünden hazımsızdır. Eğer ondan tüm unvanlarını alacak olursak karsımıza bir “hiç” çıkar. Bu, eğitimin yaratıcılıktan yoksun bir anlayışla oluşturulmasının bir sonucudur.
Bilgi; modern insan için koleksiyonculuktan öte bir şey değildir. İnsan ve insanlık kavramları, insanın kavramlarının nasıl boş, nasıl içerikten yoksun olduğunu gösterir. Kavramlarını araştırmadan yola çıkan her görüş de çürük temeller üzerine inşa olur. (4) Bu şekildeki bir değerlendirme hayattan kopmuş, kendi ideali yine kendisi olan bir bilim anlayışını karsımıza çıkarmıştır. Böylelikle bilim, 19. yüzyılın en büyük başarılarından biri sayılan “nesnelligi” sağlamış olur. Yüzyılın genel görüntüsüne bakıldığında bilim yalnızca kendisi için bir anlam taşır hale gelmiştir. Egemen anlayış ise “bilim için bilim”dir.
“Bilim için bilim” anlayışının sonuçlarından bir de bilim adamının “metodolojist” olmasıdır. Çünkü objektifliği kaybetmemek için o, yalnızca eleştirir, karşılaştırır ve yerleştirir. Geçmişte düşünülmüş ve yapılmış şeyleri o anda herkesçe doğru sayılan düşünceler bakımından ölçmek objektifliği sağlar. Aynı zamanda çağın genel görünümünü bilimi de metot haline getirmiştir. Bu çağ için bilim yapma metot uygulamak demektir. Öyle ki; metot çoğu kez bilimin ötesine geçer. Kısacası 19. yüzyılın “modern bilim”de bilgi tutkusu bilme sevgisi eksiktir. Oysa felsefe, bilgiyi, bilgeliği sevme demektir. Ancak 19. yy’da felsefede bu bilgeliği sevmenin yerini, bilimin metodolojisinin kesinlikli bilimselci anlayışı görünmeye baslar. Çağın felsefesi bilgi teorisine dönüşür.
Bilgi teorisinin 19. yüzyılda bu denli ağırlık kazanmasının nedeni Descartes’tan beri çağın metafiziğe karsı olmasından kaynaklanır. Yüzyıllarca araştırılan şey ya idealizm ya da pozitivizm çerçevesi içinde bilginin kaynağı ve sınırları olsa bile, asıl hedef ahlak ve onun temellendirilmesidir. Nietzsche İyi ve Kötünün Ötesinde adlı yapıtında söyle der:
“Tüm yeni felsefe, temelde ne yapıyor öyleyse? Descartes’tan bu yana –ondan önce gelenlere yaslanmaktan çok, ona karsı gelmekle- bütün filozoflar eski ruh kavramına, özne ve yüklem eleştirisi altında suikasta girişiyorlar- anlamı su: Hıristiyanlık öğretisi temel ön dayanaklarına karsı önceleri “ruh”a, dilbilgisine, dilbilgisindeki özneye inanılır gibi inanılırdı: “ben” koşul, “düşünmek” yüklem ve koşullanandır denilirdi. –Düşünmek, öznenin bir neden gibi düşünülmesi gerekli bir etkinliktir. İmdi, hayranlık yaratacak bir direnme ve kurnazlığa bu ağdan kurtulup kurtulamayacağını araştırıyor, -belki de zıttının doğru olabileceğini: Düşünme koşulu, “ben” koşullanan; “ben” böylece düşünce tarafından oluşturulan bir sentez oluyor. Kant temelde özneden başlayarak, özenin kanıtlanamayacağını kanıtlamak istiyordu. –Nesnenin de: Özne tekinin görünüşteki varlığını olanağı, yani “ruh” ona her zaman yabancı olmayabilirdi; bu düşünce, daha sonra bir kez varoluş. Veda felsefesi gibi yeryüzünde müthiş bir güç uyguladı.” (5)
Burada da anlaşıldığı gibi Nietzsche, idealist filozofları yarı yarıya teolog sayar. Çünkü bu filozoflar Tanrının ve dünyanın yerine basa bir şeyi “var olanın kendisini” koyarlar. Pozitivistler için ise, Nietzsche aynı eleştirel tavır içinde şunları söyler:
“Kendileri en iyisinden akademisyen ve uzmanlardır, sahicidirler! –Bunların topu yenilmiş, bilimin egemenliğinde yeni getirilmiş insanlardır; herhangi bir anda kendilerinden daha fazlasını istemişlerdir, bu “daha fazla”ya hakları olmadan, bunun sorumluluğunu taşımadın- ve simdi sözleriyle ve eylemleriyle, onurlu, kinli ve intikamcı, efendi görevine inançsızlığı, felsefesinin efendiliğini temsil ediyorlar. Sonuçta: Başka ne olabilirdi ki! Bilim gelişmekte bugün, temiz vicdanı ışıldıyor yüzünde, yavaş yavaş tüm felsefe batarken, bu çağımızın felsefe kırıntısı, alay etme duygusu ve acıma değilse de, güvensizlik ve keyifsizlik uyandırıyor. Felsefe, “bilgi kuramına indirgendi, aslında korkak, durağan, bir çekiniklik öğretisidir; Esiği asla geçmemiş bir felsefe, acıyla geçme hakkını kendinden esirgeyen- Son can çekişmesi içinde bir felsefedir, sonu gelmiş son nefesini vermekte olan, acıma uyandıran. Böyle bir felsefe nasıl egemen olacak ki!” (6)
Nietzsche 19. yüzyılın sanat anlayışına da eleştiriler getirir. “sanat için sanat” idealine bağlanan 19. yüzyıl sanatı derin bir çöküntü içindedir. Çünkü Nietzsche’ye göre hayatta acı çeken iki tür insan vardır. Bunlardan biri hayatın doluluğundan, diğeri ise hayatın yoksulluğundan acı çekenler. Hayatın doluluğundan acı çekenler diyonizak sanat isterken, hayatın yoksulluğundan acı çekenler romantizmi benimserler. Romantizmin kendinden geçmeyi, duyuları uyuşturmayı, yumuşaklığı, barışı, sükuneti, acılarını doğaya yansıtmayı temsil eder. Nietzsche bu derin uyuşukluğu, sağırlaşmayı, vicdanın körelmesini “budalalık” olarak tanımlar.
Romantizmin bilgi alanında yansıması ise mantıklı olanı istemektir. Çünkü mantık insanı yatıştırır ve ona güven verir. Mantıklı olma sert olmaya değil, aslında kişinin gerçeklikten, gerçek olandan kaçışını temsil eder.
Toplumsal alanda da Nietzsche’nin eleştirileri devam eder. İleriki bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağımız gibi Nietzsche “eşitlik” düşüncesine tamamen karşıdır. Ona göre çağın toplumu sürü insanlardan oluşmuş bir sıfırdır. Bu nedenle Nietzsche eşitlik kavramını görüşünün temeline koyan her türlü toplumsal yapılanmayı şiddetle eleştirir. Avrupa siyasetinde bir çöküntüyle neden olan görüş “sosyalizm” “demokrasi” ve “komünizm”de de kendini gösterir. Demokrasi daha basta insanları eşit sayarken, sosyalizm hayata bir çeşit “hayır” demektir Nietzsche’nin gözünde. İleride daha açık bir şekilde konu edileceği gibi, liberal düzende ise bencilik ve yararcılık öne çıkar. Bu kavramların tasıyıcısı da bireydir.
Görüldüğü gibi, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa kültürü, bir yanıyla sürü değerlendirme ve çatışmalarına; bir yanıyla da bilime, insan aklının sınırsız gücüne ve eşitliğe dayanan bir çağdır. Ancak bu iyimser tablo bir gün sorgulanmaya girişilirse, içi bos değerler tasıyıcısı olduğunu görülecektir. Dolayısıyla “modern insan”ın er ya da geç ulaşacağı yazgısı karamsarlıktan başka bir şey olmayacaktır.
Karamsarlığın sonucunda da dünyanın değersizliğine inanma ve nihilizm gelecektir. Nietzsche Avrupa düşünün “nihilizm” ile son bulacağından emindir. Ancak toplumu nihilizme götürecek olan insan da sürü insanı değil, özgür insandır. Özgür insanların içerisinden çıkacak olan yaratıcılar ise Avrupa karamsarlığı ve eskimiş değerlerini asacak ve yeni değerlerin yaratıcısı olacaktır.
Amer Shatara
(1) F. Nietzsche, The Will to Power, 1967, s. 384. (2) F. Nietzsche, Eylem Ödevi, İstanbul, 1983. (3) F. Nietzsche, Güç İstenci: Bütün Değerleri Değiştiriş Denemesi, İstanbul, 2002. (4) M. Horkheimer, Akıl Tutulması, İstanbul, 1994, s. 71. (5) F. Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, İstanbul, 1990. (6) F. Nietzsche, a.g.e., 1990, s. 125.