Bilginin Don Juan’ı – Stefan Zweig
Ebedi canlılıktır önemli olan, ebedi hayat değil.
Immanuel Kant bilgiyle nikâhlı karısıyla yaşar gibi yaşamıştır; kırk yıl boyunca onunla aynı zihinsel yatakta yatar ve onunla birlikte, ardılları bugün hâlâ burjuva dünyamızda yaşayan bütün Alman felsefi sistemlerinin sülalesini dünyaya getirir. Onun hakikatle ilişkisi kesinlikle monogamdır; Schelling, Fichte, Hegel ve Schopenhauer gibi bütün düşünsel oğullarınınki de öyledir. Onları felsefeye iten şey tümüyle şeytanilikten arınmış yüksek bir düzenin iradesidir, zihnin disiplin edilmesine, varoluşun düzenli bir mimarisini kurmaya yönelik o güzelim nesnel ve uzman Alman iradesidir. Onlar gerçeğe âşıktırlar; samimi, istikrarlı, kesinlikle dayanıklı bir aşkla severler onu: Ama bu sevgide asla erotizm yoktur, için için yanan o tüketme-tüketilme hırsı yoktur, onlar gerçekliği, kendi gerçekliklerini eşleri ve hayat boyu onlardan ayrılmayacak ve asla ihanet etmeyecek kendi tapulu malları olarak hissederler. Bu yüzden gerçeklikle olan ilişkilerinde her zaman biraz evde yapılmışlık, biraz evcimenlik vardır ve aslında hepsi de yatak ve gelin üzerinden kendi evlerini inşa etmişlerdir: Kendi güvenli sistemlerini de. Bu kendilerine ait alanı, zihinden ele geçirdikleri ve insanlık için kaosun dünyevi otlarından temizledikleri tarlayı tırmık ve sabanla ustaca işlemişlerdir. Sonra da bilgi tarlalarının sınırlarını dikkatlice zamanın kültürü içine doğru genişletmişler, el emeği ve alın teriyle zihinsel meyvelerini çoğaltmışlardır.
Buna karşın Friedrich Nietzsche’nin bilgiye olan tutkusu tamamen farklı bir mizaçtan, duygular dünyasının neredeyse tam karşıt kutbundan kaynaklanır. Onun gerçekliğe yaklaşımı tamamen şeytani, sıcak nefesli, sinir yıpratıcı, meraklı bir hazdır; asla tatmin olmayan ve asla yorulmayan, hiçbir yerde, hiçbir sonuçta durmayan, bütün yanıtların üzerine tekrar tekrar sabırsızca ve dizginsizce sormaya devam eden bir hazdır. Hiçbir zaman bir bilgiyi sürekli üzerinde taşımaz ve ant içerek onunla evlenmez, onu kendi “öğretisinin” “sistemi” haline getirmez. Herkes onu çekip almak ister, ama kimse elinde tutamaz. Bir problem bekaretini, utanmanın çekiciliğini ve gizemini kaybeder etmez onu acımadan, kıskanmadan, arkasından gelecek olana bırakır, tıpkı mille e tre [bin üç] kadını bırakıp giden güdüsel kardeşi Don Juan gibi ve bir daha onları düşünmez. Çünkü kadından kadına geçerken o kadını arayan bütün büyük baştan çıkarıcılar gibi Nietzsche de bilgiden bilgiye geçerek o bilgiyi arar, ebediyen gerçekdışı kalacak ve asla ulaşılmayacak olanı; onu acıya, çaresizliğe sürükleyen şey ele geçirmenin çekiciliği değildir, elde tutmak ve sahip olmak değildir, bilakis sadece sormak, aramak ve kovalamaktır. Güven değil, tedirginliktir onun sevdiği, yani bilginin “Amour plaisir”ine olan metafizik eğilimli bir hazdır, ayartmaktan, açığa çıkarmaktan, arzuyla içine sızmaktan ve her türlü zihinsel nesneye tecavüz etmekten alınan şeytani hazdır; İncil’in kastettiği anlamda bilgidir bu, erkeğin kadını “bilmesi” ve böylece onu gizemlerinden arındırması anlamında. Ama o, değerlerin o ebedi rölativisti, bu bilme eylemlerinin, bu ateşli, hummalı sahip olma hareketlerinin hiçbirinin gerçek bir “sonuna kadar bilme” olmadığını, nihayetinde gerçekliğin asla birinin mülkü olmaya izin vermediğini bilir: Çünkü “gerçekliğe sahip olduğunu düşünenler ne çok şeyi kaçırırlar”. Bu yüzden Nietzsche hiçbir zaman, tasarruf ve koruma anlamında idareli davranmaz ve kendine zihinsel bir ev inşa etmez: O ebediyen mülkiyetsiz kalmak ister –ya da göçebe yaradılışı gereği daha çok buna zorunludur– eline silahı alıp tek başına zihnin ormanlarında, bir evi olmayan, karısı, çocukları ve malı mülkü olmayan, buna karşılık avlanma hazzı ve zevki olan bir avcı gibi dolaşır: O da tıpkı Don Juan gibi uzun süreli bir duygu olarak sevmez, tersine “büyük ve ani anlar” içinde sever; onu sadece zihnin maceraları çeker, kaçtığı sürece onu tahrik eden ve kızıştıran, ama ele geçirince doyurmayan o “tehlikeli belkileri” sever; o ganimet istemez (kendini Bilginin Don Juan’ında betimlediği şekilde), “sadece avlanmanın ruhunu, heyecanını ve keyfini ve bilginin entrikalarını” sever, onu “bilginin en yüksek ve en uzak yıldızlarına kadar” kovalamayı sever, “bilginin salt acı verici yanından başka geriye avlanacak hiçbir şey kalmayıncaya kadar, tıpkı sonunda pelinli acı su içen bir içici gibi”.
Çünkü Nietzsche’nin zihnindeki Don Juan Epikurosçu değildir, düşkün bir hazcı değildir: Öyle olması için bu aristokratta, bu hassas yapılı asilzadede sindirimin kör rahatlığı, doygunluğa ulaşıp miskince dinlenme, zaferleriyle övünme ve tatmin olma duygusu eksiktir. Kadın avcısının –tıpkı zihin avcısı gibi– kendisi de dindirilemez bir güdünün avı, o yılmaz baştan çıkarıcının kendisi de kendi onulmaz merakının baştan çıkanı, denenen bir deneyicidir, bütün kadınların sırf masumiyetleri yüzünden mütemadiyen denenmesi gerekmektedir, tıpkı Nietzsche’nin sırf soru uğruna, doymak bilmeyen psikolojik haz uğrana sorması gibi. Don Juan için gizem hepsinde ve hiçbirindedir, her birinde bir gecelik ve hiçbirinde ebedidir: Tıpkı psikolog için de gerçekliğin bütün problemlerde bir an ve hiçbirinde ebedi olması gibi.
Bu yüzden Nietzsche’nin zihinsel yaşamında huzurlu bir zaman yoktur, sakince yansıtan yüzeylerin olduğu bir an yoktur: Her zaman akıntılı, gezici, ani dönüşlerle, sapmalarla, çağlamalarla doludur. Diğer Alman filozoflarının varoluşları epik bir tarzda ve ağır ağır ilerler, felsefeleri bir kere çözülmüş bir ipin özenle, el emeğiyle örülmesi gibi oluşur, onlar adeta oturdukları yerden felsefe yaparlar, rahatlamış organlarla, onların düşünme eylemleri sırasında bedenlerinde bir kan basıncı yükselmesi hemen hemen hiç hissedilmez, kaderlerinde bir ateş yükselmesi görülmez. Kant’ta hiçbir zaman düşüncesi tarafından vampir gibi yakalanmış olmanın, yaratma ve şekillendirme sırasında dehşet verici bir zorunluluktan mustarip bir zihnin o sarsıcı duyumsaması ortaya çıkmaz; Schopenhauer’in hayatı otuzuncu yaşından itibaren, İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’yı bitirir bitirmez, bana göre duraksamış bir insanın bütün ufak tefek sıkıntılarıyla birlikte rahat bir emeklilik havasında geçmiştir. Hepsi de kendi seçtikleri bir yolda iyi, sağlam ve net adımlar atarak yürürler, oysa Nietzsche her zaman kovalanan biri olarak ortaya çıkar ve sürekli hiç bilmediği bir yerlere girer. Bu yüzden Nietzsche’nin bilgi tarihi (Don Juan’ın maceraları gibi) tümüyle dramatik, tehlikeli, şaşırtıcı halkalardan oluşan bir zincirdir, sürekli kasılan bir heyecanlanma içinde hiç durmaksızın bir hadiseden diğerine sıçramalardan oluşan ve eninde sonunda kaçınılmaz olarak dipsiz bir uçuruma çakılarak son bulacak bir tragedyadır. Ve tam da bu hiç durmadan arayış, sürekli düşünmek zorunda olmak, şeytani bir güç tarafından mütemadiyen ileriye doğru itiliş, bu benzersiz varoluşa duyulmamış bir trajik öğe katar ve onu (o el emeğinin, o burjuva rahatlığının mutlak yokluğu yüzünden) bir sanat eseri olarak bizim için çekici hale getirir. Nietzsche aralıksız düşünmeye mahkûm olmuş, lanetlenmiştir, tıpkı masaldaki ebediyen avlanmaya mahkûm avcı gibi: Onun hazzı olan şey acısı olur, çaresizliği olur ve nefesi, üslubu kovalanan birininkine benzer, sıçramalı, ateşli, soluk soluğadır, ruhu asla dinlenmeyen, asla tatmin olmayan bir insanın hasret dolu, susuzluktan kavrulan ruhudur. Bu yüzden yakınmaları her zaman böyle sarsıcıdır; dinlenmek, tadını çıkarmak, oyalanmak istediği andan yükselen bir çığlıktır; ama ebedi doyumsuzluğun dikeni sürekli ruhuna batar ve onu şiddetle zorlar: “İnsan bir şeyi sever ve onu temelden sevmeye başladığı anda içimizdeki zorba (hatta ona üst benliğimiz diyebiliriz) şöyle der: İşte onu bana kurban et. Ve biz de buna uyarız, ama bu hayvana eziyet etmektir ve ağır bir ateşte yanmaktır.” Bu Don Juan tabiatlar sürekli idrak etmenin sıcak hazzından, kadınların hızla sarılmalarından doyumsuzluk şeytanı tarafından tekrar kovuluyorlar (Hölderlin’i kovalayan, Kleist’ı ve sonsuzluğu tanrılaştıran bütün diğerlerini kovalayan da aynı şeytandır). Ve idrak etmeye sürüklenen, huzursuz insan Nietzsche çığlık attığında, bu bir okla vurulan yabani hayvanın çığlığı gibi gelir kulağa: “Benim için her tarafta Armide’nin bahçeleri vardır ve bu yüzden de sürekli olarak yeniden koparılmak ve kalbin yeni acıları söz konusu. Ben ayağımı kaldırmak zorundayım, yorgun, yaralı ayağımı; zorunda olduğum için de beni elinde tutamayan o en güzele dönüp kızgın kızgın bakıyorum, beni elinde tutmadığı için!”
İçeriden gelen bu tür çığlıkları, acının en derin yerlerinden gelen böyle güçlü inlemeleri Nietzsche’den önce Almanya’da felsefe diye adlandırılan hiçbir şeyde göremeyiz: Belki Ortaçağ mistiklerinde, belki Gotik dönemin sapkınlarında ve azizlerinde; bazen onların o karalar bürünmüş sözlerinden (belki boğuk ve birbirine kenetlenmiş dişlerin arasından) benzer türde acı inlemeleri yükselir. Pascal, kendisi de bütün ruhuyla kuşkunun Araf’ında duran Pascal bu kışkırtılmışlığı, arayan ruhun bu altüst olmuş halini tanır, ama hiçbir zaman ne Leibniz’de, ne Kant’ta, Hegel’de ve Schopenhauer’da bizi sarsan bu ses tonu yoktur. Bu bilimsel tabiatlar ne kadar açıkyürekli olsalar da, gerilimleri eserlerine ne kadar cesurca, ne kadar kararlılıkla yansısa da, yine de onlar kendilerini bu derece, bütün varlıklarıyla, kalpleri ve iç organlarıyla, sinirleri ve etleriyle, bütün alın yazılarıyla bilginin peşindeki bu kahramanca oyunun içine atmamışlardır. Onlar her zaman sadece mumun yanışı gibi yanarlar, sadece yukarıdan, sadece başlarıyla, sadece zihinleriyle yanarlar. Varoluşlarının sadece bir kısmı, dünyevi, özel ve dolayısıyla da kişisel bir parçası her zaman kadere karşı korumaya alınmıştır, oysa Nietzsche kendini tümüyle ve her şeyiyle riske atar, sürekli olarak “sadece soğuk ve meraklı düşüncelerin dokunaçlarıyla” ilerlemez, bilakis kanının bütün acısı ve hazzıyla, alın yazısının bütün şiddetiyle tehlikenin içine atılır. Onun düşünceleri sadece yukarıdan, beyinden gelmez, tersine kızışmış, kışkırtılmış bir kandan, gerilim içinde titreyen sinirlerden, doymak bilmeyen duyulardan, yaşam duygusunun tamamından gelir: Bu yüzden onun düşünceleri de Pascal’ınkiler gibi trajik bir şekilde yoğunlaşarak “tutkulu bir ruh hikâyesine” dönüşür; tehlikeli, neredeyse ölümcül bir maceranın yoğunlaştırılmış sonuçlarıdır; sarsılarak izlediğimiz bir hayat dramıdır (diğer filozoflar, diğer hayat hikâyeleri zihinsel resimlerini bir santim bile genişletmezken). Ama yine de, en acı çaresizlik içindeyken bile yaşamını, “tehlikeli yaşam”ını düzenli bir yaşamla değiştirmek istemez o, çünkü tam da diğerlerinin bilgide aradıkları şey, aequitas animae, ruh için güvenli bir yer, duyguların seline karşı bir koruma duvarı, tam da bu, Nietzsche’nin canlılığın azal-tılması diyerek nefret ettiği şeydir. Onun için, o tragedya kahramanı için, bilgiyle girilen bu büyük oyunda mesele “varoluş için sefil bir boğuşma”, yüksek güvenlik, deneyime karşı bir savunma zırhı değildir. Asıl güvende olmamak, asla tatmin olmamak, asla kanıksamamaktır! “Nasıl olur da insan varoluşun o harika belirsizliği ve çok anlamlılığı içinde durur da soru sormaz, soru sormanın hazzından ve hırsından titremez?” Böyle bir kibir içinde alay eder evcimenlikle, çabuk tatmin olurlulukla. Onlar isterlerse güvenlikleri içinde donup kalsınlar, sistemlerinin kabuklarına sığınsınlar: Ama onu çeken şey sadece tehlikeli seldir, maceradır, o baştan çıkarıcı çok anlamlılıktır, ateşli denemelerdir, sonsuz haz, sonsuz hayal kırıklığıdır. Onlar isterlerse sistemlerinin sıcak evinde ticari bir iş gibi felsefelerini sürdürsünler, dürüstçe çalışıp ellerindekileri idareli kullansınlar ve zenginleşsinler: Ama onu sadece oyun çeker, sahip olunan son şeyin, bütün varlığının masaya sürülmesi çeker. Çünkü bu maceraperest kendi hayatına sahip olmaya heveslenmez: Burada bile kahramanca daha fazlasını ister: “Ebedi canlılıktır önemli olan, ebedi hayat değil.”
Nietzsche’yle birlikte Alman bilgi denizlerinde ilk kez siyah korsan bayrağı göründü. Başka bir türe ait bir insan belirdi, başka soydan geliyordu bu; yeni bir kahramanlık türüydü; artık bilimsel kürsülere sığınmış değil, tersine zırhını ve silahlarını kuşanmış savaşçı bir felsefeydi. Ondan öncekiler, aynı şekilde zihnin cesur ve kahraman denizcileri kıtalar ve ülkeler keşfetmişti, ama uygarlık amaçlı, fayda amaçlıydı bunlar; onları insanlık adına ele geçirmek, haritayı terra incognita’ya (düşüncenin bilinmeyen ülkelerine) doğru genişletmek istiyorlardı. Tanrı’nın ya da zihnin bayrağını ele geçirdikleri yeni ülkeye dikiyor, o yeni bilinmeyen üzerinde şehirler, tapınaklar ve sokaklar kuruyorlardı; ardından da kazanılanların meyvesini toplamak üzere valiler ve idareciler, derken yorumcular, profesörler ve çeşitli eğitimciler geliyordu. Ama en nihayetinde çabaları huzur, barış ve güvenlik içindi: Dünyaya daha çok sahip olmak, normları ve kanunları yaymak, yüksek bir düzen kurmak istiyorlardı. Buna karşın Nietzsche Alman felsefesinin içinde, 16 yüzyılın sonunda İspanyol dünyasında beliren korsanlar gibi (ulusları olmayan, efendileri, kralları, bayrakları, evleri ve vatanları olmayan bir sürü, vahşi, disiplinsiz bir grup gözü dönmüş gibi) birden ortaya çıktı. Nietzsche de tıpkı onlar gibi kendisi için ya da kendinden sonra gelecek biri için bir şey ele geçirmeye çalışmıyordu ya da bir Tanrı için, bir kral için, bir inanç için çalışmıyordu, tersine sadece ele geçirmenin hazzı için yapıyordu bunu, çünkü o hiçbir şeye sahip olmak, kazanmak, başarmak istemiyordu. Sözleşmeler imzalamadı, evler yapmadı, filozofların savaş kurallarını hiçe saydı ve takipçi aramadı; onu, her türlü “derin sükûnetin”, her türlü rahatlığın tutkulu bozguncusunu sadece yağmalamanın kendisi çeker, mülkiyet düzenini, insanların güvenli, tatlı huzurlarını bozmak çeker; kendisi için huzurlu insanın derin uykusu kadar değerli olan uyanıklığı ateş ve korku yoluyla yaymak ister. Cesaretle meydana çıkar, ahlakın kalesine, inancın sarayına saldırır, hiçbir şeye aman vermez, ne kilise ne de bir hale durdurabilir onu. Arkasında, her korsan seferinin [ganimet seferinin] arkasında bıraktığı gibi, yıkılmış kiliseler, bozulmuş binlerce yıllık kutsallıklar, yerle bir olmuş sunaklar, zedelenmiş duygular, katledilmiş inançlar, delik deşik olmuş ahlak surları, yanan bir ufuk, cesaretin ve gücün muazzam bir işaretini bırakır. Ama asla geriye dönüp bakmaz, ne ele geçirdiklerine sevinmek, ne de onlara sahip olmak için: Bilinmeyen, ele geçirilmeyen, hiç tanınmayandır onun sonsuz hedefi, gücünün boşalması, “uykunun dağıtılması” onun tek hazzıdır. Hiçbir inanca ait olmadan, hiçbir ülkeye ant içmeden, ahlaksızların siyah bayrağını direğine asmıştır ve önünde kutsal bilinmeyen, şeytani kardeşi olduğunu hissettiği ebedi karanlık, aralıksız olarak yeni ve tehlikeli seferlere hazırlanmaktadır. Elinde kılıcı, ayağının altında barut fıçısı, gemisini kıyıdan harekete geçirir ve bütün seferlerde tek başına kendi harika korsan marşını, ateşli şarkısını, kader şarkısını söyler:
Evet, biliyorum nereden geldiğimi,
Böyle alevler kadar aç
Yanıyorum ve bitiriyorum kendimi,
Işık oluyor dokunduğum her şey,
Kömürleşiyor bütün bıraktıklarım geride,
Alevim ben elbette–
Stefan Zweig
Kendileriyle Savaşanlar