NIETZSCHE AĞLADIĞINDA: “OLDUĞUMUZ YERDE SAYIYORUZ, DURUM GİTTİKÇE KÖTÜLEŞİYOR…”

Masasında oturmuş, yazmakta olan Nietzsche Breuer’in geldiğini duymamıştı. Ona doğru döndü; bir şey söylemek için ağzını açtı, ama hiçbir şey söylemedi.

“Sizi korkuttum mu Friedrich? Doktorunuzun birdenbire odanıza girip de daha kötüleştiğinden yakınması gerçekten şaşılacak bir durum! Özellikle kusursuz bir şekilde rolüne uygun giyinmiş ve profesyonel bir tavırla siyah doktor çantası elindeyken!

“Ama inanın bana, dış görünüşüm yalnızca bir aldatmaca. Bu kostümün altındaki giysilerim ıpıslak, gömleğim tenime yapışmış bir halde. Bu Bertha saplantısı, zihnimin içinde bir girdap yarattı. Ne kadar temiz düşüncem varsa hepsini yutuyor!”

“Sizi suçlamıyorum!” diye devam eden Breuer masaya doğru yürüdü. “İlerleyemeyişimiz benim yüzümden. Sizi doğrudan bu saplantının üstüne gitmeye zorlayan bendim. Siz haklısınız, yeterince derine inmiyoruz. Ayrık otlarını kökünden sökeceğimize yapraklanın koparıyoruz.”

“Evet, hiçbir şeyi kökünden sökemiyoruz!” diye karşılık verdi Nietzsche. “Yaklaşımımızı yeniden gözden geçirmeliyiz. Sizin gibi benim de cesaretim kırıldı. Son seanslarımız sahte ve yüzeysel kaldı. Ne yapmaya çalıştığımıza bir bakın: Düşüncelerinizi disipline sokmak, davranışlarınızı kontrol altına almak! Düşünceleri ıslah etmek ve davranışlara biçim vermek! Bu yöntemler insan doğasına uygun değil! Ah, bizler hayvan terbiyecileri değiliz!”

“Evet, evet! Son seanstan sonra kendimi iki ayak üstünde dans etmesi için eğitilen bir ayıya benzettim.”

“Bu kesinlikle doğru! Öğretmen insanı yücelten biri olmalı. Oysa, son görüşmelerimizde ben sizi de, kendimi de alçalttım. İnsan kaygılarına hayvanlara uygulanan yöntemlerle yaklaşamayız.”

Nietzsche ayağa kalkıp şöminenin önünde duran sandalyeleri işaret etti. “Oturalım mı?” Breuer yerine geçerken, bu odadaki geleceğin ‘ümitsizlik doktorları’ stetoskop, otoskop, oftalmoskop gibi geleneksel tıp aletlerini kullanmasalar da zamanla kendi donanımlarını geliştireceğe benziyorlar, diye düşündü. Bunun ilk adımı da şömine önündeki iki rahat sandalye olabilirdi.

“O halde,” diye başladı Breuer, “saplantıma doğrudan saldırma gibi hatalı bir öneride bulunmamdan önceki noktaya geri dönelimi. Siz bana Bertha’nın bir sebep değil, bir tür kaçış olduğunu ve korkumun gerçek merkezinin ölüm korkusu ve tanrısızlık olduğunu ileri sürmüştünüz. Belki de öyle! Haklı olabileceğinizi düşünüyorum! Bertha ile ilgili saplantımın yüzeysel şeylere takılıp kalmama sebep olduğu ve daha derin, daha karanlık düşüncelere yer bırakmadığı kesinlikle doğru.

“Yine de Friedrich, açıklamanızı tam anlamıyla doyurucu bulmuyorum. Birincisi, ‘Neden Bertha?’ olduğu hâlâ bir sır. Kendimi korkularıma karşı savunabileceğim onca yol varken niye özellikle bu aptal saplantıyı seçiyorum? Neden başka bir yöntem, başka bir fantezi değil de bu?

“ikincisi, siz, Bertha’nın yalnızca benim korkumun özüne yönelecek dikkati saptırmak için kullanıldığını söylüyorsunuz. Ancak ‘saptırmak’ sözcüğü tam yerine oturmuyor. Saplantımın gücünü açıklamaya yetmiyor. Bertha’yı düşünmek olağanüstü zorlayıcı; bunun içinde gizli, güçlü bir anlam var.”

“Anlam!” Nietzsche elini sandalyesinin koluna hızla vurdu. “İşte bu! Dün siz gittiğinizden beri buna benzer bir çizgide düşünüyordum. Söylediğiniz son kelime, ‘anlam’ her şeyin anahtarı olabilir. Belki de en baştan beri yaptığımız hata, saplantınızın anlamını ihmal etmek oldu. Bertha’nın histeri semptomlarını her birinin kaynağına inerek iyileştirdiğinizi anlatmıştınız. Ayrıca bu ‘kaynağa inme’ yönteminin size uygun olmadığını, çünkü Bertha saplantısındaki kaynağın zaten bilindiğini; bu saplantının onunla tanıştıktan sonra başladığını, görüşmeyi kestikten sonra da yoğunlaştığını söylemiştiniz.”

“Ama belki de,” diye devam etti Nietzsche, “yanlış sözcük kullanıyorsunuz. Belki de önemli olan kaynağı, yani semptomların ilk ortaya çıkışı değil; önemli olan, semptomun anlamı! Belki de yanıldınız. Belki de Bertha’yı, her semptomun kaynağını değil, anlamını bularak tedavi ettiniz! Belki de,” -Nietzsche sözünün burasında sanki çok önemli bir sır veriyormuş gibi fısıldayarak devam etti- “belki de semptomlar belli bir anlamın habercisidir ve ancak bu mesaj anlaşılınca ortadan kaybolacaktır. Eğer böyleyse, bir sonraki adımımız belirlenmiş olur: Eğer bu semptomları yok edeceksek önce Bertha saplantısının sizin için ne anlama geldiğini belirlemek zorundayız!”

“Ya sonra!” diye merak ediyordu Breuer. Bir saplantının anlamını keşfetmek nasıl bir şey olacaktı acaba? Nietzsche’nin duyduğu heyecandan etkilenmiş ve yeni talimatını beklemeye başlamıştı. Ama Nietzsche sandalyesine geri yaslandı, tarağını çıkardı ve bıyığını taramaya başladı. Breuer iyice gerilmişti, patlamak üzereydi.

“Eee Friedrich? Bekliyorum!” Derin bir nefes alarak elini göğsüne bastırdı. “Şuradaki, göğsümdeki baskı burada oturduğum her dakika daha da artıyor. Patladı patlayacak. Akıl yürüterek kurtulamıyorum. Bana nasıl başlayacağımı söyleyin! Kendi kendime sakladığım bir anlamı ben nasıl keşfedebilirim?”

“Siz hiçbir şeyi keşfetmeye ya da çözmeye çalışmayın!” diye karşılık verdi Nietzsche, hâlâ bıyığını tarıyordu. “Bu benim işim! Sizin işiniz yalnızca baca temizlemek. Bana Bertha’nın sizin için ne anlama geldiğini anlatın.”

“Bu konuda yeterince konuşmadım mı? Bertha çöplüğünde daha ne kadar debeleneyim istiyorsunuz? Her şeyi duydunuz; ona dokunmak, onu soymak, onu okşamak, evimin yanması, herkesin ölmesi, Amerika’ya kaçmak. Tüm bu ıvır zıvırı tekrar mı duymak istiyorsunuz?” Hızla ayağa kalkan Breuer Nietzsche’nin sandalyesinin arkasında volta atmaya başladı.

Nietzsche yine ölçülü ve sakin bir ses tonuyla devam etti: “Beni etkileyen şey saplantınızın dayanıklılığı. Kayalığa yapışan bir midyenin direnme gücü var onda. Josef, bir an için, onu yerinden kıpırdatıp altına bakabilir miyiz dersiniz? Derim ki, benim için baca temizlemeye başlayın! Şu soruyla ilgili baca temizliği yapın: Bertha’sız bir yaşam, sizin yaşamınız, nasıl olurdu? Yalnızca konuşun. Mantıklı olmaya çalışmayın, hatta cümle kurmanız bile gerekmez. Aklınıza ne gelirse söyleyin!”

“Yapamam. Kilitlendim kaldım. Sıkıştırılmış bir yay gibiyim.”

“Hiçbir şeye ayak uydurmaya çalışmayın. Gözlerinizi kapayın ve gözkapaklarınızın ardında neler gördüğünüzü anlatmaya çalışın. Bırakın düşünceleriniz istediği gibi aksın, kontrol altına almayın.”

Breuer Nietzsche’nin sandalyesinin arkasında durdu ve sandalyesini sımsıkı kavradı. Gözleri kapalı, bir zamanlar babasının dua ederken yaptığı gibi bir öne bir arkaya sallanarak, yavaş yavaş düşüncelerini mırıldanmaya başladı:

“Bertha’sız bir yaşam; siyah-beyaz bir yaşam, hiç renk yok; pergel-terazi; mezarlıkta mermer taşlar; her şey kararlaştırılmış, şimdiki zaman da, gelecek de; burada olacağım, beni burada bulacaksınız; her zaman! Tam burada, bu noktada, bu doktor çantasıyla, bu giysilerle, günden güne kararan ve kuruyan bu yüzümle.”

Breuer derin bir nefes aldı, sıkıntısı biraz dağılmıştı; oturdu. “Bertha’sız bir yaşam mı? Başka ne var ki? Ben bir bilim adamıyım, ama bilimin rengi olmaz. İnsan, bilimde yalnızca çalışmalıdır, bilim içinde yaşamayı denememelidir. Bir sihre ihtiyacım var -ve ihtirasa, sihir olmadan yaşayamazsınız, işte Bertha’nın anlamı bu, ihtiras ve sihir. İhtirassız bir yaşam; böyle bir yaşamı kim sürdürebilir?” Birdenbire gözlerini açtı. “Siz yapabilir misiniz? Kim yapabilir?”

“Lütfen ihtiras ve yaşamak hakkında baca temizliği yapın,” diye ısrar etti Nietzsche.

“Hastalarımdan biri ebe,” diye devam etti Breuer. “Yaşlı, buruş buruş, yalnız. Kalbi iyi çalışmıyor. Ama hâlâ yaşama hırsıyla dolu. Bir keresinde ona bu hırsının kaynağını sordum. Bana, yeni doğmuş, henüz ağlamayan bir bebeği havaya kaldırmak ile ona yaşam tokadı atmak arasındaki an olduğunu söyledi. O gizemli anda, var olma ve kayıtsız kalma arasında dikildiği anda tekrar yaşama bağlandığını söyledi.”

“Ya siz Josef?”

“Ben de o ebe gibiyim! Gizeme yakın olmak istiyorum. Bertha için duyduğum ihtiras doğal değil, doğaüstü bir şey, bunu biliyorum; ama sihre ihtiyacım var. Siyah-beyaz yaşayamam.”

“Hepimizin ihtirasa ihtiyacı var Josef,” dedi Nietzsche. “Dionysos ihtirası, yaşam demektir. Ama bu ihtiras sihirli ve alçaltıcı olmak zorunda mı? İnsan, ihtirasın efendisi olmanın bir yolunu bulamaz mı?

“Geçen yıl Engadine’de tanıştığım Budist rahibini anlatayım size. Kendince bir yaşam sürüyor. Uyumadığı saatlerin yarısında meditasyon yapıyor ve haftalar boyu hiç kimseyle görüşmüyordu. Günde bir öğünden oluşan çok sade bir yemek düzeni vardı; o da başkalarından aldığı bir yiyecek, hatta yalnızca bir elma da olabilirdi. Ama o elmanın karşısında saatlerce meditasyon yaparak onun iyice kızarmasını, sulanmasını ve tazelik kazanmasını beklerdi. O günün sonuna kadar ihtirasla yiyeceğini beklerdi. Buradaki sorun şu Josef; ihtirastan vazgeçmek zorunda değilsiniz. Ama ihtiras duyacağınız koşulları değiştirmelisiniz.”

Breuer başını sallayarak onayladı.

“Devam edin,” diye üsteledi Nietzsche. “Bertha hakkında, onun sizin için ne anlama geldiği konusunda daha çok baca temizliği yapın.”

Breuer gözlerini kapadı. “Kendimi onunla kaçarken görüyorum. Kaçarken. Bertha kaçış demek, tehlikeli kaçış!” “Nasıl yani?”

“Bertha bir tehlikedir. Ondan önce ben kurallar çerçevesinde yaşardım. Bugün yerleşik kuralların sınırında oynuyorum, belki de o ebenin anlamı buydu. Yaşamımı kaldırıp atmayı, kariyerimden vazgeçmeyi, zina suçu işlemeyi, ailemi yitirmeyi, buralardan göçmeyi, Bertha’yla yeni bir yaşama başlamayı düşünüyorum.” Breuer hafifçe kafasına vurdu. “Aptal! Aptalım ben! Bunu hiçbir zaman yapamayacağımı biliyorum!”

“Ama bu tehlikeli tahterevallinin ucunda sallanmanın sizin için cazip bir yanı olmalı?”

“Cazip bir yanı mı? Bilemiyorum. Buna cevap veremem. Ben tehlikeyi sevmem! Cazip olan bir yan varsa tehlikesi olamaz, sanırım cazip gelen kaçmak, ama tehlikeden değil güvenlik içinde olmaktan kaçmak. Belki de ben fazla güven içinde yaşadım!”

“Belki de Josef, güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan. Tehlikeli ve ölümcül olan.”

“Güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan,” diye mırıldandı birkaç kez Breuer. “Güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan. Güven içinde yaşamaktır tehlikeli olan. Bu çok güçlü bir fikir Friedrich. O halde Bertha’nın anlamı bu mu: Tehlikeli ve ölümcül yaşamdan kaçmak mı? Bertha benim özgürlük arzum mu, zamanın kurduğu tuzaktan kaçışım mı?”

“Belki de sizin zamanınızın tuzağından, şu tarihsel an’ınızdan kaçış. Ama Josef,” diye ciddiyetle ekledi: “O kadının sizi zaman sınırlarının ötesine taşıyacağı gibi yanlış bir fikre kapılmayın! Zaman durdurulamaz: Bu bizim sırtımızdaki en büyük yük. En büyük mücadelemiz de bu yüke rağmen yaşayabilmek.”

Breuer, ilk kez Nietzsche’nin sesindeki filozof tonuna itiraz etmedi. Bu seferki felsefe daha farklıydı. Nietzsche’nin sözlerini nasıl değerlendireceğini bilemiyordu, ama bu kez o sözlerin kendisine ulaştığını, onu etkilediğini biliyordu.

“Emin olun,” dedi, “Benim ölümsüzlük düşlerim yok. Kaçmak istediğim yaşam, bin sekiz yüz seksen iki Viyana tıp burjuvazisinin yaşamıdır. Başkaları benim hayatıma gıpta ediyor olabilir, ama beni korkutuyor. Hep aynı kalmasından ve hep ne olacağını bilmekten korkuyorum. O kadar ki kimi zaman hayatımı bir ölüm fermanı gibi düşünüyorum. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz Friedrich?”

Nietzsche evet anlamında başını salladı. “İlk görüşmemizdeydi galiba, bana migrenli olmanın avantajları olup olmadığını sorduğunuzu hatırlıyor musunuz? Bu iyi bir soruydu. Hayatım hakkında daha farklı düşünmemi sağladı. Peki benim verdiğim cevabı hatırlıyor musunuz? Migrenin beni üniversitedeki profesörlüğümden istifa etmeye zorladığını? Herkes; ailem, dostlar, hatta meslektaşlarım talihsizliğime ağladı ve eminim bu olay tarihe şöyle geçecektir: Nietzsche’nin hastalığı trajik bir biçimde kariyerinin sona ermesine yol açtı. Ama öyle değil işte! Gerçek bunun tam tersi! Basel Üniversitesi’nde ki profesörlük benim ölüm fermanımdı. Beni akademinin o içi boş yaşamına ve geri kalan günlerimi annemle ablamı ekonomik olarak desteklemekle geçirmeye mahkûm etmişti. Ölümcül bir tuzağa düşmüştüm.”

“Ve o zaman Friedrich, migren, büyük kurtarıcınız, size gökten inme bir nimet gibi geldi!”

“Size inen saplantıdan pek farkı yok, değil mi Josef? Belki biz sandığımızdan daha da çok benziyoruz birbirimize!”

Breuer gözlerini kapadı. Nietzsche’ye yakın olmak ne hoş bir histi. Gözleri yaşla doldu; saklamak için başını yana çevirip öksürür gibi yaptı.

“Devam edelim,” dedi Nietzsche duygusuz bir sesle. “İlerleme kaydediyoruz. Bertha’nın ihtirası, gizemi ve tehlikeli kaçışı temsil ettiğini anlayabildik. Başka ne var Josef? Bertha’da gizli başka ne anlamlar yüklü?”

“Güzellik! Bertha’nın güzelliği gizemin önemli bir yanı. İşte, size onun bir resmini getirdim.”

Çantasını açıp bir fotoğraf çıkardı. Kalın camlı gözlüklerini takan Nietzsche resmi daha iyi bir ışıkta görebilmek için pencereye doğru yürüdü. Baştan ayağa siyahlar içindeki Bertha binici kıyafeti giymişti. Üstünde daracık bir ceket vardı: İnce belinden çenesine kadar uzanan çift sıra düğmeler iri göğüslerinin üzerinde zorlanıyordu. Sol eliyle zarif bir biçimde hem ceketinin eteğini, hem de uzun bir at kırbacını tutuyordu. Diğer elinde eldivenleri vardı. Burnu güçlü, saçları kısa ve sadeydi; başına geçirdiği kepi ona kaygısız bir hava vermişti. Gözleri iri ve siyahtı. Kameraya bakma zahmetine girmemiş, uzakta bir noktaya takılıp kalmıştı gözleri.

Nietzsche fotoğrafı geri uzatıp yerine otururken, “Gösterişli bir kadın Josef,” dedi. “Evet, müthiş bir güzelliğe sahip; ama kırbaçlı kadınlardan pek hoşlanmam.”

“Güzellik,” dedi Breuer, “Bertha’daki anlamın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Bu güzellik beni kolayca esir ediyor. Pek çok erkekten daha kolayca sanırım. Güzellik bir gizem. Nasıl anlatacağımı bilemiyorum, ama bir kadın bedeninde göğüs, kulak, iri kara gözler, burun ve dudakların, özellikle dudakların belli oranlarda bir araya gelmesi, beni adeta dehşete düşürüyor. Bu çok aptalca gelebilir, ama neredeyse böyle kadınların insanüstü güçleri olduğuna inanıyorum!”

“Ne yapmak için?”

“Bu çok aptalca!” Breuer elleriyle yüzünü sakladı. “Yalnızca baca temizleyin Josef. Kendinizi yargılamayı bırakın ve konuşun! Ben, sizi yargılamayacağıma söz vermiştim!” “Bunu sözcüklere dökemiyorum.”

“Şu cümleyi bitirmeye çalışın: ‘Bertha’nın güzelliği karşısında hissettiğim şey…’ “

“Bertha’nın güzelliği karşısında hissettiğim şey… Hissettiklerim… Ne hissediyorum ki? Kendimi yerkabuğunun derinlerinde, varoluşun merkezinde hissediyorum. Tam olmak istediğim yerde duruyorum. Yaşam ya da amaç hakkında soru sorulmayan bir yerde; merkezde, güvenli bir yerdeyim. Onun güzelliği bana sonsuz güven sağlıyor.” Başını kaldırdı. “Görüyorsunuz işte, bunda bir mantık olmadığını söylemiştim!”

“Devam edin,” dedi Nietzsche ağırbaşlı bir tavırla.

“Bir kadının beni ele geçirmesi için bakışlarında değişik bir hava olmalı. Hayranlık dolu bir bakış; şu anda bunu gözümde canlandıra biliyorum; kocaman açılmış, ışıl ışıl gözler, dudaklar yarı gülümser bir halde sevgiyle aralanmış. Adeta şöyle söylüyor… Ah, bilmiyorum…”

“Durmayın Josef, lütfen! Bu gülümsemeyi gözünüzün önünden kaçırmayın! Hâlâ görebiliyor musunuz?” Breuer gözlerini kapayıp başıyla evet dedi. “Size ne söylüyor?”

“Diyor ki: ‘Sana hayranım. Ne yaparsan yap sen harikasın. Ah, sevgilim, kontrolden çıkıyorsun, ama bunu yalnızca çocuklar yapar.’ Şimdi onun başını öteki kadınlara doğru çevirdiğini ve şöyle söylediğini duyuyorum: ‘Ne tatlı değil mi? Müthiş biri değil mi? Onu kollarıma alıp, rahatlatacağım.’ “

“Bu gülümsemeyi biraz daha anlatabilir misiniz?”

“Bana, oynayabileceğimi, ne istersem yapabileceğimi söylüyor. Başımı derde sokabilirim; ama ne olursa olsun o, benim her yaptığıma bayılıyor, bana hayran kalıyor.”

“Bu gülümsemenin geçmişinizde bir yeri var mı Josef?”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Gerilere gidin. Hafızanızda böyle bir gülümseme var mı?” Breuer başını salladı. “Hayır, hiçbir anım yok.”

“Çok çabuk cevap verdiniz!” diyen Nietzsche ısrarlıydı. “Ben daha sorumu bitirmeden siz başınızı iki yana sallamaya başladınız. Araştırın! Kafanızda bu gülümsemeyi görmeye devam edin ve aklınıza başka neler geldiğine bakın!”

Breuer gözlerini kapayıp hafızasını taramaya başladı. “Mathilde’nin yüzünde bu gülümsemeyle oğlumuz Johannes’e baktığını gördüm. Bir de ben on, on bir yaşlarındayken Mary Gomperz adında bir kıza tutulmuştum, onun yüzünde de bu gülümseme vardı! Aynı gülümseyiş! Ailesi bizim oradan taşındığında kendimi çok mutsuz hissetmiştim. Otuz yıldır görmüyorum, ama hâlâ zaman zaman Mary’yi düşünürüm.”

“Başka kimi düşünürsünüz? Annenizin gülümseyişini unuttunuz mu?”

“Size söylemedim mi? Annem ben üç yaşındayken ölmüş. Daha yirmi sekiz yaşındayken, küçük kardeşimi doğururken hayatını kaybetmiş. Güzel bir kadın olduğunu söylerler, ama onu hiç hatırlamıyorum, hiç.”

“Ya karınız? Mathilde’de bu sihirli gülümseyiş var mıydı?”

“Hayır. Bundan eminim. Mathilde güzel bir kadındır, ama gülümsemesinin hiçbir gücü yok benim üzerimde. Bu gülümsemenin on yaşındaki Mary’de olup da Mathilde’de olmadığını düşünmek çok aptalca bir şey. Ama ben böyle hissediyorum işte. Bizim evliliğimizde onun karşısında güçlü olan benim, benim korumam altında olmak isteyen o. Hayır, Mathilde’nin böyle bir sihri yok, nedenini bilmiyorum.”

“Sihir karanlık ve gizem ister,” dedi Nietzsche. “Belki de onun gizemi, on dört yıllık bir evlilikle beraber solup gitmiş olabilir. Onu çok mu iyi tanıyorsunuz? Belki de güzel bir kadınla olan ilişkideki gerçeğe dayanamıyorsunuz.”

“Güzellikten başka bir sözcüğün gerektiğini düşünmeye başladım. Mathilde güzellikle ilgili her unsuru taşıyor. Onda güzelliğin estetiği var, ama gücü yok. Belki de haklısınız, sürekli onunla birlikteyim. Sık sık derinin altındaki eti ve kanı görüyorum. Bir başka faktör de hiçbir rekabetin olmayışı; Mathilde’nin yaşamında hiç başka erkek olmadı. Bu önceden planlanmış bir evlilikti.”

“Rekabet istemeniz beni şaşırttı Josef. Birkaç gün önce, bundan korktuğunuzu söylemiştiniz.”

“Rekabeti hem istiyorum, hem istemiyorum. Hamlarsanız bana mantıklı olmak zorunda olmadığımı söylemiştiniz. Yalnızca aklıma gelenleri söylüyorum. Biraz beklerseniz düşüncelerimi toplayabileceğim: Evet, güzel bir kadında bu gücün olması için başka erkekler tarafından arzu edilmesi gerekiyor. Ama böyle bir kadın fazla tehlikeli, beni yakar bitirir. Belki de Bertha tam ideal bir bileşim, çünkü henüz tam anlamıyla oluşmamış! O, tamamlanmamış, embriyo halinde bir güzellik.”

“Yani,” diye sordu Nietzsche, “onu elde etmek isteyen başka erkekler yok diye mi güvenli?”

“Tam olarak öyle değil. O daha güvenli, çünkü onun içinde bir yerim var. Onu her erkek ister, ama bu rakiplerimle kolayca baş edebilirim. Bertha tamamen bana bağımlı, daha doğrusu bağımlıydı. Yemeğini ben yedirmezsem haftalarca yemek yemeyi bile reddediyordu.

“Doğal olarak, onun doktoru olduğum için hastamın bu tepkisine üzülüyordum. Vah, vah, ne yazık! diyordum. Mesleki açıdan ailesine nasıl kaygılandığımı anlatıyor, ama bir erkek olarak gizliden gizliye; bunu sizden başka kimseye anlatamazdım, zaferimin keyfini çıkarıyordum. Bir gün bana beni düşlediğini anlattığında içim coşkuyla dolmuştu. Onun en gizli dünyasına girmek, başka hiçbir erkeğin kapısına yanaşamadığı yere girebilmek benim için büyük bir zaferdi! Düşlerdeki imgeler asla ölemeyeceğine göre orası benim sonsuza dek yaşayabileceğim bir yer olmuştu!”

“O halde Josef, kimseyle yarışa girmeden yarışmayı kazanmış oluyorsunuz!”

“Evet, bu da Bertha’nın benim için taşıdığı başka bir anlam; güvenli rekabet, kesin zafer. Ama güvenlik taşımayan güzel bir kadın, o başka bir mesele.” Breuer sustu.

“Anlatmaya devam edin Josef. Şimdi aklınıza neler geliyor?”

“Güvenlik duygusu vermeyen bir kadını düşünüyordum, birkaç hafta önce muayenehaneme gelen, Bertha’nın yaşlarında, tam anlamıyla oluşmuş bir güzelliği olan bir kadını, pek çok erkeğin önünde diz çökeceği türden bir kadını. Beni büyüledi, ama aynı zamanda korkuttu da! Onu bekletemeyecek kadar güçsüz kaldım karşısında ve sırası gelmediği halde diğer hastalarımdan önce onu içeri almak zorunda hissettim kendimi. Tıp açısından uygun olmayan bir ricada bulundu benden, onun isteklerine karşı direnmek bana müthiş zor anlar yaşattı.”

“Ah, bu çıkmazı bilirim,” dedi Nietzsche. “En çok arzu edilen kadın en çok korkulan kadındır. Tabii bunun nedeni onun ne olduğu değil, bizim onu nasıl gördüğümüzdür. Çok acı!”

“Acı mı dediniz Friedrich?”

“Asla tanınamayan bu kadın için acı, erkek için de acı. Bu acıyı bilirim.” “Sizin de bir Bertha’nız mı olmuştu?”

“Hayır, az önce anlattığınız hastanız gibi birini tanımıştım, o geri çevrilemeyecek kadın gibi birini.”

Lou Salome, diye düşündü Breuer. Bunun Lou Salome olduğuna kuşku yok! Sonunda ondan söz etti! Dikkatleri kendi üzerinden uzaklaştırmaya istekli olmasa da bu noktayı üstelemekten kendini alamadı.

“Eee, Friedrich o geri çevrilemeyen kadına ne oldu?”

Nietzsche tereddüt etti, sonra da cebinden saatini çıkardı. “Bugün verimli bir konuşma yaptık; kim bilir, belki de bu konuşma her ikimiz için de verimli olmuştur. Ama zamanımız bitiyor ve sizin daha söylemek istediğiniz pek çok şey var. Lütfen Bertha’nın sizin için taşıdığı anlamı anlatmaya devam edin.”

Breuer o anda, Nietzsche’nin ona açılma şansının her zamankinden yüksek olduğunu biliyordu. Belki de hassas bir sorgulamayla istediği her şeyi alabileceği bir aşamadaydı. Ancak Nietzsche’nin, “Durmayın: Şu anda düşünceleriniz akmakta,” sözleriyle yaptığı hatırlatmadan sonra aynı hevesle anlatmaya devam etmekten başka bir şey yapamadı.

“Gizli bir yaşamın, ikili yaşamın karmaşıklığı beni mahvediyor.

Yine de artan bir hızla bunu yaşıyorum. Yüzeysel burjuva yaşamı beni öldürüyor; her şey çok açık, insan sonunun ne olacağını, atacağı bütün adımları rahatça görebiliyor. Bu çılgınca, biliyorum, ama ikili yaşam, ek bir yaşam gibi. İnsana adeta uzatılmış bir yaşam sunuyor.”

Nietzsche başıyla onayladı. “Zamanın yüzeysel yaşam olanaklarını bir lokmada yutabileceğini, ama gizli yaşamın tükenmez olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

“Evet, söylediklerim tam olarak bunlar değildi, ama kastettiğim buydu. Bir başka şey de, belki de en önemli şey, Bertha ile birlikteyken ya da şu anda olduğu gibi onu düşünürken hissettiğim o anlatılamaz duygu. Eksiksiz mutluluk! En yakın sözcük bu!”

“Josef, ben hep şuna inanmışımdır: Bizler arzu edilenden çok arzu etmeye âşığızdır!”

“‘Arzu edilenden çok arzu etmeye âşığızdır!” Breuer bu cümleyi tekrarladı. “Lütfen bana bir kâğıt kalem verin. Bu cümleyi unutmak istemem.”

Nietzsche defterinin arkasından bir yaprak yırttı ve Breuer yazdığı satırı bitirip, kâğıdı katlayarak ceketinin cebine yerleştirene kadar hiç sesini çıkarmadı.

“Bir şey daha,” diye devam etti Breuer, “Bertha yalnızlığımı azaltıyor. Kendimi bildim bileli içimdeki boşluklardan korktuğumu hatırlıyorum. Bu yalnızlığım insanların var ya da yok olmasıyla ilgili bir şey değil. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?”

“Ah, bunu benden iyi kim anlayabilir? Zaman zaman, var olan en yalnız adam olduğumu düşünüyorum. Dediğiniz gibi bunun, insanların varlığı ya da yokluğuyla ilgisi yok, üstelik yalnızlığımı elimden aldıkları halde gerçekten benimle olmayanlardan da nefret ederim.”

“Ne demek istiyorsunuz Friedrich? Sizinle nasıl olmazlar?”

“Benim için aziz olan şeylere değer vermeyerek! Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.”

“Benim yalnızlığımın sizinkiyle aynı olduğundan emin değilim. Belki de ben hiçbir zaman sizin indiğiniz derinliklere inmeye cesaret edemedim.”

“Belki de,” dedi Nietzsche, “Bertha sizi daha derinlere inmekten alıkoyuyor.”

“Daha fazla inmek istediğimi sanmıyorum. Üstelik, yalnızlığımı aldığı için Berthaya minnet duyuyorum. Benim için bir anlamı da bu. Son iki yıl içinde hiç yalnız kalmadım; Bertha, evinde ya da hastanede her zaman benim ona gelmemi beklerdi. Şimdi ise içimde ve hâlâ bekliyor.”

“Bertha’yı kendi ellerinizle yarattığınız bir şey yerine koyuyorsunuz.”

“Ne demek istiyorsunuz?”

“Size yine her zamanki kadar, her insanın mahkûm olduğu kadar yalnızsınız demek istiyorum. Kendi ikonunuzu yapıyor, onun eşliğiyle içinizi ısıtıyorsunuz. Belki siz, sandığınızdan da fazla dine bağlısınız!”

“Ama,” diye karşılık verdi Breuer, “o, bir bakıma her zaman orada. Ya da bir buçuk yıl kadar oradaydı. Kötü de olsa yaşamımın en canlı zamanı oldu. Onu her gün görüyordum, her zaman düşünüyordum, her gece rüyalarımdaydı.”

“Onun orada olmadığı bir zamandan söz etmiştiniz bana Josef, sürekli gördüğünüz o düşünüzde. Nasıldı… onu arıyorsunuz ve?..”

“Korkutucu bir şeyler olduktan sonra başlıyor. Ayaklarımı bastığım yer kayıyor ve ben Bertha’yı arıyorum, bulamıyorum… “

“Evet, bu rüyada çok önemli bir ipucu olduğuna eminim. Meydana gelen o korkutucu olay neydi, bastığınız yerin açılması mı?”

Breuer evet anlamında başını salladı.

“Josef, neden o anda Bertha’yı aramak zorundaydınız? Onu korumak için mi? Yoksa onun sizi koruması için mi?”

Uzun bir sessizlik oldu. Breuer, kendisini toplamak için başını iki kez geriye savurdu. “Devam edemeyeceğim. Bu çok tuhaf, ama artık aklım durdu. Kendimi hiç bu kadar yorgun hissetmemiştim. Daha öğlen bile olmadı, ama günlerdir durmadan çalışmış gibi hissediyorum kendimi.”

“Ben de öyle. Bugün zor bir gün oldu.”

“Ama bence iyi iş çıkardık. Şimdi gitmem gerek. Yarın görüşürüz Friedrich.”

Irvin D. Yalom
Nietzsche Ağladığında
Çevirmen: Aysun Babacan
Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz