İkinci kata yeni bir kiracı taşındı. Kiracıların taşınması kolay oldu da, eşyalarının taşıması bir hafta sürdü. Bilirsiniz ya, şimdiki apartmanlar, bizim eski evlerimiz gibi değil. Aynı apartmanda oturup da birbirlerini tanımıyan, selamlaşmayan komşular bile var. örneğin, iki yıldanberi yanımızdaki apartmanda oturan sarışın kadının randevuculuk yaptığını, evinin basıldığını, ancak gazetelerde okuduktan sonra öğrendik.
Üst katımıza taşınan yeni kiracıları da tanımıyordum. Bir sabah Kapıdan çıkarken, irikıyım bir adam, şapkasını göbeğinden aşağıya kadar indirip, aşırı nezaketle selam verdi. Ben de selam verdim, geçecektim.
Bendeğiz, Mümin Ekrem Ozaner, dedi.
Cevap vermeme fırsat bırakmadan devam etti:
üst gatımza daşınan kiracı bendeğizim. Bir ahşam buyurun da sohbet idelim. Deşrifinizi irica iderim. Teşerrüf ettik, danıştığımıza çok memnin oldum.
Biz Mümin Beyle ayaküstü böyle tanıştık. Akşam, hizmetçisi geldi,
Beyfendi buyursunlar, diyor, dedi.
Özür dilerim, misafirim var!…
Ondan sonra her akşam Mümin Bey’den çağrı gelmeye başladı. Evlerine gitsek iyi eğleneceğiz ama, bizim eve de onu çağırmak gerekecek. Bizde oturacak dört tane kazık gibi kahve iskemlesinden başka bişey yok. Elin yabanisine rezil mi olacağız?… Ama her akşam, her akşam o kadar ,çok çağırdı ki, gitmesem, tutup kolumdan zorla evine sokacak sanki…
Bir akşam, yemekten sonra gittim. Modem ev eşyası sergisine benzeyen salonu size anlatmayayım. Buzdolabı, elektrik süpürgesi, pikap, çamaşır makinesi, düdüklü tencere, teyp, mikser denilen karıştırıcı ve daha bunlara benzer bisürü eşya bir fuar pavyonunda olduğu gibi salonda yerlerini almışlar. Mümin Bey, beni çalışma odasına aldı. Şaşırdım kaldım, duvardaki raflar kitaplarla dolu. Demek insan yanılıyor, dedim içimden… Ben bu Mümin Ekrem Bey’i, sonradan görme bir hacıağa sanmıştım.
Bendeğiz entelegtüvel möhiti severim, dedi.
Biraz dili kaba ama, ne çıkar!…
İşini sordum.
Ticaret yapıyorum… dedi.
Mümin Bey, bana kendi şiirlerini okudu.
Nasıl buldunuz? diye de sordu.
Güzel!..,
Ben güzel dedikçe Okudu. şiirden hikayeye geçti.
Hekayelerim taha da gozeldir, dedi
Arkadan piyeslerine geçti. Artık bunalmıştım.
Konuyu değiştirmek için, elimi kitap raflarına attım. Bunca yıl yazar okurum, böyle zengin bir kitaplığım olmadı.
Mümin Bey,
Gördüğünüz bötün kitaplar hedayadır, dedi.
Yaa!.. Kim hediye etti?
Bötün möelliflerle, maherrilerle tanışırıh…
Hepisi ehbabımdır. Eğsük olmasınlar, hatırımı sayarlar, onlar virdi…
Büsbütün şaşırdım
Falih Rıfgı’yı tanıyoğuz mu? diye sordu.
Adını duydum, dedim.
Bir kitap çekti:
işte onun hedayası…
Kitabı elime aldım Falih Rıfkı’nın «Zeytin Dağı».
Hele ohu, başına ni yazmış?
ilk sayfada şunlar yazılıydı:
«Sayın Bay Mümin Ekrem kardeşime, dostluğumuzun hatırası olarak takdim kılındı. Falih Rıfkı…»
Falih Rıfkı böyle «olarak», «kılındı» diye yazı yazmaz ama, kimbilir!…
Şo da Reşat Nööri’nin hatırası…
Çalıkuşu… «Mümin Beye hürmetlerimle… Reşat Nuri.»
Bendeğiz ticaretle maşgulüm emme, bütün üdebayman dostumdur.
Bir kitap daha uzattı:
Bu da Rööşen Eşiref Beyin…
Kitabın üstündeki adamın yazısını kendisi okudu:
«Gardaşım Möömin Beye, en derin hürmetlerimin gabulü ricasıyla… Rööşen Eşiref önüaydın.»
Yakup Kadri’nin Yaban’ı… Halide Edip’in Sinekli Bakkal’ı… Hepsinde yazarların el yazılarıyla Mümin Ekrem’e adanmış. Arada, rafları dolduran kıtıpiyoz kitaplar var. Onlar da adama yazılı. Kitapları karıştırırken, bir zamanlar bir takmaadla yazdığım kendi romanımı görmiyeyim mi! Hemen kapağını çevirdim, onda da kitap şu yazıyla adanmış: «Pek muhterem Mümin Ekrem Beyefendiye…
Hürmetkarınız Haşan Yektaş.»
Birden tepem attı.
Bu Haşan Yektaş’ı da tanır mısınız? dedin?.
Danışıklığımız olmasa, heç kitabını imzalar da hedaye ider mi canım?… Daha geçen günü buradaydı.
Karısı, bilgiçlik taslamakta hiç de kocasından aşağı kalmıyordu. Kocasına bir üstünlüğü de vardı; güzel İstanbul ağzıyla konuşuyordu.
Bir akşam yemekten sonra beni yine evlerine kahve içmeye çağırmışlardı. O sıkıntılı havadan kurtulmak için,
Büyük şairimiz Tevfik Fikret’i tanır mısınız? dedim.
Karısı, Mümin Bey’den önce atılıp,
Aaa, hiç tanımaz olur muyuz! Kendisini pek severiz. O da bizi çok sever. Sıksık bizim eve yemeğe gelir. Benim yaptığım zeytinyağlı dolmalara bayılır… dedi.
Eh artık, bunları karıkoca iyice bozmanın sırası gelmişti. Alaylı alaylı gülerek,
Aman Hanımefendi, siz ne söylüyorsunuz kuzum, Tevfik Fikret öldü… dedim.
Ben, ikisinin de utanacaklarını sanıyordum. Ama kadın bu kez de,
Yaaa!.. Boşuna değilmiş, ,çoktanberi bize gelip gitmiyordu… dedi.
Kocası,
Ben de neden bizim evden ayağı kesildi, hiç gelmiyor diye merak edip duruyordum. Demek ölmüş ha! Vah vah vah! diye döğündü.
Ben o zaman,
Tevfik Fikret öleli, elli yılı geçti… dedim.
Bu sözüm üzerine kısa bir süre sessizlik oldu.
İkisi de şaşırıp birbirlerine baktılar. Bu bocalamaları ancak bikaç saniye sürdü. Kadın hemen toparlanıp,
Allah Allah!.. Zaman ne de çabuk geçiyor, daha dün gibi… demesin mi!
Hiç sesimi çıkarmadım. Bir zaman daha Mümin Bey’in tıraşını dinledim. Ayrılırken,
Yarın akşam bize beklerim, buyurun!., dedim.
Irahatsız iderim!.. dedi.
Gerçekten de sıcağı sıcağına ertesi akşam rahatsız etti. Ben herifi utandırmak için hazırlığımı yapmıştım;. Kahveler içildikten sonra,
Benim sizinki kadar kitabım yok ama, benimkileri de yazarları bana imzalamışlardır, dedim.
Çok gozeeel!.. Ne kitaplarığız var?
Raftan Ahmet Vefik Paşa’nın Molyer çevirilerini aldım. Mümin Beye uzattım.
Okuyun bakalım, Ahmet Vefik Paşa bana ne yazmış?
Kitaptaki ithafı okudu:
«Sevgülü Haşan Bey oğlumuza .. Ahmet Vefik.»
Bu Ehmet Vefig Paşa, üçüncü Golordu Kumandanı mıydı?
Cevap yerine, belki anlar da utanır diye, Naima Tarihinin bir cildini çektim, raftan.
Bakın Naima ne yazmış?
«Nişanei muhabbet olmak üzere, eseri acizanem takdim kılındı. Hürmetkarınız ve muhibbi hassınız Naima kulunuz.»
Herifin yüzüne baktım. Düşünceye dalmıştı. Herhalde yediği haltı anlamış, iyice utanmış olacaktı. Düşündü, düşündü:
Senin bu Naim Ağa didiğin adam, iş Hanm da gayfe üzerine ithalat yaptı mı?
Sesimi çıkarmadım. Ağzımı açsam, kendimi tutamayacağım, herifi yukarıdan aşağı sıvayacağım.
Ve leekin, sizde heç tanınmış şahsıyyatuı asarından yoh!.. dedi.
Elimi çevirilere attım, Faust çıktı.
Goethe var! dedim. O da bakın, bana verdiği kitabına şunları yazmış: «Hasancığıma.»
Kimin eseri didin? diye sordu.
Goethe’nin…
Elini şakağına dayadı,
Gote . Gote… Gote… diye bikaç kez tekrarladıktan sonra,
Bildim, dedi, bu herif bi zamanlar Doç tomofillerinin acantası değel miydi?
Hani kaatiller ifade verirlerken, işledikleri cinayeti bir yere dek anlatırlar da. «Ondan sonrasını hatırlamıyorum!..» derler ya ben de ondan sonra kendimi kaybetmişim, ne yaptığımı bilmiyorum. Bir de baktım, karakoldayım. Elimde parça parça olmuş Shakespeare’in bir cildi vardı. Mümin Ekrem Bey, eli yüzü tırmık, sıyrık içinde bir koltuğa oturmuş,
Davacıyım! diyordu.
Komiser bana,
Ne oldu? Anlatın!., dedi.
Elimdeki kitabı uzattım. Kitabın başında, Shakespeare’in resmi vardı.
Komiser,
Kim bu sakallı herif? diye sordu.
Şekspir!..
Ya!.. Demek ecnebi?..
İngiliz!..
Ne iş yapar?..
Şair. .
Nerede oturur? Siz bu adamı ne münasebetle tanıyorsunuz?.. Çabuk adresini söyleyin!..
Mümin Bey’e döndüm,
Allah rızası için beni tut, zaptet!., diye yalvardım.
Komiser, odadaki iki polise döndü
Bu işlere biz karışmayız, bunları siyasi şubeye götürün! dedi.
Aziz Nesin
Edebiyat Meraklısı