Eğer hafızama güvenebilseydim Sait için söyleyeceklerimi çok daha sonraya saklardım. Hâtıraların durulanı durur. Tortusu dibe çökerdi. Bundan bir ay evvel Sait’le konuştuğumuz şeyleri yazmak, bana henüz meyveye vurmuş bir dalı, körpe bir tomurcuğu koparıyormuşum duyusunu veriyor.
Sait deyince aklıma gelenleri gelişigüzel sıralamak istiyordum. Sait deyince aklıma çakıl taşları geliyor. Yer yer çok diri renklerle donanmış, kimisi serin, kimisi ılık, kimisi ayağı kavuracak kadar kızgın çakıl taşları! Yalnız Büyükada’nın en tenha kıyılarında rastlanan dört beş metre denizin dibinde göz kamaştıran kocaman çakıl taşları.
Sonra Amerikan filmlerinde gördüğümüz yüzü çilli, kınalı, perçemleri perişan, üstü başı toz toprak, yama içinde on iki on üç yaşlarında Allah’ın belası bir çocuk. Dediği dedik, kestiği kestik.
Daha sonra o çocuğun babası yaşında yanı çizgileri o çocuğa benzeyen ölesiye yorgun, ölesiye bezgin, kocaman ellerinin damarları mavi mavi dışarı fırlamış, kocaman postalları çok uzun bir yolculuğun kahrını çekmiş, oturduğu yere gömülmüş, bastığı yere çakılmış, aksi mi aksi, ters mi ters, ağır mı ağır bir işçi. Dokunsan, ya ağlayacak yahut ana avrat küfür edecek. Ağlamak mı dedin? Ne münasebet! Ağlayana karı derler. Erkek kısmı ağlamaz. Ya ne yapar? Küfür eder.
— Yahu. Bak hava ne kadar güzel.
— Havanın da…
— Gazeteyi okudun mu?
— Gazetenin de…
— Senden bahsediyorlar ama.
— Edenin de…
İki üç ay oluyor. Yanılmıyorsam Müşerref Hekimoğlu onu bizim Beyoğlu’ndaki atölyede yakalamış, bir anket sor(g?)usuna çekmişti. Sorular oldukça belâlı şeylerdi:
— Bu sene çıkan şiir kitapları, hikâyeler, romanlar arasında en çok sevdikleriniz?
Sait, hiç düşünmeden:
— Ben bu sene hiç kitap okumadım. Ne kitap, ne makale hiçbir şey okumadım.
Gazeteci arkadaş şaşırdı:
— Nasıl olur? İmkânı yok, öyle şey olur mu?
— Bal gibi oluyormuş işte. Ben bu sene hiçbir şey okumadım.
Söz döndü dolaştı. Eleştirme üstünde karar kıldı. Sait o günlerde çıkan bazı yazılara fena halde içerlemişti. Eleştirme üstüne neler düşündüğünü uzun uzadıya anlatırken son aylar içinde bu konuda neler yazılmışsa hepsini okuduğu meydana çıktı. Ona hep bir ağızdan:
— Hani sen beş dakika evvel bu yıl hiçbir şey okumadığım söylemiştin? deyince Sait’in keyfi kaçtı.
Okumuyorum filân diyordu ama birkaç gazeteyi edebiyat dergilerimizi okuyor ve her nedense okumamış gibi davranıyordu. Aynı günlerde çeşitli dergilerde hem resimlenme hem yazılarıma sataşan yazılar çıkmıştı:
— Sana fena çatıyorlar, diyor, tatlı tatlı gülüyordu. Sonra:
— Ne istiyorlar bu ….lar bizden? Eleştirmeciler üzerine söylediklerini dergilerden birinde aynen yazdı.
Aynı günlerdeydi. Cumhuriyet’te çıkan yazılarım için:
— Oğlum, yazarken gözünü dört aç. Vallahi çakı gibi gençler var. Pusu kurmuş bekliyorlar. Öyle sallapati cümleler döktürme. (Bir cümle söyledi ama ne yazık ki unuttum.) Böyle cümleler yüzünden başına belâ açacaksın.
Bu sözü desteklemek için olacak bir gün atölyeye üç dört genç getirdi. Bunlardan birisi Galatasaray’ın son sınıfındaymış. Fransızcadan çok sağlam tercümeler yapıyormuş. Cumhuriyet’te çıkan yazılarımın birisinde: Bu yıl bereket senesi dediğim için fena halde numaramı kırmış. Niçin “bu yıl bereket yılı” dememişim de “bu yıl bereket senesi” demişim.
Genç arkadaş konuşurken Sait sinsi sinsi gülüyor, ara sıra:
— Ben sana demedim mi? Ayıkla pirincin taşım! der gibi bana bakıyordu.
Sait’e ne zaman Beyoğlu’nda rastlasam:
— Görülecek film var mı reis? diye sorardım. Sinema meraklısı olduğunu bildiğim için, gördüğüm filmlerin en güzellerini ona borçluyum.
Çoğu zaman:
— Hepsi birbirinden bok, der geçerdi.
— Japon filmini gördün mü Sait?
— Gördüm ama hiç sarmadı. Galiba yarısında uyuyuvermişim.
— Amma yaptın ha! Harika bir filmdi.
— Ne harikası birader uyudum işte.
O gün çok yorgun, çok bitkin olmalı. Bu film Sait’i uyutacak filmlerden değildi.
Hani bazı ressamlar vardır. Resimlerini şöyle rastgele, kalenderce, gelişigüzel yapmışlardır, dersiniz. Eserlerinde en ufak bir titizlik, aşırı bir itina sezilmez. Öyle resimler ki herkese:
A… A… Bu kadarını ben de yaparım yahu! dedirtir. Ve bu yüzden başımıza bir sürü amatör çıkartırlar.
Bu, gelişigüzel resimlerin peşine takılır, o ressamın hayatını incelersiniz, bir de bakarsınız ki o kolaylığın altında, o kalenderliğin, o sallapatiliğin altında domuzuna bir gayret, kahredici bir sabır, şaşırtıcı bir inat saklıdır. Ressam o gevşekliği, o başıboşluğu, o yumuşaklığı, uysallığı çok uzun, çok zahmetli etütlere borçludur. Sait’in yazılarındaki o canım kolaylık, o kendiliğinden akış, o kalenderlik de öyle bir kalenderlikti. Şöyle bir çırpıda döktürdüğü yazısı olacağını pek sanmıyorum.
Beş altı sene oluyor. Bana bir hikâyesini verdi:
— Şunu bir oku bakayım. Neşredecektim. Vazgeçtim. Bir türlü içim rahat değil bundan.
Hikâyeyi okudum. En sağlam yazılarından birisiydi. Bir hafta sonra, okuduğumu ve hiçbir yerine takılmadığımı söyledim. Sait:
— Onu bir daha yazacağım, dedi.
— Peki bendeki müsveddeler?
— Müsveddelere boş ver. Ben yazdığımı beğenmezsem olduğu gibi müsveddeleri atar, yeniden yazarım, dediğini gayet iyi hatırlıyorum.
Aradan.ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Ama müsveddesi hâlâ bende olan hikâye çıktı. Adı “Dört Zait” olan bu hikâyeyi (kitapta mı, bir dergide mi?) gördüğüm zaman müsveddeleri aradım. Perişan kâğıtlarım arasında bulamadım. Aradaki farkı müthiş merak ediyordum. Çok acayip bir tesadüfle bu müsveddeyi evvelki gün bir resim defteri arasında buldum. Ne kadar sevindiğimi tasavvur edemezsiniz. Fakat ne yazık ki hikâyenin birinci sahifesi yoktu. İkinci sayfadan başlayarak, kitaptaki hikâye ile karşılaştırdık; yalnız yedi sekiz cümlede bazı kelimeler değişmişti. Bana verdiği müsvedde el yazısı ile olduğuna göre hikâyeyi oturup yeni baştan yazmış olması lâzımdı. Ara yerde başka bir müsvedde var mıydı? Eğer dediği gibi aynı hikâyeyi yeni baştan yazmışsa aradaki kardeşlik şunu açıklıyordu: Sait, hikâyesinin bütün cümlelerini, bir şiir yapısı gibi ezberliyordu. Hiç olmazsa sayılı bir zaman içinde hikâyesi son virgülüne kadar kafasında hazırdı.
Böyle olmasa bile bendeki müsvedde bir, kitapta çıkan iki, ilk hazırlık müsveddeleri üç… Sait’in bir hikâyeyi nasıl yavaş yavaş pişirdiğini açıklıyordu.
Sait’in mesleğini ne kadar ciddiye aldığını, yaptığı işe hiç metelik vermiyormuş gibi davranmasının ne demek olduğunu ilk defa “Yaprak” dergisi çıktığı günlerde anladım. Yanılmıyorsam Oktay Rifat, Yaprak’ta, Sait’e serçe parmağı ile küçük bir fiske atacak olmuştu. Oktay, Sait’in değerli bir yazar olduğunu belirttikten sonra, “Ne olurdu biraz kımıldasa, biraz da başka konulara el atsa” gibi bir şeyler yazmıştı. Vay efendim vay! Bu yazı Sait’i küplere bindirdi. Ve aklımda kaldığına göre Oktay’ın bu yazısına gayet sert, belâlı, kırıcı bir yazı ile yanıt vermişti. Halikarnas Balıkçısının kabul etmediği, fakat işgüzar bir delikanlının ille de söyledi diye dayattığı bir çift söz yüzünden çok sevdiği Balıkçı’ya da zehir zemberek bir yazı ile cevap vermişti.
Hele şu son seneler içinde, eserine yan gözle bakanlara, ufak tefek imalarda bulunanlara hatır gönül dinlemeden veryansın ediyordu.
Onun bu hali yavrularına sataşılmış büyük ve yırtıcı bir kuşu andırıyordu. Nerde o kalender, uysal Sait; nerde bu eserini son virgülüne kadar savunan titiz, belâlı Sait.
Bizim Sait’le arkadaşlığımız perişan, derbeder, rastgele bir arkadaşlıktı. Üç dört senedir bizi bir araya toplayan atölye perşembelerine kadar arkadaşlığımız tamamıyla Allah’a emanetti. Yazın ara sıra Burgaz’daki evine giderdik. Gece yatısına kaldığımız olurdu. Annesini çok yakın bir akrabamız gibi sever ve sayardık. Son üç dört sene içerisinde arkadaşlığımıza çekidüzen veren muhakkak Mercan Usta olmuştu. Küçük bir kalabalık tarafından sevilen, aranan, kendi halinde, alçakgönüllülüğün ta kendisi olan bir halk sanatkârı… Hani şu ayakkabı boyacılarının kutularını bir çırpıda donanmaya çeviren, mısır-buğday gibi patlatan, bahan sırtlanmış ağaçlar gibi deli divane eden, elleri dert görmeyesi usta… İkimiz de bu ve buna benzer halk sanatkârlarının delisiydik.
“Gün Ola Harman Ola” hikâyesini ilk neşrettiği zaman bana ithaf etmişti. Bu yazıyı delicesine seveceğimi gayet iyi biliyordu. Kitabında böyle çıkmayınca sordum. Sait gözlerini açtı:
— Namussuzum ben çıkarmadım. Yaşar Nabi’nin dalgınlığı, dedi.
“Son Kuşlar”ı atölyeye getirdiği gün, masamın üstünde kitaplarımdan bir tanesini aldı:
— Bedava mal yok oğlum. Kitap veririm, kitap alırım. Çak bakalım şuraya bir imza.
Ben kitabımı ona yazarken o da bana “Son Kuşlar”ı imzalıyordu. Birbirimizin yazdığından tamamıyla habersizdik. Açıp baktığımız zaman ikimiz de bir ağızdan bağırdık:
— Mercan Usta!
Aynı şeyi yazmıştık. Canım Sait! Hayatımda en çok iftihar edeceğim şeylerden birisi de bu olacak: Okuduğum yazıların en güzellerinden birisinin kapı komşusu olmak.
Kaynak: Varlık
Sait’ten Hatıralar Bedri Rahmi Eyüboğlu
Haziran 1954, 407. Sayı Derleyen: Adil İzci