Daha önce, hayatım boyunca Türkiye İşçi Partisi’nden başka ne gizli ne de açık bir partiye girmediğimi söylemiştim. Geçenlerde, 1990 yılında bir derginin benimle yaptığı röportajda eski bir TKP üyesi olarak tanıtıldım. Halbuki, ben bu partinin kayıtlı üyesi olmadım. Ancak İstanbul’a ilk gelişimden sonra, Nazım Hikmet de dahil, aşağı yukarı tüm Türkiye komünistleri ile tanıştım ve onlarla arkadaşlık ettim. Mesela, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Reha İsvan, Rıfat Ilgaz, Kemal Sülker, Hikmet Kıvılcımlı, Sabahattin Ali, Mihri Belîi, Sadun Aren, Rasih Nuri İleri, Adnan Cemgil, Nihat Sargın gibi daha sayamadığım birçok arkadaşla tanışmıştım. Ancak, bu arkadaşlarla aramızda daima fikir ayrılığı vardı. Tabii bu ayrılığımız Kürt meselesi üzerineydi.
Bu konuda söylenenler, Türkiye’de solcu olmanın zaten başlıbaşma ağır bir külfet getirdiği, buna bir de Kürt sorunu eklenirse bu işin altından çıkılamıyacak kadar zorlaşacağı; şayet bir gün muvaffak olunursa, zaten sosyalist bir Türkiye’nin kurulmuş olacağı ve haliyle de Kürtlere haklarının verileceği biçiminde bir düşünceye dayanıyordu. Ben ise, bu arkadaşlara, Kürt sorunun Türkiye’nin temel sorunu olduğunu, daha baştan bu sorun ele alınmazsa, başka hiçbir sorunun çözülemeyeceğini ve aynı zamanda dinamik Kürt milli potansiyelinin kazanılamayacağını savunuyordum. Hatta şaka yollu, “Sittinsene İstanbul meyhanelerinde komünist edebiyatı yapar durursunuz” derdim.
Ama denebilir ki, “Peki, senin fikirlerini benimsemeyen bu adamlar ile ne diye ilişkilerini sürdürdün?” Ne yapabilirdim? Türkiye’nin diğer tüm politik kanatlan faşist ve Kürt davasında düşmanca bir ortaklık içindeydiler. Turancılar, Kemalistler aynı fikirdeydiler. Hiç olmazsa bunlar, doğru-yalan, “İleride kazanırsak, haklarınızı veririz” diyorlardı. Yani hiç olmazsa, gaspedilen haklarımızın varlığını kabul ediyorlardı.
Denecek ki; “Sen iyi kötü bir toprak ağası çocuğusun. Mardin bölgesinde halkın beynini yıkayan ve hükümetten de destek alan mantar gibi türeme şeyhler vardır ve üstelik ilkel bir Eski Mağara’da büyümüşsün.. Kürtçü olmuşsun, ama ne diye sağcı bir Kürt milliyetçisi değil de solcusu olmuşsun? ”
Bu soruya şöyle cevap verilebilir. 1962 yılında YÖN ve Barış dünyası dergilerinde birçok Kürtçü arkadaşların etkinlikleri nedeniyle MİT müsteşarı General Ziya Selışık yayınlaması amacıyla YÖN dergisine bir yazı yollamıştı. Türk solcularına bir nevi gözdağı vermeyi ve onlara bir yerde yol göstermeyi amaçlayan bu yazıda, resmi otoritenin görüşünce, okuyan her Kürdün komünist olarak kabul edildiği, Avcıoğlu ve arkadaşlarının bundan bir şey anlayamayacakları dolaylı bir biçimde söylenmeye çalışıyordu.
İyi bir milliyetçiliktir ki beni solculuğa itmiştir. Çünkü şu anda bile esir milletler ancak sosyalizm sayesinde kurtulurlar.
Öte yandan, bir de insanın siyasi ve ahlaki meşrebine tesir eden etkenler vardır. Benim çocukluğum, memleketimde kan, zulüm ve vahşet içinde geçti. Muhakkak daha o zamanda Avrupa’da hayvanları koruma örgütleri vardı ve faraza bir at arabasının yükünü ağırlaştıran sahibine müdahale ediliyor ve cezalandırılıyordu. Ama biz Kürtlerin, elin hayvanları kadar değeri yokta. Gerçi şimdi de yoktur ama, o vakit Kürtleri öldürmenin adı, ‘temizlemek’ti. Bu zulüm o denli yaygın bir biçimde işlenmişti ki, artık Kürtler de bunu doğal bir şey olarak görüyordu. Zannediyorlar ki, hükümetin görevi Kürtleri öldürmektir. Kürtler, hükümetten zulümden ve ölümden başka bir şey görmemiştir. Ben bunları çocukluk hatıralarımda anlatmaya çalışmıştım. Burada, Mahatma Gandi’nin bir sözünü elli sene geçmesine rağmen hatırlar ve rehber bilirim. Hindistan 1947’de özgürlüğüne kavuşunca, Gandi bir okulda, “Gençler, siz bizden daha şanslısınız. Çünkü bundan sonra namuslu bir hava içinde büyüyeceksiniz” demişti. Ama işte ben, yukarıda anlattığım hava içinde büyümüştüm, solcu olmayıp da ne olacaktım!?
İ937, 1959, 1963 ve diğer bir sürü tezgahtan geçtikten sonra baktık ki, Türkiye’de, ‘eh’ bir sol parti, yani İşçi Partisi kurulmuş. Tüzüğünü okudum. O zamana göre zararsız buldum ve partiye girdim. Partinin genel merkezi o vakit İstanbul’daydı. Partiye gelince, hiç yadırgamadım. Genel başkan, daha talebeliğimden teri hürmet ettiğim, Zincirli Hürriyet dergisinin sahibi, devletler hukuku doçenti M. Ali Aybar’dı. İdareciler de Behice Boran, Sadun Aren ve diğer tanıdık arkadaşlardı. Parti bir enstitü gibiydi. Üyelerimizi eğitiyorduk. Haftanın sayılı günlerinde çeşitli konularda seminerler düzenliyorduk. Ben “Kürt sorunu”nu üstlenmiştim. Verdiğim seminerler, hocalarımız M.Ali Aybar, Bellice Boran ve diğer arkadaşlarca beğeniliyordu. Böylece 1965 yılma geldik. O yıl seçim vardı.
Seçim Kanununda ‘milli bakiye’ diye bir kural bulunuyordu. Bu kurala göre, bir partinin tüm Türkiye’de aldığı oylar toplanıyor ve bir milletvekilinin aldığı oylar oranında partinin gene! oylarından o adaya oy transferi yapılarak, milletvekili seçilmesi mümkün oluyordu. Belki söylemesi palavra gibi gelebilir ama, hakikaten ben faşist bir ülke parlamentosunda üye olmak istemiyordum. Ama bir gün Tank Ziya Ekinci, Nihat Sargın ve diğer partili arkadaşlar bana geldiler. Bütün karşı koymalarıma rağmen ısrarlarını sürdürdüler ve Mardin’den liste başına geçmemi rica ettiler. Ben hapisten yeni çıkmıştım, param yoktu ve hiçbir yerden de para kabul etmiyordum. Tam o sırada Brîna Reş adlı piyesim İsveç’te tercüme edilmiş ve bir ressam, tasvir ettiğim perde sahnelerinden etkilenmiş, yaptığı tabloların satışından bana da, daha önce bahsettiğim gibi, Şahap Balcıoğlu vasıtasıyla üçbinbeşyüz lira tutarında bir para göndermişti. Ben de işte bu para ile seçime girdim.
Seçimden iki ay önce Nusaybin’e gittim. Hiç alışmadığım ve her zaman tenkit ettiğim, Türkiye’deki burjuva partilerinin nümayişleri benzeri bir kalabalıkla Nusaybin’in tüm havalisi beni karşılamaya tren istasyonuna geldi. Her zaman Ankara’dan gelen devlet büyüklerim Haydarpaşa garında karşılayan ve beni tiksindiren merasimlere benzettiğimden, böyle bir işe girdiğim için kendimden nefret ettim. Omuzlara alındım. Alkışlardan, zartlı zurtlu nutuklardan sonra köyüme giderek çalışmalara başladım.
Halka, daha önce Türkiye İşçi Partisi’mn “Komünist, kötü bir parti” olduğu yaydırılmış. Halk beni bu partinin adiyi olarak görünce, ailemden ötürü şaşırmışta. Yolumuzun İşçi Partisi yolu olduğunu halka kabul ettirdim. Doğal olarak, herhalde tercüman vasıtasıyla akrabam, aşirim ve hemşehrim Mardinliler ile konuşmayacaktım. Bütün konuşmalarım! Kürtçe olarak yapıyordum. İşler oldukça ümit verecek bir biçimde gidiyordu. Öyle ki, Mardin valisi seçimden çok önce, milletvekili diye beni tebrik edecekti.
Ancak bir gün, İşçi Partisi Diyarbakır teşkilatından, acele bir biçimde oraya gitmemi isteyen bir mesaj aldım. Diyarbakır TİP teşkilatına Tarık Ziya Ekinci hakimdi. Partiye gittim, halk beni coşku ile karşıladı. Ancak Tarık’ın suratı çok karışıktı. Bir aralık ikimizin başbaşa kalmasını temin etti. Dedi ki, “Musa Ağabey, gerçi biz , ‘Mardin’de seçim olmayacak ve siz liste başı olacaksınız’ diye söyledik. Ama Parti önseçime karar vermiş.” Zaten o zaman Mardin ilinde partinin teşkilatı yalnız Derik kazasında vardı. Meğer Derikli hemşerilerimi de bana rey vermemeleri için ikna etmişler. “Peki kiminle, önseçime gireceğim?” diye sordum Bunun üzerine Tank Ziya Ekinci, “Sen ve Canip Yıldırım ile birkaç fakir fukara” dedi. Ben deliye döndüm. Tarık, bunun üzerine çekindi ve “Bugün son gündür. Ancak sabaha kadar vakit var. Sen de git Nasaybin ve Cizre’de yirmi kişilik bir örgüt kur. Ön seçimde Canip kazanmaz, sen kazanırsın” dedi. Ben daha da sinirlenmiştim. Dedim ki, “Arkadaş, benim böyle bir fikrim yoktu. Sen geldin beni bu yola koydun. Canip, otuz senedir benim çok sevdiğim, temiz bir arkadaşımdır. Ben nasıl delegelere, ‘Canip’e oy vermeyin, bana verin ben daha iyiyim’ derim?.” Bunu şiddetle reddettim. Sabahleyin seçim kuruluna ve Mardin valiliğine birer telgraf çekerek, Türkiye İşçi Partisi’nden değil, bağımsız olarak seçimlere gireceğimi bildirdim.
Akrabalarım, ileride param olduğunda bedelini vermek şartıyla bana bir jip hediye ettiler. Köy köy dolaşıyoruz ve halk bana büyük bir ilgi gösteriyordu. Canip’in durumu hiç içaçıcı değildi. Zaten dediklerine göre; Doktor Tank Ziya Ekinci, Canip’i Diyarbakır’da başından atmak için bu senaryoyu kurmuştu. Seçim yapıldı. Arkamda yirmiye yakın MİT ve emniyet arabası dolaşıyordu. Gittiğim her yere benden sonra onlar giriyor, halkı tehdit edip bana oy vermeleri durumunda büyük zararlar göreceklerini söylüyorlardı.
1965 seçim mezbahasında da yazılıdır; tüm Türkiye’de seçime katılan hiçbir TİP adayı benim kadar oy alamadı. Öyle yerler oldu ki, demin, de sözünü ettiğim ‘milli bakiye’ sayesinde üç-dört bin oyla millet vekili oldular. Ama ben on bin oy aldım ve dört bin oyum da iptal oldu. Eğer TİP’in bana yaptığı bu oyun olmasıydı, milletvekili seçileceğim gibi, artan reylerim sayesinde bir-iki milletvekili daha çıkarılabilinecekti.
Tam da seçim sırasında Ankara Hava Kuvvetleri Mahkemesi benim mahkumiyetimi ve Çanakkale’de sürgünümü ilan etti. Türk basını da aleyhimde geniş bir propaganda yaptı. Güya ben, Irak hududunda bir kıta Barzani peşmergesini teftiş etmiş, Kürtçe olarak, “Nasılsınız peşmergeler?” demişim. Onlar da, “Sağol” demişler ve komutanları da, “Emrinizdeyiz” diye tekmil vermiş.. İşte bizim 1965 seçimleri böyle geçti.
Ama yine de TİP ile olan ilişkimi kesmedim. 1971 tutukluluğuna kadar bu ilişkim sürdü.
Doğu Dergisi
Çanakkale sürgününden dönmüştüm. “Kara Yara” adlı Kürtçe piyesim yüzünden mahkemeye gidip geliyordum. Türkiye İşçi Partisi ile ilişkim vardı. Hemen her gün Kürt ve Türk solundan gençler de evime geliyorlardı. MİT’in bir raporunda evim için deniyordu ki, “Musa Anter’in evi Kürdistan’ın İstanbul’daki elçilik binasıdır sanki”. Avrupa’dan, Amerika’dan Leningrad’taki Şark Ulusları Enstitüsü’nden ve Erivan Kürt Enstitüsü’nden bana sık sık kitap ve broşürler geliyordu. Kısaca, Suadiye Emin Ali Paşa caddesindeki 10/1 numaralı evim emniyeti hayli meşgul ediyordu.
Aslında Türkiye için hiç kötü bir niyetim yoktu! Ama Yılmaz Güney, Hüseyin Cevahir, Ömer Ayna ve Deniz Gezmiş’in de bana gelmeleri, idareyi büsbütün zıvanadan çıkarıyordu. İşte bu sıralarda olacak, aslı Dersimli olan, Dersim soykırımı sonrasında ailesi sürgün edilmiş, kendisi Mersin’de büyümüş Mehmet Güneş Şahiner adlı bir genç bana geldi. Eğer ben kendisine yazı ile destek olmayı kabul edersem, Doğu davası ile ilgili aylık bilimsel bir dergi çıkarmak istediğim söyledi. Ben, böylesi bir dergi sol bilimsel olursa bu teklifini kabul edeceğimi söyledim. Kendisinin niyeti de oymuş; anlaştık.
Birinci sayıyı 1 Aralık 1969’da çıkardık. O zaman Mihri Belli, Millet Gerçeği konulu bir sorun üzerine Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde bir konferans verdi. Bunun üzerine tutuklandı. Bu konuşmayı dergimizde yayınladık. Yazının ilk paragrafını buraya almak isterim.:
“Gerekli devrimci adımları atarak tam bir ulusal gelişme olanaklarına kavuşan bir Türkiye’de etnik toplulukların durumu ne olacaktır? özellikle Kürt meselesi nasıl çözüme bağlanacaktır?”
Yazı; bu soruların cevabı ve 1888’den beri Nehri Şeyhi Şeyh Ubeydullah’ın isyanından başlayarak Ortadoğu’da Kürtlerin Milli Mücadele tarihini özetliyordu.
Aynı nüshada, “Doğu Neden Geri Bırakılıyor?” başlıklı bir yazıyı Rasih Nuri İleri’den aldım. Bu yazının da, bir fikir vermesi açısından özetini buraya almak istiyorum:
“…Atatürk devrimi emperyalizmin bu ateş çemberini bir an için yarmışsa da, pek kısa bir tarih süreci sonunda tekrar geriye, dünya emperyalizminin ağna düşme utancını ülke olarak tattık.
“Doğunun geri kalmışlığının, çifte sömürünün nedenlerini kavrayabilmek için bu tarihsel oluşumu doğru bir şekilde değerlendirmemiz gerekir.”
Yazının ilerisi bu isteğin izahıydı.
Ben, “Kürt Dili Üzerine” başlıklı bir yazı yazdım. İleride çıkacak kitabımda bu yazılara da yer vermeyi düşünüyorum.
Dergimiz, gerçi çelimsizdi ama enerjikti. Çıkarabildiğimiz tüm sayılar anında kapışılıyordu. Şuna da işaret edeyim ki, o güne kadar Türk Sol’unun hiçbir ileri gelen yazarı Kürt sorununu kaleme almamıştı. Bu, ilk defa DOĞU dergisinde oluyordu.
Derginin ikinci sayısında Kürt sorunu konusunda Leninist çözümler ileri sürülüyordu, Lenin’in bir portresi ile şöyle bir yazı yayınlamıştık:
“Ezilenlerin ezenlere; sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesini dünyada ilk kez olarak, bir sosyalist devleti kurmakla sonuçlandıran, Rusya’nın devrimci proletaryasının büyük önderi, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin örgütçüsü, büyük öğretmen, yiğit devrimci V.l. Lenin’dir.”
Türkiye’de Kürt sorununa ilk defa sosyalist bir açıdan yaklaşım bu dergiyle başladı. Dergiye bir yandan Kürt-Türk sol ileri gelenlerinin tebrikleri geliyor; diğer yandan da tüm Kürt coğrafyasından yüzlerce takdir, teşekkür ve beraberlik mesajları alıyorduk. Ancak derginin kapağında, ‘Yaşasın Kürt-Türk Kardeşliği’ spotuna hükümetin tepkisi gecikmeyecek ve Ocak ayında çıkan ikinci sayısından sona, dergi kapatılacak, yazı işleri müdürümüz M. Güneş Şahiner tutuklanacaktı. Bundan bir süre sonra, İstanbul’daki işçi hareketi bahane edilerek ben de tutuklandım. Ankara’ya götürüldüm. Daha sonra Diyarbakır İşçi Partisi idarecileri olan Avukat Canip Yıldırım ile Doktor Tarık Ziya Ekinci de getirildi.
1990