Polisiye kitaplarda en az merak ettiğim şey, katilin kim olduğudur. Beni, hayatta olduğu gibi, kitaplarda da, işin aramakla geçen kısmı ilgilendirir…
Polisiye yazarlarının bir bölümü, adliye muhabirliği ya da benzeri gazetecilik deneyimlerinden, polis teşkilatının kimi kademelerinden geliyorlar. Hayatın başka bir yüzüyle fazla karşılaşmış, suç ve suçlular çevresine ilişkin başka tür kara bilgiler biriktirmiş oluyorlar. Edgar Allan Poe ve Dostoyevski’den bu yana, iyi edebiyatçıların, suçun, gerilimin dünyasına.duydukları ilginin, insan doğasını anlama ve aydınlatmada hayli zenginleştirici bir yanı olduğu biliniyor.
Hayatın ve insan ruhunun karanlık sokaklarında dolaşırken, başka yerlerde mümkün olmayan karşılaşmalar sunuyor size bu kitaplar. Birçok yüksek edebiyat yaptığını sanan yazarın beceremediği kurgu ustalıkları, anlatım oyunları, kişilikler portföyü de cabası…
Suç ve Gerilim
Suç Ve Gerilim Yaptıkları bazı açıklamalarda, “Ben polisiye ve bilimkurgudan hiç hoşlanmam” ya da “Bestseller gibi çöplüklerle zaman yitirmem,” diye burun kıvıran yazarlara imrenirim doğrusu. İlgi alanları daraldıkça, yorgunluklarının azalacağını, iş verimlerinin artacağını, harcama listelerinden birkaç kalemin eksileceğini, yapılacak onca önemli iş varken, sabahlara kadar gözleri aka aka abur cubur denilen şeyleri okudukları için suçluluk duymayacaklarını düşünürüm. Sanki onlar, yazmaları gereken her şeyi zamanında yazıyor, kendilerine ve okurlarına verdikleri sözleri zamanında yerine getiriyorlarmış da, bizler sürekli okul kırıp, kaytarıyormuşuz gibi gelir bana.
Hemen örnekleyeyim, tahmin edebileceğiniz gibi, onca işini varken ve yapmam gerekenler akkor olmuş beni beklerken, şu sıralar başıma kimin musallat ettiğini çıkaramadığım Michael Connelly adlı Amerikalı bir yazarın, her biri 500 sayfa tutan ve 10 sayfa okuduğunuzda elinize yapışan külçe romanlarını ardı ardına bitirmeye çalışıyorum. Birçok yabancı yazarın Türkiye’de başına gelen Connelly’nin de başına geliyor, kitaplarının Altın Kitaplar, İnkılâp ve Epsilon Yayınları arasında yağmaya uğramış gibi parçalanması, sistemli bir biçimde yayımlanmasını ve bir yazar olarak macerasının takibini güçleştiriyor. Connelly, birçok polisiye yazarı gibi iki çeşit kitap yazıyor, bir serbest serüvenlerden oluşan bağımsız kitapları -Şair ve Kan Bağı örneklerinde olduğu gibi-, meraklıları için önem taşıyan göndermeler yüzünden zamandizisel yayımlanmış olmaları gerekirken, böyle olmuyor; Bir de Harry Bosch adındaki detektifinin serüvenlerini konu alan kitapları var; ki detektif kitapları, her ne kadar kendi içinde bağımsız da olsalar, türün meraklılarının öncelikleri açısından dünyanın birçok yerinde tarih sırasıyla yayımlanırlar. Nitekim, bu yazının yazıldığı dönemde Harry Bosch dizisinin The Black Echo ve The Black Ice gibi ilk kitapları yayımlanmadan, sonrakiler arasından karışık bir yayım programı izleniyor. Meraklı okur, bu kitapları zamandizisel olarak okumadığından, detektifin önceki maceralarına ilişkin kimi çağrışımları, zihinsel sıçramaları, olay bağlantıları ve göndermeleri boşlukta kalıyor.
Çeviri özensizlikleri, yayınevlerinin de bu türe yalnızca para getirişi diye baktıklarının bir göstergesi. Uzun uzadıya örnekleyecek değilim, yalnız, ciddi bir editörlük uygulayan bir yayınevinin kitaplarında, “Sinirlerine yargıç olmak” gibi bir tümceye yer vermeyeceğini, ya da Amerika’daki bir hapishaneye ilişkin bir konuşmada, “Kim bilir içeride ne erkek fatmalıklar yaptı?” gibi alaturka deyişler kullanmayacağını biliyorum. Ne yazık ki, kitapları parlak sürprizler ve kurgular içeren Patricia Cornwell çevirilerinin de çoğu başarısız. Yayınevleri, bu türün en azından iyi örneklerinin, yalnızca olay kurgusunu takip eden ya da katilin kim olduğunu merak edenlerce okunmadığını artık bilmek durumundalar.
James Ellroy, Amerikan anlatı geleneğinden ciddi bir biçimde yararlanan ve dönem atmosferi kurmakta usta olan bir yazar. Siyah Dalya adlı kitabı, bir aralar, Remzi Kitabevi’nde editörlüğünü yaptığım “Çilek” amblemli koleksiyon için listemdeydi, sonradan Nisan Yayınlan bastı, çok da iyi etti. Ama, Ellroy’un Los Angeles dörtlemesinin yalnızca bu ilk kitabını yayımlayıp, arkasını getirmedi. Yakın zamanlarda seyrettiğimiz, Curtis Hanson’ın yönettiği, başrollerinde Russel Crowe, Guy Pearce, Kim Basin-ger ve Kevin Spacey’in oynadığı Los Angeles Sırları adlı film, yazarın bu dörtlemede yer alan bir kitabının uyarlamasıyd:. Yazarın dört kitapla birden inşa etmeye çalıştığı suç ilişkilerinin karanlık örgüsüyle betimlediği Los Angeles kentinin gizemli silueti, yayımlanan her yeni kitapla birlikte, yavaş yavaş ortaya çıkarak, bir öncekini gündeme getirebilirdi. Yayınevlerinin, yazarları konusunda ısrarcı ve kararlı olmaları; yazarların “takıntılarının” okurlarca kavranmasına ve benimsenmesine zaman tanımaları gerektiğini düşünürüm. Biraz da kara türün bir özelliğidir bu; Örneğin, Patricia Highsmith’i ya seversiniz, ya sevmezsiniz, ama severseniz, benim gibi tiryakisi olursunuz. Onun, Tom Ripley dizisini oluşturan kitaplarının yanı sıra, Kara Ayrıntı’dan çıkan Baykuş Çığlığı, Merhameti Ertelemek ve Tatlı Hastalık benim gözdelerimdir. Bunlar suç ve gerilim kitapları olmakla kalmazlar, aynı zamanda iyi edebiyattırlar.
Bütün Simenon’lan bir dizi olarak basmak güzel bir rüyaydı. Nisan Yayınlan, başlatmış olduğu Simenon dizisini sonuna kadar götürebilseydi, mutlu olacaktım. Ben, yayıncılığın biraz da böyle rüyalar görmek olduğunu düşünenlerdenim. Galiba bu konuda okurdan yeterli desteği görmedi. (Simenon’un, Metis Yayınlarından, Bilge Karasu çevirisiyle çıkan Bella’nın Ölümü adlı kitabının polisiye sevmeyenlerce bile, mutlaka okunması gereken kitaplardan biri olduğunu söylemeliyim.) Hemen her kitabı filme alınmış olan, kara edebiyatın başanlı yazarı Jim Thompson’ın, iki kitabının basılmasıyla başlayan dizinin de arkası gelmedi. Stephan Frears’ın yönettiği, başrollerinde Angelica Houston, John Cusack ve Annette Bening’in oynadığı Grifters’m, başarılı bir uyarlama olduğunu düşünürüm. En azından ben, Nisan Ya-yınlan’nın bu dizisiden, bu filmin romanını bekledim doğrusu.
Ruth Rendeli, polisiye kitaplarını iki ayrı adla yazan, büyük ölçüde klasik İngiliz anlatı geleneğine sadık bir yazardır. (Aşk romanlarını da başka adlarla yazıyor.) Doğan Kitap, Rendell’ın Barbara Vine adıyla yazdıklarını art arda basarken, nedense Ruth Rendeli adıyla yazdıklarından uzak durmuştu başta, sonradan onları da yayımladı. “Çilek” amblemli diziden benim bir tarihte yayımladığım Taştan Hüküm adlı kitabı yalnızca bir polisiye kitap olarak değil, okuma yazma korkusu üzerine metafor düzeyinde kurduğu ürpertici atmosferle ciddi bir edebiyat kitabı olarak da okunabilir. Rendell’ın da her zaman yakalayamadığı parlaklıktaki bu kitaptan, Claude Chabrol’un yaptığı, başrollerinde Isa-belle Hupert ve Sandrine Bonnaire’in oynadıkları Seremoni filmi, bence ne yazık ki kitabın içini tamamen boşaltan başarısız bir uyarlamaydı.
Söz polisiyelerden açılmışken, takıntıları, zekâsı ve esprisi ile benim gözde yazarlarımdan biri olan Sue Grafton’ı anmadan geçemeyeceğim. Sue Grafton’ın kitaplarına sürekliliğini veren şeylerin başında, başkahramam olan kadın detektifi bir ahbap gibi sevmeniz ve onu merak etmeniz geliyor kuşkusuz. Polisiye roman yayımlama konusundaki ısrarından hoşnutluk duyduğumuz Oğlak Yayınları’na, Grafton’ın, A’dan L’ye kadar getirdiği dizisinin, M’de kesintiye uğramış olmasının sevenlerini üzdüğünü belirtmek isterim. Klasik tattaki Lawrence Block kitaplarından, Ölmenin Sekiz Milyon Yolu ile Mezartaşları Arasında Gezinti adlı kitapların “Matthew Scudder” dizisinin parlak örnekleri olduğunu düşünüyorum. Aynı yazarın “hırsız”lı diğer dizisi de çok sevimli. Lillian Jackson Braun’un “kedi’li polisiyeleri, hem kedi severler, hem polisiye sevenler için ağızda hoş bir tat bırakan kitaplar; yazık ki, onların da sayısı az.
Ben, kadın polisiye yazarlarını özel bir ilgiyle izlerim; İngiliz olan sinema ve edebiyattan da ayrıca hoşlanırım. Bu yüzden, İngiliz kadın polisiye yazarlarını neredeyse “doğal nedenlerle” severim. Val Mc Dermid’den de ayrı bir keyif alıyorum doğrusu. Yüzlerce kez okusam da, tipik bir İngiliz evinde geçen bir beş çayı sahnesi bile beni yeniden tavlamaya yeter. Aslında, okur olmanın genel doğrularından biridir bu: Eğer bir türü özel bir ilgiyle seviyorsanız, o türdeki kitaplara karşı çok daha hoşgörülü ve sevecen olursunuz. Bu arada İngiltere’de Agatha Christie’nin tahtının varisi diye görülen P. D. James’ın neden yalnızca benim bir tarihte yayımladığım iki kitabıyla kalıp ardının getirilmediğinide merak ediyorum doğrusu.
Ayrıntı Yayınlan’nın, Hüseyin Boysan yönetimindeki “Kara Ayrıntı” dizisi, tutarlı, nitelikli ve “stili olan” bir program uyguluyor. Michel del Castillo’nun Şairin Ölümü -Yazarın Can Yayınlarından çıkan Karar Gecesi adlı kitabıyla birlikte salık veririm- ile Robert van Gulik’in Çin Gölü Cinayetleri, dizinin iyi kitaplarından. Bu dizi, son olarak ünlü ingiliz yazar Julian Bar-nes’ın, Dan Kavanagh adıyla yazdığı polisiyeleri yayımlıyor. Renkli diyaloglar, canlı betimlemeler içeren, zekice yazılmış bu kitaplar, detektifinin “biseksüel” oluşunun kazandırdığı renk ve olay zenginliğiyle, kendini diğer birçok detektifli kitaptan ayırıyor. Kahramanı olan Duffy’nin, suç takibi için girdiği karanlık çevrelerin maço havasıyla, kendi çiftecinsel kimliğinin yarattığı çatışma, hatta yakalamak için peşinden koştuğu katillerden hoşlanma olasılığının kazandırdığı gerilim, polisiye kurgusunda zaten var olan “kaçan-kovalayan” kutupsallığına ek olarak, ikincil bir gerilim hattı yaratarak, erkek dünyasını sorgulamaya yönelik ipuçları taşıyan farklı bir derinlik boyutu kazandırıyor Dan Kavanagh kitaplarına.
Can Yayınları’nın polisiye dizisi arada bir çıkan düzensiz dergilere benziyor. Diğer dizilerinde kitapçı tezgâhlarına fırın küreğiyle kitap yetiştirirlerken, polisiye konusunda nedense tutuk bir tutumları var. Ben gene de Jakob Arjouni’nin kitaplarını zevkle okuduğumu söylemeliyim. Dashiel Hammett’ın polisiye klasiği sayıldığını artık bilmeyen yok, arkasını getirmelerini isterdim. (Yazık ki, bir diğer klasik örnek Raymond Chandler kitapları da pek az dilimizde.) Dizinin en iyi kitabının, Minette Walters’in Heykeltıras’ı olduğunu düşünüyorum. Eh gene kadın! Gene İngiliz!
Metis Yayınlan’nın Leo Malet’nin “Kara Üçleme”si, mutlaka okunması gereken gerçek bir klasik… Aynı zamanda anarşist olan bir polisiye yazarının, sağlam bir sınıf bilgisiyle baktığı karanlık bir dünyadan, suçun doğası üzerine söz aldığı acıtıcı gerçeklikte, yalınlıkla derinliğin birleştiği usta işi romanlar bunlar.
Kara roman türünün bütün özelliklerini taşımakla birlikte, zengin bir insani öz içeren has edebiyat örnekleri…
Aslında bu açıdan bakacak olursanız, doğrudan polisiye yazmadıkları halde, Iris Murdoch’tan, Ian Mc Ewan’a varana dek, birçok yazarın kitaplarının dokusuna suç ve gerilim edebiyatının anlatı geleneğinin işlemiş olduğunu görürsünüz.
Türlerin iç içe geçmesiyle ya da disiplinlerarası yardımlaşmanın çeşitlendirdiği anlatım zenginlikleriyle biçimlenen günümüz kitapları, tek boyutlu okuma yapılan olmaktan çıkıyorlar. Kim, Anne Rice’ın vampirli kitaplarının, yalnızca, gotik vampir hikâyelerinin günümüzdeki devamları olduğunu söyleyebilir? Bu anlamda Rice benzeri örnekleri çoğaltabilirsiniz.
Polisiye yazarlarının bir bölümü, adliye muhabirliği ya da benzeri gazetecilik deneyimlerinden, polis teşkilatının kimi kademelerinden geliyorlar. Hayatın başka bir yüzüyle fazla karşılaşmış, suç ve suçlular çevresine ilişkin başka tür kara bilgiler biriktirmiş oluyorlar. Edgar Allan Poe ve Dostoyevski’den bu yana, iyi edebiyatçıların, suçun, gerilimin dünyasına.duydukları ilginin, insan doğasını anlama ve aydınlatmada hayli zenginleştirici bir yanı olduğu biliniyor.
Hayatın ve insan ruhunun karanlık sokaklarında dolaşırken, başka yerlerde mümkün olmayan karşılaşmalar sunuyor size bu kitaplar. Birçok yüksek edebiyat yaptığını sanan yazarın beceremediği kurgu ustalıkları, anlatım oyunları, kişilikler portföyü de cabası… Yalnızca heyecan, merak, gerilimin yeniden üretilmesiyle aldığınız haz nedeniyle değil, başka disiplinlerin sunmadığı farklı düzeyde hayat bilgisi servisi yaptıkları için de okunuyorlar. Kara edebiyat yaygınlaştıkça, yukarıda saydıklarıma yeni yazarlar, yeni kitaplar eklenecektir elbet.
Kolay inanılır değil ama, son olarak şunu söylemek isterim: Polisiye kitaplarda en az merak ettiğim şey, katilin kim olduğudur. Beni, hayatta olduğu gibi, kitaplarda da, işin aramakla geçen kısmı ilgilendirir. Dünyanın o sırada nasıl görüldüğü, o gerilimin kazandırdığı bafaş farkının, hayatı size nasıl izlettirdiğidir. Bu kitaplar içinse, mutlu son, suçlunun ya da katilin yakalanmasıdır. Aşk filmlerini ve romanlarını düşünün. Onlar için mutlu son nedir? Çiftlerin kavuşmaları, evlenip, mutlu bir yuva kurmaları değil mi? Bundan sonrasının anlatılacak hiçbir yanı olmadığını yazarlar da, okurlar da çok iyi bilirler; çünkü, çok sıkıcıdır. Siz hiç evlendikten sonrasının mutlu günlerini anlatan bir aşk romanı okudunuz mu?
Cinayetler de evlilik gibidir. Sonrasının önemi yoktur. Zaten hayat bitmiştir.
22 Mayıs 2001
Bir Kutu Daha