MİLAN KUNDERA: VEDALARDA BAŞARISIZ OLAN, KAVUŞMALARDAN BÜYÜK BİR ŞEY BEKLEYEMEZ

Minnet duygusu, sadece zayıflığın, bağımlılığın bir başka adı değil miydi?

Aklı tamamen ertesi günkü randevusunda olan Irena o cumartesiyi, bir karşılaşma öncesindeki bir sporcu gibi sakin geçirmek istiyor. Gustaf kentte, öğlende tatsız bir iş yemeği var ve akşam da evde olmayacak. Irena yalnızlığından yararlanıyor, uzun uzun uyuyor ve annesiyle karşılaşmamaya çalışarak, daha sonra da evden çıkmıyor; annesinin zemin katından gelen gidiş-gelişleri ancak öğlene doğru kesiliyor. Sonunda şiddetli bir kapı çarpılması duyulup da, annesinin dışarı çıktığından emin olunca, aşağı iniyor, mutfakta gelişigüzel bir şeyler yiyor ve o da dışarı çıkıyor.

Kaldırımda, büyülenmiş gibi kalakalıyor. Sonbahar güneşinin altında küçük villaların serpiştirildiği bu bahçeli semt yüreğini burkuyor ve onu uzun bir geziye davet ediyor. Yurtdışına gidişinden önceki son günlerde bu kente, sevdiği bütün sokaklara veda etmek için, böyle uzun ve düşüne düşüne yürümeyi arzu ettiği aklına geliyor.

Onun çıktığı yerden, Prag iki yanı ağaçlarla çevrili dar sokaklarıyla, sakin semtlerden geniş yeşil bir kuşak: onun bağlı olduğu Prag bu, merkezdeki görkemli Prag değil: geçen yüzyılın sonunda doğan Prag, Çek küçük burjuvazisinin Prag’ı, kışın inişli çıkışlı yollarında kayak yaptığı, çocukluğunun Prag’ı, etraftaki ormanların günbatımında gizlice o hoş kokularım yaymaya başladıkları Prag.

Hülyalara dalarak yürüyor; birkaç saniyeliğine Paris beliriyor gözlerinin önünde, ilk kez düşman gribi: geniş caddelerin o soğuk geometrisi. Champs-Klysees’nin kibri; Eşitlik ya da Kardeşliği temsil eden dev taş kadınların asık suratları ve hiçbir yerde, bu sevimli samimiyetten tek bir renk, burada soluduğu bu mutluluktan tek esinti yok. Zaten, bütün göçmenliği boyunca, kaybettiği ülkesinin bu görüntüsünü bir amblem gibi içinde saklamıştı; vadilerle bezeli bir toprak üzerinde göz alabildiğine uzanan bahçeler içindeki küçük evler. Paris’te kendini buradakinden daha mutlu hissetmişti, ama gizli bir güzellik bağıyla sadece Prag’a bağlıydı. Bir anda bu kenti ne kadar çok sevdiğini ve buradan ayrılmanın o sırada ona ne kadar acı vermiş olması gerektiğini anlıyor.

O hummalı son günleri hatırlıyor; işgalin ilk aylarındaki kargaşa içinde ülkeden ayrılmak kolaydı ve dostlarıyla hiç korkmadan vedalaşabiliyorlardı. Ama hepsini göremeyecek kadar azdı zamanlan. Zaman sıkışıklığı yüzünden, hareketlerinden iki gün önce eski bir arkadaşlarını ziyarete gittiler ve bekâr olan bu arkadaşlarıyla duygulu birkaç saat geçirdiler. Du adamın onlara karşı uzun zamandan beri böylesine ilgi göstermesinin nedeninin, polisin Martin’i ispiyonlamak için onu seçmesi olduğunu ancak çok geç, Fransa’da öğrendiler. Ülkeden ayrılmadan bir-gün önce, habersizce bir kız arkadaşının kapısını çalmıştı. Onu başka bir kadınla bir tartışmanın ortasında yakaladı.

Tek kelime etmeden, uzun bir süre, onu ilgilendirmeyen bir konuşmada hazır bulunmak zorunda kaldı; bir jest bekledi, yüreklendirici bir cümle, bir veda sözcüğü; boşuna. Gideceğini unutmuş olabilirler miydi? Yoksa unutmuş gibi mi yapıyorlardı? Yoksa artık o varmış, yokmuş, umurlarında mı değildi? Ya annesi. Ayrılık ânında, annesi onu öpmemişti. Martin’i öpmüştü, ama onu öpmemişti. Sıkı sıkı, Irena’nın bir omzunu tutmuş ve çınlayan sesiyle ahkâm kesmişti: “Biz duygularımızı sergilemeyi sevmeyiz!’ Sözcükler, erkekçe bir mertlik taslıyordu, ama buz gibiydiler. Şimdi bütün bu vedaları (sahte vedalar, yapma vedalar) hatırlarken kendine şöyle dedi: vedalarda başarısız olan kavuşmalardan pek büyük bir şey bekleyemez.

İşte iki-üç saattir bu yeşillikli mahallelerde yürüyor. Prag üstlerinde, küçük bir parkı çevreleyen korkuluğa geliyor: buradan şatoyu arkadan görüyorsunuz, gizli köşeden; bu, Gustafın varlığından bile haberdar olmadığı bir Prag; ve aynı anda, genç kızlığında onun için değerli olan isimler üzerine doğru koşmaya başlıyor. Macha, ülkesinin bir su perisi gibi sisler arasından sıyrıldığı dönemin şairi, Neruda, yoksul Çek halkının masalcısı; Voskovec ve Werich’in şarkıları, o daha bir çocukken ölen babasının o çok sevdiği, otuzlu yılların şarkıları; Hrabal ve Skvorocky, ilkgençliğinin romancıları ve altmışlı yılların nasıl da özgür, edepsizce mizahlarıyla nasıl da neşeli vc özgür küçük tiyatro ve kabareleri, bu ülkenin dile getirilemeyen parfümü bu, yanında Fransa’ya götürdüğü tinsel özü.
Parmaklığa dayanarak şatoya bakıyor: oraya çıkması için on beş dakika yeterli. Kartpostalların Prag’ı, çıldıran tarihin, üzerinde sayısız yara izleri bıraktığı Prag, turistlerin ve fahişelerin Prag’ı, çok pahalı olduklarından, Çek dostlarının adım atamadıkları restoranların Prag’ı, projektörlerin altında döktüren dansöz Prag, Gustafın Prag’ı oradan başlıyor. İçinden, kendine o Prag kadar yabancı başka hiçbir yer yok diye geçiriyor. Gustaftown, Gustafville. Gustafstadt. Gustafgrad.

Gustaf: onu görüyor. Çizgileri pek iyi bilmediği bir dilin donuk camların arkasında silikleşmiş ve kendi kendine şöyle diyor, neredeyse sevinerek: böylesi iyi, çünkü hakikat nihayet ortaya çıktı. Onu anlamak ve onun tarafından anlaşılmak için hiçbir ihtiyaç hissetmiyor. Onu sırtında Kafka is barn in Prag diye yırtınan tişörtüyle şen şakrak görüyor ve bedeninde gemlenemez bir sevgili bulma arzusunun yükseldiğini duyuyor. Hayatının şu anki halini yamayla onarmak için değil. Ama onu tepeden tırnağa değiştirmek için.

Çünkü o erkeğini hiçbir zaman kendi seçmedi. O hep seçilen oldu. Martin’! sonunda sevdi, ama başlangıçta o, annesinden kurtulmak için bir fırsattı. Gustafla olan macerasında, özgürlüğü bulduğunu sanıyordu. Ama bunun Martin’le olan ilişkisinin bir çeşitlemesi olduğunu şimdi anlıyor; o kendisini üstlenemeyeceği çok zor koşullardan çekip çıkarmak için uzatılan bir ele tutunmuştu.

Minnet duygusuna yatkın olduğunu biliyor: bununla hep en büyük erdemi olarak övünmüştü; minnet emrettiğinde, bir aşk duygusu itaatkâr bir hizmetçi gibi koşa koşa geliyordu. Martin’e içtenlikle bağlıydı, Gustaf a içtenlikle bağlıydı. Ama bunda gururlanacak ne vardı? Minnet duygusu, sadece zayıflığın, bağımlılığın bir başka adı değil miydi? Şimdi istediği, hiçbir minnet duygusu olmaksızın aşk! Ve böyle bir aşkın bedelinin cüretkâr ve çok tehlikeli bir eylemle ödenmesi gerektiğini biliyor. Çünkü, aşk hayatında, asla cüretkâr olamadı, hatta bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyordu.

Birden, yüzüne rüzgâr çarpmış gibi oldu: eski göçmenlik düşlerinin, eski sıkıntıların hızla geçişi: koşarak etrafını saran ve bira kupalarını havalara kaldırarak, hain hain gülerek onun kaçmasını engelleyen kadınları görüyor; başka kadınların, tezgâhtarların üstüne saldırdığı, ona vücudunda deli gömleğine dönüşen bir elbise giydirdikleri bir mağazada.
Uzunca bir an parmaklığa dayanıp kalıyor, sonra doğruluyor. İçi, gideceğinin kesinliğiyle dolu, artık bu kentte kalmayacağının, ne bu kentte, ne de bu kentin ona hazırlamakta olduğu hayatta.

Yürüyor ve kendi kendine eskiden yapamadığı veda yürüyüşünü nihayet bugün gerçekleştirdiğini söylüyor; nihayet, bütün kentlerden daha fazla sevdiği ve kendi hayatını hak etmek için, bir kez daha pişmanlık duymadan kaybetmeye hazır olduğu kente Büyük Veda’sını yapıyor.

Milan Kundera
Kaynak:Bilmemek
Fransızca’dan çeviren: Aysel Bora

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz