Burjuvazi, egemen olduğu yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkileri yok etti. İnsanı doğal üstlerine bağlayan çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, duygusuz “nakit ödemeden” başka hiçbir bağ bırakmadı. Sofuca bağnazlığın; şövalyece coşkunun, darkafahca hüznün kutsal ürpermelerini bencil hesabın buz gibi soğuk sularında boğdu. Kişisel vakarı değişim değerine indirgedi ve benimsenmiş ve kazanılmış sayısız özgürlüklerin yerine vicdansız bir ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve politik kuruntularla peçelenmiş sömürünün yerine açık, utanmaz, dolaysız, amansız sömürüyü koydu. Burjuvazi şimdiye kadar sayılan ve sofuca bir korkuyla bakılan bütün uğraşları kutsal görünüşlerinden [sayfa 134] soydu. Hekimi, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını, kendi ücretli işçileri haline getirdi.
Burjuvazi aile ilişkisinin dokunaklı-duygusal peçesini yırttı ve onu katışıksız para ilişkisine döndürdü.
K. Marks-F. Engels, Manifest der Kommunistischen Partei,
Marks-Engels, Werke, Band 4, Berlin 1959,
Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, s. 112-113.
Liberal ekonomi, ulusal-toplulukları çözüştürerek düşmanlığı genelleştirmek, böylece insanlığı yırtıcı hayvanlar -rakipler bundan başka nedir?- herbirinin çıkarı bütün öbürlerinkinin aynı olduğu için, yalnız bunun için birbirini yiyen bir hayvanlar sürüsü haline getirmek için elinden geleni yaptıktan sonra, bu önçalışmadan sonra ona amaca ulaşmak için yalnız bir adım atmak, aileyi çözüştürmek kaldı. Bunu başarması için, ona, kendi güzel buluşu, fabrika sistemi yardım etti. Ortak çıkarların son izleri, ailenin mal ortaklığı, fabrika sistemiyle silindi ve -hiç değilse burada, İngiltere’de- şimdiden silinip çözülme halindedir. Çocukların, çalışabilir hale gelir gelmez, yani dokuz yaşma basınca, ana-baba evlerini yalnızca bir pansiyon olarak görmeleri ve ana-babalarına beslenme ve barınma için belirli bir ödemede bulunmaları tümüyle gündelik bir şeydir. Başka türlü nasıl olabilir? Ticaret özgürlüğünün temelinde yattığına göre, çıkarların yalıtılması başka ne sonuç verebilir? Bir ilke bir kez harekete geçirilirse, işletmeciler hoşlansalar da hoşlanmasalar da, kendiliğinden işleyerek bütün vargılarına ulaşır.
Ama işletmeci neye hizmet ettiğini kendisi de bilmez. Bütün bencil düşünüşüyle insanlığın genel ilerleme zincirinde yalnızca bir halka oluşturduğunu bilmez. Ayrı çıkarları, çözmekle, yüzyılın gitmekte olduğu büyük devrime, insanlığın doğayla ve kendisiyle uzlaşmasına yalnızca yolaçtığını bilmez. [sayfa 135]
F. Engels, “Umrisse zu emer Kritik der Nationalökonomie”,
Marks-Engels, Werke, Band I, Berlin 1956, s. 504-505.
Friedrich Engels, “Bir Ekonomi Politik Eleştirisi Denemesi”,
Karl Marks, 1844 Elyazmaları, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 405-406.
Kadının fabrikada çalışması aileyi zorunlu olarak çözdü, ve aileye dayanan toplumun bugünkü durumunda bu çözülmenin gerek yetişkinlerde gerek çocuklarda en ahlak bozucu sonuçları oldu. Çocuğuyla ilgilenmeye ona ilk yaşında o alışılmış sevgi hizmetlerini görmeye zamanı olmayan bir anne, çocuğunu görmeyi başaramayan bir anne, o çocuğa annelik edemez, ona yabancı bir çocuğa olduğu gibi sevgisiz, kayıtsız davranmaya aldırmazlık etmek zorunda kalır; ve böyle ilişkiler içinde yetişen çocuklar, daha sonra aile için tümüyle yitmiş olur, kendi kurdukları ailelerde kendilerini yuvalarında duyamazlar; çünkü yalnız yalıtılmış yaşamı tanımışlardır, ve bu yüzden işçi çevrelerinde ailenin genel yıkımına da hizmet ederler. Ailenin buna benzer bir çözülmesi çocukların çalışmasından ileri gelir. Ana-babalarına ödedikleri barınmalıktan daha çok kazanmaya başlarlarsa, onlara belirli bir beslenme ve barınma karşılığı ödemeye ve artanı kendileri için harcamaya başlarlar. Bu, çoğunlukla, ondört ve onbeş yaşlarında olur. (Power, Rept. on Leeds, passim, Tufnell, Rept. on Manchester, p. 17, etc. fabrika raporlarında.) Tek sözcükle, çocuklar ailelerinden koparlar ve baba ocaklarını hoşlarına gitmezse bir başkasıyla değiştirebilecekleri bir pansiyon olarak görürler. Birçok halde kadının çalışmasıyla aile tümüyle çözülmez, ama düzeni tersine döner. Aileyi kadın besler, erkek evde oturur, çocukları gözetir, ev işleri görür ve yemek pişirir. Bu durum, çok, çok sık görülür; yalnız Manchester’da ev işleri görmek zorunda kalan böyle yüzlerce erkek vardır. Bu gerçek enemenin (Kastration) işçilerde hangi haklı öfkelere yolaçtığı, ve bütün öbür toplumsal ilişkiler aynı kalırken bütün aile ilişkilerinin nasıl altüst olduğu düşünülebilir.
F. Engels, Die Lage der arbeitenden Klasse in England,
Marks-Engels, Werke, Band 2, Berlin 1957, s. 369.
Erkeği erkekliğinden ve kadını kadınlığından eden, onları erkeğe gerçek kadınlık ve kadına gerçek erkeklik sunamaz durumda bırakan bu durum, her iki cinsi ve onların kişiliğinde [sayfa 136] insanlığı en bayağıca aşağılayan bu durum, pek övülen uygarlığımızın son ürünüdür, yüzlerce kuşağın kendi durumlarını ve kendilerini izleyenlerinkini iyileştirmek için gösterdikleri bütün çabaların yeni sonucudur! Sonuçların kendilerinde bütün yorgunluğumuzun ve emeğimizin böyle çocukça şaka ettiğini görürsek, ya insanlıktan ve onun niyetinden ve gidişinden hiç çekinmeksizin kuşkulanmalıyız, ya da insani toplumun mutluluğunu şimdiye kadar yanlış bir yolda aradığım kabul etmeliyiz; cinslerin durumundaki böyle toptan bir altüst olmanın, ancak cinslerin daha başlangıçtan beri birbirinin karşısına yanlış konmasından ileri gelebileceğini kabul etmeliyiz.
Fabrika sistemiyle zorunlu olarak doğduğu gibi kadının erkek üzerindeki egemenliği gayri insani ise, erkeğin de kadın üzerindeki o eski egemenliği gayri insani olması gerekir. Kadın şimdi, eskiden erkeğin yaptığı gibi, egemenliğini pek çok şeyi, hatta her şeyi ailenin mal ortaklığına yatırmasına dayandırırsa, bu mal ortaklığının hiç de gerçek, gerekçeli olmadığı sonucu zorunlu olarak çıkar; çünkü bir aile üyesi hâlâ daha büyük katılma payına dayanarak kurumlanmaktadır. Şimdiki toplumun ailesi çözülüyorsa, bu çözülmede özellikle kendini gösteren odur ki, aileyi tutan bağ aile sevgisi değildi, tersine, yanlış mal ortaklığında zorunlu olarak saklanmış özel çıkardı.[76]
F. Engels, aynı yapıt, s. 371.
Fourier saygın toplumun ikiyüzlülüğünü, onun teorisi ile pratiği arasındaki çelişkiyi, bütün varlık tarzının iç sıkıntısını acımasızca ortaya seriyordu; onun felsefesiyle, perfection de la perfectibilité perfectibilisante ve auguste vérite[77] çabasıyla, “temiz ahlakı” ile, birbiçimli toplumsal kurumları ile [sayfa 137] alay ediyor, ve bunlara karşı onun pratiğini, ustaca eleştirdiği doux commerce’i,[78] onun beğeni olmayan bayağı beğenilerini, onun evlilikte boynuzlama örgütünü, onun genel bozulmasını çıkarıyordu. Bütün bunlar varolan toplumun Almanya’da henüz hiç sözü edilmeyen yanlarıdır. Elbette, şurada burada aşk özgürlüğünden, kadının durumundan ve hak eşitliğinden konuşuluyordu; ama ortaya çıkan neydi? Bir çift boş laf, birkaç bilgiç kadın, biraz histeri ve daha çok da Alman aile sıkıntıları – bunlardan bir piç bile doğmadı!
F. Engels, “Ein Fragment Fouriers über den Handel”,
Marks-Engels, Werke, Band 2, Berlin 1957, s. 608-609.
Kutsal Max, ailede bize yeni bir örnek veriyor (s. 115). İnsanın kendi ailesinin egemenliğinden kurtulabileceğini, ama “bozulan itaatin bir kimsenin vicdanına kolayca dokunacağını”, ve dolayısıyla aile sevgisine, aile kavramına sıkı sıkı sarılındığını; “kutsal aile kavramı”na “kutsal”a varıldığını açıklıyor (s. 116).
İyi delikanlı burada, tümüyle görgül (ampirik) ilişkilerin başat olduğu yerde, kutsalın egemenliğini bir daha görüyor. Burjuvanın kendi düzeninin kurumlarıyla ilişkisi, Yahudinin yasayla ilişkisi gibidir; her tekil halde, olanak bulunan her defasında, onlara yan çizer, ama başka herkesin onlara uymasını ister. Ama bütün burjuvalar yığın halinde burjuvazinin kurumlarına bir defa yan çizselerdi, burjuva olmaktan çıkarlardı – elbette onların hoşuna gitmeyen ve niyetlerine ve eylemlerine asla bağlı olmayan bir durum. Çapkın burjuva evliliğe yan çizer ve gizlice zina eder; tacir mülkiyet kurumuna yan çizer, spekülasyon, dolaylı iflas yoluyla başkalarını mülkiyetlerinden eder – genç burjuva kendisini ailesinden bağımsızlaştırır, elinden gelirse, kendisi için pratik olarak aileyi dağıtır; ama evlilik, mülkiyet, aile, teorik olarak, dokunulmadan kalır; çünkü onlar, pratik olarak, burjuvazinin üzerlerine egemenliğini kurduğu temellerdir; çünkü onlar, burjuva biçimleriyle burjuvayı burjuva yapan koşullardır; tıpkı durmadan yan çizilen yasanın dindar yahudileri [sayfa 138] dindar yahudiler yapması gibi. Burjuvanın kendi varlık koşullarıyla bu ilişkisi burjuva ahlakında genel biçimlerinden birini alır. Aile”den” asla sözedilmemelidir. Burjuvazi tarihsel olarak aileye burjuva aile karakterini verir; bu ailede, can sıkıntısı ve para, bağlayıcıdır ve ailenin burjuvaca çözülmesi de bunlardan ötürüdür; bu çözülme sırasında ailenin kendisi varolagider. Burjuva ailenin iğrenç varlığı resmî konuşma tarzlarındaki ve genel ikiyüzlülükteki kutsal kavrama uygundur. Ailenin gerçekten çözüldüğü yerde, proletaryada olduğu gibi, “Stirner”in düşündüğü şey, bunun tam karşıtı ortaya çıkar. Orada, her şeye karşın, en gerçek ilişkilere dayanan aile bağı bulunduğu halde, aile kavramı asla yoktur. 18. yüzyılda filozoflar aile kavramım tahlil ettiler. Çünkü uygarlığın doruğundaki gerçek aile daha önceden çözülme sürecindeydi. Ailenin iç bağı, aile kavramını oluşturan tek tek parçalarına, örneğin itaate, çocuk sevgisine, evliliksel bağlılığa çözüldü; ama ailenin gerçek gövdesi, mülk ilişkisi, öbür ailelere karşı kapalılık ilişkisi, zorunlu birlikte yaşama, çocukların doğumuyla, şimdiki kentlerin kurulmasıyla, sermayenin biçimlenmesiyle ortaya çıkmış ilişkiler, her ne kadar çeşitli yollarda bozulmuş iseler de, kalıyorlardı; çünkü ailenin burjuva toplumun istencinden bağımsız üretim tarzıyla bağlantısı, varlığını zorunlu kılıyordu. Bu zorunluk, ailenin bir an için yasal olarak elden gelebildiğince kaldırıldığı Fransız devriminde kendini en şaşırtıcı biçimde gösterir. Aile, 19. yüzyılda da, çözülmenin işlerliği yalnız kavram yüzünden değil, ama gelişen sanayi ve rekabet yüzünden de genelleştiği için, varolagider; aile çözülmesi Fransız ve İngiliz sosyalistlerince çoktan beri ilan edilmesine ve sonunda Fransız romanları aracılığıyla Alman kilise babalarının kulağına bile çalınmasına karşın, hâlâ varolagider.
K. Marks-F. Engels, Die deutsche Ideologie,
Marks-Engels, Werke, Band 3, Berlin 1958, s. 163-165.
“Parlak fırsatlar ve kullanımları” deniyor önemli ve bilgin “iktisatçı”nın son derece traji-komik taşkınlıklarından birinin başlığında, “parlak fırsatlar” elbette özgür ticaretçe [sayfa 139] istenir, ve onların “kullanımı” ya da daha doğrusu “kötüye kullanımı” işçi sınıfını ilgilendirir.
“İşçi sınıfı ilk defadır ki geleceğini kendi ellerinde tutuyor! Birleşik Krallığın nüfusu gerçekten azalmaya başlıyordu, dış göç doğal çoğalmayı aşıyordu. İşçiler fırsatlarından nasıl yararlandılar? Ne yaptılar? Güneş geçici olarak bir daha parladığı zaman daha önce ne yaptılarsa tam onu: Evlendiler ve olabildiğince çabuk çoğaldılar. Bu çoğalma oranında, göçün etkisinin yeniden dengelenmesi ve parlak fırsatın elden kaçması uzun sürmeyecek.”
Demek ki, Malthus’un ve izleyicilerinin izin verdikleri sınırlı çevrede parlak fırsat, evlenmemek ve çoğalmamak imiş! Ne parlak ahlak dersi! Ama “iktisatçının kendisince de saptandığı gibi, nüfus şimdiye kadar azaldı ve dış göçü henüz dengelemedi. Öyleyse fazla nüfus felaketli zamanların sorumlusu sayılmamak gerekir.
“Emekçi sınıflar biriktirmek ve kapitalist olmak fırsatım daha çok kullanmalıydılar. Hemen hemen hiçbir halde kapitalistlerin saflarında sivrilmiş ya da hiç değilse sivrilmek için girişimde bulunmuş görünmüyorlar. Fırsatlarını kaçırdılar!”
Kapitalist olma fırsatı! “İktisatçı”, aynı zamanda, işçilere şimdi ceplerine haftada 15 şilin yerine 16 şilin 6 peni koyabileceklerini, buna göre ellerine eski kazançlarından %10 daha çok geçebileceğini anlatıyor. Ama böylece ortalama ücret haftada 15 şilin olarak aşın yüksek hesaplanıyor. Ama zararı yok. İnsan haftada 15 şilinle nasıl bir kapitalist olabilir! Bu problem incelenmeye değer. İşçilerin gelirlerini artırmayı, durumlarını iyileştirmeyi denemeleri gerektiği düşüncesi yanlıştı. “Kendilerine yararlı olandan daha çok grev yaptılar”, diyor “iktisatçı”. Haftada 15 şilinle kapitalist olmak için en iyi fırsatı ele geçirmişlerdi, ama 16 şilin 6 peniyle bu fırsat kaçırılmış oluyor. İşçiler kapitalistleri bir ücret artırımına zorlamak için bir yandan emek-gücünün kıt, sermayenin bol olmasını beklemeliler. Ama böyle, sermaye bol ve işçi kıt olursa, o zaman, bundan dolayı evlenmeyi ve çoğalmayı bırakmaları gerektiği için, bu güçten hiçbir durumda yararlanmamaları gerekiyor.
“Har vurup harman savurarak yaşadılar.” Tahıl Yasaları sırasında, diyor bize aynı “iktisatçı”, ancak şöyle böyle beslendiler, [sayfa 140] şöyle böyle giyindiler ve açlıktan epeyce öldüler. Her şeye karşın yaşamaları gerekiyorsa, öncekinden daha az har vurup harman savurarak yaşamayı nasıl başarabilirlerdi? Nüfusun artan gönencini ve yapılan ticaretin sağlamlığını kanıtlamak için “iktisatçı” hiç durmadan ithalat tabloları çıkarıyor. Serbest ticaretin sözle anlatılamayan nimetleri için bir denek taşı ilan edilmiş şey, şimdi işçi sınıfının budalaca savurganlığı için bir kanıt gibi sergileniyor. Bununla birlikte, nüfus azalırken ve gerileyen bir tüketim varken ithalatın neden artagidebildiği; ithalat azalırken ihracatın neden artagidebildiği, ve ithalat ve ihracat daralırken sanayiin ve ticaretin neden genişleyebildiği, bizim için gene anlaşılmaz olarak kalıyor.
“Üçüncü olarak, iyileştirilmiş yaşam koşullarına uymak ve bundan en iyi biçimde yararlanmayı öğrenmek için, parlak fırsatı kendilerine ve çocuklarına olabildiğince iyi eğitimi sağlamak amacıyla kullansalardı. Ne yazık ki okullara pek kötü devam edildiğini ve okul paralarının da pek kötü ödendiğini saptamak zorundayız.”
Bu olgu böylesine şaşırtıcı mı? Canlı ticaret, büyültülen fabrikalarla, artan makine kullanımıyla elele ilerliyor, dolayısıyla, uzatılan çalışma süresiyle birlikte, yetişkin işçilerin yerine daha çok kadın ve çocuk konuyordu. Ne kadar çok anne ve çocuk fabrikaya giderse, okullara o kadar az devam edilebilir. Ve ana-babalara ve çocuklarına ne biçim bir eğitim için fırsat verilmiş? Nüfus artışının Malthus’un buyurduğu sınırlar içinde nasıl tutulacağını öğrenme fırsatı, diyor “iktisatçı”. Eğitim, diyor bay Cobden, pis, kötü havalanan, aşırı kalabalık konutların sağlık ve güç kazanmak için en iyi araç olmadığını işçilere öğretirdi. Bu, bir insanı açlıktan ölmeye bırakmayıp kurtarmak isterken, ona, doğa yasalarının insan vücudunun düzenli besin almasını gerektirdiğini söylemektir. Eğitim, diye yazıyor Daily News, kuru kemiklerden nasıl besleyici maddeler çıkarıldığını, koladan nasıl çay bisküvisi yapıldığını ve fabrika tozundan nasıl çorba pişirildiğini öğretseydi. İşçi sınıfının boşa harcadığı parlak fırsatları bir daha toparlarsak, bunların evlenmemek parlak fırsatı, daha az savurgan yaşama, daha yüksek ücret istememe, haftada 15 şilinle kapitalist olma ve kötü beslenerek kuvvetten düşmemeyi ve Malthus’un zararlı öğretilerinin [sayfa 141] ruhları nasıl alçalttığını öğrenme fırsatları olduğunu görürüz.
K. Marks., “Die Arbeiterfrage”,
Marks-Engels, Werke, Band 9, Berlin 1960, s. 472-474.
Ailenin ortadan kaldırılması! En köktenciler (radikaller) bile komünistlerin bu iğrenç niyeti karşısında, parlıyorlar.
Bugünkü burjuva aile neye dayanıyor? Sermayeye, özel kazanca. Tam gelişmiş haliyle yalnız, burjuvazi için vardır; ama tamlayanını, proleterlerin zorla yaratılmış ailesizliğinde ve açık orospulukta bulur.
Burjuvanın ailesi, bu tamlayanın kalkmasıyla elbette ortadan kalkar, ve ikisi de sermayenin yitmesiyle yiter.
Bizi, ana-babaların çocuklarını sömürmesine son vermeyi istemekle mi kınıyorsunuz? Bu suçu kabul ediyoruz.
Ama, evsel eğitimin yerine toplumsal eğitimi koyarak en sevgili ilişkiyi ortadan kaldırdığımızı söylüyorsunuz.
Ve sizin eğitiminiz de toplumca belirlenmiyor mu? İçinde eğitim yaptığınız toplumsal ilişkilerle, toplumun doğrudan ya da dolaylı işe karışmasıyla, okul aracılığıyla vb. belirlenmiyor mu? Toplumun eğitime etkisini komünistler yaratmıyorlar; yalnızca onun niteliğini değiştiriyorlar, eğitimi egemen sınıfın etkisinden kurtarıyorlar.
Aile ve eğitimle, ana-babalar ve çocuklar arasındaki sevgi “ilişkisiyle ilgili burjuva deyimiyle, büyük sanayi yüzünden proletarya için aile bağları parçalandıkça ve çocuklar basit ticaret nesnelerine ve emek araçlarına dönüştürüldükçe, daha da iğrençleşiyor.
Ama siz komünistler kadınların ortaklaşılmasını kurmak istiyorsunuz, diye bağırıyor bize bütün burjuvazi hep bir ağızdan.
Burjuva, karısında yalnızca bir üretim aracını görüyor. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılmak gerekeceğini işitiyor, ve doğal olarak, ortaklaşalıktan kadınlara da pay düşeceğinden başka hiçbir şey düşünemiyor.
Kadınların yalnızca üretim araçları olma durumuna son vermenin özellikle sözkonusu olduğunu aklının ucundan bile geçirmiyor. [sayfa 142]
Kaldı ki, burjuvalarımızın kadınların komünistlerce sözde resmen ortaklaşılması konusundaki yüce ahlaklı korkusundan daha gülünç hiçbir şey yoktur. Komünistler kadınların ortaklaşılmasını getirmeyi gereksinmezler; bu, hemen her zaman vardır.
Burjuvalarımız, proleterlerinin karı ve kızlarının buyruklarına hazır olmasıyla yetinmiyorlar, resmî orospuluktan hiç sözetmiyorlar, birbirlerinin karılarını baştan çıkarmakta başlıca doyumu buluyorlar.
Burjuva evlilik, gerçekte evli kadınların ortaklaşılmasıdır. Komünistler, olsa olsa, kadınların ikiyüzlüce gizlenmiş bir ortaklaşılması yerine resmî, açık yüreklice bir ortaklaşılmasını getirmeyi istemekle kınanabilirler. Üstelik kendiliğinden anlaşılır ki, şimdiki üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte kadınların onlardan doğan ortaklaşılması, yani resmî olan ve olmayan orospuluk da ortadan kalkar.
K. Marks-F. Engels, Manifest der Kommunistischen Partei,
Marks-Engels, Werke, Band 4, Berlin 1959, s. 478-479.
Komünist Manifesto ve Komünizmin ilkeleri, s. 132-134.
21. S[oru]: Komünist toplum düzeni aileyi nasıl etkileyecek?
Y[anıt]: Her iki cinsin ilişkisini [bu ilişkiyi-ç.] paylaşanları ilgilendiren ve toplumun karışmaması gereken tümüyle özel bir ilişki haline getirerek. Özel mülkiyeti giderdiği ve çocukları ortaklaşa eğittiği ve böylelikle şimdiye kadarki evliliğin her iki temelini, özel mülkiyet aracılığıyla kadının erkeğe ve çocuklann ana-babalarma bağımlılığını yokettiği için bunu yapabilir. Yüce ahlaklı darkafalılann kadınların komünistçe ortaklaşılmasına karşı kopardıkları çığlıkların yanıtı da hurdadır. Kadınların ortaklaşılması tümüyle burjuva topluma özgü bir ilişkidir ve bugünkü günde içyüzü tümüyle orospuluktur. Ama orospuluk özel mülkiyete dayanır ve onunla birlikte çöker. Demek ki komünist düzen, kadınların ortaklaşılmasını getirmez, tersine, daha çok [sayfa 143] ortadan kaldırır.
F. Engels, “Grundsaetze des Kommunismus”, Marks-Engels, Werke, Band 4, Berlin 1959, s. 377. “Komünizmin İlkeleri”, Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri,
Sol Yayınları, Ankara 1991, s. 216.
İki insanın ya da iki insani istencin böyle birbirine tümüyle eşit olması, yalnızca bir aksiyom (belit) değildir, aynı zamanda büyük bir abartmadır. İki insan, iki insan olarak bile, cinsiyet bakımından eşitsiz olabilir, ve bu basit olgu – bir an için çocuklaşırsak- bizi, toplumun, en basit öğelerinin iki erkek olmadığına, tersine, üretim amacıyla toplumlaşmanın en basit ve ilk biçimi olan bir aileyi kuran bir kocacık ve bir karıcık olduğuna götürür.
F. Engels, Herrn Eugen Dührings Unwaelzung der Wissenschaft,
Marks-Engels, Werke, Band 20, Berlin 1962, s. 90.
Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara 1977, s. 180.
Ortaçağ toplumunda, özellikle ilk yüzyıllarda, üretim önemli ölçüde kişisel kullanıma yönelikti. Başatlıkla üreticinin ve ailesinin gereksinmelerini karşılıyordu. Kırda olduğu gibi, kişisel bağımlılık ilişkileri bulunan yerlerde, feodal beylerin gereksinmelerinin karşılanmasına da yardım ediyordu. Demek ki değişim olmuyordu, dolayısıyla ürünler meta niteliği kazanmıyordu. Köylünün ailesi, gereksindiği hemen her şeyi, aletleri ve giysileri, besin maddelerinden daha az olmamak üzere üretiyordu. Ancak kendi gereksinmesinin ve feodal beye borçlu olduğu ayni vergilerin üzerinde ürettiği zaman, ancak o zaman metalar da üretiyordu; toplumsal değişime sokulan, satışa sunulan bu fazlalık, meta oluyordu. [sayfa 144]
F. Engels, aynı yapıt, s. 253-254.
Anti-Dühring, s. 432.
Bay Dühring, üretimin kendisine yeni bir biçim vermeksizin, kapitalist üretim tarzının yerine toplumsal üretim tarzının geçirilebileceğini daha önce düşündüğü gibi, burada da, bütün biçimini değiştirmeksizin modern burjuva ailenin bütün ekonomik temelinden kopartabileceğini tasarlıyor. … Ütopyacılar burada bay Dühring’ten çok ilerdedirler. Onlara göre, insanların özgür toplumlaşması ve evsel özel emeğin kamusal bir sanayie dönüşmesi, gençliğin eğitiminin toplumsallaşmasına ve böylelikle aile üyelerinin gerçekten özgür bir karşılıklı ilişkisine de ister istemez yolaçıyordu. Ayrıca, Marks’ın şimdiden kanıtladığı gibi “büyük sanayi, kadınlara, her iki cinsten genç kişilere ve çocuklara, ev işleri alanının ötesinde, toplumsal olarak örgütlenmiş üretim sürecinde Önemli roller vererek, ailenin ve her iki cins arasındaki ilişkilerin daha yüksek bir biçimi için yeni ekonomik temeli yaratır” (Kapital, s. 515 vd.)
F. Engels, aynı yapıt, s. 296.
Anti-Dühring, s. 495-496.
İlişkilerde de, zenginliklerin giderek artması, bir yandan ailede erkeğe kadınınkinden daha önemli bir konum kazandırıyor ve Qte yandan da kuvvetlenmiş konumu geleneksel kalıt düzenini çocukların yararına değiştirmek için kullanma itkisini yaratıyordu. Ama soy zinciri analık hukukuna göre geçerli olduğu sürece bu işlemiyordu. Bu da değiştirilmeliydi, ve değiştirildi. Bu iş, bugün bize göründüğü kadar güç olmadı. Çünkü bu devrim -insanların yaşayıp aştığı en köklü devrimlerden biri- bir gensin yaşayan üyelerinden bir tekine bile dokunmayı gereksinmedi. Gensin bütün üyeleri, önceden ne idiyseler, gene öyle kalabiliyorlardı. Gelecekte erkek üyelerin çocuklarının genste kalması, kadın üyelerinkilerinse çıkarılıp babalarının gensine geçmeleri basit kararı buna yetiyordu. [sayfa 145]
F. Engels, Der Ursprung der Familie, des Privateigentum und des Staats,
Marks-Engels, Werke, Band 21, Berlin 1962, s. 60.
F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni,
Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 61.
Familia sözcüğü, başlangıçta bugünkü darkafalıların duygusallıktan ve evsel çekişmeden birleştirilmiş ideali anlamına gelmez; Romalılarda, ilkin karı-koca ve çocukları ile değil, tersine, yalnız kölelerle ilgilidir. Famulus bir ev kölesi, ve familia bir adamın olan kölelerin topu demektir. Daha Gaius zamanında, familia, id est patrimonium (yani kalıt payı) vasiyetnameyle belirleniyordu. Deyim, Romalılarca, başkanın kadını, çocukları ve belirli sayıda köleleri, hepsini, Romalı babalık erkine göre öldürme ve yaşatma hakkıyla buyruğunda bulundurduğu yeni bir toplumsal organizma için türetildi.
F. Engels, aynı yapıt, s. 61.
Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 63.
Toplumdaki işbölümü ve buna uygun olarak bireylerin belli işlere bağlanması, tıpkı manüfaktürdeki işbölümü gibi, karşıt çıkış noktalarından hareketle gelişirler. Bir aile içersinde[79] ve daha sonraki gelişmelerle bir kabile içersindeki işbölümü, cinsiyet ve yaş farklarına, salt fizyolojik temele dayanan doğal bir işbölümü meydana gelir; bu işbölümü, alanını, topluluğun yayılması, nüfusun artması, ve özellikle çeşitli kabileler arasındaki çatışmalar sonucu bir kabilenin diğerinin boyunduruğu altına girmesiyle genişletir. Öte yandan, daha önce de belirttiğim gibi, ürünlerin değişimi, çeşitli ailelerin, kabilelerin, toplulukların birbirleriyle ilişki kurdukları noktalarda başlar; çünkü uygarlığın başlangıcında, birbirlerinin karşısına bağımsız olarak çıkan, bireyler değil, aileler, kabileler ve benzeri topluluklardır. [sayfa 146]
K. Marks, Das Kapital,
Marks-Engels, Werke, Band 23, Berlin 1962, s. 372.
Kapital, Birinci Cilt, s. 366.
Ortak ya da doğrudan birleşmiş bir emeğe örnek vermek için, bütün uygar kavimlerin tarihlerinin eşiğinde gördüğümüz o kendiliğinden gelişen biçime kadar geri gitmemize gerek yoktur.[80] Kendi gereksinmesi için, hububat, hayvan, iplik, keten bezi ve giyecek üreten bir köylü ailesinin ataerkil sanayii hemen yakınımızdadır. Bu çeşitli mallar, ailenin karşısında, [aile üyelerinin -ç.] emeklerinin çeşitli ürünleri olarak çıkarlar, ama kendi aralarında bunlar meta değildirler. Toprağın sürülmesi, hayvan yetiştirme, iplik eğirme, dokuma, elbise dikme gibi çeşitli ürünlerde yer alan farklı türde emekler, bizatihi ve o halleriyle doğrudan toplumsal işlevlerdir: çünkü ailenin işlevi de tıpkı meta üretimine dayanan toplumda olduğu gibi, kendiliğinden doğup gelişmiş bir işbölümü düzeyine sahiptir. Aile içinde işin dağılımı, üyelerinin emek-zamanlarmın düzenlenmesi, mevsimlere göre değişen doğal koşullara bağlı olduğu kadar, yaş ve cinsiyet farkına da bağlıdır. Her bireyin emek-gücü, bu durumda, zaten ailenin tüm emek-gücünün yalnızca belirli bir bölümüdür, ve bu nedenle, bireysel emek-gücü harcanmasının süresine göre ölçülmesi, doğal olarak emeklerinin toplumsal niteliği olarak ortaya çıkar.
Karl Marks, aynı yapıt, s. 92,
Kapital, Birinci Cilt, s. 93.
Bununla birlikte, çocuk emeğinin doğrudan ya da dolaylı [sayfa 147] yoldan kapitalistçe sömürülmesini yaratan ana-baba otoritesi olmayıp, tersine, ana-baba otoritesinin ekonomik temelini yıkan kapitalist sömürü tarzı, bunun kullanılmasını, bir gücün kötüye kullanılması şeklinde yozlaştırmıştır. Ne var ki, eski aile bağlarının kapitalist sistem altında uğradığı çözülme, ne kadar korkunç ve iğrenç görünürse görünsün, büyük sanayi, üretim sürecinde, kadınlara, gençlere ve her iki cinsiyetten çocuklara, ev alanının dışında önemli bir rol vermekle, daha üst düzeyde bir aile şekli ve cinsiyetler arası ilişki konusunda yeni bir ekonomik temel yaratır. Cermen-hıristiyan aile şeklini mutlak ve değişmez saymak, birarada alındığı zaman bir dizi tarihsel gelişmenin halkaları olan, eski Roma, Yunan ya da Doğu aile şekline bu özelliği vermek kadar saçmadır. Ayrıca, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireylerden oluşan kolektif çalışma grubunun, uygun koşullar altında, zorunlu olarak, insanı geliştiren bir kaynak halini alacağı açık bir gerçektir; oysa üretim sürecinin işçi için değil, işçinin üretim süreci için varolduğu, kendiliğinden ortaya çıkan, zalim ve kapitalistçe şekliyle bu durum, durmadan çevreye yayılan bir yozlaşma ve kölelik kaynağı olur.[81]
Karl Marks, aynı yapıt, s. 514.
Kapital, Birinci Cilt, s. 500
Üretimin toplumsallaşması, üretim araçlarının toplumun mülkiyetine geçmesine, “mülksüzleştirenin mülksüzleştirilmesine” yolaçacaktır. Emeğin üretkenliğinin görülmemiş ölçüde aıtması, işgününün kısaltılması; ilkel, dağınık küçük işletmenin kalıntı ve yıkıntısının yerine yetkinleşmiş ortak (kollektive) emeğin konması – bu geçişin doğrudan sonuçları bunlardır. Kapitalizm tarım ile sanayi arasındaki bağı kesinlikle koparır, ama aynı zamanda, en yüksek gelişmesinde, bu bağın yenilenmesi için, bilimin bilinçli kullanımı ve ortak emeğin birleştirilmesi temeli üzerinde sanayi ile tarımın [sayfa 148] birleşmesi için, insanlığın yeni bir yerleşim tarzı için (gerek köylerin yüzüstü bırakılmışlığına, dünyadan kopukluğuna ve barbarlığına, gerek dev yığınların büyük kentlerde doğaldışı toplanmasına son vererek) yeni öğeler hazırlar. Ailenin yeni bir biçimi, kadının konumunda ve yetişen kuşakların eğitiminde yeni koşullar modern kapitalizmin en yüksek biçimiyle hazırlanır: Kadın ve çocuk emeği, ataerkil ailenin kapitalizmle çözülmesi, modern toplumda kaçınılmaz olarak en korkunç, en felaketli ve en iğrenç biçimleri alır. Bununla birlikte, “büyük sanayi, kadınlara, genç kişilere ve her iki cinsten çocuklara ev işleri alanının ötesinde toplumsal olarak örgütlenmiş üretim süreçlerinde önemli roller vererek, ailenin ve her iki eşey arasındaki ilişkilerin daha yüksek bir biçimi için yeni ekonomik temeli yaratır. Hıristiyan-Cermen aile biçimini yetkin saymak da, birbirleri arasında tarihsel bir gelişim zincirinin halkalarını oluşturan eski Roma, ya da eski Yunan, ya da Doğu biçimini böyle saymak gibi, elbette budalacadır. Bunun gibi, besbellidir ki, her iki cinsin ve farklı yaş basamaklarının bireylerinden bileşmiş emek personelinin biraraya getirilmesi, işçinin üretim süreci için olduğu, üretimin işçi için olmadığı o doğal gelişmiş acımasız, kapitalist biçiminde yozlaşmanın ve köleliğin belalı kaynağı ise de, uygun koşullarda, bunun tersine, insanca gelişmenin kaynağı olacaktır.” (Das Kapital, 13. bölümün sonucu.) Fabrika sistemi, bize, “belirli bir yaşın üzerindeki bütün çocuklar için öğretimin ve cimnastiğin yalnızca toplumsal üretimi artırm’ak için bir yöntem olarak değil, tersine, tam anlamıyla gelişmiş insanların üretimi için biricik yöntem olarak birleştirilecek eğitimin tohumu”nu (aynı yapıt) göstermektedir.
W. I. Lenin “Karl Marks”,
Werke, Band 21, Berlin 1960, s. 60-61.
V. İ. Lenin, “Karl Marks”,
Marks-Engels-Marksizm, Sol Yayınları, Ankara 1990, s. 38-39.
Bay Grün, Fourier’nin bir özgür aşk görüşünü anlatmak için başvurduğu fantezilere dayanıp şimdiki aşk ilişkilerini eleştirmekten vazgeçerek Fourier’nin aşkı ele alışını kolayca [sayfa 149] eleştirebiliyor. Bay Grün tam bir darkafalı Alman olarak, bu fantezileri ciddiye alıyor. Bu fanteziler onun ciddiye aldığı biricik şeydir. Bir kez sistemin bu yanı üzerinde durmak istiyor idiyse, Fourier’nin kendi türünde bulunanların en iyisi olan, ve dahice gözlemleri içeren eğitimle ilgili açıklamaları üzerinde de neden durmadığı belli değildir. Bundan başka, bay Grün aşk vesilesiyle, gerçek genç-Alman yazıncısı olarak, Fourier’nin eleştirisinden ne kadar az şey öğrendiğini sergiliyor. Sanısına göre, ister evliliğin ister özel mülkiyetin kaldırılmasından başlamak aynı şeymiş, biri öbürüne yolaçarmış. Oysa, burjuva toplumda daha şimdiden pratik olarak gerçekleştiği gibi, evliliğin başka bir çözülmesinden başlamayı istemek, katışıksız yazıncı fantezisidir. Bunun her yerde yalnız üretim biçiminin değiştirilmesinden doğduğunu Fourier’de bile bulabilirdi.
Marks-Engels, Die deutsche Ideologie,
Marks-Engels, Werke, Band 3, Berlin 1958, s. 500-501.
Wahlverwandschaften’e (İsteğe Bağlı Hısımlık) gelince; zaten ahlaki olan bu romanı bay Grün daha da ahlakileştiriyor, öyle ki Wahlverwandschaften’i nerdeyse kız liseleri için uygun ders kitabı olarak salık verir görünüyor. Bay Grün açıklıyor ki, Goethe, “aşk ile evliliği ayırıyordu, ve öyle ki, ona göre aşk evliliği aramaktı ve evlilik bulunmuş, yetkin aşktı,” s. 286.
Dolayısıyla buna göre aşk “bulunmuş aşk”ı aramaktır. Bu daha da açıklanıyor: “gençlik aşkı özgürlüğü”ne göre evlilik “aşkın son ilişkisi” olarak ortaya çıktı (s. 287). Tıpkı uygarlaşmış ülkelerde sağgörülü bir aile babasının oğlunu önce birkaç yıl kurtlarını dökmeye bırakması ve sonra ona “son ilişki” olarak uygun bir karı beğenip seçmesi gibi. Ama uygarlaşmış ülkelerde bu “son ilişki”de ahlaki bir bağlayıcılığa çoktandır gözyummak gerekirken, bunun tersine erkek oralarda metresler tutar ve kadın bundan dolayı onu boynuzlatırken, bay Grün’ü gene burjuva kurtarıyor. [sayfa 150]
F. Engels, “Deutscher Sozialismus in Versen und Prosa”,
Marks-Engels, Werke, Band 4, Berlin 1959, s. 245.
Size hiç romantikliğe kapılmadan güvenceleyebilirim ki tepeden tırnağa ve bütün ciddiliğimle aşığım. Yedi yılı aşkındır nişanlıyım, ve nişanlım, kısmen “gökteki efendi” ile “Berlin’deki efendi”yi eşit tapınma nesneleri sayan sofu-aristokrat hısımlarına, kısmen birkaç papazın ve başka düşmanlarımın yuvalandığı öz aileme karşı, benim için en çetin, nerdeyse sağlığını bozan savaşımlar verdi. Bu yüzden ben ve nişanlım, gereksiz ve yıpratıcı çekişmelerle, üç kat daha yaşlı olan ve durmadan “yaşam deneyimleri”ni sözkonusu eden bazı kimselerden daha çok yılmaksızın uğraştık.
K. Marks, “Brief an Arnolt Ruge vom 13. März 1843 aus Köln”
Marks-Engels, Werke, Band 27, Berlin 1963, s. 417.
Canım Sevgilim,
Sana gene yazıyorum; çünkü yalnızım ve sen hiç bilmeden veya işitmeden veya bana yanıt veremeden kafamda seninle sürekli diyaloglar kurmak beni rahatsız ediyor. Portrenin bu kadar kötü olması pek işime yarıyor, ve Meryem Ananın en çirkin portrelerinin, “kararlı Madonna”ların bile, neden iyi portrelerden daha çok, tükenmez hayranlar bulabildiğini şimdi kavrıyorum. Bu kararlı Madonna resimlerinden hiçbiri, senin gerçekte yaşlı değil de asık yüzlü olan, ve sevimli, tatlı, öpülesi “dolce”[82] yüzünü hiç yansıtmayan fotoğrafından daha çok öpülmüş ve koklanmış ve gözlerle okşanmış değildir. Ama yanlış resmedilmiş gün ışıklarını düzeltiyorum, ve anlıyorum ki, lamba ışığından ve tütünden pek bozulmuş gözlerim yalnız düşte değil, uyanıkken de resmedebiliyorlar. Etinle, kemiğinle karşımdasın, ve seni kollarımda taşıyorum, ve tepeden tırnağa öpüyorum, ve önünde diz çöküyorum, ve inliyorum: “Madam, sizi seviyorum”. Ve sizi Venedikli zencinin her zaman sevdiğinden daha çok seviyorum. İkiyüzlü ve kötü dünya bütün karakterleri ikiyüzlüce ve kötü algılıyor. Bunca karalayıcımdan ve yılan dilli düşmanımdan kim beni ikinci sınıf bir tiyatroda birinci aşık [sayfa 151] rolünü oynamaya içten eğilimli olmakla kınadı? Oysa gerçek budur. Alçakların mizah yeteneği olsaydı, “üretim ve değişim ilişkilerini” bir yana ve beni senin ayaklarında öbür yana resmederlerdi. Altına da Look to this picture and to that[83] yazarlardı. Ama onlar aptal alçaklardır ve aptal kalacaklardır, in seculum seculorum.[84]
Bir an için evde olmamak iyidir; çünkü nesneler ayırdedilmek için aynı zamanda görünür. Yakından incelenen küçük ve gündelik şeyler çok büyürken, yakındaki kuleler bile cüce görünür. Tutkular da böyledir. Yakınlıklarıyla insanın göğsünü sıkıştıran küçük alışkanlıklar, dolaysız konuları gözden uzaklaşır uzaklaşmaz, tutkusal biçime bürünür, yiterler. Konularının yakınlığı ile küçük alışkanlıklar biçimine bürünen büyük tutkular, uzaklığın büyülü etkisiyle büyürler ve yeniden doğal büyüklüklerini alırlar. Benim aşkım da böyle. Yalnızca düşle benden uzaklaşmış olman yetiyor, ve hemen anlıyorum ki güneş ve yağmur bitkilerin gelişmesine nasıl yarıyorsa, zaman da aşkımın büyümesine öyle yarıyor. Sana aşkım sen uzakta olur olmaz, ruhumun bütün enerjisinin ve gönlümün bütün karakterinin toplandığı bir dev gibi görünüyor. Kendimi gene insan olarak duyuyorum, çünkü büyük bir tutku duyuyorum, ve öğretimin ve modern eğitimin bizi içine karıştırdığı çeşitlilik, ve nesnel ve öznel bütün etkileri bize ters eleştirten kuşkuculuk, bize yalnızca her şeyi küçük ve önemsiz ve sıkıcı, belirsiz kılmak için yaratılmıştır. Ama aşk, Feuerbach’sal insana, Moleschott’sal madde değişimine, proletaryaya duyulan aşk değil, tersine, sevgiliye ve özellikle sana duyulan aşk, insanı yeniden insan yapıyor.
Gülümseyeceksin, tatlı sevgilim, ve bütün bu dil uzunluğuna nasıl vardığımı soracaksın. Ama senin o tatlı ve temiz yüreğim yüreğime bastırabilseydim, susardım ve bir tek söz söylemezdim. Dudaklarla öpemediğim için dil ile öpmem ve sözcüklere başvurmam gerekiyor. Gerçekte şiir bile söyleyebilir ve Ovid’in “Libri Tristum”una, gönül acısının Almanca kitabına uyak bile düşürebilirdim. Onu yalnızca İmparator Ogüst sürdü. Oysa beni sen sürdün, ve Ovid bunu bilmiyordu. [sayfa 152]
Dünyada gerçekten birçok kadın var, ve onların birkaçı güzeldir. Ama yaşamımın en büyük ve en tatlı anılarının her çizgisini, hatta her kırışığını yeniden gösteren bir yüzü bir daha nerede bulurum? Sonsuz acılarımı, bulunmaz yitiklerimi bile senin tatlı yüzünde okuyorum, ve senin tatlı yüzünü öpünce, acıyla öpüşüyorum.
“Onun kucağına gömülmüş, onun öpücükleriyle yeniden dirilmiş” – yani senin kucağına ve senin öpücüklerinle, ve Brahmanlara ve Pitagoras’a yeniden doğma öğretilerini ve hıristiyanlığa yeniden dirilme öğretisini bağışlıyorum…
Hoşçakal tatlı sevgilim. Seni ve çocukları binlerce kez öperim.
Karl’ın
K. Marks, “Brief an Jenny Marks vom 21. Juni 1856 aus Manchester”.
Marks-Engels, Werke, Band 29, Berlin 1963, s. 532-536.
Sevgili Dost! Size kitapçığın planını olabildiğince ayrıntılı yazmanızı üsteleyerek salık veririm. Yoksa aşırı belirsiz kalır.
Bir konuda düşüncemi şimdiden söylemeliyim:
§ 3 – “(Kadının) aşk özgürlüğü istemi”nin kesinlikle çizilmesini salık veririm.
Gerçeklikte burada proleterce değil, tersine, burjuvaca bir istem sözkonusudur.
Gerçekte bundan ne anlıyorsunuz? Bundan ne anlaşılabilir?
1. Aşkta maddi (mali) hesaplardan mı kurtuluş?
2. maddi kaygılardan mı?
3. dinsel önyargılardan mı?
4. babanın vb. yasağından mı?
5. “toplum”un önyargılarından mı?
6. çevrenin (köylü ya da küçük-burjuva ya da aydın-burjuva çevrenin) sınırlı ilişkilerinden mi?
7. yasanın, yargının ve polisin zincirlerinden mi?
8. aşkta ciddilikten mi?
9. çocuk yapmaktan mı?
10. zina özgürlüğü mü? vb.
Birçok derecelenmeyi (elbette hepsini değil) saydım. Elbette [sayfa 153] n° 8-10’u düşünmüyorsunuz; ama ya n° 1-7’yi ya da n° 1-7’ye benzer bir şeyi düşünüyorsunuz.
Ama n° 1-7 için başka bir belirleme seçilmelidir; çünkü aşk özgürlüğü bu düşünceleri tam dışavurmuyor.
Ama kamu, kitapçığın okurları, tartışmasız, “aşk özgürlüğü’nden, niyetinizin tersine, genellikle n° 8-10 gibi bir şey anlayacaktır.
Bugünkü toplumda en geveze, en çok gürültü koparan ve “yukarda görülen” sınıflar “aşk özgürlüğü “nden n° 8-10’u anladıkları için, tam bunun içindir ki, bu proleterce değil, tersine, burjuvaca bir istemdir.
Proletarya için her şeyden önce n° 1 ve 2, ve sonra n° 1-7 önemlidir; ama aslında bu “aşk özgürlüğü” değildir.
Sizin öznel olarak bundan ne “anlamak istediğiniz” söz-konusu değildir. Aşk konularında sınıf ilişkilerinin nesnel mantığı sözkonusudur.
Dostça ellerinizden sıkarım!
V.İ.
W. I. Lenin, “Brief an Inés Armand vom 17. Januar 1915”,
Briefe, Band 4, Berlin 1967, s. 49-50.
Gençlik Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1977, s. 117-118.
Sevgili Dost! Yanıtın gecikmesini bağışlayınız: dün yazmak istiyordum ama engellendim ve mektup için zamanım olmadı.
Kitapçık için planınızla ilgili olarak, bence, “aşk özgürlüğü istemi” belirsizdir ve -sizin niyetinizden ve isteğinizden bağımsız olarak (bunun altını çiziyorum ve diyorum ki: nesnel, sınıf ilişkileri sözkonusudur sizin öznel istekleriniz değil)- bugünkü toplumsal koşullarda proleter değil, burjuva bir istemdir.
Bunu onamıyorsunuz.
İyi. Konuyu bir daha inceleyelim.
Belirsizi belirli kılmak için size aşağıyukarı on olanaklı (ve varolan sınıf ayrılıklarında kaçınılmaz), farklı yorum saydım ve 1-7. yorumların, görüşüme göre, proleter kadınlar, 8-10’unculann burjuva kadınlar için tipik ya da karakteristik [sayfa 154] olduğunu belirttim.
Bu çürütülmek istenirse, birincisi, bu yorumların doğru olmadığı kanıtlanmalı (o zaman yerlerine başkaları konmalı ya da doğru olmayanlar anılmalıdır) veya ikincisi, tam olmadıkları kanıtlanmalı (o zaman eksikler tamamlanmalıdır), veya üçüncüsü, onların proleter ve burjuva diye bölünmemek gerektiği kanıtlanmalıdır.
Bunların ne birini, ne öbürünü, ne de üçüncüsünü yapıyorsunuz.
1-7. noktalar üzerinde hiç durmuyorsunuz. Öyleyse onların (genellikle) doğru olduğunu kabul ediyorsunuz?
(Proleter kadınların orospuluk etmesi ve bağımlılığı konusunda yazdığınız şey: “Hayır deme olanaksızlığı”, kesinlikle 1-7. noktalara girer. Aramızdaki herhangi bir görüş ayrılığı burada gizlenmemek gerekir.)
Bunun proleter bir yorum olduğunu da tartışmıyorsunuz.
8-10. noktalar kalıyor.
Bunları “tam anlamıyorsunuz” ve “itiraz ediyorsunuz”: “aşk özgürlüğü ile” 10. nokta “nasıl bir tutulabilir (!!??) anlamıyorum” (böyle yazılı!)….
Böylece, benim sanki “bir tuttuğum” ve sizin beni tamamlamaya ve çürütmeye çalıştığınız sonucu çıkmıyor mu?
Başka türlü nasıl olabilir? Bu ne demektir?
Burjuva kadınlar aşk özgürlüğünden 8-10. noktaları anlar – bu benim tezimdir.
Bu tezi çürütüyor musunuz? Burjuva hanımların aşk özgürlüğünden ne anladığını söylüyor musunuz?
Bunu söylemiyorsunuz. Burjuva kadınların onlardan tam bunu anladığını yazın ve yaşam kanıtlamıyor mu? Hiç eksiksiz kanıtlıyor! Ve bunu susarak geçiştiriyorsunuz.
Ama hal böyle olduğu içindir ki, burada onların sınıf durumu sözkonusudur ve onları “çürütmek” olanaksızlaşır ve bönce olur.
Proleter bakış noktası açıkça onlardan ayrılmalı, proleter bakış noktası onların karşısına konmalıdır. Nesnel olgular gözönünde tutulmalıdır; yoksa onlar kitapçığınızdan uygun yerleri çıkarır, kendi yollarında yorumlar, kitapçığınızı kendi değirmenlerini döndüren su olarak kullanır, işçilere karşı düşüncelerinizi çarpıtır, işçileri “şaşırtırlar” (o sırada işçiler arasında onlara uzlaşmaz düşünceler sunabilirmişsiniz [sayfa 155] korkusunu yayarlar). Ve ellerinde sayısız gazete vb. vardır.
Oysa, siz, nesnel, sınıfsal bakış noktasını tümüyle unutuyorsunuz ve sanki aşk özgürlüğünü 8-10. noktalarla “bir tutuyormuşum” gibi bana karşı bir “saldırıya” geçiyorsunuz… Gülünç bu, gerçekten gülünç…
“Geçici bir tutku ve birleşme bile” (darkafalı ve darkafalılaştırılmış) karı-kocalar arasındaki “aşksız öpücükler”den “daha şiirsel ve temiz” imiş. Böyle yazıyorsunuz. Ve kitapçıkta da böyle yazmak istiyorsunuz. Olağanüstü.
Bu karşılaştırma mantıklı mı? Darkafalı karı-kocalar arasındaki aşksız öpücükler iğrençtir. Anlaştık. Onlar … ne ile karşılaştırılmalıdır? … Şunu mu düşünmeli: aşklı öpücükler? Oysa siz onları “geçici” (neden geçici?) bir “tutku” (neden aşk değil) ile karşılaştırıyorsunuz – böylece mantıksal olarak şu sonuç çıkıyor: Aşksız (geçici) öpücükler, aşksız evlilik öpücükleri ile karşılaştırılıyor… Garip. Küçükburjuva-aydınsal-köylü (bende 6. ya da 5. nokta olacak) darkafalı, iğrenç aşksız evliliği aşklı proleter sivil evliliğin karşısına koymak (ille de istiyorsanız, tutkulu geçici bir birleşmenin çirkin de, güzel de olabileceğini eklemek) halka seslenen bir kitapçık için daha iyi olmaz mıydı? Sizde bir karşılaştırma sınıfsal tiplerden çıkmıyor, tersine doğallıkla olanaklı bir “hal” gibi bir şey. Ama haller mi sözkonusu? Ana konu böyle seçilirse: evlilikte çirkin öpücüklerin ve geçici bir birleşmede güzel öpücüklerin bulunduğu tekil bir hal, bireysel bir hal – bu konu bir romanda işlenmeliydi (çünkü böylelikle bireysel haller ekseni, karakterlerin tahlilini ve uygun tiplerin ruhsal durumunu biçimlendirir.
“Aşk profesörü” rolüne çıkmak “anlamsız”dır derken, Key’den yanlış seçilmiş alıntıyla ilgili düşüncemi çok iyi anladınız. Evet, kesinlikle. Ya geçici vb. profesör rolüne?
Bir polemiğe girmeyi gerçekten kesinlikle istemezdim. Bu mektubumu bir kenara atar ve bir söyleşiye kadar beklerdim. Ama istiyorum ki, kitapçık iyi olsun, hiç kimse ondan sizin için hoş olmayan tümceler çıkaramasın (bazan her şeyi bozmak için bir tümce yeter), hiç kimse sizi yanlış yorumlayamasın. İnanıyorum ki, siz de, “istemeksizin” yazdınız, ve bu mektubu yalnızca şunun için gönderiyorum: Planınızı, mektuba dayanarak, söyleşilere dayanarak olduğundan [sayfa 156] belki daha köklü anlarsınız, ve plan elbette çok önemli bir şeydir.
Tanıdıklarınız arasında bir Fransız sosyalist hanım yok mu? Ona 1-10. noktalarımı (sözde İngilizceden) çeviriniz ve “geçici” vb. üzerine gözlemlerinizi bildiriniz”. Konuyla ilgilenmemiş kişiler ne diyor, hangi izlenimleri ediniyor ve kitapçıktan ne bekliyorlar, dikkatle dinleyip görünüz. Küçük bir deneme.
V.İ.
NOT: Baugy’i ilgilendiren şeyi bilmiyorum… Belki arkadaşım aşırı vaatte bulundu… Ama ne vaadetti? Bilmiyorum. Konu ertelendi, yani anlaşmazlık ertelendi, giderilmedi, savaşmalı ve hep yeniden savaşmalı!! Onu bundan vazgeçirmek başarılacak mı? Ne diyorsunuz?
W. I. Lenin, “Brief an Ines Armand vom 24. Januar 1915”,
Briefe, Band 4, s. 52-55.
Gençlik Üzerine, s. 119-122.
Dikkate değer bir olgudur ki her büyük devrimci hareketten sonra “özgür aşk” sorunu ön plana çıkar: insanların bir kesiminde devrimci bir ilerleme olarak, artık gerekli olmayan eski geleneksel zincirlerden kurtuluş olarak; öbür kesiminde erkek ile kadın arasındaki her türlü dizginsiz eylemi rahatça örtbas eden hoş bir öğreti olarak. Sonuncular, yani darkafalılar, burada hemen ağır basar görünüyorlar.
F. Engels, “Das Buch der Offenbarung,”,
Marks-Engels, Werke, Band 21, Berlin 1962, s. 10.
Feuerbach’a göre din, insan ile insan arasında, kendi gerçekliğini şimdiye kadar gerçekliğin fantastik görüntüsünde -bir ya da birçok tanrının aracılığında, insani özelliklerin görüntüsünde- arayan, ama şimdi onu BEN ile SEN arasındaki aşkta dolaysız ve aracısız olarak bulan duygu ilişkisi, gönül ilişkisidir. Ve böylece, cinsler arası aşk, Feuerbach’ta onun yeni dinini en yüksek uygulama biçimi değilse bile, en yüksek uygulama biçimlerinden biri oluyor. [sayfa 157] İnsanlar varoldukça, insanlar arasında, özellikle her iki cins arasında, duygu ilişkileri de varolmuştur. Cinsler arası aşk özellikle son sekizyüz yılda bu zaman boyunca onu bütün şiir sanatının zorunlu ekseni yapan bir biçim edindi ve bir yer kazandı. Varolan olumlu (positive) dinler, cinsler arası aşkın devletçe düzenlenmesine, yani evlilik yasaları çıkarılmasına, yüce kutsamayı bağışlamakla yetindiler, ve yarın, aşk ve dostluk pratiğinde en küçük bir şey değiştirilmeden, tümüyle yitebilirler.
F. Engels, Ludıvig Feuerbach und der Ausgang der klassischen
deutschen Philosophie, Marks-Engels, Werke, Band 21, s. 283.
Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu,
Sol Yayınlan, Ankara 1992, s. 31-32.
Tek karı-koca evliliğiyle birlikte, daha önce bilinmeyen sürekli iki toplumsal karakter biçimi ortaya çıktı: kadının sürekli aşığı ve boynuzlu koca. Erkekler kadınlara karşı yengi kazanmışlardı, ama yenilenler taç giydirmeyi yüce gönüllülükle üstlendiler. Tek karı-koca evliliğinin ve hetaerismus’un yanısıra, zina kaçınılmaz bir toplumsal kurum oldu
– yasaklanmış ağır cezalar verilen ama bastırılamayan bir kurum. Çocuğun gerçek babalığı eskiden olduğu gibi en çok ahlaki kanıya dayanıyordu ve çözülmez çelişkiyi çözmek için Code Napoléon şöyle buyuruyordu. (Madde 312.)
“L’enfant conçu pendant le mariage a pour père le mari
– evlilik sırasında gebe kalınan çocuğun babası, kocadır.”
Üçbin yıllık tek karı-koca evliliğinin kesin sonucu budur. Böylece tek-eşli-ailede (Einzelfamilie), tarihsel kökenine uygun kalan ve kadın ve erkek çekişmesini erkeğin paylaşılmayan egemenliğiyle gösteren durumlarda, uygarlığın başlamasından beri sınıflara bölünmüş toplumun çözemeden ve üstesinden gelemeden içinde hareket ettiği aynı karşıtlıkların ve çelişkilerin küçük bir resmini ediniyoruz. Burada elbette yalnız evlilik yaşamının bütün düzeninin kökensel karakterinin kuralına gerçekten uygun geliştiği, ama kocanın egemenliğine karının başkaldırdığı o tek karı-koca evliliği [sayfa 158] durumlarından sözediyorum. Hiç kimse bütün evliliklerin böyle geçmediğini, evdeki egemenliğini devlettekinden daha iyi korumayı bilmeyen ve bundan ötürü ona yaraşmayan dizginleri karısı pek haklı olarak ele alan darkafalı Alman burjuvasından daha iyi bilmez. Ama o, bunun içindir ki, başından çok daha kötü şeyler geçen Fransız dert ortağından çok üstün olduğunu sanır.
F. Engels, Der Ursprung der Familie, des Privateigentums und des Staats,
Marks-Engels, Werke, Band 21, s. 70.
F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetinin ve Devletin Kökeni, s. 72-73.