Nasıl seninle konuşurken sadece akli muhakememi yüksek sesle yaparsam öyle yazıyorum. Bana öyle geliyor ki hikâye ile roman arasındaki fark kemiyette değil keyfiyettedir. Hatta değil yalnız büyük, küçük hikâye ve roman, bunlarla şiir arasındaki esaslı farklar da böyle. Zaten şiir ile diğer edebiyat nevileri arasındaki farkı böyle görmeye başladığım için her şeyden evvel bence bir kemiyet meselesi olan lisan meselesindeki ayrılığı kaldırmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar ana hattında ayrı bir şiir lisanı — şiir hangi mektebe mensup olursa olsun esası değişmez — ve ayrı bir nesir lisanı varmış. Hele Türkçe’nin cümle kuruluşu hususiyetleri dolayısıyla fiilleri başa aldın mı, ortaya aldın mı şiir lisanı oluverirmiş. Nesir lisanının konuşma dilinden tut da ilim kitaplarındaki cümle turnürlerine kadar hudutsuz ifade imkânları olduğu halde şiir lisanı muayyen turnürlerin kalıbı içinde sıkışıp kalmış.
“Kemal’ciğim,
Çok şükür mektubun geldi. Az daha telgraf çekiyordum. Hastalandın diye düşündüm. Sinirlendim. Üzüldüm. Bilirsin ya, Çankırı’da da Piraye’den mektup gelmeyince ne hale girerdim. Bugün o haldeydim ve Piraye de: “Şimdi bana neden öyle ikide bir telgraf çekermişsin anlıyorum,” dedi. Her ne hal ise fırtına geçti.
Rahatım…
Sana arka arkaya beş ve iki buçuk lira gönderdim. Alıp almadığını bildir. Gazeteleri de postaya verdim, bugün mektupla beraber eline ulaşırlar. Gelecek posta kitap da bulup gönderirim. Şeker, çikolata gönderemediğini öyle içime dokundu, öyle yüzüm kızardı ki, ilk imkânda, şu hafta içinde derhal yollarım. Sana gazetelerden birinin içinde bir ağızlık göndermiştim, aldın mı? Eğer çıkma, hürriyete kavuşma işi daha uzayacaksa seni buraya aldırmak için bütün imkânları seferber edeceğim. Yol parasını buluruz. Üzülme. Orada daha fazla yalnız kalman manasız. Hele bir nisanın sonuna kadar bekleyelim. Ondan sonra ya dışarda kavuşuruz, ya içerde… Sen vardın, Piraye’ye hasrettim, Piraye var, sana hasretim. Piraye mektubunu hazırladı. Yollayacak. Bugün onunla bol bol şiir okuduk. Senden bahsettik. Zaten her sefer yanımızdasın, canım kardeşim.
Şiirim hakkında yaptığın tenkidler doğru. “Kayısı gibi” lüzumsuz herhalde.
“Yemyeşil” de öyle… “Çimenin üzerine” diye başlayan kısımdaki şark minyatür resminin anlaşılmasına bayağı çocuk gibi sevindim. Çünkü bunu yazarken Emin Bey yanımdaydı. “Bir minyatür resmi gibi oturalım sevgili ile istiyorum,” dedim. O bundan pek bir şey anlamadı, ama nazikâne gülümsedi. Mamafi ” bunun senin tarafından anlaşılması henüz benim bunda muvaffak olup olmadığıma delil değildir. Senin şiir denen şeyi çok iyi gördüğün, ona elle dokunacak kadar yönelmiş olmana alamettir. Gelelim şairanelik bahsine. Bu tabirle neyi kastettiğimi anlatmıştım. Şimdi bir sual soruyorsun: Bundan da istifade edilmeyecek mi? Bence aktif, terbiyeci, tesirci, realist edebiyatta bu unsurdan istifade edilemez. Çünkü, evvela —tabir caizse— “gayri edebidir”, saniyen demagojiktir, pratikte realist edebiyatın, sanat çerçevesi içinde kaldığı müddetçe, demagojiden sakınması lazımdır kanaatindeyim. Demagoji bazen müessir ve hatta lüzumlu bir silah olabilir, kullanılması lazım gelen yerler ve şartlar vardır ve buralarda kullanılmaması belki hata ve sekterlik olur. Fakat bu silahın tesiri muvakkattir, geçicidir, halbuki realist edebiyatın terbiyeci rolü devamlı, gitgide artan, derinleşen, anlatarak, izah ederek inandıran ve pratikte bu suretle müessir olan bir roldür. Kısaca demek istiyorum ki realist edebiyat benim anladığım manada bir ajitasyon vasıtası değildir. Fakat hayatta ajitasyon da terbiyeci, müessir bir rol oynar. Doğru. Ama o başka “edebiyat” unsurları ile yapılır. Geçen gün senin adaşınla konuşuyorduk. Güzel olacağını zannettiğim bir uzun hikâye yazıyor. Hikâye, roman, büyük hikâye nevilerinin arasındaki farkı sordu. Düşündüm. Galiba sen de bir mektubunda, “Benim Sağırdere yüz bu kadar sayfayı geçti, galiba roman olacak, roman, hikâye arasındaki fark sayfa adedi farkı mı bilmem?” diyordun. Bu hususu, .şöyle bir hamlede dağınık olarak düşündüklerimi sana yazayım. Nasıl seninle konuşurken sadece akli muhakememi yüksek sesle yaparsam öyle yazıyorum. Bana öyle geliyor ki hikâye ile roman arasındaki fark kemiyette değil keyfiyettedir. Hatta değil yalnız büyük, küçük hikâye ve roman, bunlarla şiir arasındaki esaslı farklar da böyle. Zaten şiir ile diğer edebiyat nevileri arasındaki farkı böyle görmeye başladığım için her şeyden evvel bence bir kemiyet meselesi olan lisan meselesindeki ayrılığı kaldırmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar ana hattında ayrı bir şiir lisanı — şiir hangi mektebe mensup olursa olsun esası değişmez — ve ayrı bir nesir lisanı varmış. Hele Türkçe’nin cümle kuruluşu hususiyetleri dolayısıyla fiilleri başa aldın mı, ortaya aldın mı şiir lisanı oluverirmiş. Nesir lisanının konuşma dilinden tut da ilim kitaplarındaki cümle turnürlerine kadar hudutsuz ifade imkânları olduğu halde şiir lisanı muayyen turnürlerin kalıbı içinde sıkışıp kalmış. Binaenaleyh şiir lisanına evvela nesir dili kadar geniş imkânlar vermek ve şiir lisanı nesir lisanı diye mevcut ikiliği kaldırmak lazım. (Bu bir şekil meselesi… Şekli tayin eden muhtevadır, fakat muhteva tarafından tayin olunan şekillerin nasıl diyalektikman muhteva üzerinde müessir oldukları ve kemiyette de olsa değişen muhteva üzerinde nasıl bir muhafazakâr, mürteci rol oynadıkları malum.) Binaenaleyh şiir lisanıyla, nesir lisanı arasında fark gözetmezsek şiirle roman, hikâye arasındaki fark nerededir, bunu bir misalle anlatayım: Bir manzaranın resmini karakalemle, suluboya ile, yağlıboya ile, fotoğrafla, gravürle almak kabil. Bütün bu resim nevilerini yapan realist bir ressam realiteyi aynı ebatta, aynı hacimde, aynı tablo cesametinde aksettirebilir. Fakat yaptığı eserlerden biri yağlıboya, diğeri suluboya, üçüncüsü karakalem, ilâ ahiri olur.
Binaenaleyh, edebiyata gelelim, roman da 300 sayfa olabilir, hikâye de 300 sayfa olabilir. Fark sayfalarda değil. Ama diyeceksin ki roman iki sayfa olamaz, buna mukabil hikâye bir tek hatta yarım sayfa da olabilir. Doğru. Bu hattı asgari meselesi resimde de vardı. Kurşunkalemle yapılan bir manzara resmini bir iki santimetre murabbaına sıkıştırmak mümkündür. Buna mukabil yağlıboyayla minyatür usulü ile çalışsan da aynı manzarayı iki santimetre murabbaına sığdıramazsın. Fotoğrafa gelince o aynı manzarayı yarım santimetre murabbaına da sokabilir… Yani bu asgari hatlar, dikkat et azami hatlar değil, sırf nevilerin terasındaki teknik hususiyetlerden gelir ve pratikte nadirattandır. Bir satırlık bir hikâye de olamaz sanıyorum. Olsa da, hatta yarım sayfalık bir marifet diye bakılır ki, resim için de bu bir marifettir. Yani ana hattında edebiyat nevileri arasındaki fark bence sayfa sayısından gelmiyor. Şimdi hatırlıyorum da, roman diye okuduğum, hem de beğenerek, hâlâ da beğeniyorum, 200, 300 hatta 400 sayfalık eserler hakikatte hikâye imişler ve hikâye diye okuduğum 100, 150 sayfalık hatta 75, 50 sayfalık eserler hakikatte romanmışlar. O halde romanla hikâye arasındaki fark ne? Bana öyle geliyor ki bu farkı mesela, karakalemle, yağlıboyayla, suluboya ilâ ahiri arasındaki farka benzer. Ayrılıklarda aramak lazım. Bu farklar bence nelerdir? Gelecek mektubumda yazarım. Bu usulü de sen çıkardın… Fena usul değil. Tefrika gibi oluyor.
Ordaki bildiklere ayrı ayrı selam ederim. Çankırı’yı göresim geldi, Kemal. Ben bozkırı bu yumuşak Bursa manzaralarından çok seviyorum. Bozkır beni ciddi yaptı, içimi ağır başlı yaptı. Müdür Beye hürmetler…
Hasretle mektubunu beklerim, Kemal’ciğim.”
Nâzım Hikmet