Yine Petrovskoya’daki evin önünde iki araba hazırlanmıştı: Birine, kupa arabasına, Mini, Katenka, Lüboçka ile oda hizmetçileri yerleşmişler, kâhya Yakof da arabacının yanına oturmuştu; yaylı arabayaysa, Volodya, hizmete yeni alınan uşak Vasiliy ve ben binecektik.
Bizden birkaç gün sonra Moskova’ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor, kupanın pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu.
– “İsa sizi korusun… Haydi sür…” Yakof ve arabacılar (kendi hayvanlarımızla gidiyorduk) şapkaları ellerinde haç çıkardılar: “Haydi uğurlar olsun… Deh deh…” Kupa yaylı bozuk yolda hoplamaya başlıyor ve büyük geçidin iki yanındaki kayın ağaçları, birbiri ardınca yanımızdan koşuyorlar. Hiç üzgün değilim; düşüncelerim geride bıraktıklarıma değil, ilerde göreceklerime çevrilmişti. Bugüne kadar, benliğimi dolduran acı anılarla ilgisi olan eşyalardan uzaklaştıkça, bu anılar gücünü yitiriyor ve çok geçmeden yerini güç, gençlik ve umut dolu yaşama duygusu alıyordu.
Ömrümde, yolculuğumuzun bu dört günü kadar hoş ve iyi geçen günlerim pek azdı. Eğlenceli demiyorum, çünkü bu anda eğlenmek içimden gelmezdi, annem yeni ölmüştü. Gözümde; ne önünden titremeden geçemediğim annemin kilitli odasının kapısı, bir tür korkuyla baktığımız kapağı kapalı duran piyanosu, ne yas giysileri (üstümüzde basit yol giysileri vardı), ne de annemin anısını incitmek korkusuyla yaşamın canlılığına katılmamı engelleyen ve yitirdiğimiz değerli insanı canlandıran eşyalar vardı. Tersine, burada, şairane yerler, değişik eşyalar dikkatimi çekiyor, beni eğlendiriyor, ilkyaza dönmüş doğa içimi sevinçle, geleceğin aydınlık umutlarıyla dolduruyordu.
Acımasız, çoğu zaman yeni görev alan insanlarda olduğu gibi, aşırı çaba gösteren Vasiliy, sabah erkenden her şeyin hazır olduğunu ve yola çıkma zamanı geldiğini ileri sürerek üzerimizdeki yorganı çekti. Sabahın tatlı uykusunu çeyrek saat olsun uzatmak için bir hayli kurnazlık yaptık, kıvrandık, kızdık ama Vasiliy’in sert yüzünden hiçbir şeye kanmayacağını ve yorganımızı yirmi kez kez daha çekmeye hazır olduğunu anladık, yataktan fırlayarak avluya yüzümüzü yıkamaya koştuk.
Sahanlıkta, uşak Mitka’nın pişmiş istakoz gibi kızararak üflediği semaver artık kaynamıştı. Dışarda hava, kokulu bir gübreden yükselen buhar gibi sisli ve nemliydi. Güneş, göğün doğusunu ve avlunun dört yanını çeviren sundurmaların çatılarını, neşeli bol ışıklarıyla aydınlatıyor, bu sundurmaların çatılarını örten otlar, üzerlerine düşen çiğlerden cilalanmış gibi parlıyordu. Sundurmaların yemliklerine bağlı atlarımız görünüyor, yedikleri yemi durmadan çiğneyişleri duyuluyordu. Sabaha karşı, dinlenmek için kuru gübre yığınına ilişen çok tüylü bir köpek, tembel tembel gerindikten sonra tırıs tırıs avlunun öbür yanına koştu. Hamarat ev sahibi, gıcırdayan avlu kapısını açtı; dalgın inekleri, böğürme ve ayak sesleri henüz duyulmaya başlayan sokağa koyvererek yeni uyanan komşuyla bir iki laf atmaya koyuldu. Gömleğinin kolları sıvalı Filip, derin kuyunun çıkrığını çevirerek çıkardığı duru suyu çevreye saça saça az önce uyuyan ördeklerin yıkanmaya başladığı su birikintileri bulunan meşe yalağa döküyordu. Ben büyük bir hızla geniş sakallı, gösterişli Filip’in yüzüne ve gücünü kullandıkça çıplak kollarında kesin bir biçimde ortaya çıkan kas ve pazularına bakıyordum.
Öte yanda; arkasında kızlarla Mini’nin yattığı ve akşam ortamızdayken konuştuğumuz paravanın öbür yanında kıpırdanışlar duyuluyordu.
Maşa, eteğiyle örterek bizden saklamaya çalıştığı birçok eşyayla sık sık yanımızdan geçiyordu. Sonunda kapı açıldı, bizi çaya çağırdılar.
Fazla çaba gösteren ve öteberi taşımak için durmadan odaya girip çıkan Vasiliy, bize göz kırpıyor, türlü diller dökerek bir an önce yola çıkmamız için Marya İvanovna’ya yalvarıyordu. Koşulan atlar ara sıra çıngıraklarını çınlatarak sabırsızlık gösteriyorlardı.
Sandıklar, bavullar, büyüklü küçüklü kutular yeniden arabaya konuyor; biz de yerlerimize geçiyoruz. Ama her seferinde yaylının oturma yerinde bir yığıntı buluyor, daha önce bunların nasıl yerleştirilmiş olduğuna, şimdi de nasıl oturabileceğimize bir türlü akıl erdiremiyorduk. Hele arabamıza verilen ve oturduğum yerin altına konan çay takımının, üç köşeli kapağı olan ceviz kutusu beni kızdırıyordu ama, Vasiliy, her şeyin yerli yerine gireceğini söylüyor, benim de ona inanmaktan başka çarem kalmıyordu.
Güneş göğün doğusunu baştan başa örten ak bir bulut arkasından görünür görünmez, ortalık ferah, neşeli ışıklarla aydınlandı. Çevrede her şey o kadar güzeldi ki, kendimde bir tür hafiflik, rahatlık duyuyordum. Yol, ekinleri biçilmiş tarlalar ve çiğlerle parlayan yeşillikler arasında, rasgele atılmış bir kurdela gibi önümüzde uzanıyordu. Yolun bazı yerlerinde, çamurda kuruyup kalan arabaların tekerlek izleriyle, taze yeşil otlara, uzun ve devinimsiz gölge veren hüzünlü söğüt ağaçlarına veya yapışık küçük yapraklı kayın ağacı fidanlarına raslıyorduk. Tekerleklerin, çıngırakların bir örnek gürültüsü, yol boyunca ötüşen çayır kuşlarının seslerini bastırıyordu. Arabamıza özgü bir tür ekşi ve güve dokunmuş çuha kokusu da, sabahın temiz havasında yitiyordu. Bütün bu şeyler içimde gerçek bir haz veren hoş bir heyecan uyandırıyor, kesinlikle bir şeyler yapmak isteğini duyuyordum.
Handa sabah duası etmek için vakit bulamamıştım; ama, herhangi bir nedenle dua etmeyi unuttuğum günlerde başıma kesinlikle bir uğursuzluk geldiğini çok kez denemiştim. Bunun için bu eksiğimi düzeltmeye çalışarak başımdan kasketimi çıkardım, arabanın bir yanına döndüm, dualar okumaya, kimsenin görmemesi için de ceketimin altında istavroz çıkarmaya başladım. Ama, bin türlü şey dikkatimi çekiyor, ben de aynı duanın sözlerini dalgınlıkla birkaç kez yineliyordum.
İşte yol boyunca uzanan keçiyolu üzerinde yavaş yavaş ilerleyen iki gölge. Bunlar azizleri dolaşan iki hacıydı. Başlarında birer kirli baş örtüsü, kirli bezlerle sarılı ayaklarında ağır çarıklar vardı, sırtlarında da kayın ağacı kabuğundan yapılmış birer çanta asılıydı. Onlar, sopalarını tekdüze sallayarak, ancak bizi görecek kadar başlarını çevirdikten sonra ağır, yorgun adımlarıyla birbiri ardından ilerlerken, “Nereye, niçin gidiyorlar? Yolculukları ne kadar sürecek? Yola düşen uzun gölgeleri, yanından geçecekleri söğüt ağacının gölgesiyle ne vakit birleşecek?” gibi sorular kafamı kurcalıyordu. İşte karşıdan dört atlı bir posta arabası hızla yaklaşıyor, iki arşın yakınımızdan geçerken merakla, gülümsemeyle bize bakan yüzler iki saniye içinde yitiyor. Bu adamların bizimle hiçbir ilgisi olmaması, belki de yüzlerini bir daha göremeyecek olmamız nedense insana çok garip geliyordu.
İşte yolun bir yanında, hamutları boynunda, koşum kayışları üzerlerine atılmış, ter içinde iki tüylü beygir koşuyor. Arkasından, yelesinde çıngırağı ara sıra hafifçe çıngırdayan çatal hamutlu bir atla, kocaman çizmeli uzun bacaklarını atın iki yanında sallayan genç bir arabacı geliyor, şapkasını bir yana eğmiş, yayvan bir ağızla şarkı söylüyordu. Yüzünde, duruşunda tembelliğin, gamsızlığın verdiği o kadar büyük bir sevinç seziliyordu ki, bana, insanın arabacı olup işini bitiren boş atlarla eve dönmesi, üzünçlü şarkılar söylemesi en büyük bir mutluluk gibi geliyordu. İşte, uzaklardaki yarın ötesinde, açık mavi göğün altında yeşil damlı bir köy kilisesi görünüyor… İşte çiftlik sahibinin evinin kırmızı çatısı, yeşil bahçesi. Bu evde kim oturuyor? Acaba çocukları, babaları, anneleri, öğretmenleri var mı? Bu eve gidip, ev sahipleriyle tanışsak nasıl olur? Bu sırada, yol vermek zorunda kaldığımız, kalın bacaklı, besili üçer at koşulu bir sürü koca yük arabası yanımızdan geçiyordu.
Vasiliy kamçıyı sallayan, kocaman ayaklarını arabanın önünde sarkıtan ilk arabacıya: – “Ne götürüyorsunuz?” diye sordu, adam, uzun uzun dikkatli, anlamsız bir bakışla bizi süzdü, işitemeyeceğimiz kadar uzaklaşınca bir şeyler mırıldanarak yanıt vedi. Vasiliy, çevresi örtülü olan ikinci arabanın ön bölümünde yeni bir hasıra bürünmüş yatan arabacıya: – “Yükünüz nedir?” diye sordu. Bir an için hasırın altından, kırmızımtırak sakallı, kırmızı yüzlü, kumral bir baş göründü; ilgisiz, küçümser bir bakışla yaylımızı süzdü, yitip gitti. Bunun üzerine ben: “Herhalde bu arabacılar bizim kim olduğumuzu, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmiyorlar” diye düşündüm.
Bir buçuk saatten beri gördüğüm türlü şeyleri izlemeye dalmış, kilometre taşlarındaki rakamlara dikkat etmemiştim. Güneş sırtımı, başımı daha çok yakmaya başlıyor, yolun tozu artıyor, çay takımı kutusunun üç köşeli kapağı da beni daha çok rahatsız ediyordu. Bu yüzden birkaç kez yer değiştirdim. Sıcak, rahatsızlık, sıkıntı duymaya başladım. Bütün dikkatim kilometre taşlarına, üzerlerindeki rakamlara çevrilmişti. Önümüzdeki durağa ne kadar zamanda varabileceğimizi türlü matematik yollarıyla bulmaya çalışıyorum: “On iki verst, otuz altının üçte biridir. Lipets durağına kadar kırk bir vest var, demek ki biz yolun üçte birini ve bilmem ne kadarını geçmişiz, vb.”
Arabacının yanında oturan Vasiliy’in kestirmeye başladığını sezince ona:
– Kuzum Vasiliy, ne olur, biraz da senin yerine ben geçeyim dedim. Razı oldu, yerlerimizi değiştirdik. Vasiliy hemen horlamaya başladı, arabada kimseye yer bırakmayacak biçimde yayılıverdi. Oturduğum yüksek yer hoş bir görünüme bakıyordu. Soldan ikinci Neruçinskaya, Diyaçok ortada, Levaya ve Aptekar adlı dört atımızın her birini, en ince ayrıntısına kadar bilirdim. Biraz sıkılarak Filip’e:
– Niçin Diyaçok bugün sola değil de sağa koşulmuş? diye sordum.
– Diyaçok mu?
Ben sürdürerek:
– Neruçinskaya’nın yükü yok gibi, dedim.
Filip son sözüme aldırış etmeden
– Diyaçok sola koşulamaz. O, sola koşulacak hayvanlardan değildir. Sola bunun gibi değil, adamakıllı bir hayvan gerekir, dedi.
Filip bunu söylerken var gücüyle terbiyeleri çekerek sağa eğiliyor, Diyaçok’un alabildiğine çekmesine karşın, zavallının kuyruğunu, ayaklarını kendine özgü bir biçimde aşağıdan kamçılamaya başlıyor; Bunu yalnızca, dinlemek ve niçin olduğunu bilmiyorum, başındaki şapkayı bir yana eğmek istediği zaman kesiyordu. Böyle bulunmaz bir fırsattan yararlanarak, arabayı kullanmayı bana bırakması için yalvardım.
Filip, önce dizginin birini, sonra ötekini verdi. Sonunda dizginlerin hepsi, altısı da kırbaçla birlikte elime geçti.
Sevincim sonsuzdu. Her yönden Filip’e benzemeye çalışıyor, ona:
– “İyi mi?” diye soruyordum. Benden pek hoşnut olmadığı anlaşılıyordu. Bir atın fazla yük altında kaldığını, öbürünün hiç güç harcamadığını söyleyerek dirseğini göğsüme dayadı ve dizginleri elimden aldı.
Sıcak gittikçe artıyor. Gökte sabun köpüklerini andıran beyaz bulutlar, balonlar gibi yükseliyor, şişiyor, birbirleriyle birleşerek koyu kurşuni gölgelere dönüşüyordu. Ufak bir çıkınla şişeyi tutan bir el, kupanın penceresinden uzandı. Vasiliy, şaşılacak bir çeviklikle arabayı durdurmadan yere atlayarak bize börek ve şıra getirdi.
Dik inişlerde hepimiz arabalardan iniyor, bazen birbirimizle yarış ederek köprüye kadar koşuyorduk. Bu arada Vasiliy ile Yakof tekerlekleri frenleyerek, araba tam devrileceği anda desteklemeye güçleri yetecekmiş gibi iki yandan kupayı tutuyorlardı.
Daha sonra Mimi’nin izniyle Lüboçka veya Katinka yaylıya, Volodya veya ben kupaya yerleşiyoruz. Bu yer değiştirme kızların pek hoşuna gidiyor; çünkü kızlar haklı olarak yaylıyı daha neşeli buluyorlar. Bazen günün sıcak saatlerinde koruluktan geçerken, arabadan geride kalarak yeşil otlar topluyor, yaylıda çardak yapıyorduk. Gezici çardak biçimini alan yaylı, bütün hızıyla kupaya yetişiyor, bu anda Lüboçka sevinç duyduğu zamanlarda yinelemeyi hiç unutmadığı ve atmaktan hoşlandığı ince, keskin bir sesle bağırıyordu.
İşte yemek yiyeceğimiz, dinleneceğimiz köy. Yavaş yavaş duman, katran gibi köy kokuları; konuşma, ayak, tekerlek sesleri gelmeye başladı. Çıngıraklar artık ovadaki gibi çınlamıyor, yolun iki yanında damları otla örtülü, oyma tahta merdivenli, kırmızı yeşil kepenkli, bazılarında meraklı kadınların yüzleri görünen küçük pencereli evler bir görünüyor, bir yitiyordu. Üstlerinde gömlekten başka bir şey olmayan oğlanlı kızlı köy çocukları, gözlerini açıp ellerini uzatarak kımıldamadan yerlerinde duruyor, yahut Filip’in korkutucu tavırlarına bakmayarak çıplak ayaklarıyla tozlar içinde arabanın arkasına bağlı olan bavullara tırmanmaya çalışıyorlardı. İşte kızıl saçlı hancı yamakları, okşayıcı sözler ve davranışlarla birbirlerini bastırarak gelip geçeni kandırmaya çalışıyor, arabanın iki yanında koşuşuyorlardı. Duuurr!!! Kapı gıcırdıyor, dingiller kapıya çarpıyor, avluya giriyoruz.
Oh!.. Şimdi dört saat dinlenecek, istediğimizi yapabileceğiz.
Lev Tolstoy
Yeniyetmelik