KURAMSAL AÇIDAN ŞİDDETİN PSİKOLOJİK KÖKENLERİ: ŞİDDET BİR ÖÇ ALMA BİÇİMİDİR!

3

Şiddet, bir imdat çığlığıdır; yönünü bulamamış bir ruhun çıkış yolu olarak seçtiği. Şiddet, “ben varım” demenin bir yoludur, bunun için bir başka yol bulamamışların başvurduğu. Şiddet  bir yas tutma biçimidir, kendini kaybetmiş bir ruhun kendi kaybına duyduğu. Şiddet bir öç alma biçimidir, kişinin kendi sahip olamadıklarına sahip olanlardan aldığı. Şiddet güçsüzlerin gücüdür, sonuçları kendini de başkalarını da inciten. Şiddet göz ardı edilenlerin isyanıdır.

Şiddet yaşamın her alanında varlığını sürdürüyor: evde, okulda, işte, sokakta. İnsanlık var olduğu sürece, şiddetsiz bir yaşam  pek olası görünmüyor. Şiddetin çok daha az olduğu bir dünya ise birçok insanın hayali. Fromm (1995a) “Umut Devrimi”  kitabında bu hayalin nasıl gerçekleşebileceğini ele almış, tartışmıştır. Peki, şiddeti azaltmak, onu bir değer olmaktan çıkarmak için ne yapmalı? Elbette önce insanı anlamak gerek. İnsan; ele avuca sığmayan, ne zaman ne yapacağı tam olarak kestirilemeyen, psikolojik yönü kadar sosyal yönü de olan bir varlıktır. Bu bölümde “şiddet davranışı” insanın psikolojik ve sosyal yönü dikkate alınarak incelenecektir.

Şiddet “kişinin kendisi ya da farklı kişi ve gruplarla anlaşmazlığa düştüğünde sorun çözme, inandırma, uzlaştırma gibi yöntemlere başvurmak yerine; yaralama, ölüm, psikolojik zarar, gelişme geriliği ya da ihmal ile sonuçlanabilen, kasıtlı güç kullanımına dayalı davranışlara başvurması” [TDK (2007) ve DSÖ (2002)’nün şiddet tanımları birleştirilmiştir] olarak tanımlanmaktadır.

Metin içerisinde, şiddet yerine bazen saldırganlık ifadesi kullanılmıştır. Saldırganlık ve şiddet iç içe geçmiş kavramlardır. İkisini net sınırlarla ayırt etmek oldukça güç görünmektedir. Dünya Sağlık Örgütü (2002) tarafından yapılan bir araştırmada saldırganlık, şiddetle ilgili bir terim olarak ele alınmıştır ve “bir kişiye fiziksel zarar vermeyi hedefleyici davranış biçimi -cinsel saldırılar da  (tecavüz) bunun içindedir.-” biçiminde tanımlanmıştır. Aynı araştırmada durumu kötüye kullanma davranışları, eziyet, hırpalama,  cinsel hırpalanma, ırksal kimliğin hırpalanması ve tehdit şiddetle ilgili diğer terimler olarak yer almaktadır.

Şiddet ve saldırganlık kavramları, anlamlarını kullanıldıkları yere göre almaktadır. Bu metin içerisinde ikisini birbirinden ayırmak yerine, kuramcıların kullandığı biçimiyle yer verilmiştir. Fromm “yıkıcılık ve saldırganlık”, Lorenz ve Winnicott “saldırganlık”, Freud “ölüm iç güdüsünün dışa yansıtılması”, Greun “içimizdeki yabancı” derken aynı şeyden söz etmektedir.

Şiddeti tanımlamak, bir ilk adım olsa da, şiddeti anlamak için yeterli değildir. Psikolojide ve Sosyolojide hiçbir şeyi tam olarak anlamak ve bu budur deyip “o”na noktayı koymak olası değildir. Temel bilimlerde olduğu gibi, bir durumu neden ve sonuç ilişkileri içinde test etmek ve  “bu durum, bu koşullarda her zaman böyledir” demek, sosyal bilimler için geçerli değildir. Bu metin sona erdiğinde de şiddete dair söylenecekler bitmiş olmayacaktır.

Aşağıda belli başlı kuram ve kuramcıların şiddetin psikolojik kökenlerine ilişkin bakış açıları verilmiş ve tartışılmıştır. İlk olarak şiddetin bir dış etkenin sonucu olduğunu söyleyen davranışçılık ve engellenme-saldırganlık varsayımı verilmiştir.

1. Davranışçılar

Şiddet davranışının psikolojik boyutu konusunda, davranışçıların açıklamaları yeterince doyurucu değildir. İnsanın bütün davranışlarının öğrenme ürünü olduğunu söyleyen davranışçılar davranışı, uyarıcı ve tepki arasındaki koşullanmayla açıklar. İçsel süreçleri varlığının ölçülemezliği ve nesnel olmadığı gerekçesi ile  reddederler. Davranışçılara göre, insanı doğuştan gelen eğilimler değil, yalnızca çevrenin etkisi  biçimlendirir. Şiddet de öğrenilen bir davranıştır.

Skinner’in yeni davranışçılığına göre insan davranışını amaçların, niyetlerin, hedeflerin ya da ereklerin yönlendirdiğini düşünmek, davranışa bilimsellikten uzak  ve yararsız bir yöntemle bakmak olacaktır. Skinner’in ruh bilimi, davranış mühendisliği bilimidir; amacı da arzulanan bir davranışı üretmek için gerekli olan doğru pekiştirmeleri bulmaktır. Yeni davranışçılık bir insan kuramına sahip olmadığı için, davranışta bulunan insanı değil, yalnızca davranışı görebilir. Bu da şiddetin psikolojik kökenlerini açıklamak gibi bir çabası olmadığını gösterir. Onlara göre davranış bir etkinin sonucu olan bir tepkidir. Yeni davranışçılara göre, insan her zaman öz çıkarlarının gerektirdiği biçimde davranır; bireyin davranışı şiddet de içeriyor olsa bunu öz çıkarına hizmet ettiği için yapar (Akt:Fromm, 1993)

Saldırganlık konusunda kuramsal yaklaşımlardan biri de, saldırganlığın iç güdüsel bir davranış olduğunu söyleyenlere  karşı bir tepki olarak ortaya çıkan “engellenme-saldırganlık hipotezi” dir.

2.Engellenme-Saldırganlık Varsayımı

Saldırganlıkla ilgili bilinen varsayımlardan biri Dollard ve arkadaşları tarafından öne sürülen engellenme-saldırganlık varsayımıdır. Engellenme-saldırganlık varsayımına göre saldırganlık bir iç güdü değildir. İnsanı saldırgan davranışa iten, engellenme sonucu ortaya çıkan bir güdüdür. Engellenme-saldırganlık varsayımına göre bireyin amaç yönelimli davranışı engellendiğinde, saldırgan bir güdü ortaya çıkmaktadır. Bu saldırgan güdü yöneldiği insana,  “zarar verme amaçlı” davranışı ortaya çıkarmaktadır (Bandura, 1973). Bu yönüyle engellenme saldırganlık varsayımı davranışçılığa benzerlik göstermektedir, çünkü her ikisi de bir dış etkiden söz etmektedir.

Bireyin büyüme sürecinde yakın çevresindekiler, onun birçok davranışının önüne engeller koyar. Birey bunlara gücü yettiğince direnir; ama gücünün yetmediği yerde kabul etmek, ortama uyum sağlamak gibi, aslında dışlanmamak için yaptığı davranışlar sergiler. Bireyin çevreye uyum sağlama sürecine sosyalleşme de denebilir. Bunun ölçüsü, uyum sağlama sürecinin bireyi kendisi olmaktan ne kadar uzaklaştırdığıdır. Bireyin çevreye uyum sağlama süreci, bireyi isteklerinin farkında olmayan, yalnız kendinden beklenenleri yapan biri haline getirdiğinde tehlike çanları çalmaya başlar. Çünkü yetişkin birey, bir noktadan sonra, bastırdığı öznel gereksinimlerinin, baskısını çok fazla hissetmeye başlar. Büyüme sürecinde içselleştirdiği, anne babanın baskılayan, engelleyen sesi, bu kez dışarıda değil kendi içindedir. Yani büyüme sürecinde, birey kendisine engeller çıkaran yakın çevresinin söylemlerini içselleştirmiştir. Yetişkin yaşında, birey kendini  özgür bırakamaz. Bu tip kişiler çoğu zaman şöyle konuşurken duyulur: “Öfkeliyim ama neden olduğunu bilmiyorum”, “Sıkıldım ama ne istediğimi bilmiyorum”, “En ufak şeylere bile kızar oldum”. Bu durum genelde, bireyin yaşamak isteyen tarafını baskılamasının sonucudur.

Görüldüğü gibi, yetişkin yaşa geldiğinde bireyin yaşamının önündeki en büyük engel kendisi olabilmektedir.  Oturmuş bir düşünce sistemi, yaşama bakış açısı olmadıkça; birey bu bakış açısını sorgulamadığı sürece, bu durum bireyin öz benliğini yaşamasına engel olmaya devam edecektir. Bilişsel Yaklaşım (Beck, 1976) insan davranışına böyle bir yorum getirmiştir. Beck (1976)’e göre bireylerin yaşantıları, onların kendileri ve dünya hakkında varsayımlar oluşturmalarına neden olur. Bireyin yaşantıları sonucu ulaştığı bazı varsayımlar çok uç; değişime dirençli, katı ya da işlevsel olmayan özellikler taşıyabilmektedir (Beck, 1976). Bu davranışların bazıları günlük yaşamda, bireyin kendisine ya da çevresine karşı şiddete başvurması biçiminde gözlenebilmektedir.

Saldırganlığın iç güdüsel bir davranış olduğunu, yani bireyde doğuştan var olan bir özellik olduğunu söyleyen kuramcıların görüşleri “iç güdücüler” başlığı altında ele alınmıştır.

3.İç Güdücüler

Burada üç  isimden söz edilecektir: Konrad Lorenz, Sigmund Freud ve Donald Woods Winnicott.

Lorenz’i Freud ve Winnicott’tan ayrı tutmakta fayda vardır. Freud ve Winnicott Lorenz’den farklı olarak birer psikanalisttirler ve insandaki yıkıcı eğilimleri, ruh çözümlemeci bir yaklaşımla ele almışlardır.  Lorenz’in insan saldırganlığı konusunda bir önermesi olmakla birlikte, asıl incelemeleri  hayvan davranışı  konusundadır.

3.1.Konrad Lorenz: Lorenz’e göre, insan saldırganlığı, sürekli akan bir enerji pınarının beslediği bir iç güdüdür ve dış uyaranlara karşı bir tepki sonucu olması gerekmez. Lorenz, iç güdüsel bir harekete özgü enerjinin, o davranış kalıbıyla ilişkili sinir merkezlerinde sürekli olarak biriktiğini; eğer yeterince enerji birikmişse, bir uyaran olmasa bile, bir patlamanın meydana gelme olasılığı bulunduğunu savunmaktadır. Kısacası Lorenz’e göre saldırganlık, esas olarak dış uyaranlara karşı bir tepki değil, insanın içinde gömülü, serbest kalmaya çabalayan ve dış dürtülerin yeterli olup olmamasına bakmaksızın, anlatımını bulacak olan bir uyarılmadır (Fromm, 1993). Lorenz’in saldırganlık tanımında, dışarıda ne olup bittiğinin önemi yoktur, önemli olan içerde ne kadar enerji biriktiğidir. Biriken enerji herhangi bir dış uyarıcı olmaksızın, bir noktadan sonra saldırganlık olarak kendini dışarıya yansıtmaktadır.

Lorenz gibi etologlar tarafından yapılan çalışmalar çok ilginçtir. Birçok türün belirli uyaranlara karşı iç güdüsel olarak tepki gösterdiğine ve iç güdüsel birçok dürtü bulunduğuna dikkat çekmektedir. Ancak insanlara ilişkin bilgi vermemektedir. İnsanlarla ilgili araştırmalar, genellikle gerekli bütün kontroller yapılmadan gerçekleştirilmiştir ve kesin sonuca götürücü deneyler henüz yoktur. Evrim ölçeğinde görece, daha aşağıda yer alan hayvanlar arasında, saldırgan davranışlara neden olmada; iç güdü önemli bir rol oynar, fakat merdiveni tırmandıkça iç güdü önemini kaybetmeye başlar (Freedman, Sears ve Carlsmith, 2003).

Doğal olarak, Lorenz’e yöneltilen en büyük eleştiri, saldırganlığı salt bir dürtü olarak ele alıp sosyal yapıyı göz ardı etmiş olması konusundadır.

3.2. Sigmund Freud: Psikanalitik görüşe göre birey doğuştan iki eğilimle dünyaya gelir: yaşam iç güdüsü ve ölüm iç güdüsü. Yaşam iç güdüsü, insanın yaşama coşkusunu yansıtır, cinsel iç güdüleri de içerir. Ölüm iç güdüsü [Thanatos: Ölüm (Yunanca) ] insandaki yıkıcı, yok edici eğilimleri içerir. Psikanalitik görüşe göre yaşayan her varlık, ilksel (inorganik) konumuna dönme amacını taşıyan yok edici iç güdülere sahiptir. Bu iç güdünün yok edici öğelerini, organizmanın dışına yönlendirmek libidonun görevidir. Bunun başlıca yollarından biri ise, yok etme isteğini organizmanın dışındaki nesnelere yöneltmektir (İsen, 1995). Daha açık bir ifadeyle, Freud’a göre saldırganlık, ölüm içgüdüsünün, bireyin kendisi dışındaki kişi ya da nesnelere yöneltilmesidir.

Psikanalitik kuram, normal dışı davranışların gelişmesini basitçe şu biçimde açıklar;  0-6 yaş döneminde  doğal istek ve eğilimleri bastırılan ve cezalandırılan birey, ergenlik döneminde de aynı tutumlarla karşılaşır ve doğal güdülerini (yaşam iç güdüsü ve ölüm iç güdüsü) toplum tarafından kabul edilebilir yollarla (ressam, polis, asker, kasap, boksör olmak gibi) doyuma ulaştırmayı başaramazsa normal dışı davranışlar geliştirir.

Bu noktada psikanalitik kuramın insan davranışına ilişkin önemli açıklamalarından biri olan savunma mekanizmalarına değinmek şiddete yaklaşımını daha iyi aydınlatacaktır.

Savunma mekanizmaları, fazla kullanılmadığı ve toplumun kabul edebileceği davranışlara yol açtığı sürece bireyin uyumunu kolaylaştıran davranış biçimleridir. Örneğin, yüceltme mekanizması  yoluyla  bireyler bastırdıkları  ilkel nitelikteki istek ve eğilimlerini toplumun kabul göreceği bir biçimde ifade ederler. Bir ressamın doğadaki süreci kağıt üzerine aktararak bu süreci “öldürmesi” gibi. Ressam böylece, doğuştan getirdiği saldırgan ya da cinsel eğilimlerini, toplum tarafından kabul görecek biçimde ifade etmektedir (Geçtan, 1993). Bunu başaramayanlar, toplum tarafından kabul edilmeyen şiddet içerikli davranışlar gibi farklı mekanizmalara  başvurabilmektedir.

Bir diğer örnek ödünleme mekanizması için verilebilir. Psikanalitik görüşe göre ödünleme mekanizması,  yetersizlik duygularına karşı geliştirilen bir mekanizmadır. Ödünleme tepkileri her zaman olumlu ve yararlı değildir. Sevilmediğine ve istenmediğine inanan bir çocuk, diğer çocuklara zorbalık ederek ezikliğini giderebilir, güvensizlik duyguları içindeki bir diğeri bütün davranışlarını diğer insanların ilgisini ve onayını sağlayabilme amacına yöneltebilir (Geçtan, 1993). Freud, kuramının ödünleme mekanizmasına ilişkin boyutunda, şiddetin yalnızca doğuştan getirilen, doyurulmadığı halde tehlikeli olabilecek bir davranış olmasının dışında; sevgi, onay görme ihtiyacı karşılanmayan çocukların başvurduğu bir davranış olarak da gözlenebildiğini, yani şiddeti ortaya çıkaran sosyal süreçlere de dikkat çekmektedir. Psikanalitik kurama göre, yetersizlik duygularına karşı bireylerin geliştireceği ödünleme tepkilerinden biri de başkalarına şiddet uygulamak olabilmektedir. Böylece yetersizlik duyguları yaşama ve şiddete başvurma arasında bir ilişki olduğuna dikkat çekilmektedir. Bu konuya “Sevgi ve Onay İhtiyacı” başlığı altında yeniden değinilecektir.

Psikanalitik bakış açısından, saldırganlığı  analiz edenlerden biri de  Winnicott’tur.

3.3.  Donald Woods Winnicott: “Eğer toplum bir tehdit altındaysa bu, insandaki saldırganlıktan değil, bireylerdeki kişisel saldırganlığın bastırılmasından kaynaklanır.” (Winnicott, 1950, s.5). Saldırganlığa ilişkin yaklaşımı, kısaca bu sözleriyle tanımlanabilecek Winnicott da, saldırganlığın doğuştan  ya da  kişiliğin bütünleşmesinden önce var olduğunu söyleyen iç güdücü bakış açısını paylaşmaktadır. O’na göre “bebek, rahim içinde tekme atar; buradan dışarı çıkmak için tekme attığı sonucunu çıkartamayız. Birkaç haftalık bebek kollarını oynatır; buradan, vurmak istediği sonucunu çıkartamayız. Bebek dişetleriyle meme ucunu çiğner; buradan, yıkmak veya can acıtmak amacı güttüğünü çıkartamayız. Başlangıçta saldırganlık etkinlikle neredeyse aynı anlama gelir; kısmi-işlevle ilişkilidir” (Winnicott, 1950, s.5).

Winnicott (1950) saldırganlığın gelişimini üç aşamada incelemiştir:

İlk evre (Bütünleşme öncesi/Kaygı gütmeyen amaç): Çocuk bu aşamada, uyarılma sırasında zarar verdiği şey (anne ya da onun yerine geçen biri) ile uyarılmalar arasındaki sakinleşme zamanlarında değer verdiğinin aynı şey olduğunu kavrayamaz. Burada saldırı sevginin bir parçasıdır. Bu duygusal gelişim evresinde saldırganlık kaybedilirse, sevme yetisi, yani nesnelerle ilişki kurma yetisi de bir ölçüde kaybedilir.

Ara evre (Bütünleşme/Kaygı güden amaç/Suçluluk): Kişinin benlik bütünlüğü anne figürünün kişiselliğini kavrayacak kadar gelişmiştir ve bunun son derece önemli bir sonucu olarak, dürtüsel deneyiminin (fiziksel olsun, düşünceleştirmeye ilişkin (ideational) olsun) sonuçlarıyla ilgili kaygısı vardır. Bundan böyle saldırganlığın bir kısmı, klinik olarak keder ya da suçluluk duygusuyla ya da kusma gibi, fiziksel bir eşdeğeriile kendini gösterir. Suçluluk, bebeğin sevilen kişiye zarar verdiğini hissetmesiyle bağlantılıdır. Saldırganlığın büyük kısmı toplumsal işlevlere dönüşüp kendini bu biçimde gösterir.Toplumsal etkinliğin doyurucu olması için, saldırganlıkla ilişkili kişisel bir suçluluk duygusu üzerine kurulması gerekir.

Bütünsel kişilik evresi (Kişiler arası ilişkiler/Üçgen ilişki durumları/Çatışma/Bilinçli ve Bilinçdışı): Bu evrede yoksunluk öfkeye yol açar. Yoksunluk hissi veren nesnelere karşı masum saldırgan dürtüler varken, iyi nesnelere karşı suçluluk üreten saldırgan dürtüler vardır. Yoksunluk, suçluluktan kaçış sağlar ve sevgi ile nefretin ayrı yollara yönelmesi gibi bir savunma mekanizmasını doğurur. Nesnelerin bu biçimde iyi ve kötü olarak bölünmesi gerçekleşirse suçluluk duygusu yatışır; buna karşılık sevgi, değerli saldırganlık bileşeninden bir miktarını kaybeder, nefret ise daha bozguncu (disruptive) niteliğe bürünür.

Bu dönemleri yaş aralıklarıyla belirtmemiş olmakla birlikte, Winnicott (1950, s.5)’un 0-6 yaş aralığında, yani benliğin oluşması sürecinde, saldırganlığın nasıl geliştiğini açıkladığı düşünülmektedir.

Saldırganlık duygusunun gelişim sürecindeki değişimini iç dünyanın büyümesi kavramıyla da açıklamaya çalışan Winnicott (1950, s.5), suçluluk duygusunun ortaya çıkmasından sonraki süreçte, çocuğun artık sadece kendi dürtülerinin annesi üzerindeki etkileriyle ilgili olmadığını, deneyimlerinin sonuçlarını kendi içinde de kaydettiğini söylemektedir. Kısacası çocuk, kişiler arası ilişkilerdeki girdi ve çıktıları sadece fiziksel olarak algılamaz; psikolojik olarak da algılar, anlamlandırır; iyi yaşantılar kendine ve yaşama güveni oluştururken, öfkeli saldırıları sonucunda ise içi kötü ya da yıkıcı duygularla dolar. Bu duygular, onun kendisine ve yaşama karşı güvenini sağlayan iyinin karşısında, içerden bir tehdit oluşturur.

Winnicott (1950, s.5), saldırgan davranışın önemli bir kaynağının patolojik düzeyde içe dönük olan çocuğun, iyileşme sürecinin ilk evrelerinde önemli ölçüde saldırganlaşması olduğunu söyler. Çocuk kendisinden istenen dışa dönük davranışları kazanmadan önce direnç gösterir ve bu süreçte saldırganca davranışlar sergiler. Aslında bu, her yaşta yaşanan değişimler için geçerlidir. Yeni olan bir kaygı yaratır; bu kişi için en önemli değerlerden ya da kişilerden vazgeçmesinin beklenmesi gibi duygusal yönü de güçlü olan bir değişimin beklenmesiyse, kişinin şiddete başvurmasına yol açabilir. Basit bir örnek vermek gerekirse, yeni teknolojiye uyum sağlamakta yaşlıların direnç gösterdiği gözlenir. Gösterecekleri tepkinin derecesi konuya verdikleri öneme ve gereksinimlerinin derecesine göre farklılaşacaktır. Şiddete varan davranışlar gösterenler de olabilmektedir.

Çocuğun çevresindekilerin şiddet içerikli ilişkilerine tanık olması sürecinde içselleştirdiği öfkenin etkilerini Winncott (1950, s.5), şu biçimde tanımlamaktadır: “Çocuk başka bir sorunla tamamen ilgili olduğu bir sırada anne-babası onun önünde kavga eder. Deneyimle başa çıkabilmek için, tamamını kendi içine alarak idare etme yoluna gider. Denebilir ki, ana babanın kavga anında dondurulmuş bir hali onun içinde yaşamaktadır ve bundan böyle belli bir miktar enerji içselleştirilmiş kötü ilişkinin denetlenmesi için buraya yönlendirilir. Klinik olarak yorgun olur, çökkünleşir ya da fiziksel hastalığa yakalanır. Bazı anlarda içselleştirilmiş kötü ilişki ağır basar, o zaman çocuk, kavga eden anne babanın ‘şeytanı içine girmiş’ gibi davranır. Çocuğun bu içselleştirmenin sonucu olarak saldırganlaştığı, kötü, yaramaz, deli gibi (deluded) davrandığı görülür ” (Winnicott, 1950, s.5).

Winnicott (1950, s.5)’un, Freud’a göre, saldırganlığın sosyal yönünü  daha çok vurguladığı görülmektedir. Psikanalitik kuram, saldırganlık eğilimlerinin doğuştan geldiğini söylemiş olmakla birlikte, bireyin gelişimi sürecinde, saldırganlığın biçim değiştirdiğine, bebeklikteki saldırganlıkla, yetişkinlikteki saldırganlık arasında, büyük fark olduğuna dikkat çekmiştir.  Winnicott (1950, s.5)’un katkılarıyla psikanalitik görüşün, saldırganlığın sosyal ve psikolojik yönüne bakışının genişlediği görülmektedir. Winnicott (1950, s.5)’a göre erken dönemdeki saldırganlık, çocuğun dış dünya ile ilişki kurmasının bir yoluyken, “ben” oluşmaya başlayınca, saldırganlık  biçim değiştirmekte, farklı amaçlarla başvurulan (savunma, kendini anlatma, kontrol etme gibi) bir davranış olmaktadır. Winnicott (1950, s.5), çocuğun yakın çevresindekilerin (anne-baba) arasındaki çatışmaların, çocuğun anlamlar dünyasında yankı bulduğunu ve bunları anlamlandırmakta zorlanan çocuğun ya onlar gibi saldırgan davranışlara başvurarak kendini ifade ettiğini (saldırganlığın içselleştirilmesi) ya da içine çekilip öfkesini kendine yönelterek depresyona girdiğini söylemektedir.

1930’lu yıllarda kıta Avrupa’sında; geniş halk katmanlarının ve özellikle işçi sınıfının faşizmi desteklemesi, Amerika Birleşik Devletleri yöneticileri ve sosyal araştırma kurumlarında ilgiyle karşılanmış ve anlaşılması zor bu “kitle psikolojisinin” ardındaki toplumsal-psikolojik dinamiğin biraz derinden incelenmesine başlanmıştır. 1943 yılında başlanan ve 1950 yılında yayınlanan “Otoriteryan Karakter” çalışması, bu alandaki yayınların doruk noktasını oluşturmuştur (Teber, 1990). Aşağıda, insanlığın yükselen şiddet karşısında artan korkuları üzerine gerçekleştirilen  ve sonuçları çok yankı uyandıran iki araştırmanın sonuçlarına yer verilmiştir. Böylece, şiddet üreten karakteri besleyen kültürel değerlere dikkat çekilmiştir.

4.Şiddeti Anlamada Toplumsal Etkilere ve Toplumsallık Duygusuna Vurgu Yapanlar

4.1.Adorno ve Arkadaşlarının “Otoriteryan Karakter”i ve Milgram Deneyleri: Otoriteryan Karakter çalışmasının  kuramsal alt yapısını, “bir insanın içinde yaşadığı toplumun politik, ekonomik ve inanç sistemlerinin bütünü, o insanın kişiliğini-zihniyetini belirler. ” görüşü oluşturmuştur. Otoriteryan Karakter çalışması kapsamı içinde 2099 kişiye çeşitli soru kâğıtları-skalalar dağıtılmış ve yanıtların alınmasına başlanmadan önce deneklere, çalışmanın bir zekâ ya da kültür testi olmadığı, bu soru kâğıtlarının üstünde doğru ya da yanlış diye değerlendirilecek soru bulunmadığı açıklanmış; burada yalnız kamuoyunun ilgisini çeken kimi konuların biraz daha yakından gözlenmesinin amaçlandığı belirtilmiştir (Teber, 1990).

Ortaya çıkan otoriteryan karakter, araştırmacılar tarafından şöyle tanımlanmıştır: Uzlaşımsal değerlere kör bir bağlanma ya da teslimiyet; otorite karşısında kör bir itaat ve hemen yanı sıra, muhaliflere ve grubun dışındakilere karşı kör bir nefret ve düşmanlık; kendi içindeki duyguların ve düşüncelerin ne olduğunu yoklamadan kaçınmak; katı, tek tipleşmiş bir düşünce; insanüstü varlıklara inanma ve bel bağlama eğilimi; insan doğasının yarı-ahlâkçı ve yarı alaycı bir tutumla horlanıp bastırılması; kendi içindekini dıştaki nesnelere yansıtma (Teber,1990).

Milgram ve arkadaşları, depolitize edilmiş otoriteryan karakterin, otoriteye karşı olan boyun eğişini ve bağlılığını, bu kez savaş sonrası bir dönemde ve deney odalarında belirlemenin ve sınamanın yollarını araştırmaya başlamışlardır. Deney ortamında öğretmen, öğrenci ve deneyin sağlıklı yürümesinden sorumlu ve burada “otoriteyi” temsil eden bir memur bulunmaktadır. Üzerinde araştırma yapılacak kişiye öğretmen görevi verilmiştir. Öğretmen konumundaki asıl denek, üzerinde pek çok elektrik düğmesi bulunan bir kumanda masasının başına getirilmiştir. Elektrik düğmeleri 450 volta kadar numaralanmıştır. Ayrıca düğmelerin üzerine, 250 volta kadar “tehlikeli”, sonrası için “çok tehlikeli” ve daha sonrasına da “öldürücü” kelimeleri yazılmıştır. Senaryo gereği öğretmen, öğrencisine, örneğin “bulut-gökyüzü-yıldız-mürekkep vb.” gibi çeşitli sözcükler sorarak, bunları kusursuz ve aynı sıra içinde tekrarlamasını isteyecek ve öğrencinin bunu başaramaması durumunda da (ki görevi gereği “öğrenci” kendisinden isteneni sıklıkla eksik bir biçimde yapacak) öğrencisine elektrik vererek cezalandıracaktır. Gerçekte öğretmenin basacağı elektrik düğmeleriyle “öğrencinin” bağlandığı elektrik iskemlesi benzeri koltuk arasındaki bağlantıyı sağlayan elektrik kablolarının içleri boştur, ama öğretmen konumundaki denek bunu bilmemektedir (Teber, 1990).

Sonuç olarak, üzerinde araştırma yapılan öğretmen konumundaki deneklerin hemen hepsi, 150-180 volta kadar olan elektrik şoklarını vermekte hiçbir sakınca görmemişlerdir. Bir kısmı ise 200 volttan sonra, odada bulunan ve otoriteyi temsil eden yetkiliye, deneye devam edip etmemesi gerektiğini sormuş ve otoritenin “deneye devam ediniz” önerisi üzerine daha yüksek gerilimli elektrik şokları vermeyi sürdürmüşlerdir. Deneye katılanların %66’sı, öğrencilerine 315 volt ve daha fazla elektro-şok yapmışlardır. Bunlardan %40’ı deneyi büyük bir coşku ve heyecan ile karşılamış ve “hata yapan” öğrencilerini öldürücü dozun çok fazlası olan elektrik gerilimiyle cezalandırmışlardır (Teber, 1990).

Stanley Milgram ve arkadaşlarının araştırma bulgularının etkisi, ABD yönetim sorumlulularını bile ürkütecek boyutlarda etkili olmuştur. Milgram sonucu “belki de bizim toplumsal yapımız-kültürümüz, bizlere ‘otoriteye’ karşı konuşmak, söz söylemek, tartışmak yeteneğini vermiyor” (Akt: Teber, 1990) biçiminde yorumlamıştır.

Adorno ve arkadaşlarının otoriteryan karakterinin, Fromm (1993)’un sado-mazoşist karakteri ile benzer yanları çoktur. Fromm (1993) Milgram deneyini, salt boyun eğme ve uyma sınavı değil, aynı zamanda bir şiddet, zalimlik ve yıkıcılık sınavı olarak da çok öğretici olarak tanımlamıştır. Gruen (2005) ise “İçimizdeki Yabancı”da bu davranışın bireyin gelişimi boyunca nasıl bir sürecin sonucu olarak ortaya çıktığını tartışmıştır. Gruen’den söz ederken bu konuya da değinilecektir.

4.2.Erich Fromm: Lorenz’in iç güdüsel bir davranış olarak nitelediği, öte yandan Skinner’in öncülüğünü yaptığı yeni davranışçılığın, koşullanma ile ortaya çıkan bir davranış saydığı saldırganlığı, Fromm (1993) yadsımaktadır. O’na göre bu yaklaşımlar, “insanı bilinçli ve özgür davranabilen bir canlı olarak görmedikleri” (Fromm, 1993) için yanlıştırlar.  Fromm (1993) iki tür saldırganlıktan söz eder. Biri savunmaya dönük, yani “iyi huylu” (benign), ikincisi ise “kötü huylu” (evil) saldırganlıktır.  Kötü huylu saldırganlık sadizm ve yok etmekten zevk duymayı kapsar. Fromm (1993)’a göre Lorenz’in yanılgısı bu iki türü ayırt edememesindedir .

Fromm (1993)’a göre insanın başat tutkusunun sevgi ya da yıkıcılık olup olmaması, büyük ölçüde toplumsal koşullara bağlıdır. Fromm (1993) konuya bakış açısını varoluşçu bir bakış açısı olarak sunmaktadır. O’na göre sevgi, şefkat, özgürlük arayışının yanı sıra yıkım, sadizm, mazoşizm arzusu, iktidar ve mülk açlığı gibi insan tutkuları, insan varoluşunun koşullarından kaynaklanan “varoluşsal gereksinimlere” yanıt oluşturabilmektedir. Daha açık bir ifadeyle insan canlı, hareketli bir yaşam arar; daha üst düzeyde bir doyuma ulaşamadığında da yıkmaya dayalı canlı, hareketli yaşamı kendisi yaratır.  O’na göre “gerçek o dur ki “iyi” olsun, “kötü” olsun bütün insan tutkuları, bir kişinin yaşamına anlam kazandırma ve bayağı salt yaşamı sürdürme amacı taşıyan var oluşu aşma çabası olarak anlaşılabilir ancak” (Fromm, 1993).

Şiddet üreten bir insana bakış açısını Fromm (1993) şöyle ifade etmiştir: “En sadist ve en yıkıcı insan bile bir insandır; azizler ne kadar insansa o da o kadar insandır. O insan olarak doğmuş olmanın yarattığı güç sorunlara daha iyi bir yanıt bulmayı başaramamış; sapık ve hasta bir kişi olarak adlandırılabilir.  Bu yorumlardan hiçbir biçimde yıkıcılığın ve zalimliğin kötü olmadığı anlamı çıkarılmamalıdır, bunlardan çıkarılabilecek anlam ancak kötülüğün insanlara özgü olduğudur ” (Fromm, 1993). O’na göre bu tutkular, tutkuların sahibini de yıkıma uğratır ve bir çelişki oluştururlar; kendine anlam kazandırma uğraşında yaşamın kendisine karşı yönelmesini ifade ederler. Kısacası insanların yola çıkış amacı, tutkuları aynı, ama doyuma ulaştırma yolları, başa çıkma yöntemleri farklı. Onları tanımak anlamaya çalışmak gerekir, bu, hoşgörülü olmak demektir.

“Sıkıntı”, Fromm’un yaklaşımında önemli bir kavramdır. O’na göre sıkıntı, insanın çevresindeki şeylerle ve kişilerle “ilgiye dayalı ilişkilere girmemesi”dir. Fromm bu konuya açıklık getirirken, “sıkılan karakter” için, yaşamın anlamını yitirdiğini, mutsuz olduğunu, kendini bir kişi olarak algılayamadığını vurgulamakta ve bu bunalımın, “insanın artık tümüyle bir araç haline gelmesinden” kaynaklandığını belirtmektedir. Bu yabancılaşmış ve bunalan insanların sayısı, toplumsal koşullar sebebiyle tümüyle arttığı için de, saldırgan ve yıkıcı eğilimler çoğalmaktadır. Fromm modern toplumdaki bu bunalımı, “insanların var olmak yerine, sahip olmayı” yeğledikleri bir ilişkiler düzeni içinde, yaşamalarına bağlamıştır (Reif, 1975; Akt:İsen, 1995).

Fromm (1993), toplumsal ve siyasal yapıda gerçekleştirilecek ve insanı toplumdaki üstün yerine oturtacak olan köklü değişiklikler aracılığıyla geniş anlamda bir değişim sağlanabileceği sonunca varmıştır. O’na göre doğanın makinelerle fethinin gerçek ilerleme anlamı taşıdığı ve yaşayan insanın makinenin bir eki haline geldiği bir toplumda insan hak ettiği yeri almamaktadır ve bu durum şiddeti kışkırtmaktadır.

Aşağıda görüşlerini daha çok “toplumsallık duygusu” çerçevesinde ifade etmiş olan Adler’in görüşlerine yer verilmiştir. Adler’in bazı görüşleri de “Sevgi ve Onay Gereksiniminin Şiddet İle İlişkisi” bölümünde verilmiştir.

4.3. Bireysel Psikoloji / Alfred Adler: Adler (1992)’e göre toplumsallık duygusu bireyin psikolojik gelişiminde önemli bir yere sahiptir. O’na göre toplumsallık duygusunun eksikliği, yaşamın olumsuz tarafına yönelişle eş anlamlıdır. Toplumsallık duygusunu kendisinde barındırmayan insanlardan, sorunlu çocuklar, suça yönelik kişiler, akıl hastaları ve alkolikler çıkar. O’na göre çözüm bu kişilerde yaşama ve başkalarına karşı ilgi duygusunu  yeniden uyandırmakla olur.

Her insanda bir amaç ve ideal düşüncesi yaşadığını ve insanın bunların yardımıyla içinde bulunduğu durumu aşmaya çalıştığını söyleyen Adler (1992)’e göre, insan, somut bir amaç saptayarak, hal’deki eksiklerini gidermeye, karşılaştığı güçlükleri yenmeye çalışır. Bir amaç düşüncesi olmadı mı bireysel etkinlikler her türlü amacını yitirir. O’na göre bütün toplumsal olayları anlamayı sağlayacak şifre, insanların kendilerini gösterebilecekleri bir durumu ele geçirmek için sürekli çaba harcadıkları gerçeğinde yatmaktadır. O’na göre, insanın en güçlü çabalarından biri bir grup oluşturmak, bir topluluğun ya da bir toplumun üyesi olarak yaşamaya, başkalarından soyutlanmış  durumda yaşamaktan kurtulmaya yöneliktir. Kişi bunu başaramadığında normal dışı davranışlar sergileyebilmektedir.

Son yıllarda sosyal sorunları tartışırken, biz-onlar, biz-ötekiler, bizim gibiler-bizim gibi olmayanlar gibi tanımlamalar  sıkça kullanılır olmuştur. “Sosyal kimlik kuramı”, insanların kendilerini bir gruba taraf  ya da bir gruptan ilân etmelerinin, şiddete zemin oluşturduğu görüşünü savunmaktadır.

4.4. Sosyal Kimlik Kuramı: İnsanın doğasında dünyayı siyah-beyaz keskinliğinde “biz” ve “onlar” olarak ikiye ayırma eğilimi öyle güçlü ki, bilim dünyası da yıllarca bunun biyolojik bir gereksinim olup olmadığını tartışmıştur. 1970’lerde, Tajfel ve Turner önyargılara dair literatürdeki en güçlü kuramlardan birini ortaya atmıştır: “Sosyal Kimlik Kuramı”, bu kuram, insanların belli gruplara girerek öz güvenlerini yüksek tuttuklarını, diğer gruplara karşı ise önyargılar geliştirdiklerini söylemektedir. Kuramın 3 çekirdek düşüncesi: gruplandırma, kimlik belirleme ve sosyal karşılaştırmadır. Gruplandırma; din, ırk, kültür, dil gibi sosyal yapı öğeleri üzerinden yapılabileceği gibi, göz rengi, boy uzunluğu gibi tamamen fiziksel özellikler temel alınarak da gerçekleştirilebilir. Kişiler, yaptıkları gruplandırmalar çerçevesinde kendilerini bir grubun üyesi olarak algılamaya başladıktan sonra ise bu grubun içinde kendilerine kişisel ve sosyal bir kimlik belirlerler. Ait oldukları grupla özdeşleşecek davranışlarda bulunup o grubun fikirlerini benimserler. Örneğin, fanatik bir futbol takımı taraftarı tuttuğu takımın kazandığı her maçı kendi başarısı gibi benimseyebilir. Son çekirdek düşünce ise sosyal karşılaştırmadır. Gruplar, kendilerini diğer gruplarla karşılaştırdıklarında, olumlu özelliklerini ön plana çıkaracak alanlara yoğunlaşıp öz güvenlerini arttırırlar. Sosyal statü açısından daha düşük gruplar ise kendilerinden daha iyi durumdaki gruplarla aralarındaki açığı olduğundan küçük algılarlar. Bu gruplaşmalar, nefrete, kavgalara ve savaşlara giden yolda atılan ilk adımlardır denebilir. “Biz” ve “onlar” ayrımından bahseden bu kuram, önyargıların oluşumunu kişilerin farklı sosyal kimlikler içinde sınıflanarak “taraflı” algılar geliştirmelerine bağlamaktadır (Ayhan, 2007).

Sosyal öğrenme kuramı ise “İnsan, model alarak ve gözlem yoluyla saldırganlığı öğrenebilir mi?”  sorusunun cevabını araştırmıştır.

4.5. Sosyal Öğrenme Kuramı: Saldırganlığın büyük ölçüde sosyal çevredeki koşullanmalar, ödül ve cezalarla öğrenilmiş deneyimlerle tetiklenebileceğine dikkat çeken ve adı Bandura (1973) ile anılan “Sosyal Öğrenme Kuramı” saldırganlığa yönelik  temel yaklaşımlardandır. Bu yaklaşımda insanın doğasına ait nefret ve saldırganlık hisleri inkâr edilmez,  bu hislerin davranışa dökülmesinde sosyal öğrenmelerin yani “dış” etmenlerin etkili olduğu savunulur. Sosyal öğrenme kuramına göre, birey kendi deneyimlerinden elde ettiği çıkarımlar sonucu şiddet içerikli davranışlara yönelebileceği gibi, televizyon, sinema ya da diğer medya araçlarında şiddet içeren davranışların ödüllendirildiğini görmesinin sonucu olarak da şiddet içerikli davranışlara yönelebilir. Her iki durumda da saldırganlık, sosyal yolla öğrenilmiş bir davranış olarak ortaya çıkmaktadır.

Buraya kadar sözü edilen yaklaşımların hiç biri, şiddetin psikolojik kökenlerini tek başına  açıklayamamaktadır, ama her biri bir boyutuna ışık tutmaktadır. Bir diğer boyut da sevgi ve onay ihtiyacıdır, aşağıda bu konudaki görüşlere yer verilmiştir.

5.  Sevgi ve Onay Gereksiniminin Şiddetle İlişkisi

İnsanlar, doğuştan getirdikleri özellikler açısından önemli bir fark olmadığı sürece, temel fizyolojik gereksinimlerinin nasıl karşılandığı da içinde olmak kaydıyla, kendileriyle nasıl bir ilişki kurulduğunun ürünüdürler. Bu ilişkideki değer, sevgi, paylaşım öğelerinin düzeyi ve niteliği, bu yeni bireyin sevecen-hırçın, neşeli- karamsar, saldırgan-sakin, güvenli-güvensiz, bağımlı-bağımsız kişilik özelliklerinden hangilerini geliştireceği üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. En kritik yaş aralığı öncelik sırasına göre 0-1,5 yaş ve 0-6 yaş aralığıdır. Bireyin kendilik değerine ilişkin temel duyguları bu dönemlerde oluşmaktadır.

Sevecen, neşeli, güvenli, bağımsız, yaratıcı bir kişiliğin gelişimi nasıl bir sevgiyle olmaktadır?

Fromm (1995b)’a göre sevgi, bir soyutlamadır; belki garip bir varlık, belki de kimsenin göremediği bir tanrıçadır. O’na göre gerçekte var olan sevme eylemidir, çünkü sevmek yaratıcı bir etkinliktir. Bir insana (ya da nesneye) ilgi duymanın, onu tanımak istemeyi, onu anlamayı, doğrulamayı ve onun yanındayken sevinç duyabilmeyi doğurduğunu söyleyen Fromm (1995b)’a göre sevmek, sevilen insanı ya da şeyi canlandırmak, onun yaşama duygusunu artırmak anlamına gelir.  Aynı zamanda kişinin kendisini de canlandıran, yenileyen ve hareketlendiren bir süreçtir.

Sevgi  Fromm (1995b) tarafından yaşam üreten bir eylem olarak tanımlamaktadır. Hatta sevgi, yaşamın özü, var olmanın özü ya da vazgeçilmezi olarak görülüyor. Daha doğrusu sevgi, hem ben’i hem sevdiği kişiyi daha canlı, coşkulu, yaratıcı yapabiliyorsa gerçek sevgidir. Fromm (1995b)’a göre sevgi bazen “sahip olmak”la karıştırılır ki bu yapılabilecek en büyük hatadır. Sahip olma tarzı bir ilişkide, kendinin kılmak, denetim altında tutmak vardır. Burada canlandırmaktan, hareketlendirmekten söz edilemez, onun yerine boğucu, kısırlaştırıcı bir eylem  söz konusudur. Bu noktada bireylerin kendi sevgi bağlarını gözden geçirmelerinde fayda vardır. Bu ilişkilerde yakınlarıyla “sahip olma” biçiminde bir ilişki mi kuruyorlar? Sevdikleri için yaptıklarını söyledikleri fedakârlıklar, kısıtlamalar, aldıkları önlemler, sevdiklerini daha çok var olmaya mı, daha çok  kendinden uzaklaşmaya, bazı kalıplara uygun biri yapmaya mı götürüyor? Bu soruların  cevabını herkes, kendi ilişkilerindeki süreçleri ve sonuçlarını analiz ederek bulabilir.

20yy’ın en tanınmış mistikçilerinden olan Osho (2007)’ya göre, sevgi iki anlama gelebilir: bir anlamı ilişki olarak sevgi; diğer anlamı bir oluş hali olarak sevgidir. O’na göre sevgi bir ilişki haline geldiği an bir esarete dönüşür. Çünkü beklentiler vardır, istekler ve düş kırıklıkları vardır, her iki tarafın da hükmetme çabaları vardır (Fromm’daki “sahip olma”). Osho (2007)  “oluş hali olarak sevgi”nin bireyin  basitçe sevdiği anlamına geldiğini söyler. “Oluş hali olarak sevgi”de bireyin belirli bir şekilde olması, belirli bir şekilde davranması, belirli eylemleri yapması istenmez. Yalnızca paylaşım vardır. Paylaşmadan da herhangi bir ödül için istek yoktur. Paylaşmanın kendisidir ödül. Bu nedenle Osho (2007), hiçbir beklentiye sahip olmadan sevmeyi önerir, çünkü sevmenin bireyin manevi gelişimi için gerekli olduğunu düşünür.

Görüldüğü gibi Osho (2007) için de sevgi, hayatı yaratan zenginleştiren bir eylemdir. Karşılıksızlık özelliğine sahiptir. Sahip olmayı içermez. Fromm (1995b)’da “sahip olma” olarak tanımlanan durumu Osho (2007) “ilişki” olarak tanımlamış; ilişki ile karşılıklı alışverişin, beklentilerin olduğu bağımlı bir süreci anlatmıştır. Her ikisi de gerçek bir sevgi bağının olduğu yerde özgür iki bireyden söz etmektedir. Osho (2007) bu konuda, sevginin sadece özgürlük verdiğinde ve diğer kişinin gizliliğine saygı duyulduğunda gerçek olduğunu,. kriterin bu olması gerektiğini söylemiştir.

Görüldüğü gibi hem Fromm (1995b), hem Osho (2007) için sevgi, karşı tarafı yok etmeyen, onu yaşatan, var olmasına yardımcı olan olduğu zaman gerçektir. “Sahip olma” (Fromm, 1995b) ya da “ilişki”  (Osho, 2007) olarak sevgi, yok edici ve boğucudur.

Sevgi’ye ilişkin bu girişten sonra sevginin şiddetle ilişkisine yine kuramcıların gözüyle bakılacaktır.

Hümanistik psikolojinin iki önemli temsilcisi olan Maslow ve Rogers  bireyin doğuştan iyi olduğuna, bireyin kendini gerçekleştirmesinin önemine, bireye koşulsuz sevgi ve saygı gösterilmesi gerektiğine vurgu yapmışlardır. Koşulsuz sevgi ve saygı olmayan bir ortamda kişinin olumlu bir benlik duygusu geliştiremeyeceğini, normal dışı davranışlara yöneleceğini söylemişlerdir (Jones, 1982).

Freud, her ne kadar insanın doğuştan yıkıcı eğilimlere sahip olduğunu söylemiş olsa da sevginin önemine dikkat çekmiştir. O’na göre yeterince sevgi gören ve doğal eğilimleri toplumca kabul edilebilir konulara yönlendirilen çocuklar, şiddete başvurmaya ihtiyaç duymamaktadır. Tam tersi koşullarda yetiştirilen, tüm doğal yönelimleri bastırılan ve cezalandırılan, yeterli sevgi ve onay alamayan çocuklar, ileriki yaşamlarında şiddete başvurmak da dahil patolojik davranışlara yönelebilmektedir.

Winnicott (1950, s.5) ise sevginin önemini şöyle ifade etmektedir: “Çocukta sağlıklı dediğimiz duygu durumunun oluşabilmesi için yeterince iyi anneliğe ve sevginin fiziksel biçimde (ilk başta olabildiği tek biçimiyle) ifade edilmesine gerek vardır. Anne bebeği (rahminde ya da kollarında) tutar ve sevgi (özdeşleşme) aracılığıyla benlik gereksinimlerine nasıl uyum sağlayacağını bilir. Bu koşullar altında ve ancak bu koşullar altında, birey var olmaya başlayabilir ve var olmakla da id deneyimlerini yaşamaya başlayabilir” (Winnicott, 1950, s.5).

Bireysel Psikolojinin kurucusu Alfred Adler (1992)’e göre “Bir çocuk dünyaya gözlerini açtığı andan başlayarak çevresindekilerden nefret görürse, kolay kolay hayatta kalamaz, büyük bir kesinlikle yok olup gider” (Adler , 1992).  O’na  göre bu bireyler ya suça yönelir ya da ileriki yaşlarda psikolojik sorunlar yaşarlar. Bazıları içindeki aşağılık duygusunu bastırmak için , üstünlük kompleksi geliştirir ve çevresindekilere içindeki nefreti yansıtabilir.

İnsanın, aslında dost ve yardımsever bir varlık olduğunu söyleyen Adler (1992)’e göre, sevgi duygusunun ve toplumsal duygunun eksikliği ya da yokluğu normal dışı davranışların temel belirleyicisidir. Söz konusu duyguların eksikliği, çocuğun doğal gelişiminin aşırı baskı altında kalması ya da çocuğun bir birey olarak tanınmamış olmasındandır. Çevresi tarafından sömürülen ve itilen çocuk, diğer insanlara karşı sevecenlik geliştirmediği gibi, amaçlarını da diğer insanların amaçlarına karşıt biçimde tasarlar. Türkiye’de son yıllarda büyük bir toplumsal sorun haline gelmiş ve muhtemelen okul çevrelerindeki birçok çetenin kaynağı haline getirilmiş sokak çocuklarının durumu gibi.

İnsanın doğuştan yıkıcı eğilimlere sahip olduğunu söyleyen psikanalitik kuram da içinde olmak kaydıyla, birçok kuram sevgi ve onay eksikliğinin sonucu olarak artan yetersizlik duygularını şiddetin en önemli kaynaklarından biri olarak görmektedir. Ama şiddet üreten kişiliğin gelişimi konusunda II. Dünya savaşını da gören, Fromm (1993) ve Gruen (2005) kadar açıklayıcı olamamışlardır.

Şiddet üreten bir kişiliğin hangi koşullarda geliştiğini anlatan, çağdaş  yazar   Gruen’in “İçimizdeki Yabancı”  (2005) ve “Kendine İhanet” (2004) kitaplarındaki görüşleri dikkate değerdir. Gruen (2005), II. Dünya Savaşı’nın sebebi olan Hitler ve onu izleyenlerin nasıl bir sürecin ürünü olduklarının psikodinamiklerini ve şiddetin nasıl yığınların ortak eylemi haline geldiğini açıklamaya çalışırken, Fromm (1993)’dan sonra bu konuda en kapsamlı incelemelerden birini yapmıştır.

Gruen (2005) yıkıcılığı, “içimizdeki kendimizin, bütün iyi dileklerimizin, bütün mutlu çocuk olmalarımızın, sevilmek istemelerimizin, yarım kalmış çocuk  ruhumuzun var olmak için giyindiği elbise” (Gruen, 2005) olarak tanımlamıştır.  Bu tanımlama şiddet üretenin durumunu o kadar duygusal ifade etmektedir ki ona bir yakınlık duymamak mümkün değildir. Gruen (2005)’e göre şiddete başvuran kişinin  şiddet eyleminin altında yatan şey, çoğu kişinin bir çocukken hiç çaba harcamadan alabildiği “sevgi” yi tüm çabalarına karşın alamamadır. Yalnız kalmış bir ruhun, bir yetişkin olduğunda bunu hiç çaba harcamadan alıp mutlu olabilmişlere, bunun nasıl bir duygu olduğunu hiç bilmemişlere verdiği bir tepkidir. Elbet bu duygusal tanımlama şiddet üretmeyi geçerli kılmamaktadır. Ama şiddet üreten bir çocuksa henüz yapabilecek şeyler olduğunu göstermesi açısından ve yeni şiddet üretenler yetiştirmemek için yol göstericidir.

Şiddetin nasıl kitlelerin eylemi haline geldiği konusunda Gruen (2005), bütün olmamış ruhların, daha güçlü görünen bir ruhun asalağı ya da kuklası olduklarını söyler. Burada yaşanan; hissettiği güçsüzlük, değersizlik duygusunu, güçlü bir şeye ait olarak yapay bir güç hissetmektir. Hitler ve ona inananlar gibi. Söz konusu durum, okullarda yaşanan şiddete indirgendiğinde, aidiyet ve güçlü olma gereksinimini daha sağlıklı yollarla gideremeyen gençler, çetelere katılarak, şiddet üreterek, aynı zamanda bir grubun üyesi olarak güçlü olma gereksinimlerini gidermektedirler, denebilir.

Başkasına duyulan nefretin altında her zaman kendine duyulan nefreti aramak gerektiğini söyleyen Gruen (2005)’e göre, şiddet gören bir çocuk daha iyi bir model görmediği sürece, bu modelle özdeşleşme riski altındadır. Bebekken muhtaç ve çaresiz durumda olmak, bireyi anne-babasına bağımlı kılar. Yani  çocuk olarak varlığını sürdürmek, anne-baba ile gerçekten, kayıtsız ve soğuk, acımasız ve baskıcı olsalar bile, hatta özellikle öyle olduklarında uzlaşmaya bağlıdır. Çocuk sanmaktadır ki kötü olan kendisidir.  Yani anne babasının acımasızlığını kendi varlığına verilen bir tepki olarak yorumlayabilirse onları “sevgi dolu” olarak düşünebilir. Böylece kötülüğün kaynağı olarak kendini görecektir. Kendi duyguları, gereksinimleri, istekleri, var oluşu karşısında  bir tehdit gibi görünmeye başlar. Kendini kötü bulduğu için ve böyle olduğu için suçluluk duygusu yaşar. Bu süreç Gruen (2005)’e göre, kişinin kendi benliğini bir yabancıya dönüştürmesi ile sonuçlanır.

Bu süreci toparlamak gerekirse; şiddet gören ve aşağılanan kişi, kendisinin değersiz, bayağı ya da aptalca olduğunu öğrenmektedir. Kendi görüşleri, empatileri ve algıları değersiz olduğu için bir yana itilir. Kişi bir parçasını-özünü- kendisinden kopartıp cezalandırmaya çalışır. Böylece birey için “insanlık”, hem kendinde hem başkalarında mücadele edilip yok edilmesi gereken bir düşman halini alır. İnsani olan, duygusal olan, özveri içeren her şey yok edilmelidir.  Çünkü kendisinin bu duyguları yaşaması engellenmiş ve bu duyguları kötü addedilmiştir. Gruen (2005), bireysel psikolojik süreçlerin dinamiklerinden yola çıkarak, toplumsal boyutta sonuçları olan bir davranışı bu biçimde  açıklamaktadır.

Bu bağlamda şiddet, Fromm’un deyimiyle yıkıcılık, Gruen’ü referans alarak, bireyin zayıflığı karşısında ve bu zayıflığı hissettiği tüm durumlarda, yaşadığı yetersizlik duygularıyla baş  edememe ve bu durumu kabullenememenin bir sonucu olarak, zayıf olan benliğine karşı geliştirdiği bir reddetme tepkisidir.  Bir başka deyişle, bireyin kendi olmamışlığını, kendi olmayı başarmışlarla her karşılaştığında fark etmesinin sonucu olarak gösterdiği yoğun reddedici tepkidir.

Bu metinde, farklı kuramsal bakış açılarından şiddet davranışı irdelenmeye çalışılmıştır. Ne içgüdücüler, ne davranışçılar, ne sosyal öğrenme ve sosyal kimlik kuramcıları, ne engellenme-saldırganlık varsayımını savunanlar, ne de sevgiyi ön plana çıkaranlar tümüyle haklı ya da haksızdır. Bütün bu kuramlar insana bakış açısını zenginleştirmektedir. Önemli olan bu bakış açılarından günlük yaşamda kullanılabilecek bilgiler çıkarmak ve uygulamaktır. Sosyal öğrenme kuramı, bireyin gelişimi sürecinde, anne-baba ve yetişkinlerin doğru rol model olmasını vurgularken, sosyal kimlik kuramcıları; farklılıklara karşı hoşgörüyü teşvik etmekte, aidiyet ihtiyacının karşılanmasına dikkatleri çekmektedirler. “Otoriteryan Karakter” çalışmaları, şiddetin toplumsallaşma sürecinde, onay gören, toplumsal bir değer olması tehlikesini göstermişlerdir. Sevgiyi ön plana çıkaranlar; bireyin varlığının koşulsuz sevilmesi ve kabul edilmesinin ruhsal gelişimindeki vazgeçilmez önemine, güçlü olma gereksinimine dikkat çekmekte ve hepsi bu konularda uyarıcı bir rol oynamaktadırlar.

Bu kuramsal bilgiler ve gündelik yaşama ilişkin çıkarımlar, bir toplumun eğitim sistemine, eğitimcilerine, görsel ve işitsel iletişim araçlarına yansıtılabilirse, şiddetin toplumsal bir tehdit oluşturmaktan çıkacağına inanılmaktadır.

Dr.Sevgi SEZER
kucukagacpsikoloji.com


KAYNAKÇA

Adler, A. (1992).    Yaşama Sanatı.(Çev.  Şipal, K.)İstanbul.  Say Yayınları. Lebens Kenntnis

Ayhan, İ. (2007). Şiddet Doğaya Ait Bir Saldırganlık Değil. Tübitak Psikoloji Köşesi. Bilim Teknik DergisiWeb: http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/insan.htm.

Bandura, A.  (1973). Aggression: A Social Learning Analysis. New Jersey. Prentice-Hall.

Beck, A.T. (1976). Cognitive Therapy and The Emotional Disorders. New York. İnternationalUniversities Pres…

DSÖ. (2002).   Şiddetin Sağlık Çalışanlarının Mesleklerini Bırakma Davranışı Üzerindeki Etkisi. (Çev. Bakır, B. ve  Çiner, C., Ü.) WHO/37. Cenevre. DSÖ Basın Bülteni.10 Mayıs.

Freedman, J.L., Sears,D.O., Carlsimth, J.M. (2003). Sosyal Psikoloji.(Çev.  Dönmez, A.). İstanbul. İmge Kitabevi.Introduction to Social Psychology.

Fromm, E. (1993). İnsandaki Yıkıcılığın Kökenleri I. (Çev. Alpagut, Ş.). İstanbul. Payel Yayınevi. The Anatomy of Human Destructiveness. (Eserin orjinali 1973 yılında yayımlandı).

Fromm, E.  (1995a). Umut Devrimi. (Çev. Yeğin, Ş.) . İstanbul.  Payel Yayınevi. The Revolution of Hope-Toward a Humanized Technology. (Eserin orjinali 1968 yılında yayımlandı).

Fromm, E. (1995b). Yaşama Sanatı. (Çev. Arıtan, A.) Bütün Eserleri:5. İstanbul. Arıtan Yayınevi.  Wege zur Befreiung Über die Kunst des Lebens.

Geçtan, E. (1993). Psikanaliz ve Sonrası. İstanbul. Remzi Kitabevi.

Gruen, A.  (2005). İçimizdeki Yabancı. (Çev. İgan, İ). İstanbul. Çitlembik Yayınları. Der Fremde in Uns. (Eserin orjinali 2001 yılında yayımlandı).

Gruen, A. (2004). Kendine İhanet-Kadın ve Erkekte Özerklik Korkusu(Çev. Hastürk, Ü.). İstanbul. Çitlembik Yayınları.Der Verrat am Selbst: Die Angst vor Autonomie bei Mann und Frau. (Eserin orjinali 1987 yılında yayımlandı).

İsen, G.B. (1995). Saldırganlık Kuramları ve Basında Cinayet Haberleri.  Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış  Doktrora Tezi. Ankara.

Jones, R., N. 1982.  Danışma Psikolojisi Kuramları. (The Theory and Practice of Counseling Psychology).  F. Akkoyun (Editör). Cassell Educational Limited.

Osho – Bhagwan S., R. (2007). Sevgi Aşkın En Güzel Çiçeği. (Çev.: Sangeet). İstanbul. Ganj Kitap.

Türk Dil Kurumu (TDK).  (2007). Web: http://www.tdk.gov.tr/.

Teber, S. (1990). Politik Psikoloji Notları. Ankara. Ara Yayıncılık.

Winnicott, D., W. (1950). Saldırganlık Ve Duygusal Gelişimle İlişkisi. (Çev.: Güngörmüş. E.,N.). Pediyatriden PsikanalizeToplu Yazılar. 1992New York Brunner/Mazel Ed.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz