Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte önceden saptanmış yaşam süresinin sonunu belirten bir yazgı olarak “ecel” inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgi ve tekniklere başvurularak yaşama geri döndürüldüklerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Bilimin, doktorların adı bile anılmadan “Allah’a şükür!”
Burada hemen bir terminoloji tartışmasına girilebilir. Bu, yazının içeriği ve yönelimi hakkında ipuçları verecektir. Kader, mitolojide ve edebiyatta da işlenen metafizik bir kavramdır. Bilimsel değeri yoktur. Çünkü bilimsel anlayışa göre, “neden” zaman içinde önce gelir; “sonuç” onu izler. Ayrıca, doğa olaylarının dışında, doğanın sonucu belirleyici ve insanınkinden bağımsız kendi ereğinin varlığına inanç bilimsel anlayışın dışında kalır. Kader (yazgı) denilen, bir şey olup bittikten sonra, geçmişe bakılıp, doğan sonucun başından belli ve kaçınılmaz olduğunu söylemektir. Kaçınılmaz olduğu sonradan değil önceden söylenebilseydi bir anlamı olurdu. Her şey olup bittikten sonra bir olay, örneğin bir doğal afet için “ne yapılırsa yapılsın kaçınılmazdı” demek doğruluğu yanlışlığı kanıtlanamayacak bir saçmalamadır. Bilimsel anlayış sonucun, nedenler oluşmadan görülüp bilinemeyeceği sağduyusuna dayanır. Çünkü, sürece yeni, önceden bilinemeyecek nedenler karışabilir. Olay doğmadan önce ya da sonra “kaçınılmaz” bulmak, gerçekliği -11. tezdeki gibi etkileyip değiştirmeye değil-, olup bitene katlanıp boyun eğmeye yarar. Olsa olsa katlanmayı kolaylaştırır. “Sonuç nedenlerden önce bilinemeyecekse bilimsel ‘öngörü’ nedir?” denecektir. Bilimsel öngörü, yazgıcılıktan ve bilicilikten (kâhinlikten) çok farklı bir şeydir. İnsan, bilimci, araştırmacı istenciyle, gerçeklikte ya da kafada öteki nedenlerden yalıtlanmış belirli nedenlerin, doğa yasaları uyarınca etkileşiminin olası sonuçlarını kestirebilmektir.
Cansız doğa olaylarında (gerçek insan özneler onlara karışmadıkça) sonuçları nedenler belirler. İnsan-doğa, insan-insan ilişkilerine gelince, kaderin kabul edilip, tevekkülün (kadere katlanmanın) öğütlendiği durumlarda, aynı zamanda olumsuzu (o olay için) olumluya dönüştürebilecek insan eyleminden ya da insanın sorumluluğundan söz etmek doğru olmaz. Hem içinde mantıksal tutarsızlık hem de olgusal olanaksızlık taşıyan bir saçmalama olur.
Fıtrat ise, “insan doğası” anlamına gelen bir kavramdır. Bir işin (örneğin kömür madenciliğinin) fıtratından, ancak mecazi anlamında söz edilebilir. Söz konusu işin insan istenç (irade) ve eyleminden bağımsız “doğasından” söz etmek, insan sorumluluğunu örtmeye, insan emeğini küçümsemeye yarar. Aynı biçimde bir işin doğasının yazgı derecesinde kaçınılmaz “riskli” olduğunu ileri sürmek, onun insan girişiminden bağımsız riskinden söz etmek, girişimcilerin sorumluluğunu örtme ya da hafifletme girişimi olabilir. Altında böyle bir amaç yoksa, düpedüz yanlıştır.
Hele yaşamı kaçınılmaz riskler alanı olarak görüp göstermek, çoğu durumda, yarışmacı kapitalist, belki aynı zamanda sosyal Darwinci faşist bir dünya görüşünün bakış açısının ürünü bir sanrıdır. Sanrı değil gerçekliğin doğru bir betimlemesiyse, böyle bir dünya görüşüne varmış ya da onu benimsemiş insan öznelerin örgütleyip, denetleyip yönettikleri düzenlerin gerçekliğidir. (1)
Dinsel ideolojik hegemonyanın yoğunlaşması, ona karşı ve ondan yana ideolojik savaşımı hızlandırdı. Ortalıkta kader, kaza, tevekkül, sabır, inşallah maşallah, hamdolsun, Allah’a emanet ol, işin doğası, fıtratı, riski gibi sözler cirit atmakta. Her insanın yaratılışıyla birlikte önceden saptanmış yaşam süresinin sonunu belirten bir yazgı olarak “ecel” inancı da bunlardan biridir. Hangi çağda? Dünyanın hemen her ülkesinde, çeşitli nedenlerle yüreği duran kimselerin (inançlara, yakarmalara değil) bilimsel bilgi ve tekniklere başvurularak yaşama geri döndürüldüklerine tanık olunan bilim ve ileri teknoloji çağında! Bilimin, doktorların adı bile anılmadan “Allah’a şükür!”
Kader kurbanları
Bir televizyon programında, iki karısını öldürdüğünü saklamayan birisi, “bizde yalan yok”, diyordu. Artık akıllandığını söyleyerek üçüncü kez evlenebilmek için stüdyoda önceki eşlerinin “kader kurbanı” olduğunu söylüyordu. Rahşan Ecevit affıyla bırakıldığını anlattıktan sonra, içerde yattığı yıllar için kendisini de “kader kurbanı” olarak gördüğü, söylediklerinden anlaşılıyordu. Üçünün de “kader kurbanı” sayılmasında, Kader’e inanç açısından bir tutarsızlık yoktu. Ölen de öldüren de kader kurbanı! Böyle bir mantıkla, Tanrı’nın çizdiği kaderin gerçekleşmesi karşısında, Tanrı sorumlu tutulamayacağı gibi, “kabahat öldürende değil ölende” denen durumlarda bile, ölen de öldüren de sorumlu tutulamaz.
Kadere isyan
Bu durumda dine, İslam’a, Kader’e inananların bile takınabilecekleri tutum için iki düşünsel seçenek vardır önlerinde. Biri, kadere boyun eğip (onu takdir-i ilahi: tanrısal yazgı sayarak) katlanmaktır. Ötekisi, Kader’i yadsıyıp, bu inanca başkaldırmak. İnanmak yerine düşünmek, hatta eleştirel düşünmek. Olumsuz, haksız, acı verici, öldürücü sonuçlar doğuran olguların ve olayların “sorumlularını” aramak. Bununla da yetinmeyip, sorumlu görünenlerin hangi koşullarda öyle davrandıklarını araştırarak olayın “nedenlerine” inmeye çalışmak.
“Bunun ne yararı olabilir ki? Olan olmuş, ölen ölmüş. Yaraları sarmak, acıları hafifletmeye çalışmak varken, yaraları kaşımanın, deşmenin yeri mi?” diyenler çıkacaktır, çıkmaktadır. Dinsel, ereksellikçi düşünüş alışkanlığı edinmiş (hatta bağımlısı kılınmış) kişilere doğru gelebilecek bir görüştür Kader. Ölenlere Tanrı’dan rahmet (ne demekse o?) (2) dilenip defterleri kapatılacak. Kalanlar, fizyolojik, psikolojik varlıkları sakatlamış da olsa, yaşamayı sürdürebilmek için düzenin sürdürülmesine yeniden omuz verecekler.
Sorumlular ve nedenleri araştırılmalı
Bilimsel, nedensellikçi sorgulamada ise yalnızca sorumluların (öç alınması ya da hakkın, eşitliğin yerine getirilmesi için) bulunması istenmekle yetinilmemektedir. Sorumluların konumlarında, koşullarında olumsuz sonuçlar doğuran doğal, toplumsal, kişisel etmenlerin (nedenlerin) anlaşılıp ortaya çıkarılmasına da çalışılmaktadır. Bu bize nedenlerin ortaya çıkarılıp doğurdukları sonuçların anlaşılmasında yarar sağlamaktadır. İnsana, nedenleri etkileyip değiştirerek, beklenmeyip istenmeyen sonuçların önlenmesinin yollarını düşündürecektir. Böyle bir sorgulama, istenen sonuçların elde edilebilmesinin yollarını da gösterebilecektir.
YAZGININ AŞILMASI
Bu konuda Machiavelli’nin “yazgı” anlayışı, yazgı kalesini, cepheden saldırmadan, arkasından dolanarak ele geçirmenin düşünsel stratejisini vermektedir (3): Machiavelli, önce yazgının dünya işleri üzerinde büyük bir etkisinin olduğunu kabul eder görünür. Ancak yazgıya nasıl göğüs gerileceğini açıklarken, ona nasıl katlanılacağını değil, yazgının nasıl “aşılacağını” anlatır. Zamanının insanlarının dünya işlerini Tanrı’ya, rastlantıya verip, insan aklının bunları kavrayıp değerlendiremeyeceğine inanmalarını eleştirir. “Yazgıya inancı benimsersek [boyun eğersek] istemediğimiz şeylerin olmasını önlemek için niye çabalayalım? O zaman elimizi kolumuzu bağlayıp, boynumuzu büküp beklememiz gerekmez mi?” demeye varan sözler söyler. Bundan sonra, insanların olayların gidişini etkileyebileceğini, “tikel istenç” (cüzi irade) sahibi olduğumuzu söyleyerek anlatmaya çalışır. “Eylemlerimizin yarısını rastlantılar yönetiyorsa, yarısını biz yönetiyoruz” diyerek, yazgının rolünü yarıya indirir. Verdiği örnekte ise, yazgının rolünü ve önemini daha da azalttığını görürüz: “Rastlantıların kör gücü üzerimize bir sel gönderiyorsa, sel çekildiğinde baraj ve set yaparak gelecekte onu önlememiz elimizdedir” der.
Yazgı inancının Jeosfer’deki, Biyosfer’deki, Noosfer’deki kaynakları
Yazgı inancının dayanaklarının doğru kavranması için, cansız doğada (Jeosfer’de) canlı doğada (Biyosfer’de) ve insanlı doğada (Noosfer’de) olayların dinamiklerine ayrı ayrı bakılmalıdır. (4) Sonra da üçünün toplam, sonul sonucunun ortaya konması gerekir.
Jeosfer’de: Cansız doğada yalın ve kesin nedensellik bağlantıları (determinizm) vardır. Hiç bir şey yoktan var ve vardan yok olmaz. Varolanlar yerinde durmaz. Birbirleriyle (hızlı ya da yavaş) etkileşim içindedirler. Aynı nedenler (bir yazgıymış gibi) aynı sonuçları doğurur. Örnek: dünyanın neresinde, zamanın hangi anında bulunurlarsa bulunsunlar, Karbon ve Oksijen moleküllerinin belli koşullarda karşılaşmaları, karşılaştırılmaları (demek ki belli nedenler) belli (aynı) sonucu doğurur. Isı açığa çıkar ve karbondioksit gazı oluşur.
Biyosfer’de: Aynı fiziksel, kimyasal nedensellikler, ama çok sayıda ve çok daha karmaşık olarak işleyip, canlılık durumunu, büyümeyi ve canlılığın sona ermesi sonuçlarını doğurur. İnsanın kültürel evriminin, bilgi birikiminin yeterli olmadığı dönemlerde canlılar, cansız maddelerin (karmaşık örgütlü biçimi olarak değil) bambaşka nitelikte varlıklar (“yaratıklar”) olarak görülmüştür. Örneğin oksijenin varlığı ve işlevi hakkında hiçbir bilginin edinilemediği koşullarda, boğulan bir kimsenin ölümü, son soluk verişle karıştırılarak, maddesiz bir varlık sayılan “ruhun” bedenden ayrılması olarak görülebilmiştir. (5)
Ruh kavramına ulaşıldıktan sonra, canlı cansız bütün varlıklarda (özellikle devinim içindekilerde) böyle bir niteliğin bulunduğu düşüncesiyle, varlığın, madde ve ruh olarak ikiye bölünmüş bir algısı oluşmuştur. (6) Bunun üzerine, olayların neden-sonuç ilişkisiyle nedenselliklerinin açıklanması yerine, erek-sonuç biçiminde ereksellikçi açıklanması yoluna girilmiştir. Bu yolda, sonunda en güçlü, en üst ve sonul erek arayışıyla ruh kavramına ulaşılmıştır. Canlı cansız tüm varlıkları yaratan, yöneten, yazgılarını saptayan bir aşkınözne olarak “Tanrı” kavramına varılmıştır. Tanrı kavramına varılışında, sanal öznelerin çalışmayan efendilere, yöneten egemenlere benzetilerek kişileştirildikleri görülebilir. Böyle kişileştirilmelerinde, üretim düzenlerinin, üretim ilişkilerinin, yani sınıfı, devletli, dinsel ideolojili toplumların etkileri belirleyici olmuştur.
Erek-sonuç biçimindeki ereksellikçi açıklamalar da, sonuçta (neden-sonuç ilişkisi benzeri) determinist bir niteliğe bürünmüştür. Şöyle ki, Yaradan’ın yaratırken yazdığı yazgıdan kaçınılamayacağı sonucuna varılmıştır. Bu yolda Noosfer’in (insanın, toplumların, insanlığın simgeler, düşünceler, istekler ve istemler evreninin) kavranmasında, canlılar evreni olan Biyosfer’den ve bir Biyosfer öğesi olarak erekli insandan esinlenilmiştir. Antroposantrik (insanodaklı) konumdan ve antropomorfik (insanbiçimci) açıdan bakıldığında, bu ereksellikçi açıklamalar, Biyosfer olaylarına ters düşmeyen bir nitelikte görülüp gösterilebilmiştir.
Gerçekten, evrim kavramına ve perspektifine sahip olunmadığı bir düşünce ortamında, cansız maddelerin örgütlü karmaşıklaşmasıyla canlılık niteliği kazanması, bir “yaratılış” olarak algılanabilmiştir. Canlı, ruhun yoktan var edilmesinin ürünü sayılabilmiştir. Ölüm ise, yaratıcının her canlı için önceden yazdığı kaçınılmaz, değiştirilemez bir yazgı olarak gösterilebilmiştir.
Yazgı kavramının oluşmasında jeosfer düzeninin de etkisi olmuştur. Cansız doğanın bazı yinelenen değişmez etkilerinden kaçınılamaz. Gündüz, gece, yaz kış gibi döngüsel düzeninin sıraları değiştirilemez. Dolayısıyla, onların birini ötekinin izleyeceği, önceden bilinebilen olgularının gözleminin ve yorumunun yazgı kavramının oluşmasına payı olsa gerektir. Biyosfer’in yazgı kavramına belirleyici etkisinin ise, doğum (üreme) umudu ile ölüm korkusu yoluyla olduğu besbellidir. Ölümün kaçınılamazlığı, tek ölümsüz varlık varsayımı olan Tanrı’nın yaratıkları kulları için yazdığı yazgı olarak gösterilebilmiştir. Böyle gösterilebildiği gibi, doğum ve ölüm yazgıcı bir aşkınöznenin varlığının yadsınamaz kanıtları olarak sunulabilmiştir.
Noosfer’de ereksellik ve “yazgı”
Gelelim Noosfer alanında yazgı kavramının irdelenmesine: Noosfer (Düşünyuvar) varlığın, maddesel ve simgesel araçlar yapıp kullanan, araçlarını değiştirip geliştirebilen bir canlı olarak Homo sapiens türünün yeryüzünde görünmesini izleyen zamandan günümüze dek geçen süre için kullanılabilecek (öncesi için ve insansız uzamlar için kullanılamayacak) bir kavramdır. Varlığın, insan istenç ve emeğinin ürünü olarak doğan, her türlü değişikliği ve karmaşıklığı içeren görünümüdür. Örneğin, bir yayladaki yabanıl otlar ve hayvanlar biyosfer öğesiyken, aynı bölge, evcil tahıl ve hayvan türlerinin yetiştirilmeye başlanmasıyla noosfer içine alınmış olur.
Noosfer’de varlığın, neden-sonuç ilişkileri yanı sıra, onu aşan bir niteliğiyle karşı karşıyayız: İster bir araç, ister o aracın kafalardaki adı, ister o araçla yapılan bir üretim, bir iş etkinliği olsun, maddeler (moleküller) arası neden-sonuç bağlantıları (nedensellik) tek başına ve sonucu belirleyici etmen olmaktan çıkmıştır. Onun yanı sıra istenç (irade) ve (erek) amaç çevrime (devreye) girmektedir. Sonucu, istencin ve ereğin bir uzantısı olarak bilinçli emek etkinliği belirlemektedir. Öyleyse Noosfer söz konusu olduğunda neden-sonuç bağlantılarıyla birlikte erek-sonuç ilişkilerine de bakılmalıdır.
En yalın ve yakın (biyolojik gereksinimlerimize yanıt verecek) isteklerden tutun, en yüksek ve en uzak moral değerlere dek ulaşılmak istenen her amaç “erek” kavramı içine girer. İnsanların kafasında, toplumların gündeminde ereklerin oluşması, salt neden-sonuç bağlantısıyla açıklanamaz. Gerçekten, bir duygunun, bir düşüncenin oluşması, açıklanması, aktarılması, nedenselliği aşar. Beyni ve sinir dizgesini oluşturan karmaşık moleküler, onların arasındaki tepkimeler yanı sıra, duyu organlarından beyne iletileri, beynin motor odaklarından kaslara devinim komutlarını taşıyan elektrik akımları işe katılır. Bunlar, moleküller arası, moleküller ile elektronlar arası etkileşimleri içerir. Hatta bunlardan (çağrıştırma ve hatırlamada olduğu gibi) elektron akımları arası fizyoşimşik ve biyokimyasal tepkimelerden öte niteliktedir. Noosfer alanında önemli, ağırlıklı, sonucu belirleyici etmen, artık moleküller değildir. Hatta organlar arası iletişimi sağlayan sinir dizgesi üzerinde cirit atan elektronlar da değildir. Öne çıkan etmen (neden) belli elektron akımlarına kodlanan belli anlamlardır. Öyleyse denebilir ki Noosfer aynı zamanda varlığın ereksellikler (erek-sonuç) alanıdır. Olanların algılanıp anlaşılmasıyla birlikte, olması ya da olmaması istenenler, olması gerekli görünenler alanıdır. Ulaşılması için çaba gösterilen amaçlar, başka deyişle “değerler” evrenidir.
DİNDEKİ EREKSELLİK İLE BİLİMDEKİ EREKSELLİK ANLAYIŞI FARKLARI
Burada “İyi ya, din de olanı biteni (materyalizmdeki gibi) neden-sonuç ilişkileriyle, nedensellikçi değil ereksellikçi bir açıklama dizgesi değil mi?” diyenler çıkabilecektir. Dinin inandırıcılık gücü, doğru, insan-doğa, insan-insan ilişkileri gibi Biyosfer ve Noosfer olaylarını ereksellikçi açıklama yönteminden gelmektedir. Örneğin Aristoteles bile, bitkilerin ve hayvanların tanrının onlara yüklediği erekler (O “telos” diyor, siz buna diyebilirsiniz ki “yazgı”) doğrultusunda devinir bulmuştur. Onların belli sürelerde (doğma, büyüme, üreme, ölme gibi) belli hedeflere ulaştıklarını düşünerek, gelişmelerini ereksellikçi açıklayabilmiştir. (7) Bitkisel ve hayvansal besin üretici çiftçi ya da göçebe çoban bir topluma (onun Biyosfer’de yaşayan üyelerine) ereksellikçi dinci açıklamalar, yaşam gerçekliğini dosdoğru yansıtıyor görünecektir. Biz gene de dinci ereksellikçi (yazgıcı, ödüllendirici cezalandırıcı) açıklamaların gerçekliği tepetakla ederek gösterdiklerini söyleyebiliriz. “Neden?” denirse:
Birincisi, cansız varlıklarda ereksellikten söz edilemez: Dinde ereksellik, yalnızca insanlı dünya değil, merkezi sinir dizgesiz canlılar dünyası (bitkiler ve hayvanlar) ve cansız doğanın bütün olayları (örneğin yıldırımlar, yersarsıntıları, seller) tümden erekselllikçi açıklanıp, nedenlerine kör kalınmaktadır. Kuran, Bakara 74’deki (Diyanet 2001 çevirisindeki biçimiyle) “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır” deyişi; Ahzâb, 72’deki “Biz emaneti, [ruh?] göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir” ve Necm 49’daki “Doğrusu Şi’ra (Sirius) yıldızının Rabbi de O’dur” ile Rad 15’deki “Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde edenler” (8)
İkincisi, canlılarda yalnızca insanların ereklerinden söz edilebilir: Noosfer’de ereksellikçi ilişkilerden (bilimsel düzeyde) söz edilirken amaçlanan, gerçek insan öznelerin duyu, duygu, düşünce ve değerleriyle bağlantılı erekleridir. Aşkınöznelerin ya da tek bir süper aşkınöznenin erekleri değildir. Yaradan’ın, yarattığına inanılan kullarını cezalandırma ya da ödüllendirme amaçları olarak görülen erekleri, hiç değildir.
Üçüncüsü, dinde tüm olaylar Tanrı’nın erekleriyle açıklanır; nedensellik göz ardı edilir: Dinsel ereksellikçi, yazgıcı açıklamalarda nedensel etmenler, ya hiç görülmez, ya önemleri görülmez, ya da (“ecel geldi cihane başağrısı bahane” deyişinde özetlendiği gibi) belirleyici nedenler olarak görülmezler. Tanrı’nın ereğinin, yazdığı yazgının yerine gelmesinin (“vesile” denen) araçları olarak görülürler.
EREKSELLİKÇİ YAZGI İNANCININ KAYNAKLARI
Sonuçta tanrı kavramı da, yazgı kavramı da, gerçek insan öznelerin, ereksellikçi dinci düşünüş biçimiyle ulaştıkları düşünceleridir. (9) Geliştirilip formülleştirilmelerinden sonra üzerlerinde düşünülmeden inanılacak ya da yalnızca doğrulukları desteklenecek kanallarda sınırlı düşünülerek benimsenip içselleştirilecek olan inançlardır. Bu tür inançlar karşısında akla, “neden, nasıl oluyor da insan beyninin rasyonel (tutarlı) düşünceler üretme yetisine ters görünmeyebiliyorlar?” sorusu takılmaktadır. Sorunun yanıtlarını aramak için inançların beslenme kaynaklarına bakılmalıdır.
Sınıflı toplumdaki kaynağı
Ereksellikçi inançların güç kaynağı, insanlığın sınıflı, uygar, eşitsizlikçi toplum biçimleri döneminde açılmıştır. Daha o dönemde artı sömürüsünün ve dinin kurumsallaştırılmasının sağladığı olanaklarla yetkinleştirilmiş olmalarına dayanır. Her biri bir koruyucu kent tanrısı sunağı (“tanrının evi” denen yerin) çevresindeki sulama tarımı yapılan yerler (“tanrının tarlaları” sayılan topraklar) üzerinde kurulan kent devletlerinde yaşayan dincilerce üretilmişlerdir. (Bugün de camilere “Allah’ın evi” denmesi, mülkün Allah’ın olduğunun söylenmesi onun uzantısıdır). Yani, profesyonel kapıkulu düşünürlerin beslenebilmesiyle, toplumun, “düşüne/inanç üretenler” ve onların ürettikleri düşünceleri eleştirel değerlendiremeyip doğruluklarına inanmaktan başka seçenekleri olmayan “inanç tüketen” uyruklar olarak farklılaşmasının ürünüdür. Açıkçası yazgıcı inancın sonul kaynağı, sınıf savaşının sonunda kurulan dinsel ideolojik hegemonyanın düşünsel araçlarıdır.
Ailede çocuğa aktarılması
İnançlar, çocukların yetişmesinde, yetiştirilmesi sırasında onlara rasyonel düşünebilme çağına gelmeden ezberletilip aşılanmaktadır. Çocuğa deneyimleriyle pratikten öğrenme fırsatı verilmeden, ana baba, dede nene tarafından sunulan hazır bilgilerdir. Onların dayatılıp benimsetilmesiyle kazandırılmış “inanma alışkanlığı” ile erginliğe doğru içselleştirilmelerinin ürünüdür. İnsanların, daha sonraki yaşamında karışılmasa bile (ki her zaman karışılmıştır) hazır inançların uygun gözlemlerle edinilmiş, onlara uygun bilgilerin seçilip, temel inançlarla uzlaştırılarak, eklemlendirecek bir düşünme (inanç) alışkanlığı kazandırılmasıyla beslenip sürdürülegelmektedirler.
Dinsel eğitimle yeniden üretilmeleri
Yazgıcı ereksellikçi inançlar, sınıflı toplumun en örgütlü kesimi olan dincilerce aktarılagelmektedir. Onlarca, tapınaklarda, kamusal tapınmalarda (toptan), doğum, ölüm, evlilik gibi insanların yaşamsal önemde olayları kullanılarak (perakende) her an yeniden üretilegelmektedir.
Dinsel tarihyazıcılığında Tanrı’nın tarihin öznesi olarak gösterilmesi
Dincilerin yazgı kavramını yeniden üretip dayatmalarının yukarıda sayılan yöntemleri az çok bilinmektedir. Ayrıca onların, insanlara akla yatkın görünen inançların üretilmesi yolunda ilginç ve etkili stratejiler izlediklerini, yazılı dinsel metinlerden çıkarabiliyoruz:
Yazının tapınaklarda icat edilip tapınaklarda geliştirildiği ve tapınakların tekelinde tutulduğu ortaya çıkarılmıştır. Yazının icadını izleyen binyıllarda, tarihyazıcılığı da tapınakların tekelindeydi. Bu tekelin sağladığı olanaklarla, tarihin öznesi olarak tanrılar, olsa olsa tanrıların yeryüzündeki vekilleri sayılan yöneticiler (10) (dolayısıyla tanrıların ve yöneticilerin erekleri) gösterilebildi.
Doğa güçlerinin aşkın özneleştirilmesi
Tanrının tarlalarında tarımı yöneten dinciler, tarım takvimi geliştirme yolunda ayın, yıldızların ve güneşin devinimlerini incelerken, bunların yıllık, yinelenen döngülerini gözlemlediler. Örneğin, Güneş’in döngülerinin evreleri ile mevsimler arasındaki nedensellik bağlantısının ayrımına varabildiler. Tarımla sıkı bağlantılı bu doğa gücü aşkınözneleştirildiğinde, mevsimleri Güneş tanrının ereğinin ürünü görebildiler. Mevsimlerin şaşmaksızın birbirini izleyişini “yazgı” sayabildiler. Sıra dışı bir kuraklığı, tanrıların (kullarının işledikleri suçlarının karşılığı olarak) cezası, zamanında ve yeterli yağış sonucu bol ürünü, tanrıların bağışı gibi görüp göstermeleri güç olmasa gerekti. (11)
Dünya tarihçisi McNeill, insanlığın ilk uygarlığının görüldüğü Sümer’de din kurumunun oluşturulmasını şöyle özetlemektedir: “Bu sistemin dayandığı temel düşünce, belli başlı doğa güçlerinin kişileştirilmesi, yani onların insanlar, ama ölümsüz olmayı da içeren çok büyük güçlere sahip insanlar olarak görülmesi biçimindeki yalın bir görüştür. Böyle kişileştirilmiş doğa güçlerinin, yani tanrıların ya da tanrıçaların her biri, Gök Tanrısı Anu’nun yönettiği tanrısal bir siyasal toplum içinde yerlerini alırlar. Her yıl, Yeni Yıl’ın kutlandığı günde, büyük tanrılar ve tanrıçalar o yıl ne olacağını kararlaştırmak için toplanırlar. Şu ya da bu tanrının görüşlerine uymayan kararlar alınabilir. Sözgelimi bir kentte oturan tanrı, kendisine hizmet eden o kentin halkına karşı iyi niyetli olsa ve onların incindiğini görmek istemese bile, öteki tanrılarca o kente bir yıkım gönderilmesi kararı alınabilir. Bir tanrı bile, tanrılar topluluğunun istencine [yazgıya!] boyun eğmek zorundadır. O yılın yazgısı kararlaştırıldıktan sonra, artık bir tanrı bile onu değiştiremez. Fırtına ve Gökgürültüsü Tanrısı Enlil, tanrıların istencinin baş uygulayıcısıydı. Her Yeni Yıl’da alınan kararlara göre verilen cezaları ve kararlaştırılan yıkımları o gerçekleştirirdi.”
Doğadaki determinizm ile toplumdaki düzenin özdeşleştirilmesi
Doğa olaylarını tanrıların istencinin ürünü olarak yorma eğilimi, toplumsal olayları da böyle yorumlamayı ardından getirdi. Bunun gerçeklikte dayandırılabileceği temelleri de vardı. Bir kuraklık ya da tufan, bir kent toplumunu ötekilerden fazla etkileyebiliyordu. Bu, ürün tutarını, üründen artı aktarımını azaltılıyordu. Giderek, kentin egemenini, ordusunu güçten düşürüp, öteki kent devletlerinin ve barbarların ordularının saldırılarına açık duruma getirebiliyordu.
Tanrı’nın doğanın eliyle ödüllendirip cezalandırdığı sanısı
Tarihin öznesi olarak Tanrı’yı görmek, doğal yıkımları onun karayazgısının gerçekleşmesi olarak yorumlamaya vardı. Bu tür yorumları, seller, yersarsıntıları gibi büyük olayların beklenip tanrıya yüklenmelerini gerektirdi. Olup bitmelerinden sonra “bu, tanrının, şu yaptığınızın karşılığı olarak verdiği cezasıydı” demeleri güç olmadı. Ama “bunu yapıyorsunuz, Tanrı sizi şununla cezalandıracak” diye “felaket tellallığı” yapmak çok daha etkileyici olacaktır. Dincilerin böyle bir bilicilik (kehanet) tekniği geliştirmiş olduklarının sayısız kanıtı var: Tarih olup bitenlerden sonra yazılır. Yazılırken altına daha öncesinin tarihini atmaya kalktıklarında dinci tarihçilerin ellerini tutan olmayacaktır. Örneğin Rab, Sodom halkını “oğlancılıklarından dolayı cezalandıracağım” der. Rabbin melekleri Lut’a, ailesini alıp kentten ayrılmasını söyler, Lut ayrılır ve Rab dediğini de yapar. Sodom (bir de Gomorra eklenir) üzerine gökten ateşli kükürt yağdırır. (12)
Yazgı inancının geçmişe retrospeksiyonun geleceğe projeksiyonuyla kuruluşu
Buradan yazgı inancına karşı durulamaz gücünü kazandıran strateji ortaya çıkarılabilir: Yazgı, geçmiş olaylardan, olup bitmelerinden sonra, geriye bakış (retrospeksiyon) ile sağlanan bilgilerin, ilerde olacakların önbilisiymiş gibi geleceğe (projeksiyonla) aktarılarak söz edilmesidir. Cansız doğanın (seller, volkan patlamaları, yersarsıntıları gibi) olaylarında, kaçınılmaz (ölüm gibi) canlı doğa olaylarında ve sık karşılaşılan (savaş yengisi, yenilgisi gibi) toplum olaylarında yazgı, çok daha kolaylıkla ve başarıyla yazılabilir: Sodom ve Gomorra yazgısı (felaketi) olasılıkla bir yersarsıntısı ya da volkan patlaması gözlemi ya da öyküsü üzerine kurulmuştur. (13) Her nefes (nefs) ölümü tadacaktır sözü, her canlıda yinelenen bir doğa gerçekliğinin, Tanrının yazgısının gerçekleşmesi olarak gösterilmesidir. Yehova’nın, Tevrat’ın birçok yerindeki, sözümü dinlerseniz size vaat ettiğim süt ve bal akan ülkeyi miras bırakacak, nüfusunuzu denizin kumları kadar çoğaltarak, (14) öteki halkları köleleriniz olarak elinize vereceğim gibi sözleri böyledir. Sözümü dinlemez, sizle yaptığım ahdi (sözleşmeyi) bozar, başka ilahlara tapınırsanız, sizi düşmanlarınızın eline vereceğim, onlara kölelik edeceksiniz (15) korkutmacası da öyle. Bunlar, göçebe İsrailoğullarının yerleşme amacıyla Kenanlılarla kuşaklar boyu süren savaşlarının öyküleri arasından kolaylıkla bulunup çıkarılabilecek karayazgı örnekleri olarak gösterilebilir.
Tarımcı sınıflı toplumlarda dinin yeri, dincilerin işlevi
Din, sınıflı, devletli tarımcı toplumların temel üstyapı kurumudur. Bu, ilk Eski Dünya uygarlıklarında (Mezopotamya’da, Mısır’da, Anadolu’da, Hindistan’da, Çin’de) olduğu kadar Yeni Dünya uygarlıklarında (Mayalar’da, İnkalar’da, Aztekler’de) da (16) böyle olmuştur. Bir farkla ki, Yeni Dünya uygarlıkları, dinin tanrılara insan kurbanı evresine demir atmış, takılmış kalmışlardı. Belki de gerçek, Batılı sömürgecilerin, onların dinsel kültürlerini yok ederek, dinde “kurban insan” yerine “kul insan” anlayışı evresine varabilecek kültürel evrimlerini kesintiye uğratmış olmalarıdır.
Eski Dünya’da, Tanrı-kral evresi (Mısır dışında) hızla geçilen dinsel kültür, varlığını, ticaret ve endüstri devrimlerine dek (Ortaçağ’ın feodal tarımcı düzenlerinden Hıristiyan ve İslam imparatorluklarının sonlarına kadar) sürdürecekti. Ondan sonra, endüstriye dayanan uygar toplumlarda din, kültürün sürekliliğinin bir ürünü olarak görünmüştür. Varlığını, burjuvazinin, önce karşı çıkıp, sonra izin verdiği, en sonunda yönetilen sınıflara dayattığı bir ek ve yedek ideolojisi olarak sürdürebilmiştir. Dinin, dayandığı tarımcı üretim biçimleri temelini az çok yitirmesine karşın sürdürülmesi, ya da varlığını sürdürüyor görünmesi yadsınamaz. Bu gerçek, feodal üretim ilişkileri ile kapitalist üretim ilişkilerinin, yapılarının eşitsizlikçi olmaları bakımından benzerliğinden beslenmektedir.
Toplumsal artının, “artı ürün” biçiminde tarımdan (tarımsal üreticilerden) sağılıp zamanın üretim aracı (toprak) sahibi egemen sınıfa aktarıldığı devletlerin belli bir toplum yapısı vardır. Böyle toplumlarda (başlangıcı sınıflı, uygar, devletli topluma varacak toprak fethine dayanan bir olguyla) çıkarları uzlaştırılamaz katmanlar (zümreler) oluşmuştur. Onları bir arada tutma yolunda (Althusser’in terminolojisiyle) (17) “devletin baskı aygıtı” savaşçıların (askerlerin) silahlarıyla, “devletin ikna aygıtı” dincilerin (din adamlarının) kitaplarıyla işletilmekteydi. Her iki kesim, ya egemen sınıfın dalları ya da yönetici kadroları olarak, egemen sınıflardan yana çalışmışlardır.
Dinciler, devletin ikna (inandırma) işlevini gördükleri ölçüde, devletin ideolojik aygıtının içini dolduran kimselerdi. Bir başka deyişle, savaşçıların kaba güçle üretim ilişkilerini denetlemelerine karşılık, dinciler, suyun yolunu baştan değiştirerek, eşitsizlikçi düzene uygun davranışları besleyecek düşüncelere su taşımakta, inançları denetlemekteydiler. Bu tür inançlar, kitlelerin tutum, davranış ve eylemlerini etkileyebilmektedir. Dincilerin bu işlevi hakkında, geçmişte olmuş gelecekte olası bir örnek niteliğinde, halifenin ya da dinci bir yöneticinin isteği üzerine, siyasal rakipleri zararına, Maide suresinin 33. ayetine dayandırılabilecek bir fetva alabilmeleri verilebilir. Söz konusu ayette: “Allah ve Resûlüne karşı savaş açanların ve yeryüzünde (hak) düzeni bozmaya çalışanların cezası ancak ya (acımadan) öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette de büyük azap vardır” (18) denmektedir.
VAROLUŞÇU “ÖZGÜR İNSAN” ANLAYIŞINA KARŞI YARATILIŞÇI “KUL İNSAN” İNANCI
Düşüncelerin denetimi ancak kafaların belli bir yönde koşullandırılmasıyla başarılabilir. İnsanlara yaşamın belli bir açıdan anlamlandırılıp sunulmasıyla, onlara belli bir insan anlayışının dayatılmasıyla sağlanabilir. Sözü uzatmadan ve kıvırmadan, dinde bunun yolunun “kul insan anlayışı” olduğunu söylemeliyiz. Kul insan anlayışının ne demek olduğu ve ne işe yaradığı, onun tam karşıtı bir insan anlayışıyla yan yana konduğunda açıkça anlaşılabilir:
Varoluşçuluğun “Özgür İnsan” anlayışı
İnsanın değil, tanrının; kafa ve kol emeğinin değil ruhun; dolayısıyla, ölümlü geçici bu dünyanın değil içinde sonsuza dek yaşanacağına inanılan sanal bir ötedünyanın öne çıkarıldığı bir dünya görüşü, yani aristokrasinin “ötedünyacı” değerleri, burjuvaziye yaramazdı. Burjuvazi onların karşısına (Hümanizma, Rönesans, Aydınlanma akımlarıyla) “budünyacı” değerleri çıkardı. Açıkçası, tanrının karşısına, insanın değerini, insan değerlerini koydu. Böyle bir dünya görüşünün ve insan anlayışının, liberalizm, tarihsel materyalizm gibi (birincisi burjuvazinin, ikincisi proletaryanın ideologlarınca geliştirilecek) çeşitli açılımları görüldü. Onlar arasında (“kul insan” anlayışının tam karşıtı olması bakımından) konumuzla bağlantılandırılabilecek “Varoluşçuluk” da vardı. Varoluşçuluk, adından da anlaşılacağı gibi, “yaratılışçılık” karşıtı bir dünya görüşüdür. Öteki varoluşçuluk çeşitlemelerini bir yana koyarak, Jean Paul Sartre’ın “Marksizmin yamacında açan bir çiçek” olarak nitelediği felsefesinde savunduğu varoluşçuluğun “özgür insan” anlayışına bakalım:
Sartre (“Egzistansiyalizm” adlı yazısında) (19) der ki “varoluş özden önce gelir”. Bununla, yaratılışçı dünya görüşünde ileri sürülen sava, insanın özünün, yaradan tarafından, insanın varoluşundan önce yaratıldığı inancına karşı çıkmaktadır. Varoluşçu düşünüre göre insan, dünyaya bir özle gelmez. Önce varolur (doğar) özünü (karakterini, kimliğini, kişiliğini) sonra edinir. (20)
Peki, bundan ne çıkar? Bambaşka bir insan anlayışı! İnsan yaratılmış olsaydı, Yaradan’ının yapıtı, denebilir ki kuklası olmaktan öte gidemezdi. Kuklanın özgürlüğünden söz edilemeyeceği gibi insanın özgürlüğünden de söz edilemezdi. Dahası, insan, yaptıklarından sorumlu tutulamazdı. Çünkü yalnızca hareketleri değil, ona söyletilen düşünceler, sözler de yaradanın (kuklacının) ise, nasıl sorumlu tutulup onlardan dolayı cezalandırılabilir ya da ödüllendirilebilirdi ki? Sartre bu irdelemeyi, yapıtında, bu sözlerle yapmış değil. Ama kafasında bunların bulunduğunu söyleyebiliriz. “Varoluş özden önce gelir” sözünden dinli dinsiz okuyucularının bu sonuca varacağından kuşku duymuyor gibidir.
Yazdıkları da böyle bir tanrıtanımazcı irdelemeyi destekler yöndedir: Şöyle ki, insan bir özle yaratılmamışsa, kendi özünü yaratma yolunda özgür bir konumda demektir. O zaman, “ne yapayım, böyle yaratılmışım” deyip suçu yaradanına atamadan, yaptıklarından sorumluluk duyabilecek, başkalarınca sorumlu tutulabilecektir. Gerçekten Sartre da, bu yolda, insan anlayışının sorumsuz bir özgürlük kavramına varmasını istemez. Düşüncelerini, sorumsuzluk şöyle dursun, “herkes her şeyden sorumludur” dediği bir hedefe yönlendirir. Aynı yönde, sorumluluk Yaradan’a, Yaradan’ın yazdığı yazgıya yüklenemeyeceğine göre, bundan, insanın kendini özgürce yarattığı gibi toplumunu da öyle yaratacağı sonucu çıkarılabilir. Toplum ise insan ilişkileriyle, insan düşünceleriyle yaratılacağına göre, bu ortak yaratış eyleminden herkesin her konuda sorumlu tutulabileceği söylenebilir Sartre’a dayanılarak.
Yaratılışçılığın “Kul İnsan” inancı
Oysa “yaratılışçı kul insan” anlayışıyla, geçmişte insanın özgürlüğüne ve temel haklar düşüncelerine varılamayıp bambaşka yönlere sapılmıştı. Sınıflı, devletli, eşitsizlikçi uygar toplumun “kul insan” anlayışının, ilk uygar toplumlarla birlikte, Mezopotamya’da formülleştirildiğini birçok yazımda (21) belirtmiştim. Bu anlayışın somut ilk kaynağını (Türkçe’ye de çevrilen yazılı belgesini) bile göstermiştim: Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı! (22)
Burada, tanrı kuşakları arası egemenlik savaşlarından söz edilir. Savaş sonrasında insanın, tutsak alınan tanrıların köleleştirilmelerini önlemek için, onlar yerine, savaşı kazanan yitiren tüm tanrılara hizmet=kulluk=kölelik etmesi için yaratıldığı yazılıdır: Mitosun yaratıcı baştanrısı Marduk’un ağzına (IV. Tablet’te, 5.-8. dizelerde) “Kan yaratacağım ve kemik olduracağım, sonra lullu’yu çıkaracağım ortaya, ‘İnsan’ olacak adı!… (Onun üstüne) yıkılacak tanrıların hizmeti [çalışmasınlar] dinlenebilsinler diye” sözleri konmaktadır. Yaratılış mitosunun bu Babil çeşitlemesi, MÖ 2. binyıldan kalmış olup, MÖ 3. binyıldaki, insanın balçıktan biçimlendirildiği söylenen Sümer Yaratılış Mitosu’na dayanmaktadır. Böyle bir inanç kurulurken, sınıflı, eşitsizlikçi toplum gerçekliğinden esinlenilmiştir. Tanrılara, çalışmayan çalıştıran efendilerin ve kölelerini yönetir gibi uyruklarını yöneten yöneticilerin nitelikleri verilmiştir. Sıradan insanlar, uyruklar ise, yönetici karşısında, efendi-köle eşitsizlikçi ilişkisindekine benzer olarak, “kölelik” konumuna indirilmiştir.
Ötedünyacılıkta ve Öteyaşamcılıkta hakların özgürlüklerin ertelenmesi
Mezopotamya-Ortadoğu-Avrupa coğrafyası tarımcı sınıflı uygar devletler tarihine (kent devletleri ile başlayıp yerel, bölgesel devletlerle süren, imparatorluklara varan siyasal gelişmelere) koşut bir dinsel ideoloji geleneği geliştirilmiştir. Kültürel evrimi, kenttanrıcılık ile başlanıp, çoktanrıcılıktan, Zoroastercilik gibi bir çifttanrıcılıktan geçilip, tektanrıcılığa ulaşılana dek sürdürülebilmiştir. Tektanrıcılık buradan tüm kıtalara yayılarak (Musevilik, Hıristiyanlık, İslamlık biçimleriyle) varlığını endüstrici sınıflı toplumlara dek getirilebildi.
Eski Dünya’nın öteki uygar toplumlar bölgesi Hindistan’da eşitsizlikçi toplum yapısı (zümre, sınıf değil) kast sıradüzeni (kastlar hiyerarşisi) biçiminde açılım gösterdi. Ona uygun üstyapı, Brahmacılığın ve Hinduculuğun ruhgöçü (reenkarnasyon) inancına dayandırıldı. Söz konusu inanç, işlevi bakımından tektanrıcılıktan çok da farklı sonuçlar yaratmadı. Aralarındaki temel benzerlik, eşitsizlikçi toplumsal düzenlerde, insan haklarının ve özgürlüklerinin geliştirilmesine kapalı olmalarıydı. Yalnızca görevlerden ve ayrıcalıklardan söz edilmesiydi. Hakların, özgürlüklerin tektanrıcılıkta ötedünyaya, Brahmacılıkta ruhun daha sonraki yaşamlarına olmak üzere, ölümden sonraya ertelenmesiydi. Bu bakımdan “ötedünyacılık” ile “öteyaşamcılık” olarak nitelediğim anlayışlar arasında, işlevleri alanında hiçbir önemli ayrım (fark) yoktu.
Tanrı-Kul eşitsizlikçi ilişki kalıbı
Din kurumunun, tektanrıcılıkta en duru anlatımı kazandırılan dinsel düşünüş biçiminin dayandırıldığı temel inanç, Tanrı-kul (Yaratan-Yaratılan) arası mutlak eşitsizlikçi ilişkidir. Bu inanç, Efendi-Köle üretim ilişkisi gerçekliğine dayanılarak kurulmuş olmakla birlikte, köleci denebilen üretim ilişkileri çağlarını aşıp, feodal üretim ilişkileri içindeki toplumlara da uyarlanabilmiştir.
Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbı sınıflı, eşitsizlikçi toplum biçimleri boyunca, eşitsizlikçi özü değiştirilmeden günümüze dek sürdürülebildi. Böyle bir inancın gerçeklik değeri (ki neredeyse yoktur) önemli değildir. Yani tanrıların/tanrının varlığı yokluğu, tekliği çokluğu tartışmaları, işin (cambaza bak denerek ilginin dağıtılıp ceplerin boşaltılması benzeri) şarlatanlığıdır. Kul inancının değeri, egemen sınıflar ve yöneticiler gibi, karı-koca arasındakiler gibi hemen her türlü eşitsizlikçi ilişki için bir örnek, bir esin kaynağı olmasıdır. Hatta Tanrı-kul ilişkisine ilişkin açıklamaların, söz konusu eşitsizliklerin yeniden üretilmesine yarayan bir kalıp, bir kopya çıkarma işlevi görmesindedir.
Tanrıların ortalıkta görünmediği, sözlerinin duyulmadığı bir ortamda sözcülerinin “Tanrı’ya kulluk et!” “Tanrı’ya boyun eğ!” “Tanrı’nın buyruklarının gereğini yap!” “Tanrı’nın yasakladığını yapma” gibi sözleri sonuçta neye yaramaktadır, bir düşünün: Burada Althusser’in ideoloji üzerine (sözünü ettiğim) yapıtında geliştirdiği “çağırma” dediği kimlik yükleme kavramı bize yardımcı olabilir: Ondan yararlanılarak şöyle bir dinsel ideoloji çözümlemesi yapılabilir: Çağırma, örneğin “Ey Ümmeti Müslüman” ile başlar. Bir kimsenin bir topluluğun Müslüman kimliği, öteki kimliklerinden, hatta sınıf bilincinden bile öne çıkarılır. Sonra, Müslüman kimlik (işlerine geldiği biçimde) tanımlanır. Bunu “Müslüman şunu yapmaz bunu yapmaz” denetlemesi izler. En sonunda “inanan inancının buyurduğunu yapmak zorundadır” denerek, ortaya örtünme, cihat gibi bir görev konabilir. İdeolojik aygıtlar böyle işletilir. Kendilerini Tanrı-yönetici, Tanrı-vekili, Tanrı-sözcüsü atayanlar ya da bu görevlere atananlar, onları bu görevlere atayan egemen sınıfların istençlerinin (iradelerinin) sözcülüğünü yaparlar. Egemenlerin istencini ve isteklerini, “bizim isteğimiz değil Tanrı’nın isteği” savıyla gizlemeye çalışırlar. Bu, temsili demokrasilerde azınlık egemen sınıflarının çıkarlarının ve istencinin “çoğunluğun, halkın iradesi” olarak gösterilmesindeki gibi gizlenmesine benzer. (23) Özetle Tanrıya kulluk söylemi, egemen sınıfların çıkarlarından yana işletilen eşitsizlikçi düzenin ve eşitsizlikçi ilişkilerin açıklanıp, aklanıp, paklanıp, saklanmalarına destek oluşturmaktadır.
Mezopotamya’da egemen tanrının kulu muydu?
Dinsel ideolojinin bu işlevinin ilk örneğini, insanlığın ilk uygar toplumlarının görüldüğü Mezopotamya’dan (MÖ 3. – 1. binyılların katmanları arasından) çıkarılan çiviyazılı tabletlerde görüyoruz. Bunlarda, ister dinsel ister yönetsel sıradüzeninde olsun, yazışmalar “Efendim” sözüyle başlayıp “köleniz” deyişiyle sonlandırılmaktadır. Kendisine “efendi” diye seslenilen üst konumdaki (statüdeki) kişi de kendisinden bir üst konumdakine “kulunuz” (kadınsa “cariyeniz”) sözünü kullanarak seslenmektedir. (24) Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbının öteki eşitsizlikçi ilişki örneklerinin çıkarılmasına yaradığını gösteren bundan daha uygun bir örnek bulunabilir mi? Benzer biçimde, köleliğin kaldırılmasından sonraki yüzyıllarda, hatta günümüzde bile “efendim” ile açılan telefon konuşmaları ve (köleniz anlamına geldiği bilinsin bilinmesin) “bendeniz” sözcüğünün kullanıldığı kibarlık gösterileri, kölece, eşitsizlikçi ilişkilerin dilde fosilleşerek zamanımıza dek kalabilmiş kanıtları olarak görülebilir.
Kölelik yazgı mı?
Hıristiyanlık’ta Tanrı yanı sıra İsa’ya “Rab” (efendi) denmesi de (bkz. İncil, Matta 4/7: “Tanrın Rab’bi denemeyeceksin”; Matta 8/7-8: “İsa, “Gelip onu iyileştireceğim” dedi. Ama yüzbaşı “Ya Rab, evime girmene layık değilim” dedi, “Yeter ki bir söz söyle uşağım iyileşir”) böyle bir örnek alma olayını yansıtmaktadır. İslamlık’ta Allah için kullanılan, “Alemlerin Rabbi”, “Kainatın Efendisi” (Ar. Rabbulalemin) deyişindeki (bkz. Kuran, Bakara 107) sıfatın Muhammed için de (“Peygamber Efendimiz” biçiminde) kullanılışı aynı gerçekliği yansıtmaktadır. Bu örnek alış hatta günümüzde bile kullanılan “Hocaefendi” deyişinde de görülebilir. Hepsinin gerisinde Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki örneğinden etkilenip esinlenme olgusu yatsa gerektir. İngilizce yazına Lord olarak çevrilen Rab sözcüğünün hem tanrı, hem İsa, hem feodal bey, hem kral, hem köle sahibi için kullanılıyor olmasında da durum böyle.
Kula kulluk edilmiyor mu?
Bu kanıtlara karşı “kula kulluk etmeyiniz” buyruğu gösterilecektir. Bunun “başka ilahlara tapınmayınız” anlamında kullanıldığı açıktır. Örneğin (Cin 18’de) “Mescitler şüphesiz Allah’ındır. O halde Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın ve kulluk etmeyin” sözlerinden bu anlaşılmaktadır. Tevrat’taki, İbrani kardeşini köle etmeyeceksin denmesi yanı sıra, İbrani kölenin 7 yıl sonra azat edilmesi buyruğu (bkz. Tevrat, Mısır’dan Çıkış 21/2: “İbrani bir köle satın alırsan altı yıl kölelik edecek, ama yedinci yıl karşılık ödemeden özgür olacak” sözü) bunu göstermektedir. Aynı yerde (21/5-6’da) kölenin “efendimi seviyorum … özgür olmak istemiyorum” demesi durumunda efendisinin onu yargıç önüne çıkarıp kulağını biz ile delmesi istendikten sonra “Böylece köle yaşam boyu efendisine hizmet edecek” buyruğu yazılıdır.
Hıristiyanlıkta kölelerin azadı ötedünyaya bırakıldı
Tevrat kitaplarının, Eski Ahit adıyla Kitabı Mukaddes içinde Yeni Ahit sayılan İncil önüne konarak benimsendiği anımsanırsa, benzeri bir kölelik anlayışının Hıristiyanlıkta da sürdürüldüğü anlaşılacaktır. İsa’nın (Luka 4/18’de) İncil’i (Müjde’yi) “Rabbin ruhu üzerimdedir… beni tutsaklara [eski çeviride “esirlere” yani kölelere] azatlık… ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak” için gönderdi diye öğütlemeye (vaaza) başlamış olduğu biliniyor. Buna karşın, Hıristiyan dinbilginlerinin İsa’nın sözlerinin, tanrının ruhları, göklerdeki yönetiminde özgürleştirip kurtaracağı anlamına geldiği inancını yerleştirdiklerini görüyoruz. Gerçekten örneğin Calvin (1509-1565) “İsa’nın krallığını, sınırsız özgürlüğü ve eşitliği bu dünyada aramak bir Yahudi tersliğidir” yorumunu getirecektir. (25)
İslamlık’ta kölelik cariyelik kaldırıldı mı?
Kuran’da köleliğin kaldırıldığı yolunda tek bir ayetin bile bulunmadığı bilinmektedir. Bazı kabahatlerin bağışlanması için köle azadının öğütlenmesi ve Muhammed’in kölelerinin varlığı, kölelik kurumunun kabul edildiğini gösterir. İslam devletlerinde kölelik kurumunun, doğruluğundan kuşku duyulmadan, 20. yüzyıla dek sürdürülmüş olması gerçeği karşısında “kula kulluk edilmez” sözü, uygulama değeri bulunmayan bir söylem olarak kalmaktadır.
Günümüzde antikapitalist İslamcı bir grubun Kuran’da köleliğin kaldırıldığı savlarını dayandırdıkları Beled suresinde “Biz ona iki göz, bir dil ve iki dudak vermedik mi? Ona iki yolu (doğru ve eğriyi) göstermedik mi? Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azad etmek ve açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” ayetleri bulunmaktadır. Bunun yanında Zariyat 56’daki “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” sözü de göz önüne alınırsa, bunlardan, bunlar “köle” sözü geçen öteki ayetlerle birlikte yorumlanmadan köleliğin kaldırıldığı sonucu çıkarılamaz. Gerçekten Nahl 75’de “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının malı olmuş bir köle ile katımızdan kendisine verdiğimiz güzel rızktan gizli ve açık olarak harcayan (hür) bir kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olurlar mı?” ayeti (ve Rum, 28’deki köle sahipleri ile kölelerin eşit tutulamayacağı söylenen benzeri ayetlerin varlığı) (26) yadsınmadan böyle bir sonuca varılamaz. Her dört surenin ayetlerinin, birlikte ele alındığında, daha çok, Tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki kalıbının toplumsal gerçeklikten esinlenilerek dökülüp, toplumda eşitsizlikçi ilişkilerin kopyalanmasına yaradığı yorumunu destekler nitelikte oldukları anlaşılacaktır.
Bilim ve Gelecek
1) Riske girme, genel insan doğasının gerçekliği değildir. Çünkü insanın çarpıtılmamış doğasında, riske atılmaya can atma eğilimi görülmez. Tam tersine, riskten kaçınmanın yollarının aranıp bulunması, güvenlik koşullarının oluşturulması eğilimi görülür. Güvenlik arayışı riske girmenin sadist, mazoşist hazlarından önce gelir.
2) Arapça kökenli birçok kavramın kullanışında olduğu gibi, “rhm” kökünden türetilen, koruma, merhamet gibi anlamlarla rahim sözcüğüyle bağlantılı olup “esirgeme” anlamına gelen bu sözcüğün de (bkz. Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, 2007 baskısı “rahmet” maddebaşı) doğru anlamı bilinerek kullanıldığını sanmıyorum. Bilinerek kullanılsaydı ölenin, öldürülenin neden esirgeneceği düşünülüp bu kadar sık kullanılmazdı. Öte yandan günahsız yüzlerce, binlerce çocuğun, yetişkinin öldüğü doğal afetlerin tanrının yazgısı olduğuna inanılırken gene de Tanrı’dan rahmet, esirgeme, koruma dilenmesi anlaşılır durum değildir.
3) Bkz. Niccolo Machiavelli, Prens, çeşitli çevirilerinden özetle, Alâeddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Ankara, 2013, Bilim ve Sanat Yayınları, s.331.
4) Jeosfer, Biyosfer, (“Düşünyuvar” olarak Türkçeleştirilebilecek) Noosfer kavramlarıyla anlatılan olgular için bkz. Alâeddin Şenel (Ed.) Bilim ve Bilimsel Yöntem, İstanbul, 2012, Bilim ve Gelecek Yayınları, s.40.
5) Hint-Avrupa dillerindeki, örneğin Latince’deki Spirit(us) gibi, Sami dillerindeki nfs üçlü sessiz kökünden türetilen, etimolojisi Akadca napuşu sözcüğüne dayandırılan nefs sözcüğünün de “soluk” anlamına gelmesi bunu göstermektedir (sırasıyla bkz. Webster’s Unabridged Dictionary of the English Language, 1989 baskısı ve Sevan Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, İstanbul, 2002, Adam Yayınları, “nefes” maddebaşı.
6) Bunun kuşkusuz, canlı cansız maddesel varlıklar ve onların kafadaki simgesel karşıtları (imgeler, kavramlar) olarak iki görünümü bulunan gerçeklikle bağlantısı vardır. Ancak, Platon gibi idealist felsefeciler ve onları izleyen din felsefecileri, gerçekliğin maddeden bağımsız varlığı bulunmayan (açıkçası insanın ölümüyle son bulan) akıl, ruh, mana dedikleri niteliğine, önce maddeyle bağlantısını koparıp bağımsız varlık tanımışlardır. Sonra onu maddenin üzerine çıkarıp, maddeyi belirleyen, yaratan öğe konumuna yükseltmişlerdir. Böylece gerçekliği tepetakla göstermeyi başarabilmişlerdir. (Platon’un Devlet yapıtında “mağara benzetmesi” ve “iyi ideası” ile bu düşüncesinin yorumu ve işlevi için bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.155). Bu düşünsel strateji, var olanı (budünyayı) yok (ya da önemsiz) var olmayanları (irili ufaklı sanal özneleri ve aşkınözneleri) ise var gösterebilmenin de yolunu açmıştır.
7) Aristoteles’in, belirleyici bulduğu “ereksel neden” yanı sıra, varlığı doğru kavramada kullandığı öteki üç neden (maddesel neden, formel neden, etken neden) için bkz. Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.179.
8) Yani yere kapanarak tapınırlar (bkz. Nişanyan, Sözlerin Soyağacı, “secde” madde başlığı). Bunlar cansız doğa öğelerinin ereksellikçi bakış açısıyla ve yöneten-yönetilen ilişkileri içinde açıklanması örnekleri olarak gösterilebilir.
9) Burada Tevfik Fikret’i, “İnsanoğlu putunu kendi yapar kendi tapar” sözlerini anımsamamak elde mi?
10) Mezopotamya’da olduğu gibi birçok ilk uygarlık tarihinde, kendilerine içinde tanrı sözcüğü ya da belli bir tanrının adı bulunan adların ve sanların verildiği yöneticilerin varlığı da bunun kanıtıdır. Mısır’da adını değiştirip kendine Akhenaton (Tanrı “Aton’un hayırlı oğlu”) sanını veren (MÖ 1353-1335 arası yöneten) tanrı-kral Firavun kadar birçok Asur yöneticisi, Asur’un, gene aynı adı taşıyan tanrısının adını (Asurbanibal (öl. MÖ 626) Asurnasirpal (öl. MÖ 859) örneklerinde olduğu gibi) adlarına eklemişlerdi.
11) William McNeill, (Dünya Tarihi, çev. Alâeddin Şenel, Ankara, 2013, İmge Kitabevi Yayınları, 15. baskı, s.37-38).
12) Öykünün tümü için bkz. Tevrat, Tekvin (2001 Yeni Çeviri’deki adıyla “Yaratılış”) 19/1-25.
13) Werner Keller, (The Bible as History başlığıyla, Almanca’dan İngilizce’ye çev. William Neill, Londra, 1969) yapıtında Kutsal Kitap’taki mitosları (mucizeleri) bu tür doğa olayları ile açıklama çabası göstermektedir. Bu yolda Rabb’in meleğinin Lut’a gerilerine bakmamaları uyarısını, (s.95’te) yersarsıntısına eşlik eden patlamalar şimşekler ve kırılan faylardan serbest kalan zehirli doğal gazlara, Lut fayı çevresinde gerçekleşmiş olduğu ortaya çıkarılan büyük bir yersarsıntısının jeolojik, arkeolojik buluntularına, ipuçlarına dayanarak açıklamaya çalışmaktadır.
14) Örneğin bkz. Levililer 21/22-24.
15) Örneğin bkz. Tesniye (Yeni Çeviri’de Yasaların Tekrarı) 28/15-68.
16) Bkz. Alâeddin Şenel, Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi, Ankara, 2009, İmge Kitabevi Yayınları, IX. Kesim: Yeni Dünya Uygarlıkları.
17) Bkz. Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Y. Alp ve M. Özışık, İstanbul çeşitli tarihlerdeki baskıları, Birikim Yayınları.
18) Bkz. Kur’ân-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, Ankara, 2001, Türkiye Diyanet Vakfı çevirisi, Maide 33. krş. The Koran, çeviren ve notlandıran N. J. Davood, Middlesex, Penguin Classics, 1974 baskısı, The Table, 33 ve The Quarn, çev. Maulana Wahiduddin Khan, New Delhi, 2011 (baskı Türkiye Irmak Ofset) s.81; burada ve Davood çevirisinde bir de “haça germe” (İng. crucified) sözü geçiyor. Alın size bir sürü çeviri tartışması fırsatı. Ama hiçbir yorumu ölüm cezasının kaldırıldığı bir çağdaş hukuk anlayışı dünyasında, Kuran’ın Allah’ın değişmez, değiştirilmez sözü olduğuna inanan bir yöneticinin, kendisine karşı çıkıp eleştirenleri “nifak çıkarıyor” diye suçlayabilmesi olasılığını engelleyemez.
19) Jean Paul Sartre, Varoluşçuluk (Existentielisme), çev. Asım Bezirci, İstanbul, çeşitli yıllardaki baskıları, Dönem Yayınları, s.80.
20) İnsanlığın kültürel evriminin tarihini, yorumladığı arkeolojik bulgulara dayandırarak ortaya çıkarmaya çalışan Gordon Childe, benzeri bir anlayışı (Kendini Yaratan İnsan, çev. Filiz Karabey Ofluoğlu, İstanbul, 1978, Varlık Yayınları) yapıtında dile getirmektedir.
21) Örneğin bkz. Alâeddin Şenel, “Yaratılış Mitosları”, Bilim ve Ütopya, Eylül 2003, s.21.
22) Alexander Heidel (çev. ve haz.) Enuma Eliş Babil Yaratılış Destanı, Türkçeye çev. İsmet Birkan, Ankara, 2000, Ayraç Yayınları, 138, s.+12 resimli s.
23) Bkz. Alâeddin Şenel. İnsanlık Tarihi Boyunca İnsan Hakları Demokrasi İlişkisi, İzmir, 1996, İzmir Barosu Yayını, s.150.
24) Bkz. Şenel, İnsanlık Tarihi, s.391.
25) Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, s.235.
26) Kuran, Rum 28: “Allah size kendinizden bir temsil getirmektedir. Mülkiyetiniz altında bulunan köleler içinde… birbirinizden çekindiğiniz derecede kendilerinden çekineceğiniz, sizinle eşit (haklara sahip) ortaklarımız var mı?”