KENDİLİK KENDİSİNE YABANCILAŞTIĞINDA – ALFRED MARGULIES

1

Psikopatoloji Ve Kendine Dönen Halka

“Zihin ne zaman kendisiyle kuşatıldığını duyumsasa öyle bir kesinsizlik uçurumu söz konusu olur ki bu, arayan kişinin aramak için bir karanlığa gömüldüğü andır…”
Marcel Proust, Geçmiş Zaman Peşinde, s. 49.

1. KENDİSİ İLE EŞDUYUM: KENDİLİĞİN KENDİNE DÖNEN HALKASI

Kendilik kavramı, anlaşılması zor bir şeydir ve kendisini kavrama ve anlama çabalarının her zaman için bir adım önündedir. Benim bir çalışmada kendilik için kullanmış olduğum tanım şöyleydi: “Kendilik, şaşırtıcı bir kendini yansıtma süreci ile ortaya çıkan bir ruhsal yapı olarak tanımlanabilir yani kendilik aynı zamanda hem özne, hem de nesnedir.” Böyle bir tanımla nasıl da mücadele etmiştim! Eşitliğin her iki tarafı için de aynı terimleri içeren bir önerme, yani döngüsel bir biçimde kendisini tanımlamak için kendisini kullanan bir tanım pek uygun bir görünüm sergilememektedir. Belki de sorunun karmaşıklığı karşısında şaşkına dönmüş ve onu katmerli bir hale getirmiştim.

Fakat buradaki paradoks, kendiliğin tanımında göz ardı edilebilecek bir şey değildir. Döngüsellik, dolaysız bir biçimde kendilik fenomeninin özüne yöneliktir kendiliğin kendisi kendine dönüşlü, yineleyici ve kendi üzerine katlanan bir süreçtir. Kendilik farkındalığının kendiliği sürekli bir biçimde varlık bulur. Bu, zihnin kendine yansıyıcı birçok edimde kendisini oluşturma kapasitesidir. Kendilik, kendi dönüşlü eyleminde kendisi olmaktadır; paradoks içinde doğmakta ve kendi kişisel ve yinelenemez yaşantısının tekliği içinde kendi tözünü meydana getirmektedir.

Bu değerlendirmelerin kaynağı, felsefi olmaktan çok klinik bir yönelimdir. Ben bir terapist olarak eşduyumun doğası, bir kişinin nasıl olup da bir başkasının içsel yaşantısına yakınlaşmış olduğunu varsaydığı üzerine sürekli kafa yoranın. Özellikle şunlar benim için açık bir hale gelmiştir: eşduyuma ilişkin eğilimlerimin ne olduğu ve bir başka kişiyle eşduyum içinde olmaya yönelik birçok süreçte diğer kişinin kendisine ait bir kendine yansıyan spiral
içine girdiği. Yani diğer kişi, şimdi benim varlığım ve eşduyumlu olma çabam aracılığıyla kendine ait kendilik üzerine yansıyacaktır. Ben bu süreci, bir başkası aracılığıyla kendisi ile eşduyum olarak adlandırıyorum.

Fakat (kendine ait yaşantı içinde duyumsanan) “kendisiyle eşduyum” ile kastedilen ne olabilir? Bu ustalıklı bir işlem, bir gizem için dilbilimsel bir çözüm gibi görünmektedir; böylesi bir terimler ailesinin başlıca işlevinin paradoksu sürdürmek, kabullenmek ve bazı (temel nitelikte ve kafa karıştırıcı) sorunları hareket noktası olarak almak olduğu ve bunların bizi yalnızca yolumuzdan saptıracağı ya da duraksatacağı açıktır. Ve bu sorunlar belki de yalnızca dile ilişkindir, bunları yaratan da yapay bir açıklığı gerektiren bir Batı düşüncesidir; sonuçta bunlar çoğumuzun kendi hakkındaki düşüncelerinde karşısına çıkan yaygın sorunlardır, düşünceleri zamanımızın ve kültürümüzün dilinin kusurlu prizması saptırmaktadır.

Hastalarımdan birçoğu, kendilerine yönelik araştırmaları sırasında ve kendilik gerçeğini körlemesine araştırmaktan dolayı sıkıntı çekmektedirler ve bu bir dil sorunu olarak adlandırılamaz.
Bu makalede kendisine ilişkin algısını araştıran kendiliğin bu kendine dönen, döngüsel niteliğinden kaynaklanan kendilik tanımına ilişkin bazı sorunları araştıracağım. Özellikle kendiliğin kendinde yabancı olanla yüzleşmesini ve kendine ait kendilik patolojisi karşısında şaşkınlaşan kendisini nasıl reddettiğini, içine aldığını ya da keşfettiğini inceleyeceğim.
Öncelikle kendiliğin ve içebakışın genel bir özelliği olarak kendisiyle eşduyum sürecini örneklememe izin veriniz.

1.1. Olgu Örneği: Gözyaşlarının Aynası

Zeki bir kadın, bana çocukluğunda babasının duyarsız ve ruhsal yönden istismarcı olmasından kaynaklanan bazı sıkıntılı olayları anlatır. Kendisi ailedeki en sağlıklı kişi ve ebeveyn rolünü üstlenen çocuk imiş. Öyküsünü bana anlatırken ağlamaklıdır. Durum açık gibi görünse de benim kafam karışır ve kendisine şu an ne yaşamakta olduğunu sorarım. “Birden bunun sizin için çok acıklı bir öykü olması gerektiği düşüncesine kapıldım.” Bu (o) burada, benimle ve yaşantım ile eşduyum içindedir. Tam olarak, benim bir dinleyici sıfatıyla onun öyküsünü işitirken hissetmiş olmam gerekeni imgelemektedir. İlginç olan şey, kendisi için bu kadar üzüntülü olmaması, fakat daha çok benim için üzülmesidir.
Daha sonra daha da üzüntülü bir hale gelir, bu çok uzaklardan belleğine gelen ve bir zamanlar kendisi olan küçük bir kızdan söz ettiği zaman olur. Bu halen kendisi değildir fakat şimdi o adeta bir temsili kızdır, kendisi acı çeken çocuklarla eşduyum içinde, herhangi bir kızın bu koşullar altında hissedeceği şeylere ağlamaktadır.
Ardından hastanın perspektifi bir kez daha hızla değişir ve yaşantısındaki bölünme yönünden daha özgül bir perspektif haline gelir: Şimdi küçük bir kız olarak kendisi için ağlamaktadır.
Bu eşduyum ilgili bir biçimde geçmişe yansımakta, o zamanki kendisini yakalamakta, annesi, kızkardeşi, büyükannesi, okulu vb.’ne ilişkin uzak geçmişin parçalarını bir araya getirmektedir. Bu, tarihsel kendiliği ile eşduyumdur.
Oldukça kısa bir süre sonra, güç geçirdiği çocukluğunu yaşayan bir erişkin olarak şimdiki kendisi için üzülür. Bu onun kendisini nasıl hissettiğidir fakat şimdi, şu an benimle birlikte hissetmektedir.
Hızlı bir olaylar dizisi içinde bir dizi karmaşık ve canlı emosyon yaşamıştır, bu emosyonların her biri biraz farklı bir yapıya ve nüansa sahiptir. İşe benimle ve onun öyküsüyle ilgili imgesel yaşantımla başlamıştır (yani onun küçük bir kız olarak yaşantısını eşduyumsal olarak nasıl imgelediğimi eşduyumsal olarak imgelemiştir). Öykünün kendisi, geride kalmış yaşantısını bir başkası aracılığıyla yeniden eline geçirmesi için bir araç olmuştur: Onun kendisini görmesinde ben, ayna benzeri bir işlev görmüş oluyorum. Ardından o, anlatmış olduğu öyküyü yaşayan bir kız olsa ne hissedeceğinin eşduyumunu gerçekleştirmiştir. Yani ilk önce imgelem aracılığıyla kendisi hakkında bir film izliyormuşçasına, kendisini kendi geçmiş yaşantısına yerleştirmiştir. Ancak ondan sonra bunu belleğinde yakalamıştır bu bellek aynı olaylara ilişkin önceki bellekten farklıdır, çünkü şimdi o (ç.n. hasta) değişmiştir ve bu nedenle anımsayan kendilikteki belleğin yapısı değişmiştir. Son olarak o, şimdiki kendiliğini bu olayları yaşamış olan ve şimdi onları anımsayan kişi olarak söz konusu yaşantıya yerleştirebilir durumdadır. Her keresinde içteki dolaysız bir çerçeveden daha kapsamlı bir sürecin bir gözlemcisi olmaya doğru önemli bir perspektif değişimi söz konusudur. Kendiliği gözlemleyen kendilik gelişmiş, değişim göstermiş ve bir başkasının (terapist olarak benim) aracılığı ve genişleyen perspektiflerin imgelemi aracılığıyla kendisinden daha fazlasını kuşatmıştır. Ben kendi varlığım, anlama isteğim ve onun arada bir kendisi yönünden ne olduğunu anlamama yardımcı olma isteği aracılığıyla yeni bir stratejik nokta yaratmış oluyorum.
Aktarmış olduğum bu klinik öyküdeki yaşantının kopukluğu garip ve alışılmışın dışında gözükebilir. Karmaşık bir olguya kendimi önceden hazırlamış değilim, bunun psikoterapide yaygın bir olgu olduğu kanısındayım.
Kendilik, bir dizi perspektif değişiminden gelen sürekli bir geribildirim (feedback) halkası aracılığıyla kendisini kendinde canlandırmakta, yakalamakta ve hatta süregiden ve spiralleşen bir süreç içinde, kendisini yaratmaktadır. Kendisiyle eşduyum süreci ile kendisini bulma imgelemi içinde kendisinin dışına çıkılır.4 Bu örnekte başkasının aynası, değişimin kamçılayıcısı ve kendine yansımanın aracısıdır; ayna işlevi kendisini yeniden yakalama (ya da yakalama) için gerekli olan gözlem perspektifini yaratır.

2. PATOLOJİK OLARAK GÖRÜLÜP REDDEDİLEN YABANCI YAŞANTI
Bu aşamada şunu sorabiliriz: Kendine yansıma spirali kendi görünümlerini redderek ya da kabullenerek kendi süreçlerini nasıl güdümlemektedir? Benim dünya görüşümü benim yani ben kılan nedir ve bu ne zaman ben değil gibi gözükür? Bir dünya görüşü duygusunu oluşturan nedir? Bunun tutarlılığı ve devamlılığı nasıl korunmaktadır? Kişi kendisinde artık kendisi gibi hissetmediği bir şeyler keşfettiğinde ne olmaktadır? Bu sorular karakter kavramlarıyla, bir kişiye ait tarzın görece olarak değişmez öğeleriyle ve böylesi uyumlu (syntonic) ya da uyumsuz (dystonic) düşüncelerle yakından bağlantılıdır. Karakter kavramının dışsal bir vurgusu varsa da kişinin başkaları tarafından nasıl yaşandığı, kişilerarasının içinde yer alır. Dünya görüşünün tutarlılığıyla vurgulamak istediğim şey, yaşanan yaşantının tamdık ve güvenilir oluşudur. Kuşkusuz Freud’dan beri de temel uğraşı alanımızı içsel bölünmüşlüğümüz ve tutarsızlığımız oluşturmaktadır. İlginçtir ki bir dünya görüşünün yabancılaşmasında, garipliğinde ya da yabancı yönlerinde bile tutarlılık bulunabilir; her birimizin yaşantısındaki yabancılık kendisine aittir.

Burada Rümke’nin anahtar kavramını anımsıyorum; kendisi şizofreni için “erken duyum’a dayalı geçerli bir tanı önermişti ve bunun hasta ile eşduyumun olanaksız olduğu yolunda içsel bir kanı olduğunu belirtiyordu (Leon 1989).6 Bu ifade içinde katılmadığım pek çok şey varsa da (eşduyumu Elvin Semrad’dan öğrenen herhangi biri bu savdan uzak duracaktır) erken duyum(praecox Gefühl)’un kökten bir yabancılığı vurguladığım ve bu şekilde dışsal bir gözlemcinin bunu bütünüyle kavramasının olanaksız olduğunu düşünüyorum. Aslında aynı yabancılık yaşantısı ve eşduyumun olanaksızlığı, kendilik tarafından kendisi için de yaşanabilir. Kendilik, kendine dönen süreçleri içinde kendisini yabancı ve eşduyum yapılamaz olarak yaşayabilir; başka bir deyişle kendilik kendisinin varlığında erken duyum yetisine sahiptir, kendisiyle eşduyum yapamamaktadır.

2.1. Olgu Örneği: Çifte Psikozlu Adam: Hangi Delilik Benimkisi?
Konsültasyonda görülen bir hasta, çarpıcı bir psikoz sergiliyordu. Kendisi hem iblis hem de Tanrı idi; ruhuna yönelik evrensel bir komplo vardı; önceki kız arkadaşı (sonradan ölmüş olduğunu öğrendim) bazı günler Kutsal Üçlemenin bir parçası olarak kendisine geliyordu. O hastaneye (uzun süreli ve herkesin bildiği) psikozundan ötürü değil, fiziksel yönden tehlike yaratan ve kronik (süreğen) şizofrenisinin üzerine bir zehirlenme psikozu (ç.n. zehir niteliği taşıyan maddenin etkisiyle ortaya çıkan psikoz) eklenmesine neden olan bir ilaç reaksiyonundan ötürü yatırılmıştı. Dahası o, şu an zihninin kendi ölçütlerine kıyasla normal durumda olmadığım öznel olarak bilmekteydi! Yani psikozlarından birini diğerinden kolayca ayrımlayabiliyordu. Bunun anlamı nedir?

Şizofreni hastalarının, zehir etkisi olan maddeleri dışarıdan almaya bağlı olarak ortaya çıkan bir psikozu diğerinden çoğu kez ayırt edebilecekleri bildirilmiştir. Örneğin kronik şizofreni hastası olan bir madde kötüye kullanıcısı, LSD kullandığından söz edebilir ve şu an “uçmakta” olduğunun ayırdında olabilir. Anfetamin alan (yani yalnızca psikozunun şiddeti artan ve kendisi bunun farkında olmayan) şizofrenik hastaların böyle bir aynını yapmada epeyce yetersiz kalması, bedenin ürettiği ( endogenous) dopaminin oluş nedenleri içinde bir etmen olarak değerlendirilmesi yönünden inandırıcı kanıtlar getirmiştir (Griffith ve ark.1972; Janowsky ve ark. 1973). Yani amfetaminler, yeni bir şizofrenik psikoz oluşturma yerine bu tip bir psikozu alevlendirmektedirler.
Bana göre işlevsel psikoz (ç.n. oluş nedeni olarak organik bir etmenin belirlenemediği psikoz) oldukça parçalanmış yaşantıları içinde bile tutarlı bir bakış açısı içermektedir.
Sonuçta bu, zihnin psikopatolojik durumlarının araştırılması yönünde öncü fenomenolojik çabaların mantıksal dayanaklarından biridir; yaşantının bir tutarlılığı vardır. Kişi bir psikozun içinde yaşamaktadır. Genel çizgiler görece olarak sınırlıdır (ve bu nedenle sendromları betimleyebiliriz); bununla birlikte bireysel renk, her zaman için benzersiz bir niteliktedir.
Yukarıdaki örnekte kendiliğin kendisine yansıması psikotik perspektif içinde kalsa da algısını gölgeleyen yabancı ve çarpık bir öğeyi tanımaktadır. Kişinin kendi yaşantısıyla eşduyumu bozulmuştur. Kendilik iki farklı yabancı yaşantı türünü ayırt etmektedir; birisi psikoz içindeki kendilik yapısı içinde yabancı fakat tanıdık (saldırgan ve savaşan evrensel güçler), diğeri yabancı yeni (bu özel dünya görüşünün tutarsızlığı ve parçalanmışlığı) türdür.7 Bu aşamada
şunu sorabiliriz: kendilik spirali içine alınan yabancı bir süreç, (tanınan, nesnelleştirilen ve kabul edildiği biçimde geçerli kılınan bir süreç olarak) gerçekten de kendiliği istermiş gibi arzu edilebilir mi?

3. KENDİLİĞİN İÇİNE ALINMIŞ YABANCI YAŞANTI
Dostoyevski epileptik (ç.n. sara) nöbetlerini anlatırken şunları yazmaktaydı:
“Ortalık büyük bir gürültüyle doldu ve hareket etmeye çalıştım. Cennetin yere indiğini ve beni içine çektiğini hissettim. Gerçekten de Tanrı’ya ulaştım. O bana geldi, evet Tanrı vardı, ağladım ve başka bir şey anımsamıyorum. Siz hepiniz, sağlıklı insanlar… biz saralıların hastalık nöbetinden önceki anda yaşadığımız mutluluğu kafanızda canlandıramazsınız.
Muhammed Kur an da Cennete gittiğini ve orayı gördüğünü söyler. Aklıevvel kimseler onun bir yalancı ve şarlatan olduğundan kuşku duymaz. Fakat hayır, o yalan söylemedi, o bir sara nöbeti sırasında gerçekten Cennet’te idi; aynı benim gibi, bu hastalığın bir kurbanı idi o. Bu mutluluğun saniyeler, saatler ya da ayl’ir boyu mu sürdüğünü bilmiyorum, fakat bana inanınız ki yaşamın vereceği hiçbir hazzı buna değişmem.
Başka zamanlarda gerçekleşmesi olanaksız olan ve başka insanların kafalarında canlandıramayacağı böylesi bir mutluluğu kısa bir an süresince duyumsuyorum. Kendimle ve dünya ile tam bir uyum hali yaşıyorum ve bu duygu o kadar güçlü ve tatlı bir duygu ki bu birkaç saniyelik zevk için yaşamın on yılı (hatta belki de tüm bir yaşam) rahatça harcanır.’

3.1. Uyumlu Beyin Hasarı
Dostoyevski kendisinde temporal lob epilepsisi(ç.n. beynin şakak lobundan kaynaklanan epilepsi türü)nin interiktal (ç.n. nöbetler arasındaki) kişilik özelliklerinin bulunduğunu bilseydi ne olurdu? Grandmal (ç.n. beden kaslarında kasılmalarla kendini gösteren epilepsi türü) nöbetleri kastetmiyorum (onun için bunlar paha biçilmez değerdeydi). Bu durumda
Tanrıya ulaşabiliyordu. Fakat bugünkü bilgi gücümüzle bu bozukluğun daha ince özelliklerini tanıyabiliyoruz. Böylesi bir beyinsel değişikliğe uğramış insanlardaki kişilik görünümlerini interiktal, yani nöbetler arası olarak belirleyebiliyoruz. Bu özellikler iyi bir biçimde belgelenmiştir: yapışkanlık (ya da kişilikte belirli bir bulaşıcılık özelliği; inatçı ve tartışmacı bir nitelik, en küçük noktalarda bile geri çekilmeyi reddetme: her şey ciddidir ve ağırlık
taşır), aşın yazma (çoğu kez çok uzun çalışmalara yol açan yazma ve belgeleme zorlantısı), aşırı dindarlık (çoğu kez çeşitli dinsel dönüştürmelerle birlikte. Bu kişiler Tarın ile çok ilgilidirler)… Bu özellikler (şaşırtıcı bir biçimde) Dostoyevski’yi tanımlamaktadır ve gerçekten de Dostoyevski bunlar olmadan kendisi olamazdı.

Fakat başladığımız noktaya dönersek, Dostoyevski bu konuyla ilgili bir şeyler bilseydi ne olurdu? Bu onu ilgilendirir miydi? Kansı ve yayıncısı için bir anlam taşır mıydı? Modern toplumda olduğu gibi, sorumluluk sahibi ebeveynleri bulunsaydı ne olurdu? Erkenden tedavi edilseydi? Bu bilgi onun gelişen kendiliği içinde nasıl tekrarlanırdı? O, tarihsel perspektifin bir gereği olarak garip ve patolojik interiktal karakter özelliklerini tanrıların bir armağanı olarak mı değerlendirirdi?

3.2. Beyin Kabuğu Hasarı Ve Bireyleşme Süreci
Bir adam kolunu bir bıçakla kestikten sonra hastaneye gelir. Hastane personeli intihar edebileceği düşüncesiyle endişelenir. Ben onunla tıp öğrencilerinin eğitimi kapsamında görüşürüm ve hakkında çok az şey bilirim. Kendisi benimle olan etkileşimi içinde sevimli, kibar, yumuşak sesli ve karşısındakini memnun etmek isteyen bir adamdır. Dramatik ve trajik öyküsüne rağmen, konuşmasında monoton ve değişmez bir nitelik bulunsa da bu akıcı ve anlaşılır bir konuşmadır. Ben ve öğrencilerim aslında onun kendisini öldürmek istemediğini, fakat zorlanma (stress) altında iken engellenme (frustration) ve öfkesini kendisine yönelttiğini, gözle görülür ve korkunç bir şekilde kendi bedenini yaraladığını öğreniriz. Bir tişört giymesiyle birlikte kollarının durumu ortaya çıkmakta ve bu kendine yönelik saldırıların vahşeti çocukluk çağına uzanmaktadır.

Hastaneye yatışından önce (intihara eğilimli) üvey kızı, karısı ve kansının eski kocası üzerine odaklanmış bir aile terapisine girmiştir. Hasta bu konuda büyük bir sorumluluk üstlenmişti ve yardımcı olmak istiyordu, kızının bakıcıları tarafından hemen bir aracı olarak seçilmiş ve bu işe koşulmuştu. Zamanla bu kendisine ağır gelmeye başlamış ve klinisyenlere kendisini anlatma çabaları içinde çocukluk çağının ruhsal ve cinsel yönden istismarla dolu öyküsünü yazmıştır. Bu süreç içinde söz konusu örselenmeyi yeniden yaşamış ve kontrolden çıktığını hissetmiştir. Bu aşamada kendisini yaralamıştır.
Sorunları daha da karmaşıklaştıran bir öğe, on yıl kadar önce tanımadığı bir kişinin şiddetli bir saldırısına uğramasıdır. Saldın herhangi bir kışkırtma olmaksızın gerçekleştirilmişti ve alışılmadık bir vahşet içeriyordu. Hastanın kafası, sol şakak bölgesine inen bir yumrukla kilden bir çömlek gibi kırılmıştı. Dahası, darbenin kendisi o kadar şiddetliydi ki beynin sağ tarafı darbenin tersi yönünde kafatasına doğru sıçramıştı. Hasta, kullanılan tıbbi dili ve bununla ilgili öyküyü ıstırapla dinlemiş, fakat bunu belirli bir ilgisizlikle yapmıştı. O zamandan beri engellenme ve küçük düşürülme duyguları içindedir ve mühendisliğe ve matematiksel kavramlara ilişkin yeteneğini yitirmenin hüznünü yaşamaktadır. Ayrıca psikolojik testlerde örnekleri kopyalama ve elini kullanmadaki güçlüklerinin de farkına varmıştır. Saldırının nörolojik sonuçları, yaşamını ve belirli birtakım entelektüel çabalar için taşıdığı gizilgücü şiddetli bir biçimde etkilemiştir. Eskiden taşıdığı mesleki umutları yitirmiş olmanın acısını hala yaşamaktadır.

İlk görüşmemizde konuşma şansına kavuştuğu, özellikle (yıkıcı bir kişisel öfkeyle birlikte olan) engellenmeye yönelik tepki gösterme eğilimine açıklık kazandırma fırsatını yakaladığı için bana minnet duymaktaydı. Bu, yaşam boyu süregelmiş bir özellikti ve son yıllarda epeyce düzelme göstermişti; kökenlerini çocukluk çağı örselenmelerinden alan bir tepki idi.
Onunla konuştukça korkunç bir yitim duygusunu, entelektüel yetileri bir yabancı tarafından tam anlamıyla yıkılmış olan bir insanın trajedisini duyumsadım. Ne kadar güç olsa gerekti; kendiliğinizi beyninizin ve iç dünyanızın bir bölümünden yoksun olarak düşünmek. Yine de zekasının bu kadar sağlam görünmesi beni etkilemişti; birisinin, geçmişteki entelektüel gücünü bilmeksizin ondaki patolojiyi farketmesi söz konusu değildi.

Birkaç hafta sonra onunla tekrar konuşma fırsatı buldum. Karmaşık aile ortamı üzerinde denetim kurmaktaydı ve kendisini daha iyi hissediyordu. Hastayı tanımayan yeni öğrencilerle birlikteydim ve yaşamındaki olaylarla ilgili olarak onunla tekrar konuştum. Duygularım onun durumunun taşıdığı trajedi ve bununla baş etme çabalan ile meşgul iken düşünemediğim bazı şeylerin ancak o zaman farkına vardım.

Bir ara, birkaç yıl önce daha dürtüsel ve kendine karşı daha yıkıcı olduğunu belirtmişti. Durulmasının nedeni olarak düşündüğü şeyin ne olduğunu sordum. Bu konuda içtenlikli davrandı, beyin hasarı yanıtını verdi. Bunu tam anlamıyla kabullenir görünmeden (ve önceden özür dileyerek: Bağışlayın, yaşantınızdaki güçlüğü küçümsemiyorum) ona kendisine yapılan saldırının bu açıdan yararlı olduğunu mu söylemek istediğini sordum. (Ve bunun bir lobotominin işlevsel bir eşdeğeri olup olmadığım merak ediyordum. Bu noktayı yine gözden kaçırmıştım.) Kendisi için bu, açık bir şeydi: beyin hasarının bir sonucu, onun çılgın yaşantısından uzaklaşması olmuştu. Daha sakin ilgi alanlarına yönelmiş, insana özgü ilgi alanlarını (humanities) ve yazmayı keşfetmişti (Ve hala merak ediyordum, “Bu temporal lob epilepsisinin bir işareti, yani hipergrafi mi idi?”. Fakat belirgin nöbetlere ya da garip koku duyumlarına, vb. ilişkin herhangi bir öykü yoktu). Kendimden kaynaklanan engellenmelere karşın söz konusu patolojiyi aramakta ısrarlı idim. Beyin hasan nasıl olur da kişinin yararına bir nitelik taşıyabilirdi? O bunu nasıl olup da bir tür kutsama olarak görebiliyordu? Bu bir yadsıma, dış gerçeği görmeyi reddediş miydi? Hayır, o eksiklikleriyle dürüstçe yüzleşmiş ve hatta alışılmışın ötesinde bir tıbbi bilgi edinmişti. Başka yere bakmakta ısrar eden bendim; bir anlamda yadsımayı yapan da bendim.
Kendisinden bu değişimleri daha iyi bir duruma getiren şeyin ne olduğunu biraz daha açıklamasını istedim. Bunun üzerinde epeyce düşünmüştü, bu konu yaşamının merkezinde ver alıyordu ve üstünde düşündüğü şey kendisi idi. Eskisi kadar hızlı düşünemediğini belirterek söze başladı. Mesleki ortamında bir trajedi niteliği taşıyan bu yavaşlık, onu başkalarına karşı daha dikkatli yapmıştı (daha iyi dinliyordu). Bu şekilde daha eş duyumlu olmuştu ve başkaları da onu daha iyi bir dinleyici olarak görüyorlardı. Bir düşünceden
diğerine geçmedeki zorluğunu, zihninin bir zamanlar sahip olduğu akıcılığı yitirdiğini görmekteydi (yani belirli ölçüde bir perseverasyonu vardı). Fakat daha önce çok uçan ve dürtüsel olduğunu, herhangi bir şeye ilişkin olarak düşüncesini hiçbir zaman ciddi bir biçimde yoğunlaştıramadığını hissetmişti. Önceleri alkol ve madde kötüye kullanımı vardı; şimdi herhangi bir psikoaktif (ç.n. ruhsal işlevleri etkileyen) maddeye karşı nefret duyuyordu.

Genel olarak yaşam karşısında bir ölçüde sabırlı bir insan olmuştu ve artık duygusal fırtınalara kapılmıyordu. Bu aşamada, beyin hasarı onun kendilik yaşantısıyla ve tüm borçlar ve alacaklarla bütünleşmiş olmaktadır, o (ç.n. hasta) bunların önüne geçmiştir. Temelde derin bir üzüntü kaynağı olan patolojinin kendisi, derinden derine yaşamı dönüştüren bir kişisel güç cevheri haline gelmiştir. Örselenmeyle ortaya çıkmış, dış kaynaklı ve korkunç bir beyin hasarı, hastanın kendisiyle eşduyumu içinde onun büyüme ve bireyleşme sürecinin bir parçası olmuştur; kendisini yenilenmiş ve daha iyi bir insan haline gelmiş hissetmektedir. O, şimdi yabancıyı benimsemiş ve yeni bir kendilik yaratmıştır.

Burada (ironik bir biçimde) hastanın eski, örselenmemiş kendiliğine yönelik örseleyici değişiklikleri kabullenme yönünden çok değişken olabileceği belirtilmelidir. Kendiliği ve yeni kendisi ile eşduyum içinde, beyin hasan vasıtasıyla daha temkinli ve düşünceli olma yönünde gerçekleşen değişimle birlikte eksikli fakat şimdi aynı zamanda d:oha sakin ve anlayışlı bir kendilik imgesini içreleştir(incorporate)ebilmiştir. Beyin hasan, garip bir biçimde kendiliği bu büyük hasarı kabullenecek şekilde değiştirmiş olabilir. Örseleyici olayın kendisi, kendiliğe örselenmeyle değişikliğe uğramış olan kendisiyle eşduyum yapacak yeni bir yapıyı yerleştirerek. kendisinin kabullenilmesi için gerekli koşullan yaratmıştır.

4. KENDİLİK SPİRALİNİ KIRMAK: SİNAPSTAKİ İKİLEMLER
Kendisiyle eşduyum zihnin bireşimsel bir sürecini, yaşantının bütünlenmesine yönelik bir kamçılanmayı dile getirir. Bu, çoğu psikoterapi uğraşısı için bir temel oluşturur. Fakat yaşantı kendine ait birçok nitelikle bütünleşemediği ve kişi kendini tanımlamada çözümsüz ikilemlere saplandığı zaman ne olmaktadır? Psikofarmakolojinin başarılan çağımız ve kültürümüz yönünden benzersiz nitelikte, yeni felsefi sorulan beraberinde getirmektedir.
Burada moleküler protezin, yani biyonik zihnin ortaya çıkışına ve kendi moleküllerine yansıyan beyin/akıl/kendilik/ruh’a gönderimde bulunuyorum. Kuşkusuz bu sözcükler yalnızca metafor niteliğindedir, fakat kendimize ve evrendeki yerimize ilişkin düşüncemizi biçimlemede güçlü bir yanları bulunabilir. Bunlar “gerçek” ya da “doğru” değildirler, fakat bir kültür sıçramasına işaret ederler ve batı düşüncesinde tarihsel öncelleri bulunmaktadır. Fakat bana göre kendine dönen bir süreç olarak kendilik, bir anlam, anlık ve buluş spiralinde kendi anlam merceğiyle (ç.n. ışık ışınları gibi) kendi kırılımını gerçekleştirmektedir.

Klinisyenler olarak bizler, çoğu kez hastalık kavramlarına “hedef belirtilere göre işlerlik kazandırırız, bir hastalığın gidişini belirlemede zihinsel durum belirteçleri yardımcı olur.
Sözgelimi bu bakımdan tedavileri belirleyen, artık maniyi kendi başına tedavi eden bir kişi değildir, bunu sağlayan maninin nesnelleştirici, ölçülebilir belirtileridir. Adı geçen hastalık uyku bozukluğu, coşkunluk durumu (euphoria), büyüklük duyguları (grandiosity)… olmakta, bunların her biri sağlığa giden yolda (ç.n. altedilmesi gereken) birer hedef olmaktadır.
Klinisyenin yanında onun bağlaşığı olan hasta da tedavilere uyum gösterme yoluyla hastalığı ilerletici ve geriletici güçleri gözetme işine katılır. Hedefler, bağlaşıklar gibi savaş metaforları hastalığa karşı olan bu savaşta doğal gözükmektedir. Fakat sinsi bir süreç gelişir: Kendilik, içsel sınırlarına yönelik sürekli bir araştırma içinde, kendisini gözden geçirerek ve kendisinden kuşkulanarak sabit bir çatı haline gelmektedir. Şimdi düşman, ruhun kendi içine sızmıştır: Peşini sürdüğüm kendimden başkası değildir.
Descartes epistemolojik temelini “Düşünüyorum…”da bulmuştu. Böylesine temel öğeleri sorguladığımız zaman zemin altımızdan kayar. Psikozun yarattığı bir dehşet, yaşantının iyeliğinin kaybıdır (örneğin “onlar” bedenimde bu şekilde karıncalanmalar oluşturuyorlar).

Bir “duygulanım hastalığı” ya da bir “düşünce bozukluğu” örneklerinde olduğu gibi, duyguların ve yaşantının temelleri sorgulandığı zaman kendilik kendisini nereye kadar denetleyebilir? Soru yalnızca “Ben kimim?” sorusu değil, aynı zamanda “duyumsadığım gerçekten ben miyim ya da lityum (ö.k.3) düzeyim daha yüksek olduğu takdirde artık duyumsamayacağım bir şey midir” sorusudur. Lityum benim yani gerçekten benim bir bölümümü gidermekte midir? Görünen o ki lityum benim mutluluğumu, “manik coşkunluk”umu ortadan kaldırdığı zaman durum böyledir. Fakat ben değil, yabancı gibi görünen depresyonumu giderdiği zaman görünümü bu değildir. Yaşantımda Ben olarak güven duyduğum şey nedir? Kendimle nasıl eşduyum yapabilirim ve benim bir bölümümün bana ait olmayabilir ya da olamaz oluşu durumunda hissettiğim nedir?

Ruhsal tedavilerin uygulayıcıları, özellikle dünyevi olanla ilgili görünmektedirler. “Kabul edilmiş tedavi uygulamaları” ile ilgili hem güven veren, hem de tedirgin edici bazı şeyler vardır. Bir tedavinin geniş bir biçimde uygulandığını bilmek sayılara dayalı, belirli bir tarihsel güvence sağlar; şeyler üzerinde çalışılmış görünmektedir, yan etkiler tanımlanmış ve
incelenmiştir. Fakat ruhla ilgili, kişinin yaşantı ile ilişkilendirdiği ve ruhu etkileyen (dış kaynaklı) moleküllerce değiştirilen anlamlara ilişkin karmaşık yan etkiler için ne diyeceğiz?

Kendini bulma ile ilişkili sorunlar hep binlerce biçim ve durumda kendilerini göstermişlerdir (fakat içinde yaşadığımız teknolojik çağ, kendiliğin kendisi ile eşduyum yapması yönünden tedirgin edici olasılıklar ve ikilemler yaratmaktadır).

ÖZET
Kişisel yaşantının patolojik sıfatıyla nesneleştirilmesi, kendiliğin kendisini tanımlama çabalan üzerine derin bir etkide bulunur. Kendilik, kendine dönen özellikleri bağlamında, sonu gelmeyen bir kendini tanımlama spiralinde kendisi kavramını sürekli olarak özümler ve ona uyum yapar. Kuşkusuz klinisyenin katılımcı-gözlemci konumunda olması, anlamlandırma sürecine katkıda bulunmaktadır (gözlemin yapıldığı, katılımın olmadığı tarafsız bir zemin yoktur). Yansıyıcı süreç bireyleşme yönünde daha büyük bir gelişimin bir parçası mı olacaktır, yoksa kendine dönen spiral donup kilitlenecek midir? Bu her zaman kestirilemez. Beden ve hastalık metaforu zihne uygulandığında, elişen kendiliğe uygun bir biçim almakta ve tam anlamıyla nüfuz etmektedir…

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz